"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Alevilikte Alinin Payı Nedir?

Bektaşilik Alevilik üzerine araştırmalarımı bitirdiğimde şasırdım. Şüphesiz bu, konuyu yaşamamın çok büyük bir bölümünü verdiğim içindi:
Burada ilk olarak Bektaşiliğin bazı belirgin çizgileri üzerinde durulacak; ikinci bölümde de Aleviliğin özellikleri ele alınacaktır.
Bektaşilerde ağırlığın Hacı Bektaşa verilmiş olmasına karşılık, Alevilerde temel kişinin “Şah” olduğunu birkaç kez söyleme fırsatını buldum. Müminler, yani “sadıklar” için burada söz konusu olan, lakaplarından biri Şah-ı Merdan (Yiğitlerin Şahı) olan Alidir. XVI. Yüzyıldan sonra Kızılbaş oluşumun etkisi ile belirginleşen Şii bağlamda Şah-ı Merdan, Peygamberin yeğeni ve damadı, dördüncü halife Ali bin Ebu Talibin adıdır.
Bununla birlikte, Aleviliğin incelenişinde iki yanılgıdan sakınmak gerekmektedir. Bunlardan birincisi, Şah-ı Merdanı, yani Alevilerin Alisini, onunla özdeşleştirilmiş olan tarihi kişilikle sınırlandırma eğilimidir. İkincisi, Kızılbaş deyiminin küçültücü anlamı ve Osmanlı belgelerinde doğrudan onları adlandıran bir sözcük bulunmadığı için Rafızi, mülhid, zındık ‘ayrılıkçı, allahsız, inançsız gibi dışlayıcı adlarla anılmalarından dolayı, ancak yakın dönemlerde kendilerine verilmiş, ya da kendilerince alınmış bulunan Alevi adlandırılışı ile ilgilidir. (I. Mélikoff, “Le Probléme Kızılbaş”, (Turcica, VI); aynı yazar. Hadji Bektach, s. 257-258.) Türkiyedeki Alevilerin bu adlandırılışları, Ali bin Ebu Talib soyundan gelen ya da Kuzey Afrikalı Hasaniler, Mısırlı Hüseyniler (Fatımiler) gibi Aliye dayalı bir soy bağı öne süren çok sayıda hanedan ile karıştırılmamalıdır. (EL, “Alides” maddesi (B. Lewisin makalesi).
Buna rağmen, söz konusu karışma, “senkretik” olduğu ölçüde karmaşık bir problemi anladığını kanıtlamak için “Alevi” olmanın yeterli olduğu inancı ile kaleme alınan çok sayıda kitap yanında, adı umut verici, “Alisiz Alevilik” gibi bilimsel olma isteğinde eserlerde de sürüp gitmededir: Her ne kadar kitabın yazariliğin –imamı Şiilik ve Ali yoluyla- Islama bağlama isteğindeki sapmayı önsözünde açıkça söylüyor olsa da, “Alevi” ve “Aliden” sözcüklerini birbirinden ayırmayı düşünmüyor. Öte yandan, kendisine daha geniş ufuklar açması gereken Marksçı ideolojiden esinlenmiş olmakla birlikte ve Aleviliğin dinler-üstü, hoşgörü ruhuyla beslenmiş olmasıda gerekirken, Kürt milliyetçilığinin dar alanı içine sıkışıp kalmış görünüyor.
Yüzyıllar boyunca ezilmiş ve engellenmiş olmanın bilinci içinde bir Alevi aydın kesime güç veren Marksçı ideoloji, insanları Tanrının yerini almaya yeterli olduğu duygusuna götüren bilim ve teknikteki çok hızlı ilerlemeler ve çağdaş dünyanın büyük buluşları ile belirginleşmiş bulunan, kutsalı kutsallaştırmama eğiliminin bir sonucudur.
Bu eğilim, “anthropomorphisme”e ve “anthropocentrisme”e, ‘Insan-Tanrı inanışı ile ‘insan-merkezli düşünüşe, çok yatkın Bektaşi Alevi aydınlar arasında özellikle görülmektedir. Tasavvufun temeli “mistik panteizm” bu eğilimle, materyalist (maddeci) bir “panteizm”e dönüşmektedir.
Fazlullahın müridi Seyyid Nesimiden başlayarak Hilmi Dede Babaya kadar (1842-1907) Bektaşi şairlerde maddeye soluğunu üfleyen, insansı bir tanrı söz konusudur:
Aynayı yüzüme tuttum
Karşımda Ali göründü
Tuttum özüme baktım
Gözüme Ali göründü.
Güncel bakışla, “madde”, Tanrının yerine geçmede; Aşık Daiminin (1932-1983) mısralarında da görüldüğü üzere insan tanrılaşmadadır:
Değilmi ki bir insanım
Ben evrenin aynasıyım
Değil mi ki bir insanım
Ben, Tanrının varlık deniziyim.
İnsan Tanrıda ve Tanrı da insandadır.
Arıyorsan, onu insanda aramalısın.
(I. Mélikoff, Hadji Bektach, s. 249-252).
Fakat biz, insanın kutsalı aradığı, peygamberlere, velilere, tanrısallaşan insanlara inanılan dönemlere dönelim: Bu insanların, “aşkın” (transcendantal) derinlikler kazanma güçleri vardı: maddenin görünümlerini aşarak yükseliyorlardı. Batıni Müslüman bağlamda, tanrılaşan insan Ali adını alırken, bu doğa-üstü kişilikle ona adını veren tarihsel kişilik arasındaki bağ silinip yok olmuş bulunmaktadır.
Bu sebepledir ki, Alevilerin tanrısallaşmış Alisinde tarihsel kişilik aramak, Hıristiyan inançtan esinlenen tasvır ya da ikonlardaki Isa ile gönderme yapılan, tarihsel –ya da tarihsel olabilecek- kişi arasında bir benzerlik aramak kadar yanıltıcı olacaktır. Yine Alevilerin, Aliden gelen soylara ve Aliden gelenlere bağlanmaya çalışmak da aynı şekilde bir yanılgıdır.
Alinin, oluş-üstü, aşkın niteliği, Bektaşi-Aleviliği tanımada çok değerli bir kaynak olan nefeslerde (ilahiler) açıkça görülmektedir. Bir örnek olmak üzere, Pir Sultan Abdalın, -kapalı söylemi ile dikkat çeken- bir nefesini buraya alıyorum:
Hazret-i Şahın avazı
Turna derler bir kuştadır,
Asası Nil deryasında,
Hırkası bir derviştedir.
Alim bilmezdi benliği,
Özü tutmazdı kinliği,
Zülfikarın keskinliği
Zerrecesi kılıçtadır.
(a.g.e., s. 22-24, 233-234.)
Turna güneş doğalı bir kuş sayılır ve çoğu kez “anka” (phénix) ile karıştırılır. Ali, başlangıçta bir Güneş-Tanrı olması sebebiyle, aslan, koç, turna gibi, güneş bağlantılı canlılarla adlandırılmaktadır. Nilin derinliğindeki asa, Musaya bir göndermedir. Dervişin hırkası, Alinin yeniden-bedenleşmesi olan Hacı Bektaşla ilgilidir. Yine Musa da, bütün peygamberler gibi –Muhammed dışında- ezeli Alinin bir bedenleşmesidir. Son iki mısrada, Zülfikarın zaman-ötesi varlığı iletarihsel kişinin elindeki kılıç arasında bir karşılaştırma yapılmamaktadır.
Alinin göksel (cosmogonique) kişiliğine birçok kez değindim. Alevi köylerde Ali, doğan güneşle özdeşleştirilerek, güneşin doğuşunda ona dua edilmektedir: o, Üstün-Varlık, eski Türklerin Gök-Tanrısı, Gök-Tengrinin güneşe dönüşmesi demektir.
Alinin gök-kökenli (atmosphérique) doğası nefeslerde açıkça görülür. İşte, şair Sefil Aliden bir örnek:
Şah-ı Merdan coşarak gizi açıladı
Ömere “Yağmuru yağdıran benim” dedi.
O anda şimşek çaktı, yedi gök gürledi.
Hem saki, hem baki, nur-ı Rahmanım Ali!
(a.g.e., s. 22-24.)
Burada Ali, göğün ve yıldırımın tanrısı olarak belirmededir; o, gürleyen bir Zeustur. Tasavvuf yoluyla göğün tanrısı, insanla tecelli eden bir tanrı ve sonra da tanrılaşan insan olmuştur.
Mevzu (yakıştırma) bir hadiste, Peygambere, “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır” dedirtilmektedir: Ali, dinin batınının sahibidir. Kutsal gizlerin bilgisine ondan geçilecektir.
Anadolu Türk tarihçilerinin belirtikleri gibi, bu kitle yerleşmeleri bölgelerinde, XV. Yüzyıldan önce Şii öğretilere rastlanmamaktadır. (Özellikle bak.: Claude Cahen, “Le Probléme du Shiisme dans lAsie Mineure turque pré-ottoman”, Le Shieme Imamite, Paris 1970, s. 115-129.) Şaman öğeler dolu ve tümüyle cemaat-dışı, Türkmen halk inanışı, Şamancı gelenekler ve halk Şiiliği, uzlaşmaya ve kaynaşmaya yakın olsa da, başlangıçta Şii bir inanış değildi. (I. Mélikoff, Hadji Bektach, s. 47-50.) Şiilik, halk inanışının sufileşmesi ile sızmaya başladı.
Küçük Asyada Şiiliğin yayılışı, -XIII. Ve XIV. Yüzyıllarda, etkileri dikkat çekici olan Ahilerle; XV. Yüzyılda Hurufilikle ve XIV. Yüzyıl sonlarından başlayarak Kızılbaş ideoloji ile olmak üzere-, üç evre içindedir.
Ahilerle girmiş olanı, Al-i Aba sevgisi, Kerbela şehitlerine yas ve Ehl-i Beyt-i Nebevi düşmanlarına düşmanlıkla sınırlı ilımlı bir Şiilik iken, hurufilikle birlikte ayrılıkçı, “Rafızi”, eğilim güçlendi: öğretinin yayıcısı Astarabadlı fazlullah, önceleri Ismaili bir şeyhle bağlıydı ve dilenip dolaşan bir dervişler tarikatından gelmedeydi. 1386dan başlayarak yaydığı çağrısı, sufilik, tasavvufi panteizm (Vahdet-i Vücut) ve antropomorfizmin bir karışımıydı ve asıl açılımını, üstadlarının ölümünden sonra, mürüdlerinin onu, Bektaşilikle kaynaşarak özümseneceği Anadoluya ve Rumeliye taşımaları ile yaptı.
Tanrı ademin gönlünde saklıdır, her insanın yüzünde o görülür. Fakat Hurufilikte Tanrı, insan görünümüne bürünüşte “Fazl” adıyla belirir. Türk Hurufilerin önde gelenlerinden Ferişte-oğlu, “Tanrı, ademin yüzünü, eğer okursan “Fazl-ı Yezdan” adını göreceğin surette yarattı” diyordu. (Bak.: Yukarıda, “Trakya Bektaşiliğinin ayrı durumu”, Not. 26.) Fakat Fazlullah ve Ali, her ikisi de yanlız bir gerçeği, tecelli eden tanrısallığı gösterdikleri için, birbirine karışmakta gecikmediler.
Hurufi-Bektaşi rin en büyüklerinden biri olan Virani şöyle söylüyor:
Ey benim Şahım sığınağım,
Fazl-ı Rahmanım Ali!
….
Es-selam ey Şah-ı Merdan Ali!
Es-selam ey Fazl-ı Yezdanım Ali!
(Halid Bayrı, Virani, Hayat ve Eserleri, Istanbul 1959, s. 90-91.)
Bektaşiliğin evriminde Hurufilerin ağırlığı çok mühüm ise de, beligin hız, XV. Yüzyılın sonunda Safeviler tarafından yayılan Kızılbaş ideolojiden geldi. Safeviler; Şaman inançlı kültürlerini halk sufiliği ve Tanrının insan görünüşünde tecelli ve yeniden bedenleşme inancının yer aldığı başlangıç bir Şiilikle karışmış, savaşçı ve göçer Türkmen boylarına dayanmaktaydılar.
Safeviler, henüz kargaşa içindeki bu dinsel kımıldanışı siyasetlerine araç yaptılar. Onların yönlendirişiyle, savaşçı Türkmenler, cemaat-dışı bir inanış içinde olsa, inançları uğruna savaşan cengaverler oldular. İlk Safeviler taraftarlaştırılmış müridleri, Haydarın ve sonra da oğlu Ismailin tanrısallığına inandıklarını açıkça ortaya koyuyorlar, onlara secde ve dua ediyorlardı.
İrandaki ortadan çekilişinden sonra, yaşamını Anadoluda sürdüren Kızılbaş ideolojisi; On Iki Imama bağlılıkla birlikte, -Tanrının insan suretinde belirişi (tecelli) ve zaman zaman ruh göçüne kadar varan yeniden bedenleşme (tenasuh) inancı ile Tanrının, yani Şah-ı Merdan Alinin bir görünümü (mazhar-ı) olan hükümdara, bu durumda Şah Ismaile bağlanış gibi-, uç-Şiiliğin bütün belirtilerini gösteren açık bir Şii görüntü vermedeydi.
Manevi Şah ile fani, ölümlü Şah arasındaki bu karışma, Alevilerin Ayin-i Cemlerinde yer alan nefes ve semalarda da (ilahilerle kendilerinden geçilen dua dönüşlerinde) fark edilebilmektedir. Ayin-i Cemlerde, Şah Ismailin şiirde kullandığı “mahlas”la Hatainin, nefeslerine büyük bir yer ayrılmaktadır. Bu törenlere, en azından biri Hatainin olmak üzere, üç ya da dört düvazdeh, On Iki Imama övgü ile başlanır. Törenin yükseliş noktasını oluşturan tevhid (Birleme) de Hatainın bir şiiridir. Bu şiirde, “Ali” adı “Allah” lafzı ile iç içedir:
Hak lailahe illallah
İllAllah Şah illAllah
Ali mürşid güzel Şah
Eyvallah Şahım eyvallah!
Katılanlar, burada, kendilerinden geçer ve “Şah! Şah!” diye haykırırlar. Ünümüzde, Şah-ı Merdana bir sesleniştir; fakat Şah Ismail zamanında bu, manevi Şahla ancak kendisi “bir” olabilen ölümlü Şaha bir çağrıydı. Katılanlar, ellerini kalplerine ve dudaklarına götürerek Bismişah derken de bu böyledir ve günümüzde Hatai adının her söylenişinde de aynı durum söz konusudur.