"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Hacı Bektaşın Kutsal Dağı ve Kutsal Ağacı

Biz kimseye kin tutmayız
Ağyar dahı dosttur bize
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu alem birdir bize.
Yunus Emre
(Krş. Cahit Öztelli, Yunus Emre, Istanbul 1971, s. 133 (58 manzume); Ilhan Başgöz, Yunus Emre (Araştırma ve Şiirlerinden güldeste), Indiana University 1990 (117 numaralı manzume); I. Mélikoff, “Esprit de tolérance et supraconfessionalisme dans la la poésie populaire turque”, De LEpopée au Mythe; itinéraire turcologique, Istanbul 1995 (Isis), s. 135-143.)
Türkler, Moğollar gibi, genellikle din konusunda hoşgörülü oldular. Güçlerine karşı çıkılmadıkça, yendikleri insanların inançlarına saygı gösterdiler ve cemiyetin huzuru uğruna inanç karışmalarına göz yumdular. Nitekim Uygurlarda, Maneheizm, Budacılık ve Nesturi Hıristiyanlık bir arada, uyum içinde buluniyordu. (Krş. Louis Bazin, “Manichéisme et syncrétisme chez les Ouighours”, Turcica, XXI-XXIII (Mélanges I. Mélikoff), 1991, s. 23-38; aynı yazar, “Eat des discussions sur la pénétration du Boudhisme et du Manichéisme en milieu turc”, Ininéraires dOrient, Hommeges a Claude Cahen, Res Orientalia, VI, Bures-sur-Yvettes 1994, s. 229-239.)
Selçuk Sultanlarının da gösterdikleri bu hoşgörü ruhu ve dinler üstü tavır dolayısıyladır ki, başlangıçta çok ırklı ve çok-inançlı bir halk karşısında ancak azınlık oluşturdukları Küçük Asyada, sonradan gelme Türkler yavaş yavaş yerleşikleşerek ağırlıklarını artırdılar.
Kararsızlıklarla dolu, kargaşa dönemi bir XIII. yüzyılda, insan sevgisi ve hoşgörü ruhu, Anadolunun dinsel yaşamını derinden etkilenmiş bulunan Sufi düşüncenin temelini oluşturmadadır. Yüzyıl, Moğol akınını, kentlerin ayrıcalıklı yaşamlarına karşı göçer Türkmenlerin ayaklanmalarını, yönetimin zayıflıklarından doğan kargaşa ve çalkantılarla, Rum Selçuklu Imparatorluğunun çöküşünü yaşamaktadır. Üzerinde duracağımız konu, bu dönem ve bu dönemin yetiştirdiği bilgelerden biri, yazgısı Türk halk dindarlığının simgesi olarak belirecek olan Hacı Bektaş Velidir.
Orta Asya halkları, tek-tanrılı dinleri, özellikle Islamlığı kabul ettiklerinde, Şamancı ata geleneklerini henüz büsbütün bırakmamışlardı. Islamlığın baskısı altında Şamancılık Islami bir görünüme büründü. Her ikisinin de amaçları kendinden geçiş olduğu için, kısa zamanda halk sufiliği ile kaynaştı.
Şamancılık, evrimlerinin bir evresinde bütün topluluklarda rastlanan kadim bir inanış biçimidir. Göçer boylarda görülen bir inanış biçimi olarak belirmede; Orta Asyada olduğu gibi, Amerikada, Avusturalyada ve Afrikada görülmektedir. Bu inanış, üst ve alt dünyalardaki ruhlarla insanlar arasında aracılarla iletişim kurma inancına dayanmaktadır. Bu aracılar, Orta Asyada Kam ya da Bahşı denen, Şamanlardır. Şaman, ruhlarla, kendini-aşma (transe) durumuna geçerek bağlantı kurar. Bu kendini-aşma durumuna geçişte, Şaman çalgı ve oyunla birlikte “sihir sözleri”nden de yararlanır. Şamanlaşma oturumlarının müzik ve şiirle sıkı ilişkisi vardır. Şiir, müzik ve dans, Şaman törenlerinin tamamlayıcı öğeleridir.
Şaman, müzik ve şiir gücünü, koruyucu ruhlardan alır. Birlikte yaşadığı boy içinde, sözlü anlatım ve şiir geleneğinin koruyucusu olur. Bir ozan ve Şaman olan Dede Korkutun söylenceleşmiş kişiliğinde bunun güzel bir örneğini görürüz. (Bak., Le Livre de Dede Korkut-Récit de la geste Oghuz, çeviri ve sunuş: LouisBazin ve Altan Gökalp, Paris 1998 Gallimard). Ayrıca, Alessio Bombacinin çevirisi de unutulmamalıdır: Histoire de la Littérature Turque, Paris 1968, s. 185-199 (Fransızca çeviri: I. Mélikoff). Başlangıçta, ozan ve Şaman aynı kişiydi: Bunun içindir ki Üzbeklerde, Kırgızlarda, Kazaklarda, bahşı sözcüğü aynı zamanda Şaman ve ozan anlamlarına gelmededir. Günümüzde, Anadoluda Aleviler, aşıklara sadece kam-ozan denmektedir.
Şaman aynı zamanda utacı ve bilicidir ve keramet gösterme gücü vardır; günümüzde de, Şamancılığın hala yaşadığı yörelerde, özellikle utacı gücünü sürdürmektedir: Şamanlaşma oturumunun amacı, iyileştirici gücün elde edilmesidir. Bu güç, amanın kendini-aşma anında, öte aleme yaptığı yolculukla elde edilir.
Şaman –güçlü bir kişilikte-, istem ve inanç gücüyle kendini aşma (transe) durumuna geçer. Bunda ona, çalgı, oyun ve ezgi yardımcı olur. O, bu yetilerle dopdoludur ve başarısını müzik ve anlatış yeteneklerine borçludur.
Kendinden geçiş (extase), törenselliğin güç kattığı, toplu bir ruh durumudur. Bu, kendini, aynı yolla aşmaya çalışan sufilerde de görülür. Yıllar önce, Aşık Feyzullah Çınarın deyişlerinin benim üzerimde yarattığı etkiyi unutmuyorum ve insanı alt üst edici bulduğum, heyecan yaratıcı kasetlerini dinlememek için kendimi zorluyorum.
Abdal ya da Kalender, halk sufisi de bir utacı ve bilici idi ve kerametler göstermedeydi. Sufiliğin, henüz Şamancı etkileri taşıdığı bölgelerde, Şamanla Orta Asya işanı, ya da molla arasında ortaklıklar vardı. (Krş. Vladimir Basilov, Kult Svyatyx v Islam (Islamda ermişlere inanış), Moskova 1970 (Mysl yayını); aynı yazar, Samanstvo u Narodov Srednej Azii i Kazaxstana, Moskova 1992; Krş. Bu, eserin I. Mélikoffun makalesinde kısaltılarak aktarılışı, Turcica, XXVII, 1995, s. 269-277. Bu eser,Almancaya da çevrilmiş bulunuyor: W. N. Basilov, Das Schamantum bei den Völkern Mittelasiens und Kasachstan, Berlin 1995 (Reinhold Schletzerverlag). Her iki durumda da aranan amaç kendini-aşma idi ve bu, dini başkanların manevi güçleri sayesinde oluyordu. Bununla birlikte, güçleri yetersiz kaldığında Şaman, bu amaca kendinden geçmeyi sağlayacak yapay edimlerle ulaşmadaydı.
Türkmenlerin, XIII. Yüzyılda hızlanan ve XII. Yüzyılda başlamış olan, Anadoluya akışları, onların davranışlarını fazla değiştirmedi: göçer kökenli nüfusun Islamlaşması, zamanla gerçekleşti.
Islamın medreselerde örgütlendiği kent merkezlerinin Acem kültürlü nüfusu ile Islam dinini benimsemiş olsalar bile yaşamlarını henüz ata gelenek ve göreneklerine göre sürsüren halk yığınları arasında görünür bir fark vardı.
Bazen aynı zamanda obanın da başı olan dini başkan, Şamancı cizgilerini koruyordu. Mesela 1239-1240daki Babailer ayaklanmasının başlıca yönlendiricilerinden biri olan ve müridleri arasında Hacı Bektaşında bildiğimiz Baba Ilyasın böyle Şaman güçleri vardı. Bu ayaklanma üzerinde birçok çalışması bulunan Ahmet Yaşar Ocak, onu bize Islam görüşü ile birliktr bir Türk-Şaman kişilik olarak tanımlıyor. (Krş. A. Y. Ocak, La Révolite de Baba Resul au la formation de lhétérodoxie musulmane en Anatolie au XIII e siécle 1989, s. 48, 57-59, 75-76, 135.) Bu andığımız dönemde Türk halk ermişlerinin büyük çoğunluğuna en uygun gelen tanımdır. Çağın tarih yazıcılarının tanıklarına göre Baba Ilyasın büyü gücü vardı, utacı ve bilici idi, keramet sahibiydi. Manevi güçleri, Selçuk Sultanını ücretli Frank askerlerini savaşa almak zorunda bırakacak ölçüde askerlerine korku salmıştı. (Krş. Simonde Saint-Quentin, Historia Tatarorum, Jean Richard yayını, Paris 1965 (Haçlılar tarihi belgeleri, VIII), s. 62-63; Bar Hebraeus, The Cronolgy of Gregory Abul Faradh, çeviri: Ernest W. Brudge, Londra 1932, s. 405; A. Y. Ocak, a.g.e., a.y.)
Görünüşündeki Şaman niteliklerine rağmen, ahfadı Elvan Çelebi (ölm. 1360a doğru), Baba Ilyası anlattığı menakıbnamesinde, büyük atasını Sünni Müsliman çizgilerle sunmaya çalışmadadır. (Menakıbul-kudsiyye fi Menasibil-ünsiyye (1995).
İbn Bibi, Bar Hebraeus, Simon da Saint-Quentin gibi Tarihi kaynaklara göre, Baba Ilyasa Baba Resul deniyordu (Simon de Saint-Quentinde “Paperoissole”). Savaşta sırtını verdiği Amasya kalesi önünde öldürülerek cesedi hisarlardan birine asıldı. Fakat taraftarları ölümüne inanmadılar. Işıkla çevrili, olağanüstü güzel boz atına binerek gökte kaybolduğunu Elvan Çelebi anlatıyor. (a.g.e., 38b-39a (s. 58-60); A. Y. Ocak, a.g.e., s. 57-58.) Simon de Saint-Quentin de, “Paperoissole”ün “güzel beyaz at”ından söz ediyor. (aynı yer.)
Bu tür anlatılara veli ve derviş menakıbnamelerinde de rastlanmaktadır. Bu veli ve dervişler, genel olarak kerametler gösteren bilici ve utacılar olarak geçmededirler. Çoğu kez, mekanlar aşma, “tayy-i mekan”, güçleri vardır ve birkaç yerde birden görünebilirler; Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş ve söylenceye göre Hacı Bektaşın mürşidi, uçma ve kendini aşma durumlarında dağdan dağa konma gücü bulunan Lokman Perende gibi, kuşa dönüşebilirler. (Bak.: I. Mélikoff, Hadji Bektach, s. 68-69.) Biz bunlar içinde, müridi olduğu Baba Ilyasla birlikte Anadoluya gelen ve başkaldırıdan sonra yaşamını münzevi bir ermiş olarak kapatan Hacı Bektaş üzerinde duracağız. Hacı Bektaş tarihi bir kişilik olmakla birlikte, daha çok söylenceli yaşam öyküsüyle tanınmış ve onunla Türk halk sufiliğinin simgesi olmuştur…. Söylenceler, bir menakıbname olarak kaleme alınmış bulunan Vilayetnamesiyle sınırlanmıştır. Eserin oluşumu, geleneğin doğuşunun da başlangıcı olan 1271deki ölümünden sonra bir yüzyıl sonra, XIV. Yüzyıldan başlayarak ve erenler halindedir. Adını taşıyan dervişler tarikatının oluşumu da XIV. Yüzyıldadır. Tarikat, başarısını ilk Osmanlı Sultanlarınca korunmasına borçludur. (Bak.: aynı yazar, “Un ordre de derviches colonisateuers”, Mémorial Ömer Lütfi Batkan (1980), s. 149-157; aynı yazar, “Lordre socials des premiers Ottomans”, The Ottoman Empire (1330-1389), Halcyon Days in Crete I (1993), s. 135-144.) Bu tarikat, ne bir tarikat kurmayı, ne de müridleri olmasını istemiş bulunan Hacı Bektaş Veli tarafından değil, Vilayetnamede Kadıncık Ana olarak geçen, Baba Ilyas atfadından tarihçi Aşıkpaşazadenin adlandırışıyla Hatun Ana olarak bilinen bir kadının öncülüğüyle kuruldu. Bu ikinci kaynağa göre Hacı Bektaş, Hatun Anayı manevi mirasçı olarak seçmişti ve müridi Abdal Musanın yardımıyla, adını taşıyan tarikatı kuran bu kadındı. (Krş. Aşıkpaşazade, Ali yayını, s. 199-206; Atsız yayını, s. 234-239.)
Şeyhi Baba Ilyas gibi, söylence Hacı Bektaşı da tam Müslüman çizgiler içinde görmeye çalışmadadır. Fakat bu, geleneksel Şaman ayrıcalıklarının korunmasını engellemez: o da kerametler gösterir; bilici ve utacısdır. Söylenceye göre, Şeyhi Ahmet Yesevinin isteği üzerine bir güvercin olur ve Rum diyarına uçar: uçma gücü ve mekanlar aşma yeteneği vardır. Gerektiğinde ölmüş bir çocuğu yaşama döndürür. (Hadji Bektach, Bölüm III (Hünkar Hacı Bektaş Veli)…. Münzevi dervişi çevreleyen söylencenin olağanüstünlüğüne rağmen, Hacı Bektaş, tam bir Müslüman, hatta sonraki bir geleneğe göre, Peygamber soyundan biri olarak gösterilmeye çalışılır.
Halk inanışını güçlendirmek için vazgeçilmez olan bu anlatıları silip atmak gibi bir amacımız bulunmamaktadır. Halk inanışı her zaman olağanüstülerle, heyecan uyandırıcı anlatılarla beslenir. Otuz yıldan uzun bir süredir, Alevileri ziyaretlerimde, onları anlatı ve inançlarını benimsemeyi ve bunlara saygı göstermeyi öğrendim.
Bununla birlikte, bilimsel araştırma saygısına dayalı bir Üniversite etkinliği yaşanan bir yarım yüzyıldan sonra, varsayımlarımı kabul edebilir kanıtlarla güçlendirme gerekliliğini göz ardı etmeme de imkan yoktur. Bu gerekliliktir ki, beni Hacı Bektaş menakıbnamesini eleştirici bir inceleme altına almaya götürmektedir.
Muhtemel olarak XIV. Yüzyıl ortalarına ait ve hatta belki Balım Sultanın 1500e doğru tarikatı yenileyişi döneminde oluşmuş bir söylenceye göre, (a.g.e., s. 145-161.) Hacı Bektaş, yedinci İmam Musa Kazımın soyundan gelmedeydi. Elinin ayasında ve alnında “Alinin sırrı” demek olan yeşil bir ben vardı. Başka bir deyişle o, Alinin yeniden bedenleşmesiydi. (a.g.e., s. 68-70.)
Söylenceye göre; mürşidi, Türkistanın piri, (“Pir-i Türkistan”) Ahmed Yesevinin müridlerinden biri olan Lokman Perende (Uçan Lokman) idi. Kuranı Muhammed Nebi ile Ali Murtazadan öğrenmişti: Birincisi, kendisine zahiri bilimleri, ikincisi batıni kaynakları öğretmişti. Hacı Bektaşın kendinden geçme (extase) gücü vardı ve bir kendini geçme durumunda Mekkeyi ziyaretle, Hacı olmuştu.
Türkistanda Yeside yaşayan Ahmed Yeseviden manevi çağrıyı alınca (“Yesi”, günümüzde, Kazahistan sınırları içinde bulunmaktadır.) bir göz açıp kapama süresi içinde, bir anda Türkistana ulaştı ve pirin eşiğine yüz sürdü. Yesevi destur vererek, onu RumAbdallarının Piri olmak üzere sadıkların, meczubların ve abdalların bol olduğu Rum diyarına gönderdi. Pir-i Türkistan, ona yolu göstermek için, yanan bir dal parçasını göğe fırlattı. Hacı Bektaş, -bir güvercin donuna girip-, dalın ardınca Soluca Karahöyükte (bugünkü Hacı Bektaşta) bir taşın üstüne gelip kondu. Pirleri Karaca Ahmed olan Rum dervişleri, Horasandan, yani “güneşin doğduğu” ülkede gönderilen bu dervişin gelişini engellemek istediler. (Horasan adı, yanlızca bugünkü Iranın bir ayeletini anlatmıyor, Maveraünnehir de içlerinde olmak üzere, Iranın doğusunda yer alan iller anlamına geliyordu.) Bir Rum ereni, şahin kılığına girerek güvercini avlamak üzere havalandı. Fakat Hacı Bektaş bir anda insana dönüp şahini boğazından yakaladı. Ona, “Ben size bir güvercin olup geldim. Daha güçsüz bir görünüm olsaydı ona bürünür gelirdim. Sizse beni acımasızca karşıladınız” dedi.
Kendisine bağlılıklarını bildirmeye gelen öbür Rum drevişkerine şöyle dedi: “Horasan erenlerindenim. Türkistandan geliyorum. Pirim, Türkistanın doksan dokuz bin dervişinin Piri Ahmed Yesevidir. Yolum Muhammed Ali yoludur. Hidayet, Tanrıdandır.” (Krş. Hadji Bektach, s. 70-72.)
Bu öykü bir dinler karışımı ruhunu ve Türk halk dindarlığında rastlanan hoşgörüyü anlatıyor. (Louis Bazin, “Manichéisme et syncrétisme chez les Ouighours”, s. 23-38; I. Mélikoff, “Esprit de tolérance et supraconfessionalisme dans la poésite populaire turque”.) Aynı zamanda da yeni benimsenmiş, fakat henüz ataların Şamancılığından kopmamış bir Islam inanışının tazeliğini ve saflığını yansıtıyor.
Bu dinler karışımı, Hırka Dağında, Abdal drevişlerin törenlerinin verildiği anlatılarda daha da belirgindir.
Eski Türkler, inançlarının iki öğesi olan, doğa ve ağaca saygı duyuyorlardı. Tanrılara daha yakın olma amacıyla da dağlara çıkıyorlardı. Orhon yazıtlarında, Orhon ırmağının kaynağında, güç odağı gibi görülen dağlık ve ormanlık bir bölgeden söz edilmektedir. (Krş. Louis Bazin, a.g.e., s. 24; Alessio Bombaci, Histoire de la littérature Turc, s. 14-79.)
Günümüzde Moğolistan sınırları içinde bulunan eski yurtlarından ayrıldıkları sırada da dağ, Türklerin Tanrıya yakınlaşma düşünceleriyle daha az bağlantılı değildi.
Dede Korkut Kitabında, anne oğlunu ararken, onun ölümünden sorumlu tuttuğu Kazılığ Tağa ilenmede bulunur. Yaşama dönen oğlu, annesine kazılığ Tağın bir suçu olmadığını, ona ilenmemesi gerektiğini söyler. (Krş. Le Livre de Dede Korkut, L. Bazin ve A. Gökalpın çeviri ve sunuşlarıyla, s. 69-71.)
Hacı Bektaşın kutsal dağı, Hırka Dağıdır; Abdalları ile birlikte bu dağa çıkmadadır. Dervişler orada yetişen ardıç dallarından ateş yakmada ve bu ateşin çevresinde kırk kez dönmededirler. Bir gün bir kendini aşma (transe) durumunda, Hacı Bektaş, Hırkasını çıkararak ateşe atar. O günden beri, bu dağa Hırka dağı denmiştir. (Krş. Hadji Bektach, s. 74-75.) Hırka, dervişlere sülük sırasında verilen kutsal eşyadan biridir. “Hırka giydirme”, “Sülüke kabul” anlamına gelir.
Hırka Dağı 1670 m. Yükselliğinde sönmüş bir yanardağdır. Hacıbektaş kasabasının 15 km. Güneydoğusundadır. Hacı Bektaş ve Abdalları ateş yakıp çevresinde sema yaptıkları bu dağa sık sık çıkmada; (Sema: dervişlerin kendini-aşma (transe) durumuna geçme amacıyla bir merkez çevresinde çember çizerek dönüşleri. Vilayetnamede ardıçın dumanı kendini-aşmayı hızlandırmadadır.) burada, korlasmış ardıç dallarının dumanlarına gelerek kendilerine katılan “görünmez varlıklar”, gaib erenleri ile buluşmaktadırlar. Müslüman gelenekte dünyayı yöneten kırk veliye dönüşen gaib erenleri, onlar olmadan hiçbir törenin yapılmadığı ruhlardırlar. (Krş. Viladimir Basilov, a.g.e., s. 229-278; I. Mélikoff, a.g.e., s. 17-19.) Ardıçın tütmesiyle oluşan duman, bu görünmez varlıkları çekmedeydi.
Günümüz varlıklar, bazen çağrılmadan geliyor ve dervişleri kendilerinden haberdar etmek için, işaret veriyorlardı. Vilayetnamede, Hacı Bektaşın dağda iki mum alevi görerek bunun ortaya gelen görünmez varlıkların bir çağrısı olduğunu bildirişi anlatılmaktadır. Abdallar hemen oraya gider, bu koruyucu ruhların yanında üç gün kalır ve dönerler. Fakat zaman durmuş ve kimse onların yokluğunun farkına varmamıştır. (I. Mélikoff, a.g.e., s. 80.)
Kutsal dağın Şamancı inanışla bağlantısı, aynı zamanda, dumanları, göğü ve yeri birbirine bağlayıcı bir direk oluşturarak üst ve alt dünya ruhlarıyla iletişim kurmayı sağlayan, kutsal ağacın orada bulunuşundandır.
Şaman oturumlarında ağaç, simgesel olarak hep vardır. Orta Asyada bu genellikle kabuğu soyularak –Şamanın göğe tırmanması için- yer yer çetnikler atılmış ve çadırın ortasına dikilmiş bulunan bir kayın ağacıdır.
Vilayetnamenin kutsal ağacı ardıçtır. Bugün Hırka Dağı ağaçsızlaşmış bulunuyor. Fakat Vilayetnamede ardıçla kaplı bir yer olarak anılmaktadır. Hacı Bektaş, oraya gidip ardıçların altında oturmayı seviyor; Abdalları ile birlikte, törenlerine katılmak üzere, dağa çıkıyordu. Orası, aynı zamanda ayrıcalıklı konuklarını ağırladığı bir yerdi. Velinin yaşamından sonra oluşmuş bulunan ve onu Osmanlılara bağlamayı amaçlayan bir anlatıya göre Hacı Bektaş, Ertoğrulla karşılaşır ve kendisine sultanlığın onun çocuklarına geçeceği haberini verir. bu karşılaşma Hırka Dağı üzerindeki bir ardıç ağacının dibinde olur: (a.g.e., s. 81.)
Ardıç üzerine, Bektaşi dede-baba, merhum Bedri Noyan, şüphesiz geç dönemlere ait, fakat anılmaya değer, güzel bir söylence aktarıyor.
Havanın pek yumuşak olmadığı bir gün, Hacı Bektaş sevdiği bir ardıç ağacının boy atıp geliştiği, Hırka Dağına çıkar ve ağaca, “Ey ardıç, beni dallarınla ve yapraklarınla ört, yarın hesap gününde bu yardımını unutmam!” der. O an, ardıç, dalları ve yapraklarıyla bir çadır biçimi alır, Hacı Bektaş buraya girerek namazını kılar. Bu ardıça devecik ardıçı (Krş. Bedri Noyan, Hacı Bektaşta Pir evi ve diğer ziyaret yerleri, Izmir 1965, s. 86-87.) denmektedir. Aktarılan gelenek, Vilayetnamenin Bedri Noyanın özel koleksiyonundaki bir yazma nüshadan alınmadır ve Şamancı geleneğe ait bir ağaca, Islamcı bir genişlik katmaya çalışmaktadır. Fakat şiirsellikten yoksun da değildir.
Çağlar içinde, günümüze dek, Şamanın kişiliğini araştıran Rus halkbilimciler gösterdiler ki, Şaman, Şamanlaşma sırasında yetilerini kaybetmemek ve sonuç olarak kendini-aşmalarda (transe) denetimi elinde tutmak zorundadır. Şaman istemini ve kendini yöneltme yetisini elinde tutmak zorundadır. Şaman istemini ve kendini yöneltme yetisini elden bırakmamalıdır, kendinden geçişlerde (extase) yapay aracılardan uzak durmalıdır; (Viladimir Vasilov, a.g.e., s. 106-142.) fakat dervişler, Andallar ya da kalenderler için böyle değildir; cemaat-dışı (hétérodoxe) bazı tarikatlarda, uyuşturucu önerilmededir de. (Krş. Louis Massignon, Essai sur les origines du lexique technique de la mystique musulmane, Paris 1954, s. 106-108. yazar bazı Kalenderiler tarafından kendinden-geçme (esrime, extase) amacıyla kullanılan aracılar arasında şunları sıralıyor: haşhaş, afyon, kahve, Mevlevilerin semaları (kendinden geçiş amaçlı dönüşleri), Ruhfailerin üst-baş parçalamaları ve son derece şüpheli bir arç olarak “platonik bakış”. Ayrıca bak.: Max Meyerhof, E. I. “Hachich” maddesi; A. Y. Ocak, Osmalı Imparatorluğunda marjinal sufilik, s. 177-182.) En yaygın olan, haşhaş kullanımıdır. XIV. Yüzyılda Anadoluyu dolaşan Ibn Battuta, Türklerin Sünni Müslümanlar olmakla birlikte haşhaş kullandıklarından, hatta bunun haram sayılmadığından söz etmede, kadınların kaç-göçleri olmadığını da yazmaktadır. (Krş. Ibn Battuta, Voyageurs, s. 633.) Haşhaş kullanımına Türk edebiyatında sıkça rastlanıyor.
Mesela, Kastamonu emiri Kötürüm Bayezid için kaleme alınan Ebu Müslümın destansı öyküsünde, sırtında aba, silahı bir sopa ve bir tüfek olan (ağızla mermi üflenen boru) ve “haşhaş yiyen”, “esrar içen” bir derviş görüyoruz. (Krş. I. Melikoff, Abu Müslim, s. 39, 63, 125, 137-138.)
Halk şiirinde Abdal Musanın müridi, 1444de ölmüş ve şeyhinin Elmalı yakınındaki Tekkeköy türbesindeki kabri yanına gömülmüş olan Kaygusuz Abdal, şiirlerinde “Aşiklar otu” diyerek andığı haşhaşa göndermeler yapmaktadır. (Krş. A. Gölpınarlı, Alevi-Bektaşi Nefesleri, Istanbul 1963, s. 214, 251-252.) XVI. yüzyılda Hayreti ve Hayali gibi başka şairler de şiirlerinde, haşhaşın ve afyonun yararlarını övmededirler. (Krş. A. Y. Ocak, a.g.e., 179-180.)
Kaygusuz, Bektaşilerde ‘uyuşturucu kullanan anlamını içermededir. (Krş. A. Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, Istanbul 1961, s. 120-121. Kaygusuz Abdalın şiirlerini, Abdurrahman Güzelin varsaydığı gibi (Kaygusuz Abdal, Ankara 1984, s. 77, 165, 260, 294) tasavvufi aşkın basit bir anlatımı olarak yorumlayıp geçemeyiz.) Kaygusuz Abdalda da, haşhaş ve afyon düşkünü öbür şairlerde de, beng ve esrar sözcüklerine rastlanmaktadır.
Hacı Bektaş Vilayetnamesinde ne haşhaş, ne afyon, ne de sarhoşluk veren bir içki geçmededir. Bununla birlikte, çok sık anılan ve kutsallık verilmekte olan bir ağaç vardır. Bu ardıçtır ve Hırka Dağında yetişmektedir: Kutsal dağ ve kutsal dağda yetişen kutsal ağaç.
Hacı Bektaş ve Abdalları ardıçların bulunduğu Hırka Dağına sıkça çikmadadırlar. Orada ateş yakılarak, dervişlerin kendini-aşma (transe) amaçlı dönüşleriyle, sema yapılmadadır. (Krş. I. Mélikoff, Hadji Bektach, s. 74-75, 78, 80-81, 84-86, 90, 131.) Bu kendini-aşma, Vilayetnamede, ardıç dumanı tütsüsüyle hızlandırılmadadır. Ve ardıç, ısrarlı anılışıyla, kutsal bir nitelik kazanır: Hırka Dağında, ardıçların dibinde, Hacı Bektaş, Ertoğrula, soyundan gelecek olanların şan ve zaferlerini müjdeler, onlar için dua eder. Bir başka bölümde, sema sonunda ve bir kendini-aşma durumunda, hırkasını ateşe fırlatır. Tören sonunda, kutsallık izleri silinene kadar, küller göğe, dört yana savrulur.
Ardıç, bir Şaman ağacıdır. Ateşte yanan dalları, sanılar uyandırıcı bir duman oluşturur. (Krş. Viviana Liévre ve Jean-Yves Loude, Le Chmamnisme des Kalash du Pakistan, s. 50-58, 475-478, özellikle de s. 492-500. Meslektaşım ve dostum Jean Duringin dikkatimi çektiği bu kitaba çok şey borçluyum. Bu kitapta verilmiş olan bilgileri, daha sonra Vladimir Basilovun bana gönderdiği, Rus bilginlerin eserlerindençikarılmış bilgilerle karşılaştırarak, Vilayetnameden esinlenmiş varsayımlarımı doğrulama ve derinleştirme imkanı buldum.) Ardıçın yükselen dumanlarıyla, Şamanın koruyucu ruhları –onlarsız hiçbir tören yapılmayan “görünmez varlıklar”-, yere inerler. Ardıç sayesinde, bu dünya ve ruhlar dünyası arasında ilişki kurulur.
Rus bilginler, XIX. Yüzyıldan başlayarak Şamanlaşma oturumlarında ardıçtan yararlanıldığına dikkat çektiler. Sözü edilen, yüksek rakımda yetişen, yaprakları dayanıklı ve tütsü oluşturucu, ağaçsı bir ardıç çeşididir. Yapraklarının keskin ve güzel bir kokusu vardır. Tütsü olarak yararlanılan dumanları sanılar uyandırıcıdır. Ardıç kutsal bir ağac sayılmada ve ruhlar dünyasının simgesi olarak saygı görmededir. Arınma törenlerinde (Ardıçın arılanma aracı olarak kullanılışı için bak.: S. G. Karmay, “Les dieux du terroir et les genévriérs: un rituel tibétain de purification”, J.A. CCLXXXV, I, 1995, s. 161-207.) ve kendinden geçme, esrime ( extase) aracı olarak yararlanılır.
Hindu-kuşta, Kafiristanda (Nuristan), Kuzeybatı Moğolistanda Buryatlarda, Kazaklarda ve Kırgızlarda bu uygulamalar dikkat çekmektedir. Bu bölgelerde ardıç tütsüsü yapılmayan Şamanlaşma durumu yoktur. Yeni doğan çocuğu kötü ruhlardan korumak için, beşiğin çevresinde tutuşmuş ardıç dalları gezdirilir. Ardıçtan kaçan cinleri kovmak için, kutsal ağaçtan kesilmiş küçük bir dal parçası yeni doğanın yanına bağlanır. Ardıçın ateşinden alınan küllerle dişetlerini ovma geleneği de vardır.
Tütsü dışında, Şaman, kendini aşmayı çabuklaştırmak için ardıç yaprakları çiğner: Tibet töreli Budacılar olan fakat Şamancılıktan kuvvetle etkilenmiş bulunan Buryatlarda Bahşı, ardıç dallarını ateşe attığında, aynı zamanda Budacı Burkanların sunağı üzerindeki lambayı da yakar. (Rus bilginlerince aktarılan ve benim Vladimir Basilova borçlu olduğum bilgiler için; ulaştığım metinlerden birkaçı: Kayum-Nasyrov, “Poverja i obrazy Kazanskix Tatar, obrazovavsies ja pomimo vlijany na ziznix sunnitskago magomentanstva”, Zapiski Imperatorskago Russkago Geeogrficeskago obscestva po otdeleniju etnografi, VI, St. Petersbourg 1880; G.N. Potanin Ocerki severo-zopadnoj Mongolii, Rezultaty putesestvija ispolnennago v 1876-1877 godax po poruceniju Imperatorskago Russkago Geeogrficeskago obscestva, vypusk II materiali etnograficeskie, St. Petersbourg 1881; G.N. Potanin, Ocerki severo-zapadnoj Mongolii, vypusk IV, St. Petersbourg 1883; B.X. Karmyseva, Etnograficeskoe izucenie narodov Srednej Azii i Kazaxstana v 1920-e gody, Polevye issledovanija F. A. Fielstruna, Ocerki istorii russkoj etnografi i, Folkloristili antropoigii, vyp. X, Moskova 1988.)
Ardıçın esirmeyi hızlandırıcı özel türü, yüksek rakımda, kozalıklar kuşağından daha yukarıda yetişen ve Juniperus excelsa ya da macropoda adı verilen türdür. Bu tür kışın da yemyeşil durur. Bu ardıçın dumanı gerçekten zehirli ve uyuşturucudur; Şaman oturumlarında, Iranlıların “soma”sı, “cannabis” ya da haşhaş, ya da amanita muscaria, “kutsal mantarlar” gibi, görüntü sanıları uyandırıcı olarak kullanılmaktadır. (V. Liévre ve J.J. Loudeun çalışmalarına dayalı bu bilgiler, rus etnologların zengin verilerine tümüyle uymadadır.)
Dağ yükseklerinde, ardıç yanlız yakılarak kullanılır. Ateşinden çok güçlü sersemleştirici özellikte ve güğü yere bağlayan kalın bir duman sütunu yükselir. Dumanı kendini aşışı çabuklaştırır; çalgı ve oyun, etkinin süresini uzatıt. Bu, Alevilerin dinsel toplantılarına (Erenler Cemi, “Sadıklar bezmi”, “Seçkinler Meclisi”) adını vermiş olan –gaib erenleri, “görünmez varlıklar”- koruyucu ruhların, yere inişlerini de sağlar.
Dinsel ezgilerle ve devinimi bir kuşun –bu olayda turnanın- süzülüşünü andıran ve büyüleyici bir uçuşu düşündüren çember dönüşlü oyunla ulaştığı kendini-aşma durumunda derviş, Şaman gibi olağanüstü güçler ortaya koyar.
Ardıç her zaman kutsal bir ağaç olarak görülmüştür ve bugün de bir inanç öğesidir. Dallarına dileklerin yerine gelmesi için adak olarak seçilmiş şeyler bağlanır. Beklenen olağanüstüyü sağlamak için koyun kurban etme de buna eklenir. İnanışın sürekliliğinin uzantısını geçen yaz görme fırsatı buldum.
Ardıçın özelliklerini ve eski topluluklardaki yerini fark etmem, üzerimde şaşkınlık etkisi yaptı. Bu etki, Hacı Bektaş Vilayetnamesindeki kanıtları gördüğümde daha da arttı. Bunun, Türk halk velisinin bendeki imgesinin değişmesinde büyük payı oldu.
Hacı Bektaşın Şamancı yanını aydınlatan bu şaşırmamın etkisi altındadır ki, Ardıçın kutsal özelliğinin, bir kalıntı olup olmadığını araştırmak istedim.
1999 ağustosunun 16sında her yıl yapılan Hacı Bektaş şenlikleri dolaysıyla Türkiyedeki yaz konukluğumu karartan korkunç yer sarsıntısından bir gün önce idi.
Her yıl veli üzerine ortaya konmuş bir araştırmaya verilen ödülümü aldıktan sonra törenden ayrılırken, Kutlama Komitesinden birkaç kişi beni nasıl memnun edebileceklerini sordular.
Henüz öğle sonrasının ilk saatleriydi. Kendilerine, yazılarımda birçok kez sözünü ettiğim Hırka Dağına çıkmak istediğimi söyledim ve uzaktan biraz ağaçsız görünen dağda, hala ardıç bulunup bulunmadığını sordum.
Bozuk, taşlı bir yoldan yürümeye koyulduk. Hırka Dağı, Hacıbektaş yerleşiminden on beş kilometre uzakta yükseliyordu. Tepe, geriden çorak görünmekle birlikte, dağın ilerisi, Kapadokyanın kurak ve sıcak yazına rağmen, ağaçlık ve yeşildi.
Yol sormak için, uzak tek başına kalmış bir çiftlik evinde durduk. Bizi üç kuşaktan kadınlar karşıladı. Biraz sonra, evin ağası ve genç oğlu da onlara katıldılar. Çiftlik çok gelişmiş olmamakla birlikte, televizyon olmalıydı; çünkü kadınlar, beni o sabahki Hacı Bektaş törenleri dolayısıyla tanıyorlardı. Dağda ardıç olup olmadığını sorduk. Gözle görülür bir heyecan gösterdiler ve şöyle dediler: “Ah! Dua etmek ve adakta bulunmak istiyorsunuz. Ardıçlar buradan uzaktadır. Varmadan, bir kilise yıkıntısı bulunmaktadır!”
Genç oğul bize yol göstermek içinöne geçti. Yol, arabayla çıkmaya elverişli değildi. Ekilmemiş tarlalardan geçerek yaya gitmek zorundaydık. Bir kilisenin bulunduğu alana vardık. Yıkıntılar çok eskilere iniyordu ve tarih belirleme imkanı yoktu. Yanlız temeller kalmıştı.
Vilayetnamede de Hıristiyan köylerden söz edilmededir. Hacı Bektaş, bir Tatar köyünde Hıristiyan bir çocuğu dirilterek keramet gösterir. (Krş. I. Melikoff, Hadji Bektach, s. 75-76, 90.) XIII. Yüzyılda Moğollar, Hıristiyanlara, özellikle de Nesturilere yakınlık duymadaydılar. Hulagu, değişik bir adla olsa da, (aynı Yazar, I. Melikoff.) Vilayetnamede Hıristiyanların koruyucusu olarak geçmededir. (Krş. Guillaume de Rubrouck, Voyage dans lEmpire Mongol, çeviri ve notlar: Claude ve René Kappler, Paris 1985, s. 42-52.)
Bulunduğumuz yere göre sekiz kilometre daha yukarıda kalan ardıçları, alacakaranlık inerken görebildik. Dönüşte, bize hoş içimli bir ayran sunulan çiftlik evinde mola verdik. Ardıçlara çıkılsaydı geç kalınacağını söyleyerek arkadaşlar bana bir ardıç dalı göndermeye söz verdiler. Bu, kadınlarda büyük bir heyecana yol açtı: “Bunu yapamazsınız, diye haykırdılar, bu ağaçlar kutsaldır. Dallarını kırmak uğursuzluk getirir. Evinizden biri ölür!” Ardıç hep kutsal sayılmış, ona kurbanlar sunulmuştu. Oraya, dua etmek ve adaklar sunulmak için gidilmeliydi.
Ardıçın kutsal niteliği Elmalı yöresi Tahtacılarında da göze çarpmadadır. (Krş. Kemal Özbayrı, Tahtacılar ve Yörükler, Paris 1972 (Bibl. Arch. Et Hist. De lInstitut Français dIstanbul, XXIII), a. 16-17; J.-P. Roux, Les traditions des nomades dela Turquie méridionale, Paris 1970 (Bibl. Arch. Et Hist. De lInstitut Français dIstanbul, XXIV), a. 148-159, 179-211.) Bu kutsallığın doğrudan ve kişisel bir kanıtını almış bulunuyorum. (Kutsal ardıç üzümsüleriyle birlikte bana gönderdikleri ve yayımlamaktan büyük zevk duyduğum fotografların çekildiği Hırka Dağına benimle birlikte tırmanmayı kabul eden Hacı Bektaş Derneği üyesi Uluş Dinçere ve arkadaşlarına teşekkür ederim.)
Hacı Bektaşta dinin buyruklarına bağlı, hatta Peygamber soyundan, geleneksel bir Müslüman veli görmek isteyenleri düş kırıklığına uğratıyor olmaktan kaygı duyuyorum.
Unutmamalıdır ki, Şeyh Eflaki de, Mevlana Celaleddin Ruminin çağdaşı Hacı Bektaşı, peygamberin sünnetine uymamakla, şeriatın buyruklarını yerine getirmemekle ve dinin zahirini korumamakla suçlandığını söylemektedir. (Bak.: Eflaki, Menakıbul-arifin, çeviri: T. Yazıcı, Ankara 1959, I, s. 381-383, 498.)
Onun beyaz keçe külahlı, kollarının arasında bir ceylan (şefkatının simgesi) ve bir arslan (gücünün simgesi) tutan, sevecen ve iyiliksever bir ihtiyar görünümünde çizmek gelenekleşmiştir. Bu çizgi, Anadoluya gelişinde kendisini engellemek için bir şahin görünümüne bürünen Rum dervişine söylediği, “Ben size bir güvercin olarak geldim. Daha yumuşakbir görünüş bulsaydım, onu yeğlerdim. Fakat siz beni zalim bir biçimde karşıladınız.” (Krş. I. Mélikoff, a.g.e., s. 72.) sözlerine dayanmadadır.
Hacı Bektaşın dış görünümünü, Vilayetnamede anlatılan biçime götürelim: Saçları, kaşları ve sakalı tıraşlı ve uzun bıyıklıdır. Muhtemel olarak da keçi yününden bir keçe külah giymededir: Soluca Karahöyükte –Hacıbektaşın eski adı-, tarakçılar, Bektaşilerin ve daha sonra Yeniçerilerin beyaz keçe külahları elifi tac yapımında bu yünü işlemedeydiler. Ayrıca kısa bir mintan giyor olmalıdır; (Krş. I. Mélikoff, a.g.e., s. 74, 854-85 (Kısa giysisi, elma ağacına çıktığında bedeninin saklı yerini kapatamamıştır). Kendini-aşma anında ateşe fırlattığı yeleği (hırkası) ile bir kuşağa da gönderme vardır.
Bu dış görünüm, Ortaçağda Anadolu bozkırlarında bir göçer obasındaki yaşamı ölümsüzleştiren Siyah Kalemin minyatürlerini düşündürmüyor değildir; (Krş. M.Ş. Ipşiroğlu ve s. Eyüboğlu, Fatih Albümüne Bir Bakış, Istanbul 1955; Beyhan Karamağaralı, Muhammed Siyah Kaleme atfedilen minyatürler, Ankara 1984.) kalın yün abası ve hırkası ile XV. Yüzyılın bir utacı dervişinin, Kaygusuz Abdalın aşağıda çizdiği görünümüne de uymadadır.
Rum Abdalları gelür “Ali dost” deyu
Hırka giyer aba deyu post deyu
Hastaları gelür derman isteyü
Sağlar gelür Pirim Abdal Musaya
(Krş. Fuat Köprülü, Türk edebiyatında ilk Mutasavvıflar, Ankara 1966, s. 301-302.)
Kendi çevresi içinde Hacı Bektaşın çehresi bize daha canlı ve daha gerçeğe yakın görünmektedir. Ve aynı zamanda bir hümanist, bir halk adamı ve bir utacı olan bu velinin çağrıştırdıkları da bir o kadar daha dokunaklıdır.