“Nuh’a, ondan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz ve İbrahim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Ya’kûb’a, evlâdlarına, Îsa’ya, Eyyûb’a, Yûnus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahy eylediğimiz ve Dâvûd’a Zebûr verdiğimiz gibi, şübhesiz Sana da vahyettik biz.” (en-Nisâ: 4/163)
Bize Humeydî Abdullah ibn Zubeyr (ö.219) tahdîs edip şöyle dedi: Bize Sufyân ibn Uyeyne (ö.198) tahdîs edip şöyle dedi: Bize Yahya ibn Saîd el-Ensârî tahdîs edip şöyle dedi; Bana Muhammed ibn İbrahim et-Teymî haber verdi ki, kendisi Alkame ibn Vakkas el-Leysî’den şöyle derken işitmiştir: Ben Omer ibn el-Hattâb -Allah ondan râzı olsun-‘dan işittim, minber üzerinde şöyle dedi: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan işittim, şöyle buyuruyordu:
“Ameller ancak niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği ne ise, eline geçecek olan şey ancak odur. Artık her kim nail olacağı bir dünyâ (malı) veya nikâh edeceği bir kadından dolayı hicret etmiş ise, onun hicreti (Allah’ın ve Rasûlü’nün rızâsına değil), hicret etmiş olduğu şeyedir”.
Bize Abdullah ibn Yûsuf (217-218?) tahdîs edip şöyle dedi: Bize Mâlik ibn Enes, Hişâm ibn Urve (61-146)’den, o da babası Urvetu’bnu’z-Zubeyr’den, o da mü’minlerin annesi Âişe (58;radıyallahü anh)’den haber verdi ki (şöyle demiştir:) Haris ibn Hişâm (18, radıyallahü anh), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan “Yâ Rasûlallah, sana vahy nasıl gelir?” diye sordu. Resûlüllah:
“Bâzı vakitlerde bana çıngırak sesi gibi gelir ki, bana en ağır geleni de budur. Benden o hâl gider gitmez, (meleğin) bana söylediğini iyice bellemiş olurum. Bazen de melek bana bir insan olarak temessül eder, benimle konuşur, ben de söylediğini iyice bellerim” buyurdu.
Âişe (r.anha) şöyle dedi: Rasûlüllah’ı, soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahy inerken görmüşümdür, (işte öyle soğuk bir günde bile) kendisinden o hâl geçtiği vakitte şakaklarından boncuk boncuk ter akardı.
Bize Yahya ibn Bukeyr (104-231) tahdîs edip şöyle dedi: Bize Leys (93-167) Ukayl’den, o da İbn Şihâb’dan, o da Urvetu’bnu’z-Zubeyr’den tahdîs etti. Mü’minlerin annesi Âişe (r.anha) şöyle demiştir:
Rasûlüllah’ın ilk vahy başlangıcı uykuda doğru ru’yâ görmekle olmuştur. Hiç bir ru’yâ görmezdi ki sabah aydınlığı gibi açık seçik zuhur etmesin. Ondan sonra kalbine yalnızlık sevgisi bırakıldı. Artık Hırâ Dağı’ndaki mağara içinde yalnızlığa çekilip, orada ailesinin yanına gelinceye kadar adedi muayyen gecelerde tehannüs -ki taabbüd demektir- eder ve yine azıklanıp giderdi. Sonra yine Hadîce’nin yanına dönüp, bir o kadar zaman için yine azık tedârik ederdi. Nihayet Rasûlüllah’a bir gün Hırâ mağarasında bulunduğu sırada Hak (yani vahy) geldi. Şöyle ki, ona melek geldi ve: İkrâ’, (yani: Oku) dedi. O da: “Ben okumak bilmem” cevâbını verdi. Peygamber buyurdu ki:
“O zaman Melek beni alıp tâkatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine: İkrâ’, dedi. Ben de O’na: Okumak bilmem, dedim. Yine beni alıp ikinci defa tâkatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine: İkrâ’, dedi. Ben de: Okumak bilmem, dedim. Nihayet beni alıp üçüncü defa sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp:
“Yaradan Rabb’inin ismiyle oku. O insanı yapışkan bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabb’in nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti”. ( Alâk: 96/1-5) dedi.
Bunun üzerine Rasûlüllah (kendisine vahy olunan) bu âyetlerle (korkudan) yüreği titreyerek döndü ve Hadîce bintu Huveylid’in yanına girerek: “Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz!” dedi. Korkusu gidinceye kadar vücûdunu sarıp örttüler. Ondan sonra Rasûlüllah vâki’ olan hâdiseyi Hadîce’ye haber vererek: “Kendimden korktum” dedi. Hadîce (r.anha): “Öyle deme; Allah’a yemîn ederim ki, Allah hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafiri ağırlarsın, hak yolunda zuhur eden hâdiselerde (halka) yardım edersin” dedi. Bundan sonra Hadîce, Peygamber’i birlikte alıp amcasıoğlu Varakatu’bnu Nevfel ibn Esed ibn Abdi’l-Uzzâ’ya götürdü. Bu zât, câhiliyyet zamanında Hristiyan dînine girmiş bir kimse olup İbrânîce yazı bilir ve İncil’den Allah’ın dilediği miktarda bâzı şeyleri İbrânîce yazardı. Varaka gözlerine körlük gelmiş bir ihtiyardı. Hadîce Varaka’ya:
– Amcam oğlu, dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor? Dedi. Varaka:
– Ne var kardeşimin oğlu? Diye sorunca, Rasûlüllah gördüğü şeyleri kendisine haber verdi.
Bunun üzerine Varaka şöyle dedi:
“Bu gördüğün, Allah’ın Musa’ya gönderdiği Nâmûs’tur. Ah keşke senin da’vet günlerinde genç olaydım! Kavmin seni (memleketinden) çıkaracakları zaman keşke hayâtta olsam!”
Bunun üzerine Rasûlüllah:
– “Onlar beni çıkaracaklar mı ki?” diye sordu. O da:
– Evet. Senin getirdiğin gibi bir şey getirmiş (yani vahy tebliğ etmiş) bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şayet senin da’vet günlerine yetişirsem, sana son derecede yardım ederim, cevâbını verdi. Ondan sonra çok geçmedi, Varaka vefat etti Ve o esnada bir müddet için vahy kesildi.
İbn Şihâb şöyle dedi: Ve bana Ebû Seleme ibnu Abdirrahmân haber verdi ki, Câbir ibn Abdillah da -geçen hadîsi rivayet edip- şöyle demiştir: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), vahyin kesilmesinden bahsederken söz arasında şöyle buyurdu:
“Ben (bir gün) yürürken birden bire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki, Hırâ’da bana gelen melek (yani Cibril aleyhi’s-selâm) semâ ile arz arasında bir kürsî üzerinde oturmuş. Pek ziyâde korktum, (Evime) dönüp: ‘Beni örtün, beni örtün’ dedim. Bunun üzerine Allahü teâlâ ” Ey örtüye bürünen! Kalk artık (kavmini Allah’ın azâbı ile) korkut. Rabb’ini büyük tanı. Elbiseni temiz tut. Azaba götürecek şeyleri terke devam et. ” (Müddessir: 74/1-5) âyetlerini indirdi. Artık vahy yoğun şekilde arka arkaya devam etti.”
Bu hadîsi Leys’ten rivâyet etmekte Abdullah ibn Yûsuf ile Ebû Salih (140-224), isnâdın başında bulunup Buhârî’nin şeyhi olan Yahyâ ibn Bukeyr’e mutâbaat etmişlerdir. Ve yine bu hadîsi Zuhrî’den rivayet etmekte Hilâl ibn Reddâd, Ukayl’e mutâbaat etmiştir. Yûnus ibn Yezîd ile Ma’mer ibn Râşid, bundan evvelki hadisteki “Kalbi titreyerek” ta’bîri yerine “Omuz ile boyun arasındaki etleri titreyerek” ta’bîrini söylediler.
Bize Mûsâ ibn İsmâîl tahdîs edip şöyle dedi: Bize Ebû Avâne tahdîs edip şöyle dedi: Bize Mûsâ ibnu Ebî Âişe tahdîs edip şöyle dedi: Bize Saîd ibn Cubeyr, İbn Abbâs radıyallahü anhüma’dan tahdîs etti ki, o; “Onu acele (kavrayıp ezber) etmen için dilini onunla depretme…” (Kıyâme: 75/16) âyetinin tefsîri hakkında şöyle demiştir: “Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), indirilen âyetler (in zabtı yüzün)den güçlük çeker ve bundan dolayı çok kerreler dudaklarını kımıldatırdı.” Bunu söylerken İbn Abbâs: “İşte bak Resûlüllah dudaklarını nasıl kımıldatıyor idiyse, ben de sana öylece kımıldatıyorum” demiş.
Bunun üzerine Yüce Allah O’na: “Onu acele (kavrayıp ezber) etmen için (Cibrîl vahyi iyice bitirmeden) dilini onunla depretme. Onu (göğsünde) toplamak, onu (dilinde akıtıp) okutmak şübhesiz bize âiddir. Öyleyse biz onu okuduğumuz vakit, sen onun kırâatine uy. Sonra onu açıklamak da hakîkat bize âiddir” (Kıyame: 75/6-19) âyetlerini indirdi. “Kur’ân’ı senin göğsünde toplayıp onu okuyabilmen şübhesiz bize âiddir”; “Kur’ân’ı (Cibrîl’in diliyle) sana okuduğumuzda onu dinle ve (sükût ederek) ona kulak ver”; “Ondan sonra onu (doğru) okumanı biz tekeffül ederiz ” demektedir. İşte bundan sonra Rasûlüllah’a ne zaman Cibrîl gelirse sükût edip, onu dinlerdi. Cibrîl gidince, onun getirdiği kelâmı (âyetleri), o nasıl okumuş ise Peygamber de öylece okur idi.
Bize Abdûn tahdîs edip şöyle dedi: Bize Abdullah ibnu’l-Mubârek (113-181) haber verip şöyle dedi: Bize Yûnus ibn Yezîd, Zuhrî’den haber verdi. H ve yine bize Bişr ibn Muhammed tahdîs edip şöyle dedi: Bize Abdullah ibn Mübarek haber verip şöyle dedi: Bize Yûnus İbn Yezîd ve Ma’mer ibn Râşid, Zuhrî’den onun benzerini haber verdi; Zuhrî şöyle dedi: Bana Ubeydullah ibn Abdillah haber verdi, İbn Abbâs şöyle demiştir:
Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların en cömerdi idi. En cömerd olduğu zaman da ramazânda idi ki (bu ay) Cibrîl’in kendisiyle çokça buluştuğu zaman idi. Cibrîl aleyhi’s-selâm ramazânın her gecesinde Peygamber’le buluşur ve onunla Kur’ân’ı müdârese ve müzâkere ederdi. İşte bundan dolayı Rasûlüllah hayır dağıtmakta, esmesi maniaya uğramayan rüzgârdan daha cömerd idi.
Bize Ebu’l-Yemân el-Hakemu’bnu Nâfi’ (138-222) tahdîs edip şöyle dedi: Bize Şuayb ibn Ebî Hamze, Zuhrî’den haber verdi; Zuhrî şöyle dedi: Bana Abdullah ibn Utbe ibn Mes’ûd’un oğlu Ubeydullah haber verdi ki, ona da Abdullah ibn Abbâs haber vermiştir.
İbn Abbâs’a da Ebû Sufyân ibn Harb haber verdi ki, gerek kendisiyle, gerek Kureyş kâfirleri ile Rasûlüllah’ın Hudeybiye sulhunu akdettiği mütâreke müddeti içinde ticâret için Şam’a giden bir Kureyş kaafilesi içinde bulunduğu sırada (Rûm Kayseri) Hıraklıyus tarafından da’vet olunmuş. Ebû Sufyân ile arkadaşları Hıraklıyus’un yanına gelmişler. O zaman Hıraklıyus ile maiyyetindekiler İliya (yani Beytu’l-Makdis)’da imiş. Rûm büyükleri yanında iken Kayser bunları meclisine çağırmış. Huzuruna alıp, tercümanın da gelmesini emretmiş. Tercüman:
– Peygamber’im diyen bu zâta nesebce en yakın olan hanginizdir? diye sormuş.
Ebû Sufyân dedi ki: Ben:
– Nesebce en yakınları benim, dedim. Bunun üzerine Hıraklıyus:
– Onu bana yakın getiriniz. Arkadaşlarını da yakına getiriniz, lâkin arkasında dursunlar, dedi. Ondan sonra tercümanına dönüp dedi ki:
– Bunlara söyle. Ben bu zât hakkında bu adamdan (bâzı şeyler) soracağım. Bana yalan söylerse onu tekzîb etsinler.
Ebû Sufyân dedi ki: Vallahi arkadaşlarım yalanımı ötede beride söylerler diye utanmasaydım, O’nun (yani Peygamber) hakkında yalan uydururdum. Ondan sonra bana ilk sorduğu şu oldu:
– Sizin içinizde nesebi nasıldır?
– O’nun içimizde nesebi pek büyüktür, dedim.
– Sizden bu sözü ondan evvel söylemiş (yani ondan evvel peygamberlik davası etmiş) hiçbir kimse var mıydı? Dedi.
– Yoktu, dedim.
– Babaları içinde hiçbir melik gelmiş midir? Dedi.
– Hayır, dedim.
– Ona tâbi’ olanlar halkın şereflileri mi, yoksa zaîfleri midir? dedi.
– Halkın zaîf olanlarıdır, dedim.
– O’na tâbi’ olanlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu? dedi.
– Artıyorlar, dedim.
– İçlerinde O’nun dînine girdikten sonra beğenmemezlikten dolayı dîninden dönenler var mıdır? Dedi.
– Yoktur, dedim.
– Şu dediğini demezden (yani dîne davetten) evvel, hiç yalan ile ithâm ettiğiniz var mıydı? Dedi.
– Hayır, dedim.
– Hiç gadr eder mi (yani ahdi bozar mı)? Dedi.
– Hayır gadr etmez, ancak biz şimdi onunla bir müddete kadar mütâreke halindeyiz. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz, dedim.
Ebû Sufyân dedi ki: Bana (kendiliğimden) bir şey katmağa imkân verecek, bu sözden başkasını bulamadım.
– O’nunla hiç harb ettiniz mi? dedi.
– Evet, ettik, dedim.
– O’nunla harbiniz nasıldır? dedi.
– Aramızda harb (tâli’i) nevbet iledir. Gâh o bize zarar verir, gâh biz ona zarar veririz, dedim.
– Size ne emrediyor? dedi.
– Bize yalnız Allah’a ibâdet ediniz, hiçbir şeyi O’na ortak etmeyiniz. Dedelerinizin inanıp söyleye geldikleri şeyleri terk ediniz, diyor. Bize namazı, doğruluğu, iffetliliği ve Allah’ın eklenip durmasını emrettiği her şeyi ekleyip durmayı emrediyor, dedim.
Bunun üzerine tercümâna dedi ki:
– Ona söyle: Nesebini sordum, içinizde yüksek nesebli olduğunu beyân ettin. Peygamberler de zâten böyle kavimlerinin neseb sâhibleri içinden gönderilirler. İçinizden bu sözü O’ndan evvel söylemiş hiçbir kimse var mıydı diye sordum; hayır dedin. O’ndan evvel bu sözü söylemiş bir kimse olaydı, bu da kendisinden evvel söylenilmiş bir söze tâbi’ olmuş bir kimsedir, diyebilirdim diye düşünüyorum. Babaları içinde hiçbir hükümdar gelmiş midir diye sordum; hayır dedin. Babaları içinden bir hükümdar olaydı, bu da babasının mülkünü geri almaya çalışır bir kimsedir diye hükmederdim diyorum. Bu da’vâsına kalkışmadan evvel O’nun bir yalanını tutmuş mu idiniz diye sordum; hayır dedin. Ben ise muhakkak biliyorum ki (önceden) halka karşı yalan söylemeyi irtikâb etmemiş iken (sonradan) Allah’a karşı yalan söylemeğe cür’et edemezdi. O’na tâbi’ olanlar halkın eşrafı mı, yoksa zaîfleri mi diye sordum; O’na tâbi’ olanlar insanların zaîfleri olduğunu söyledin. Rasûlllerin tâbi’leri de (zâten) onlardır. O’na uyanlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu diye sordum; artıyorlar dedin. Îmân işi de tamâm oluncaya kadar hep bu şekilde gider. İçlerinde O’nun dînine girdikten sonra beğenmemezlikten dolayı dîninden dönen var mıdır diye sordum; hayır dedin. îmân da mûcib olduğu inşirâh kalblere karışıp kökleşinceye kadar böyle olur. Hiç ahde vefasızlık eder mi diye sordum; hayır dedin. Peygamberler de böyledir; gadr etmezler. Size ne emrediyor diye sordum. Yalnız Allah’a ibâdet edip, O’na hiçbir şeyi ortak kılmamayı size emrettiğini, putlara ibâdetten sizleri nehyettiğini, kezâlik namaz ile doğruluk ve iffetlilik ile emrettiğini söyledin. Eğer bu dediklerin doğru ise, şu ayaklarımın bastığı yerlere yakında O zât mâlik olacaktır. Zâten bu peygamberin zuhur edeceğini bilirdim. Lâkin sizden olacağını tahmîn etmezdim. O’nun yanına varabileceğimi bilsem, O’nunla buluşmak için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olaydım (hizmet arz ederek) ayaklarını yıkardım!
Ondan sonra Hırakl, Dıhye’nin elçiliği ile Busrâ emîrine gönderilen (ve onun tarafından Kayser’e ulaştırılan) Peygamber’in mektubunu istedi. Getiren adam onu Hırakl’e verdi; o da okudu. Mektûbda şunlar yazılmıştı:
“Rahman ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle. Allah’ın kulu ve Resûlü Muhammed’den Rûm’un büyüğü Hırakl’e. Hidâyete tâbi’ olanlara selâm olsun. Bundan sonra, seni İslâm davetine (müslümanlığa) davet ediyorum. İslâm’a gir ki selâmette kalasın ve Allah ecrini iki kat versin. Eğer kabul etmezsen çiftçilerin günâhı senin boynunadır.”
Ey kitâb ehli, hepiniz bizimle sizin aranızda müsâvî bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına tapmayalım, O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım, Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabbler tanımayalım. Eğer yüz çevirirlerse, deyiniz ki: Şâhid olun, biz muhakkak müslümânlarız” (Âli İmrân: 3/64).
Ebû Sufyân dedi ki: Hırakl diyeceğini dedikten ve mektubun okumasını bitirdikten sonra yanında gürültü çoğaldı, sesler yükseldi. Biz de yanından çıkarıldık. (Arkadaşlarımla yalnız kalınca) Onlara dedim ki: İbn Ebî Kebşe’nin (yani Peygamber’in) işi hakîketen büyüyor. Benû Asfar meliki O’ndan korkuyor. Artık Rasûlüllah’ın gâlib geleceğine tâ Allah İslâm’ı kalbime girdirinceye kadar kesin inancım devam etti.
İliyâ, yani Beytu’l-Makdis sahibi ve Hırakl’ın dostu olup Şam hristiyanlarına episkopos ta’yîn edilen İbnu’n-Nâtûr, Hırakl’den bahsederek derdi ki, Hırakl Beytu’l-Makdis’e geldiği zaman (günün birinde) pek ziyâde kederli göründü. Pıtrîklerinden (kumandanlarından) bâzıları ona: Senin hâlini başka türlü görüyoruz, dediler. İbnu’n-Nâtûr dedi ki: Hırakl yıldızlara bakar, kâhinliğe âşinâ bir kimse idi. Bu suâle ma’rûz kalınca, onlara: Bu gece yıldızlara baktığımda Hitan Meliki’ni zuhur etmiş gördüm. Bu ümmet içinde sünnet olanlar kimlerdir? diye sordu. Yahûdîler’den başka sünnet olan yoktur; onlardan da sakın endîşe etme. Memleketinin şehirlerine yaz, oralardaki Yahûdîler’i öldürsünler, dediler. Derken Hırakl’ın huzuruna Gassân Meliki tarafından Rasûlüllah’a dâir haber ulaştırmaya me’mûr olarak gönderilmiş bir adam getirildi. Hırakl o adamdan haberi alınca: Gidin de bu adam sünnetli midir, değil midir, bakın, dedi. Baktılar ve sünnetli olduğunu bildirdiler. Sonra gelen adamdan: Arab kavmi sünnetli midir? diye sordu. Sünnet olurlar cevâbını aldı. Bunun üzerine Hırakl: Bu ümmetin meliki işte zuhur etmiştir, dedi. Ondan sonra Hırakl, Roma’da ilimce kendi benzeri olan bir dostuna mektûb yazıp Hımıs’a gitti. Hımıs’tan ayrılmadan o dostundan, Peygamber’in zuhur ettiği ve bunun bir peygamber olduğu hakkındaki görüşüne muvafık bir mektûb geldi. Müteakiben Hırakl, Hımıs’da bulunan bir kasrına Rûm büyüklerini da’vet ederek kapıların kapanmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıkıp:
– Ey Rûm cemâati, bu peygambere bey’at edip de felah ve rüşde nail olmayı istemez misiniz? diye hitâb etti.
Bunun üzerine cemâati, yaban eşekleri kadar sür’atle kapılara doğru kaçıştılarsa da kapıları kapanmış buldular. Hırakl, bu derece nefretlerini görüp îmâna girmelerinden ümidsiz olunca: Bunları geri çevirin, diye emretti ve (onlara dönüp): Deminki sözlerimi dîninize olan sıkı bağlılığınızı öğrenmek için söyledim, (bunu da) gözlerimle gördüm, dedi. Bu söz üzerine oradakiler memnunluklarını beyân ederek, kendisini ta’zîmen secde ettiler. Hırakl (ın îmâna da’vet olunması) hakkındaki haberin sonu da bundan ibarettir.
Bu hadîsi Salih ibn Keysan, Yûnus ve Ma’mer de Zuhrî’den rivayet etmişlerdir.