"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Hurufilik

Bektaşilik üzerinde derin etkiler bırakmış olan Hurufilik, harflerin kutsallığını temel alan Tevrat yorumları kökenli (cabalistique) bir öğretiydi. El-Hurufi sanıyla tanınan Astarabadlı Fazlullah Naim Tebrizi tarafından yayılmıştı. Fazlullah, 1339/40 yıllarında, muhtemel olarak zanaatçı bir çevrede doğdu. Fakat bu sade doğum, bir cemaat-dışılık merkezi olarak bilinen Yemen kökenli bir aile yoluyla, “seyyid”lik iddiasını engellemedi.
Fazlullah derin bilgili bir insandı. Yazarlık ve şairlik gücüne ek olarak düşleri yorma ve doğrudan Tanrıdan esin alma gücü vardı. Sufiliğe yöneldi ve Ismaili bir şeyhe bağlandı. (Hurufilik ve Ismaililik arasındaki bağlantı için bak.: Cl. Huart, Textes relatifs ala secte des houroufis, Gibb Memorial series, IX, Leiden-London 1909, s. XIII; H. Massé, LIslam, Paris 1966, s. 164.) Tasavvufta sülükünü tamamladıktan sonra, bir gezgin dervişler tarikatına girdi. Mekkeye hac ziyaretinin ardından Harzeme gitmiş olmalıdır. 1376da Tebrizde üç gün üç gece süren bir kendinden geçişten sonra, harflerin batıni bilgisi ile birlikte “tebliğ” görevini aldığını açıkladı. Bu arada bir düşünce evresi geçirmiş ve bunun için bir mağaraya çekilmiş olacaktır.
1836da öğretisini yaymaya girişti; dini açıklamalarının yer aldığı ana eseri Cavidnameyi bu sırada kaleme aldı. önceleri Horasanda, Irakta, Azerbeycanda dersler verdiyse de Bakü, öğretiminin merkezi oldu ve ölünceye dek orada kaldı. burası, o dönemde Şirvan hükümdarlığı toprakları içinde bulunuyordu; hükümdarlığın merkezi, başlıca müridlerinin buluduğu Şamahi idi.
Yaşamını yazmış bulunan Makrizi ve Sohrabiye göre, öğretisi, daha çp Arap olmayanlar ve özellikle de Türkler arasında yayılmadaydı. Bu, onun sonunu hazırlayan, acımasız Timurlengi öğretisine kazanma isteğine kapılmasına sebep oldu. Timur, Semerkandda, öldürülmesine fetva için bir ulema meclisi topladı.
Hapiste bulunduğu sırada yazdığı hab-namesinde (Uyku risalesi), Şemahide Kadı Bayezidin evinde, olacakları önceden bildiren bir düş gördüğünden söz etmededir. Hemen Astarabada doğru yola çıkmış, fakat Timurlengin oğlu, o zaman Azerbeycan emiri olan Miranşahın buyruğu üzerine yolda ele geçirilmiş ve Alıncak kalesine (bugünkü, Alınca) kapatılmıştır. Fitne çıkarmakla suçlanarak, 1394 yılında, “zil-kade”nin altıncı günü idam edildi; o sırada elli altı yaşındaydı. Cesedi yerlerde sürüklendi, sonra müridlerince kaldırıldı. Alıncakta Maktelgah, “şehitlik”, olarak anılan mezarı bir ziyaret makamı oldu; bir şehit gibi saygı gördü.
Hapiste, iki Vasiyetname yazdı: Biri, ailesine, çocuklarına ve müridlerine bir vedaydı. Öbürü, kızı Mahdumzadeye yazılmıştır. Bura da kendini İmam Hüseyine ve Şirvanı Kerbelaya benzetmektedir. Ölümünün ardından “Kerbela ağıtları” örnek alınarak bir “Fazlullaha ağıt” düzenlendi. (Fazlullahın yaşamı ve eserleri için bak.: Z. Kulizadenin değerli çalışması (Xurufizm.)
Hurufiler dünyadan el çekmiş insanlardı; beyaz yün başlık ve beyaz giysiler giyiyorlardı. Falullahın öğretisi, tasavvuf ve antropomorfizm görünümünde bir panteizmdi. İlk çağlardan beri bilinen ve kökleri Yunan ilkçağı ile Sami dünyanın başlangıçlarına ulaşan, harfler bilimi Cefre dayanmadaydı. Temelleri, “Davudun Kitabı”nda ve ona mal edilen yazılarda da görülmededir.
Harflerin mistik anlamı, Alinin, Kuranın gizli anlamını elinde bulunduran “kamil insan” sayıldığı Şii alemde özellikle yayıldı. Bektaşilerin evlerinde ve tekkelerinin duvarlarında sıkça rastlanan bir hadise göre, Peygamber, “Ben ilim şehriyim, Ali onun kapısıdır” demektedir.
Şii geleneğe göre ilm-i huruf, kendisine Aliden kalmış bulunan El-Cefr adlı bir gizli bilimler kitabındaki bilgileri elinde bulunduran altıncı İmam Cafer Sadıka (ölüm. 147/865) çıkmadadır; pek çok tasavvufi yorum ve kutsal sayılmış kitap da ona mal edilmektedir. (Krş. El, Toufic Fahdın makalesi (“Djafr”).
Arap harfleri üzerine yorum, İmam Cafer sadıkın müridi olması gereken, simyacı ve sufi, Cabir ibn Hayyanın Kitabul-mizanında da yer almadadır. Cabir yazılarında, bilgisini mürşidinden aldığını söylüyor. Fakat hiçbir kaynakta, Cabir ibn Hayyan, Cafer sadıkın müridleri arasında geçmiyor; öte yandan, onun sayılar bilimi ve fizik ötesi kökenli kuramlarının, Yunan ilkçağına, özellikle Yeni Pythagorasçılara ve Cefrin Şii kuramcılarına ulaştığı artık kanıtlanmış bulunmadadır. (Krş. El, “Djabir ibn Hayyan” (P. Ktaus-M. Plesner); Paul Kraus, Jabir ibn Hayyam; contribution alhistoire des idées scientifiques dans lIslam, II, Kahire 1942 (Jabir et la science grecque).
İslam tasavvufunda, Levh ve Kalemle simgeleşmiş bulunan, harflerin tasavvufi yorumu, Mansur el Hallac ve Nasır-ı Husrevde de görülüyor. (A. Gölpınarlı, Türkiyede mezhepler ve Tarikatler, s. 147-151; aynı yazar, Hurufilik Metinleri Katalogu, s. 16-17.)
Muhyiddin el-Arabinin (1165-1240), özellikle Miftahul Cefriil-Cami adlı eseri ile Cefrin gelişmesinde payı vardır. (Krş. El. “Djafr” maddesi. Fahd bu eserin bazı elyazması nüshalarını işaret ediyor: Istanbul-Hamidiye, Ismail Ef. 280, vb.)
İbn Arabiden ve Iranlı Ismaili yazarlardan esinlenen Fazlullah, bu bilgiyi en aşırıya doğru çekerek ve ona yepyeni bir biçim vererek aldı.
İlm-i huruf. Tevratın geleneksel yorumlarına dayanmadadır: Ilahi Zatın sıfatı ilahi kelam, Kutsal Kitap Kuranın kaynağıdır. Lam-elif, Kuranda, Fars elifbasında yer alan dört harfin karşılığıdır. Harfler, yazının, sözün ve usun simgesidir; onlar tanrısal söz, Kelamıdırlar.
Farsça elifbanın otuz iki harfinin her biri, Tanrısal birliğin sıfatlarıdırlar. İnsanın yüzünde, bedeninde ve ruhunda belirirler.
Fazlullah harflerde varlığın Birliğini (Vahdet-i Vücud) görüyor. Otuz iki harf gerçekte yanlızca “Bir” olandır. Her harf dört öğeden oluşmadadır: toprak, hava, su ve ateş. İnsan, alemi kendinden taşıyan küçük bir evrendir (microcosme).
Hurufi öğretinin temeli, insanın tanrılaşmasıdır. Yaratılış, insanın yaratılmasıyla en üst düzeye ulaşmıştır. Tanrı, insanda başka yerde aranmamalıdır. Fakat o, insanda ancak kemalin, olgunlaşmanın en yüksek derecesine ulaşıldığı zaman belirir. İnsan, bu mertebeye kendini feda ile ve şehitliğin acıları yoluyla ulaşır.
Bedeninden büsbütün sıyrılana ve Tanrı kendisiyle –ya da daha doğrusu, kendisi Tanrıyla- bütünleşene kadar, kemalin, bedenin acılarında aranışı, en yüksek anlatımını Fazlullahın tanınmış müridi, öğretisinin başlıca yayıcılarından biri ve muhtemel olarak damadı Seyyid Imadeddin Nesimide bulur. Hurufilik, Anadolu ve Rumelideki yükselişini ona borçludur. Bektaşiliğin ağırlıklı bir yanını oluşturacağı Türkiyede, öğretinin yaşamını sürdürmesi o ve onun gibi müridler dolaysıyladır. Bektaşiler, onu, yedi büyük şair ve veliden biri olarak görürler. (Uzun zaman, Nesiminin, Bagdat yakınlarında bir köyden, Iraklı bir Türk olduğu ve adını bu yöreden aldığı düşünüldü. Fakat artık, Baküde yapılan son çalışmalarla Şemahi yakınında, adını aldıği bir köyde doğduğunu bilebiliyoruz. Fazlullahın damadı olduğunu düşündürecek sebeplerimiz de vardır. Fazlulahın kızı Mahdumzade 1427de, beş Hurufi ile birlikte, Cahanşahın buyruğuyla, Tebrizde öldürüldü. Nesiminin, 1417de, Halepte işkence yapılarak feci biçimde öldürülüşü de pek çok kez anlatıldı. Bak.: I. Mélikoff, Hadji Bektash, s. 120-122 (Nesimi üzerine Baküda yayımlanan başlıca eserlerin sıralanışı ile); ayrıca bak.: Z. Kulizade, a.g.e., s. 149-197.)
Nesimi, tasavvuftan yola çıkarak Hurufiliğe gelmiştir. Yaydığı görüş, Muhyiddin el-Arabi ve izleyicilerine geliştirilmiş olan Yeni Eflatuncu öğreti, evrensel kavrayış (gnostique) ve sevgi temelli Vahdet-i Vücud felsefesidir. (Krş. G.C. Anawati ve Louis Gardet, Mystique Musulmane-Aspect et tendances-Expériences teccniques, Paris 1966 (4. basım), s. 57-60, 83-84, 88.) Nesiminin öğretisinin temelinioluşturan Aşk, şöyle anlatılabilir: Evrenin merkezinde, nuru insana yansımakta olan Tanrı bulunmaktadır…. Insan kendini feda ve kemal yoluyla Tanrıya yaklaşır. Son varılacak nokta, Tanrıda yok olmadır. Ruh sürekli dolanmada ve kesret aleminde sürekli yeniden bedenleşmededir.. fakat son erek, Tanrının birliğine varmaktır. Bununla birlikte, kendisiyle karşılaştırdığı Mansur el-hallac-ın tersine, (Bak.: Louis Massignon, “la légende de Hallacé Mansur en pays turc”, Opera Minora, II, 1963.) Nesimi, insanı Tanrıya doğru yükseltme yerine, tanrıyı yeryüzüne indirmededir:
Mutlak yokluk bularak
Tanrı ile Tanrı oldum.
….şüphe yok, ne yaparsam, dengi bulunmayan Onunlayım.
Hem ezeli Zatın kendisi, hem de sıfatlarıyım.
(Krş. Kulizade, s. 154, 160.)
Nesimide, Hurufilik, insanın tanrılaşmasıdır:
Ey Nesimi, yüzün tanrı görünümünün bir belirişidir.
(Krş. Kulizade, s. 164.)
Fazlullahın öğretisinin öbür yayıcılarının ve Nesiminin etkisiyle bu nitelik, kısa zamanda, Bektaşilıgin ayrılmaz bir parçası olan Türk Hurufiliğinin belirgin vasfı olacaktır. Türkiyede Hurufilik Bektaşilikten ayrılmaz. Bununla birlikte, yine de, Hasluchun yaptığı gibi, Bektaşiliğin, varlığını Hurufiliğe borçlu olduğunu söyleyemeyiz. (Krş. F. W. Hasluck, Christanity and Islam under the Sultans, s. 160, 482-493, 565.) Hurufilikten etkilenmiş olsa bile, Bektaşilik en azından onu kendi ayrıntıları içinde almamıştır.
Hurufiliğin büyük ölçüde yayılışı, fazlullahın, Mir Ali el-Ala, Rafii ve birkaç yıl sonra da Ferişte-oğlu gibi bazı müridleri sayesinde Trakyada oldu.
Mir Ali el-Ala mürşidinin ölümünden sonra, Anadoluya geçerek Bektaşi tekkelerine sığındı. (Krş. A. Gölpınarlı, Türkiyede mezhepler ve Tarikatler, s. 155-159; aynı yazar, Hurufilik Metinleri katalogu, s. 14-16; Besim Atalay, Bektaşilik ve Edebiyatı, s. 30-49; Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar (1966), s. 95-96.) Çağının başlıca Hurufileri üzerine bilgiler içeren ve Fazlullahın Cavidannamesi gibi Farsça, Astarabad lehçesinde, Istivaname (Doğruluk Risalesi) adlı Hurufi bir eser kaleme aldı. Mir Ali el-Ala ise Işık adı verilen Hurufi bir topluluktandı. (Işıklar için bak.: V. A. Gordlevskij, Izbrannye Socenenija, III (1962), s. 213-216.)
Bektaşilerin bir kolu olarak görülen Işık zümrelerine ait tekke ve zaviyeler, Anadoluda seyyid Gazide, Varnanın kuzeyinde Akyazılıda, Filibede (Plovdivde) Tatar Pazarında ve günümüzde Bulgaristan topraklarında kalmış olan başka bölgelerde görülmektedir. Ahmet Refik tarafından yayımlanan belgelerde, 1572de (Belge no. 4) ve 1576da (Belge no. 48), Filibede ve Tatar Pazarında tutuklanan Işık dervişlerinin adları verilmektedir. (Krş. Ahmet Refik, On altıncı Asırda rafizilik ve Bektaşilik, s. 31-32, 36-37.)
Mir Ali el-Ala 1419da idam edildi ve Alıncakta mürşidinin yanına gömüldü. Fakat Trakya, Hurufiliğinin Bektaşiliğe etkisinin en fazla duyulduğu yer oldu.
Trakyada, bazı Bektaşi zaviyelerini ziyaret fırsatı bulduğumda, Varna ve Balçık arasında, Botovada (bugünkü, Dobrovişte) Akyazılı Sultan zaviyesinde, velinin türbesinin tıpkı yedi kenarlı meydan evi (Cem evi) gibi, yedi kenar üzerine kurulmuş olduğunu görünce şasırdım. Türbesinin yanında yer alan yedi kenarlı, taş yapı imaretin, yedi ocaklı bir de mutfağı bulunmadaydı. (Krş. Semavi Eyice, “Varna ve Balçık arasında Akyazılı Sultan Tekkesi”, Belleten, XXXI, no. 124 (Ekim 1967) , s. 551-600; Ljubomir Mikov, “Simbolika na tchislata v izkustvoto na bulgarskite Aliani”, Problemi na izkustvoto, Sofya 1996, s. 45-50.)
Aynı yedi kenarlı plan, hasköyde (bugünkü, Haskova) Otman Baba tekkesinde de görülmededir.
Bu tekkede cephe duvarının üstünde yedi yapraklı bir çiçek görülüyor. Duvarın güney doğu yönünde bir taş üzerinde de yedi köşeli bir yıldız resmi yer almaktadır. (L. Mikov, a.y., s. 45-49 (resim 46)
Otman Baba 1478/79da ölmüş olmalıdır. Akyazılı Baba da onun müridlerinden olsa gerektir. Türbesi 1506da yapılmış olacaktır. (Krş. A.Y. Ocak, Osmanlı Imparatorluğunda Marjinal Sufilik, s. 99-102, 226; Makiel Kiel, “Sarı Saltuk ve Erken Bektaşilik üzerine notlar”, Türk Dünyası Araştırmaları, no. 9, Ekim 1980, s. 94.)
Akyazılı Baba, 1519da (925), Fazlullahın tanrılığının açıklandığı, Faziletname adlı bir eser kaleme almış bulunan Hurufi şair Yemininin bir müridi olabilecektir. (Krş. S.N. Ergun, Bektaşi Kızılbaş-Alevi şairleri ve nefesleri, s. 67-72.)
XVI. yüzyılın bir başka Hurufi şairi Muhyeddin Abdal da, Otman Babayı ve türbesi Balçıkta bulunan Akyazılı Babayı şiirlerinde anmaktadır. (Krş. A.g.e., s. 141-142.)
Aynı yedi köşeli yapı planı, Bulgaristanın güney doğusunda, Nova Zagoraya 15 km. Uzaklıkta, Kalugerovo köyü yakınında bulunan Kıdemli Baba tekkesinde de görülüyor. (Krş. Makiel Kiel, “A Monument of early Ottoman architecture in Bulgaria”, Studies in the Ottoman architecture of the Balkans, s. 54-60.)
Beyaz mermerden yapılma yedi kenarlı türbe iyi korunmuş olmakla birlikte, yine yedi kenarlı yapısıyla asitane artık bir taş yığını görünümündedir. M. Kiele göre, türbe, Osmanlı mimarlığının başlangıç dönemine 1413-1420 yıllarına iniyor olmalıdır.
Bulgaristanın en mühim Kızılbaş merkezini, Zavet tepesinde, Isperih yakınında, Razgrada 17 km. Uzakta, Deliormandaki Demir Baba tekkesini en sona bıraktık. (Krş. I. Mélikoff, “La communauté Kızılbach de Deli Orman en Bulgarie”, Bektachiya, s. 401-409; Sveto Kojnova, “Resultati ob proucvane na deloracijata v grobnicata na Demir Baba”, Blgarski Folklor, I, 3-4 (1966), s. 54-60.)
Birçok kez ziyaret fırsatı bulduğum bu tekke eski bir Trakya manastırı üzerine kurulmuş olacaktır. (Krş. Stojan Stanojanov, “Kompleksnite izsledvanija v Kyzylbaskiya manastır Demir Baba”, Sbornik Istoriceski mateiali, Razgrad 1984, s. 43-63.)
Türbe girişinin güney doğusunda, bir oyuğun üst yüzeyine yedi köşeli bir yıldız işlenmiş bulunmaktadır. Duvarın güney doğu cephesinde yedi taçyapraklı bir çiçek bezenmiş bir taş yer almadadır. Aynı yönde bir başka taş üzerine, iki dizi halinde yedi basamak bulunan, bir yapı resmedilmiştir.
Ortak bir noktada birleşen dört Trakya zaviyesi tanımladık: Yapı ve süslemede yedi sayısını bir yeğleyiş göze çarpıyor. Başka bir deyişle, bu yapılar, Imami değil, Ismaili inanışa girmelidir. Zaviyelerden ikisi, Hurufi ve Bektaşi inanışa bağlı görünüyor.
Otman Baba ve Akyazılı Baba, XVI. yüzyıl Hurufi-Bektaşi şairleri Yemini ve Muhyeddin Abdal tarafından anılmadadır.
Elimizde 1519da yazılmış bir Fazilatnamessi bulunan Yemini, Akyazılı Baba tekkesinin bir dervişi idi. şiirlerinde, Fazlullahın Tanrı olduğunu söylüyor.
Muhyeddin Abdal da Akyazılı Baba müridlerindendi. Şiirlerinde Otman Babayı övmede ve bize onun 883te (1478/79) birden ölümünden sonra, 900de (1501), Akyazılı Ibrahim Sultanın Abdalların Kutbu sayıldığını söylemektedir.
Muhyeddin Abdal, Sultan Balı (Balım Sultan) ve Ali ile birlikte Hacı Bektaştan da söz ediyor. (Krş. S.N. Ergun, a.g.e., I, s. 67-72, 141-142; ayrıca bak.: Hamit Algar, “The Hurufi influence on Bektachiya, s. 39-53.)
Fazlullahın Ismaillerle ilişkisi yaşamını yazanlarca kanıtlanmıştır: gençliğinde Ismaili bir şeyhe bağlanmış, cemaat-dışı bir gezgin derviş topluluğuna katılmıştı. Hurufilerin yedi sayısını yeğleyişleri, Fazlullahın kabrinin bulunduğu Alıncaka ziyaretlerde uyulan usul ve erkanda da görülür: ziyaret edenler, maktelgah adı verilen mezarın çevresinde yedi kez döndükten sonra; küçültme amacıyla Maranşah, “Yılanlar-şahı”, diye adlandırdıkları Miranşahın yaptırdığı hisarı taşlıyorlardı. Zaviyelerin yapı ve süslemelerinde, yedi sayısının tekrarı rastlantı değildir ve bizi Hurufilik ve Ismaililiğe uzanan bir bağ görmeye zorlamaktadır. Bu bağlantıya Trakya dışında rastlanmıyor olmasında, bir sınırlama da söz konusudur. Rafizilerden (ayrılıkçılardan) sayılan Hurufi ve Işıkların, kurbanlar verdikleri baskı ve zülümler burada, bir engellenme sebebi olabilir mi?
Fazlullahın öğretisi insanın tanrılaştırılmasına dayanmadaydı. Fazlullah, Tanrı elçilerinin en üstünü ve sonuncusu, Mehdi olarak görülüyordu.
Tanrı, insan kalbinden başka bir yerde aranmamalıydı. Fazlullah, “kemal” (olgunluk) gibi, Tanrı bilgisine de ulaşmış olduğundan, Tanrıyı kendinde bulmaya en çok layık olandı. Bu sebeple müridlerince tanrılaştırıldı. Yakınlarından, Nesimi bunu şöyle açıklıyor:
Fazlullah dost olursa başka dosta kim gerek duyar?
Nesimi, Fazlullahın değersiz bir kuludur.
Fazlullahdır, Fazlullahdır yaratıcımız.
(Krş. Kulizade, s. 151.)
Türk Hurufilerin en tanınmışlarından biri olan Ferişte-oğlu ya da Firiştezade (Abdül-Mescid bin Ferişte Izzuddin el-Hurufi), 1469da Tirede öldü. Aralarında Cavidannamenin kısatılmış bir aktarımı olabilecek, Işıknamenın (1430) de yer aldığı çok sayıda eser kaleme aldı ve Fazlullahın Habnamesini Türkçeye çevirdi.
Ferişte-oğlu, “Tanrı, ademin yüzünü, eğer okursan, Fazlı Yezdan adını belirmiş göreceğin surette yarattı” diyordu. (Krş. Besim Atalay, a.g.e., I, s. 30-39; A. Gölpınarlı, Hurufilik Metinleri Kataloğu, s. 12-15, 25, 31, 33; ayrıca bak.: I.A., “Firişte-oğlu” maddesi.)
Fazlullahın tanrılığını Hurufi şairler açıklamaktadırlar. Fakat kısa zamanda Ali, Fazlullahla kaynaşarak ikisi birden aynı gerçeğin simgesi olurlar: Insanda tecelli eden Tanrının.
Bu gelişme, yedi Bektaşi şairden biri olan Virani, ya da Viran Abdalın şiirinde görülmelidir.
Virani, bir XVI. yüzyıl şairidir. Kendisi, Rum Abdallarından olduğunu söylüyor. Göndermelerde bulunduğu Balım Sultanın anayurdu olan Didimotik yakınındaki Kızıl deli tekkesine bağlı olabilecektir. Huruf ve Ali-ilahi olduğu için, Viranide, fazlullah ve Ali birbiriyle karışmadadır: Çünkü ona göre, her ikisi de Tanrıyı temsil etmektedir:
Ey benüm Şahım penahım Fazlı Rahmanım Ali!
Es-selam, ey Şah-ı Merdanım Ali!
Es-selam, ey Fazlı Yetdanım Ali.
(Krş. M. Halid Bayrı, Virani, hayatı ve eserleri, s. 90-91.)
Viraniden sonra, Fazlullah inanışı, Aliye inanışla birleşir ve ikisi ayrılmaz biçimde kaynaşır. Bu da bizi, Hurufiliği Bektaşilik içindeki görünüşüyle tanımlamaya götürüyor. Bu, harflere dayalı olmaktan çok insanın tanrılığına dayanan bir tasavvuf anlayışıdır ve panteizm (doğa-tanrıcılık) antropomorfizme (insan-tanrıcılığa) kaymıştır. Fakat Noktatül-beyan adı verilen Bektaşi niyazında görüldüğü gibi, Hurufilik altta durmadadır:
“Ademden gayrı Hak taleb edersen marifet-i ilahiden bi-habersin.”
Allah adı insanın yüzünde yazılıdır; fakat görülen, fazlın yerini almış bulunan Ali adıdır. Ali, Tanrının insan suretinde tecellisidir. Adı, her Bektaşinin, her Alevinin yüzünde beliren odur. Kaşın yayı ayn, burun çizgisi lam, bıyıkların kıvrımı ya biçimindedir. Bıyık; onsuz Ali adı eksik kalacağı için, çok önemlidir.
İnsanın Tanrılığı teması, Bektaşi tasvirlerde olduğu kadar, -Istanbulda, Merdivenköyde Şah Kulu Sultan Bektaşi tekkesinin son postnişini (ki 1907de burada ölmüştür) Hilmi Dede Babanın ünlü şiirinde görüldüğü üzere- ayşıkların deyiş ve nefeslerinden oluşan Bektaşi edebiyatında da görülür:
Tuttum aynayı yüzüme
Ali göründü gözüme
Nazar eyledim özüme
Ali göründü gözüme.
(Hilmi Dede Baba Divanı, 1909da Besim Atalay tarafından yayımlandı. Bedri Noyan tarafından da yeni bir yayını yapıldı. Bak.: Besim Atalay yayını, s. 30.)
Sufiliğin temeli tasavvufi panteizm, Bektaşi edebiyatında varlığını sürdürmededir; fakat yaşadığımız yüzyılın ruhsal eksikliğinde bu, materyalist bir panteizme dönüşmüş bulunuyor. Tanrı maddeye soluk vermemiş, madde Tanrının yerini almış, insan kendisi Tanrı olmuştur.
Mansur el-Hallacda insan Tanrıya yükselir ve onda yok olur. Nesimide ise Tanrı insanda belirir. Fakat çağımızda, Aşık Daimide (1932-1983) görüldüğü gibi, insan Tanrının yerini almadadır:
Kainatın aynasıyim,
Madem ki ben bir insanım.
Hakkın varlık deryasıyım,
Madem ki ben bir insanım.
Insan Hakta, Hak insanda,
Arıyorsan bak insanda.
Hiç eksiklik yok insanda,
Madem ki ben bir insanım.
Ilim bende, kalem bende,
Nice nice alem bende,
Yazan levhi kalem bende,
Madem ki ben bir insanım.
Bunca temenni dilekler,
Vız gelir çarkı felekler,
Bana eğilsin melekler,
Madem ki ben bir insanım.
Tevratı yazabilirim,
Incili dizebilirim,
Kuranı sezebilirim,
Madem ki ben bir insanım.
Daimiyem harab benim,
Ayaklarda türab benim,
Aşk ehline şarab benim,
Madem ki ben bir insanım.