Yer yoğ iken gök yoğ iken ben ezelden var idim
Gevherin yekdanesinden ileri perkar idim
Gevheri ab eyledim dutdı cihanı serbeser
Yerü göğü arş u kürsü yaradan Settar idim
Girdim Adem cismine sırrımı kimse bilmedi
Men o Beytullah içinde ta ezelden var idim
On sekiz min alemi men gerdiş ile gelmişem
Olsebepden Hak ile sırdar idim esrar idim
Dünyasında men onun sırrın bilirdim ol menüm
Dünyanın altındaki sac kızdıran ol nar idim
Gah Hüseyinden bile postımı soydı kodılar
Gah Mansur donına girdim Enel-Hak dar idim
Men Hatayiyem Hakı Hak tanımışam bi-güman
Anın için ol yaratdı men ana derkar idim
(S.N. Ergun, Hatayi Divanı, s. 156 (145. manzume), Ibrahim Arslanoğlu, a.g.e., s. 85. Son beyitten önceki beyti, Sadeddin Nüzhet Ergun, “Ey Hüseyini harici la in ile bozdu postumu” biçiminde alıyor.)
(Yer gök yok iken ben ezelden var idim. Tek parça cevherden ilerde, cevher ölçücü idim Cevheri suya çevirdim, su bütün dünyayı kapladı; yeri, göğü, arşı ve kürsüyü yaratan Settar idim. Adem cismine girdim, sırrımı kimse bilmedi; ben ezelden beri o Beytullah içinde gizli idim. On sekiz bin alemi gezip dolandım geldim. Bu sebepten ben Tanrının sırrını bilendim, sırrın kendisiydim. Yarattığı dünyadan, ben onun sırrını bildim, o benim. Denizin dibindeki sacı kızdıran ateş bendim. Bazen Hüseyin ile birlikte postumu soyup bıraktılar. Bazen Mansurun bedenine girdim, Enel Hak (“Ben Hakkım”; Mutlak olan gerçeğim.) darına çekildim. Ben Tatyiyim, Hakkı hiç şüphe etmeden Hak bilirim. Beni bunun için yarattı; ben onun açıklanışı idim.)Ezelden ışık iledivane geldim
Yerim meyhanedir mestane geldim
Hezaran dona girdim ben dolandım
Bugün haşmetle ben meydana geldim
İmamımdır benim ol Şah-ı Merdan
Bugün nesl-i Ali divane geldim
İmam aşkına çalaram kılıncı
Münafık kırmağa meydana geldim
Menim bunda Hatayi Haydar oğlı
Çu Ismail kimi kurbana geldim.
(Ezelden aşk ile çılgın gelenim; esrik gelenim, yerim meyhanedir. (“Meyhane”; Dervişlerin meyhanesidir ve batıni anlamdadır.) Binlerce bedene girdim, dolandım; bugün büyüklüğümle meydana geldim. O Şah-ı Merdan imanımdır, bugün Ali nesli divana geldim. İmamın aşkına kılıç çalarım; meydana münafık (Münafık; dinde ikiyüzlü, riyakar olan.) kırmaya geldim. Burada Haydar oğlu Hataiyim, Ismail (Müslüman gelenekte, Ibrahimin, oğlu Ismailin kurban edilmek üzere hazırlanışına gönderme.) gibi kurban olmaya geldim.)
Bugün geldim cihane serverem men
Yakın bilüng ki Ibn-i Haydarem men
Feridun Husrev u Cemşid ü Dohhak
Ki Rüstem Zal hem Iskenderem men
Enel Hak sırrı uş gönglümde gizli
Ki Hakkı Mutlakam hak söylerem men
Mevali Mezhebem Şahung yolunda
Müslümanem diyanet rehberiyem men
Nişanumdur menüm tac-i saadet
Süleyman eline engüşterem men
(Muhammed nurındandır Ali sırrından)
Hakikat bahr içinde gevherem men
Hatayiem Şaha eksüklük kulum
Kapunga bir kemine kemterem men
Bir kandilden bir kandile atıldım
Türab olup yeryüzüne saçıldım
Bir zaman Hak idim Hak ile kaldım
Gönlüme od düşdi yandımda geldim
Ezelden evveli biz Hakkı bildik
Hakdan nida geldi Hakka Hak dedik
Kırklar meydanında yunduk pak olduk
İstemem taharat yundum da geldim
Şunda bir kardaşla kayda düşmüşem
Pirler makamında yanup pişmişem
Kırklar meydanında hem görüşmüşem
İstemem yanmağı yandım da geldim
Şah Hatayi eydür senindir ferman
Olursun her kulun derdine derman
Güzel Şahım sana bin canım kurban
İstemem kurbanı kestim de geldim.
Fakat düşünmeden inandığı, bütün kurguları, bir yaz günü, 23 Ağustus 1514te Çaldıranda bir vuruşla yıkıldı.
Savaşın yıkımından sonraki kaçış ve umutsuzluk, şüphesiz bu felaket üzerine yazdığı bir şiirindeyankılanmadadır.
Neler geldi gelesidür meded hey
Cihan ehli ölesidür meded hey
Gelür hükm-i ilahisra ile
Ulu soru olasıdır meded hey
Günahkarlar günahı sormah içün
Ulu divan durasıdır meded hey
Kurulur adl içün mizan terazi
Ameller tartılasıdur meded hey
Peyamberler kaçar ümetlerinden
Ki nefse nefs olasıdur meded hey
Sora sora yetirirler sırata
Niceler sıyrılasıdur meded hey
Bu bedbaht Ademoğlundan temamet
Yedi damu dolasıdır meded hey
Hatayi derdine derman bulunmaz
Ya Rab hali nolasıdur meded hey.
Gelecek olan her şey geldi, yetiş hey! Dünya insanı ölümlüdür, yetiş hey! Taninın hüküm günü hızla gelir ve o gün büyük soru sorulur, yetiş he! Günah işleyenlere soru sorulmak için ulu divan önünde durulur, yetiş hey! Adalet için terazi krulur, işlenenler tartılır, yetiş hey! Peygamberler ümmetlerinden kaçar, herkes kendi başına kalır, yetiş hey! Sorular sorar, Sırata götürürler, ne mutlu kurtulanlara, yetiş hey! Şu bahtsız insanoğlu ile yedi cehennem baştanbaşa dolacak, yetiş hey! Hatainin derdine artık derman yok; Ya Rab, hali ne olacak? Yetiş hey!)
Birkaç yıldır, Şeyh Bedreddin üzerine, Michel Balivetnin çalışmalarının sonucu değerli bir eserden yararlanmadaydı. (Michel Balivet, Islam mystique et révolution armée dans les Balkans ottomans: vie de Cheikh Bedreddin le “Hallaj” des Turcs (1358/59-1416), Istanbul 1995 (Isis yayını). Şimdi de St. Petersbourglu meslektaşim Konstantin Zhukov; “Bedreddin-Torlak Kemal-Börklüce Mustafa” üçlüsünün kanatlarından birini oluşturan Börklüce Mustafa ayaklanmasının çözümlenmesinde, belki de söz konusu üç kanadın bir bütün olmadığını göstermeye varacak bir adım daha attı.
Zhokov, Börklüce kanadının çözülmesini Italyadan Kaynaklarla tamamlıyor ve Fransisken ayrılıçılar Fratecellilerin eylemlerine ve onların XIV. Yüzyılda Rge bölgesindeki Türklerle ilişkilerine eğiliyor.
Yunanistandaki Latin yörelerde ve Grit gibi Venedik yönetim bölgelerinde, Katolik ayrılıkçıların etkinlikleri, Papa XII. Jean, VI. Clément, VI. Innocent ve XI. Grégoiréi da kaygılandırmış değildi.
Aydın emiri Umur Paşa, 1346da Venedikli elçilere, Haçlılardan Viyanalı Humbertin, Izmir karşısında, Hıristiyan dostlarının (Papa yanlıları Guelfeler ve Gibelinlerin) desteğini almış olsa da, kendisini korkutmadığı yanıtını verecektir.
Öte yandan, bir Hac ziyaretçisi, Rudolphe de Sachram bize anlatıyor ki, 1330 yıllarında, yöreye Lombardiyadan gelmiş bulunan ve sözde-Hıristiyanlar olarak adlandırılan “Gibelin” sığınmacıları, Efes yakınlarında bir kent kurmuşlardı ve Ege denizindeki Latin güçlenmelerine karşı Türk akıncılarla işbirliği yapmadaydılar. Bu dönemde Türklerin Ortodoks olanlar kadar Katolik olanlar da, -Doğu bölgelerine Neo Paulicienler, Ege yörelerinde Catharlar, Bosna ve Bulgaristanda Bogomillerle-, ayrılıkçı inanç birliktelikleri kurduklarını görüyoruz. Nitekim XIII. Yüzyıl ortalarından başlayarak, Catharların amansız bir engizisyon kovalayıcısı olan Pataren piskoposu Ramerius Sacconi, bölgesi olan Filadelfia (Alaşehir) çevresinde altı Cathar kilisesinin bulunduğunu söylemektedir.
1341de, Umur Paşa, Korent körfezine bir akında, Naupackt yakınında, Türk kaynaklarınca Keşişlik (Manastır) adı verilen bir adayı (söz konusu, Trisma adasıdır) (Piri Reis, Kitab-ı Bahriye, Istanbul, 1935, s. 318.) ele geçirmişti. Bu ada, başlarında Angelo de Clarenonun bulunduğu ayrılıkçı Fransiskenlerin elindeydi. Mutlak yoksulluğu savunan, Calabreli kutsal metinler yorumcusu Angelo de Clareno, -1254te, genç Fransisken Gérard de Borgo San Domino tarafından düşünceleri bozulmalara uğrayacak olan- Joachim de Florenin (ölm. 1212) öğretisinin izleyicisi idi.
Angelo de Clareno tarafından yönlendirilen ayrılıkçı Fransisken topluluğunun adı Fraticelli idi. 1318 ve 1320 tarihli papalık duyurusuyla yasaklanmış olsa da, Isanın ve havarilerinin yoksul yaşamlarını benimsemeyi örgütlemede direniyor ve tek gerçek dinin, Nur inanışı olduğunu ileri sürüyorlardı.
1344te, Papa VI. Clément, Hıristiyan Doğubeldelerinin bütün piskopos ve başpiskoposlarına seslenerek bu ayrılıkçilara karşı çıkmalarını istedi. Fakat aynı Papa, 1346da, Asyayı dolaşarak Isanın yoksul yaşamını öğen bir St-Jean yorumcusu Ermenice yazdığı için, Sekefki (Seleucie) başpiskoposunu suçladı.
1354te VI. Innocenet, Kırım Hazarları arasında vaaz veren Fraticelli misyonerlerine ceza uygulamak zorunda kaldı. 1375de XI. Grégoire ise bu misyonerlerin Yakın-Doğuda hep etkin olduklarını öğreniyordu.
Bizanslı tarihçi Doukasa göre, 1415te Börklüce Mustafa, Aydın ilinde vaaz verecek yoksulluğu ve kadınlar dışında mülk ortaklığını övmedeydi. Bir kafire, kafir diye tavır alan bir Türk, kendisi de kafir olur, diyordu. Tarftarları, Kalender dervişlerin giyimi olan ince bir gömlekle, baş açık, yalın ayak geziyorlardı. Sakız (Chio) Cenovalıları ile de ilişki içindeydi. Samosta (Sisamda) tanıdığı, fakat Sakızda yaşayan ve kendisini bir mürid olarak gören yaşlı bir münzevi ile görüşüyordu.
Ayaklanmanın korkunç bastırılışını ve feci sonunu biliyoruz: Börklüce Mustafanın, müridleriyle zincire vurularak götürülüşü, çarmıha gerilişi, taraftarlarının acımasızca yok edilişi.
Ona verilen ve bir kalender, bir dilenci derviş olarak beliren Torlak Kemalle şeyh Bedreddine uygulanan cezadan farklı ceza bana her zaman bana çarpıcı gelmiştir. Torlak Kemalde, Seyh Bedreddin de asılarak öldürüldüler. Bu bizi, olayda üç ayrı evre bulunduğunu düşünmeye götürmektedir: Torlak Kemalin halk ayaklanması, Ulema Bedreddinin başkaldırısı, Börklüce Mustafanın silahlı eylemi –her ne kadar üç olay zamandaş ise de ve merkez yönetimi sarsma gibi ortak bir amaçları bulunuyor olsa da- aynı şeyler olarak görülmemişti.
İlk ikisi Islam çevresi içindedir ve ceza suçun karşılığıdır. Börklüce Mustafa ise, mürted ve dinsel-ayrılıkçı bir görünüm vermede, Samos ve Chio (Sisam ve Sakız) kafirleriyle düşüp kalkmada, onlar gibi mutlak yoksulluğu ve mal ortaklığını, başka bir deyişle, Türklerin, Greklerin ve Latinlerin ortak düşmanları Fraticellilerin yaydıklarından farklı olmayan, evrenselliğe dönük düşünceler yaymadaydı. Gérard de Borgo San Domino ve ondan önce Joachim de Florenin öğrettiklerine göre ise, Latin kilisesi evrensel olmalı ve Grekleri, Müslümanları ve Yahudileri de kapsamına almalıydı.
Börklüce Mustafada, Fraticellilerin düşüncelerinin bir izleyicisini ve Cathar dinsel-ayrılıkçılığının yakın bir düşünüşünü bulan K. Zhukovun tezi ilgilenmeye değer görünüyor. Bununla birlikte tez bizi, ince bir soru –Balkanlardaki ve Anadoludaki Müslüman ve Hıristiyan sapmalarda bir iç içelik bulunup bulunmadığı sorusunu- sormaya götürüyor.
Yaydığı kolektifilik ve evrensellik düşünceleri, genelde gnostik öğretilere dayalı olmakla birlikte, Börklüce Mustafa yazı öncesi bir kominist olarak görülmek istenmiş ve Iranlı Mazdak mezhep dışılığı (hérésiarque) ile de karşılaştırılmaya çalışılmıştır. Yoksulkluk ve yalın bir yaşamsa, Neo-manicheen Bogomillerin ve daha sonra Catharların görüşleriydi.
Bu düşünceler, Anadoluda Türklerin gelişlerinden çok önce vardı: X. Yüzyılda Philipopolisi (Plovdiv), dinsel sapmalarının bir merkezi yaptıkları Trakyaya sürülüşlerinden önce, Paulicienlerin Tefrikede (Divriği) güçlü bir cemaat oluşturdukları Kapadokya bölgesinde olsa da, Anne Comménee göre, XI. Yüzyılda adı geçen kentte oturanların hemen hepsi Manici inanışta, yani paulicien idiler.
XI. yüzyılda, Paulicienlerinkine yakın, Bogomil öğretileri Ege yörelerine sızdı: Asyanın ilk Hıristiyan kiliselerinden birinin, Efes yakınında St. Jean kilisesinin, bulunduğu Izmire ve Eskiçağdan beri dinsel ayrılmalar üretici bir merkez olan Frigyaya; Menderes havzası içinde kurulmuş olan Filadelfiayı (Alaşehir) Bogomilciliğin elinde tuttuğu Lidyaya.
Bogomicilik daha sonra, Bektaşiliğin başlıca merkezlerinden biri olacak, Abdal Musa zaviyesinin yer alacağı Antalya körfezine kadar yayıldı. Doğu Anadoluda da en azından biri Thondrakitlerinki olmak üzere –XIX. Yüzyılda hala kendinden söz ettiren-, neo-paulicien ayrılıkçı inanç bölgeleri bulunmaktadır.
Unutmayalım ki, dinsel ayrılma bölgeleri, çoğu kez, daha eski bir dinsel ayrılma bölgesi üzerine kurulmadadır. Sivas-Divriği-Erzincan arasında yer alan ve bugün çoğunluğu Alevilerin oluşturduğu bölge, Bizans döneminde de “paulicien” bir dinsel ayrılış bölgesiydi. “paulicien” görüşler buralarda yüzyıllardan beri varlığını sürdürmededir. Büyük bölümü XIX, yüzyıldan önce Islamlığa geçmiş olan Thondrakitlerin, neo-paulicien mezhepleri, bir kültür ve nüfus karmaşası bölgesinde ve sonuç olarak dinler karışımı (syncrétiste) inançlarla dolu bir bölgede, Van gölü çevresinde doğdu. XIV. Yüzyılda Şeyh Bedreddin ayaklanmasının doğuş ve gelişimini yaşayan Deliorman bölgesi için de aynı şey söz konusudur. Bogomicilik burada, IX. Yüzyılda baskılardan kaçan Paulicienlerin Trakyada barınak aradıkları dönemde belirdi.
Daha sonra, XIII. Yüzyılda, ayaklanmalara son verme amaçlı kıyımdan kaçan Babailer gelip buralara yerleştiler. Sonra, XVI. yüzyılda, Celali isyanları denen dinsel-sosyal ayaklanmaların bastırılışı sırasında kaçanlarla, Ağaç denizi adı verilen Deliorman, Osmanlı Imparatorluğu sığınmacıları için elverişli bir yer oldu. Balkanların öbür bölgeleri de aynı çizgide inanç ve nüfusun iç içe girdiği yerler oldular.
1980li yıllarda, Kanuni Sultan Süleyman döneminden kalma, olağanüstü güzel bir köprünün henüz süslediği, yemyeşil güzelliği içinde pırıl pırıl Mostar bölgesinde bir gezi sırasında, eski bir Bogomil mezarlığını, sonra da oradan çok uzakta olmayan ve müzeye dönüştürülmüş güzel bir Bektaşi Tekkesini ziyaretim bir rastlantı değildi.
Bu nüfus ve inanç iç içeliği, Bektaşi inanışın eski mekanları çevresinde özellikle belirgindi. Bu, F:W. Hasluckın da dikkatini çekmişti.
K. Zhukovun incelemeleri, bizi zaman içinde geriye götürüyor ve problemi daha eski bir tarihe kaydırıyor.
Ortaçağın “neo-paulicien” inanç-ayrılmaları (hérésie) ile sufilik ve “gnostizm”in işlediği inanç-ayrılmaları arasında bir iç içe giriş söz konusu mudur?
Farklı cemaat-dışı (hétérodoxe) öğretileri, güncel durum içinde karşılaştırmaya bilgilerimiz yetmemekteyse de, yapılarda yine de bazı ortak öğelere rastlanmaktadır: Bunlar, gnostik, batıni, üniversalist ve düalist (kişisel biliş temelli, içsel, evrenselci, iki-tanrılı) kımıldanmalardır. Ortak düşünceler vardır: zora karşı olma, yoksulluk ve yoksul yaşama gibi. Yarleşmiş düzene karşı doğrultudadırlar; resmi dinin ve merkez yönetimini görüş açısı karşısında kural-dışıdırlar (neo-conformiste). Bu eğilimler ister Bogomilizm ya da Catharizm gibi neo-paulicien olsunlar, ister cemaat-dışı Islam çerçevesi içinde bulunsunlar, bütün bu akımların kökleri Iranın iki-tanrılı (düalist) inançlarına uzanmaktadır. Maniheizm ve Zürvanizm (Zürvanisme) gibi iki-tanrılı daha eski dinlerle de benzerlikler vardır. Zürvanist kalıntılara, Bogomillerin ve Catharlerin öğretilerinde rastlanır.
Üçlü öğretilerde, dünya; yaratan Tanrı ile -biri göğü, öbürü yeri yöneten- iki oğulun elindedir.
Iranın eski iki tanrılı inancı, dünyayı aralarında paylaşmış bulunan iyilik ve kötülük güçleri, Ohrmazd (Hürmüz) ve Ehrimen, Alevi-Bektaşilikte, epeyce yumuşamış biçimde görülüyor: Bu artık, Iyi ve Kötünün karşılaşması değil, “Mana alemi” ile “madde alemi”nin çatışmasıdır.
Yakıştırma bir hadiste, Peygamberlere, “Ben bilginin şehriyim, Ali de kapısıdır” dedirtilmiştir. Bu, aynı zamanda bir Güneş-Tanrı olan Ali, gök aleminin, görünmez; batıni dünyanın da, efendisi demektir.
Evrenselcilik görüşü (universalisme), Bektaşi-Alevilikte her durumda vardır; örnek olarak Ali tasvirlerini süsleyen şu yakıştırma (mevzu) hadisi vereceğiz: “Benimle olursan, benimlesin; Yemende olsan bile. Benimle değilsen, Yemendesin; yanımda olsan bile!”
Müslüman ve Hıristiyan, iki dinsel-ayrılık (hérésie) bölgesi arasında bir karşilaştırma şüphesiz çekici olur. fakat böyle geniş bir incelemeye girmekten uzaktayız. Bunu için, Türkolog, Islam-bilimci, Bizansçı-uzmanlar ile Bogomil ve Cathar alanı uzmanlarından, ortak bir konuda birlikte çalışmayı kabul edecek bir araştırma birimi oluşturmak gerekecektir.
Böyle bir inceleme bin yıllık bir dönemi kaplamak ve eski Iran dünyasından Akdenize doğru uzanmak zorundadır.
Şimdilik bilgi alanımız dışında kalan böyle bir konu, yanlızca sezgiyle algılanabilir; fakat yine de bu, bizi daha geniş bir kavrayışa ve derinleşmeye götürecek bir sorundur.
Sonsöz
Bektaşilik üzerine araştırmalarıma başladığım zaman hiçbir şey otuz yıl aynı konuya saplanıp kalacağımı aklıma getiremezdi. O zamana dek, destanlara yaşam veren ve zamanla sınırlı, tarih olaylarına eğilmiştim. Şimdi ise bir inanış, bir düşünüşle karşı karşıyaydım. Düşüveler, insan varlıkları olarak bir geçmişe dayanırlar: Daha önceki düşüncelerden doğarak gelişirler ve yaşama direnmeyi başardıkları çevre de bir arada oluştukları etkilerle birlikte gelişirler.
Bektaşilik, Türk topluluklarının, Anadoluya göçlerinden önce oturdukları ülkelerde, yeni Orta-Asyada, Sogd bölgeleri ve Maveraünnehir gibi Iran kültürü aralarında aranması gereken köklere dayanmaktadır.
Ardından, Küçük-Asya ve Trakyaya yerleştikten sonra Bektaşiler, -Astarabadlı Fazlullah Hurufinin öğretisini yaydığı, Azerbaycan ve Kuzey Irandan gelen Hurufi akımlarla-, kuvvetle belirginleştiler.
Anadoluda kalmış olan Bektaşilerin biçimlenişleri ise, yine Iranın kuzeyinden ve Azerbaycandan gelen ve Irandaki ortadan çekilişinden sonra da Anadoluda uzun süre direnen, Kızılbaş akım içinde oldu.
Günümüzde, Kızılbaşlığın bir sonucu olan Alevilik, Marksçı ve atheist düşüncelerin etkisi altında da kalmış olacaktır.
Sonuç olarak, Bektaşi-Alevilik, uzun araştırma yılları gerektiren karmaşık bir konudur. Araştırmalar yanlız Anadolu ve Rumeli ile sınırlı kalmamalı, geçmişe, Eski Iranın gnostik ve iki-tanrılı inanışlarına, Türk-Moğol toplulukların Şamancı inançlarına ve bütünlüğü içinde Akdeniz dünyası alanına kadar uzanmalıdır.
Araştırmalarımdaki eskiler ne olursa olsun, Bektaşi-Alevi incelemelerine bir hız vermeyi başarmış olduğumu sanıyorum.
Bu hız, onları izleyen genç kuşakla sağlanacaktır. Henüz ortaya çıkmamış pek çok şey ve henüz ele alınmamış pek çok nokta vardır.
Bir şey kesin görünüyor. Soruna değişik yönlerden bakmak gerekmektedir. Konu, Türkologların, Iranologların, “Paulicianisme” üzerinde çalışma Bizans-uzmanlarının, Bogomil alanı ile ilgili Slav dili arştırmacılarının, dinler-üstü düşünceye açık Islam bilginlerinin ve elbette genel din-tarihçilerinin birlikte çalışacakları ve bütün bu dalları birleştirecek bir işbirliği istiyor. Böyle kapsamlı bir çalışma, tek başına çalışan araştırmacılarca yürütülemez. Ayrı bir enstitü oluşturulmak gerekir.
Böyle bir enstütünün, Bektaşiliğin kurucusu münzevi veli, Hacı Bektaş Velinin anılarını saklayan bir bölgede doğması düşündürücü olacaktır. O, Kapadokyada, peribacaları, kayalara oyulmuş kiliseler ve yeraltı kentleri arasında yaşadı. İlkçağdan bu yana, yoğun ve hiç durmayan menevi bir kaynaşma içinde bu olağanüstü bölge böyle bir girişim için amaç bir çerçeve oluşturacaktır.