Bektaşilik de, Alevilik de –ya da geçmişteki adlandırılışı ile Kızılbaşlık da- bir din senkretizmi, bir inançlar karışımıdır. Fakat bu kısa süre içinde oluşumu açıklamamıza ya da onu oluşturan öğeleri gözden geçirmemize imkan bulunmamaktadır. (Bu konuda aşağıdaki makalelere bakınız: I. Mélikoff, “Recherches sur les composantes du syncrétisme bektaşi-Alevi”, Studia Turcologica Memoriae Alexii Bombaci Dicata, Napoli 1982, s. 379-395; aynı yazar, “LIslam hétérodoxe en Anatolie: non-conformisme, syncrétisme, gnose”, Turcica, XIV, s. 142-152; yeniden yayımlanışı: Sur les Traces du Soufisme Turc-Recherches sur lIslam populaire en Anatolie, Istanbul 1992 (Isis yayını). Bu sebeple, daha çok iki olgunun doğuşuyla birbirinden farklı evrimleşmelerini anlatmaya çalışacağım.
Gerek Bektaşiler, gerek Aleviler, -ya da eski adları ile Kızılbaşlar- Hacı Bektaş adlı halk velisine dayanmaktadırlar. Ben de karizması olan, fakat bir tarih temeli de bulunan bu jişilikle söze gireceğim ve onu sosyal zemine yerleştirmeye çalışacağım.
1239-1240 yılları arasında Selçuk Imparatorluğunu çökerten Babai ayaklanmasının baş kişilerinden Baba Ilyasın soyundan gelen XV. Yüzyıl tarihçisi Aşıkpaşazade, (Babai ayaklanması için bak,: Claude Cahen, EF, “Babai” maddesi; aynı yazar, “Baba Ishaq, Baba Ilyas, Hadjdji Bektash et quelques autre”, Turcica, I. 1969, s. 53-64: aynı yazar, “A propos dun article récent et des Babai”, Journal Asiatique, CCX-CVIII, 1980, fasikiül 1-2, s. 69-70; A. Yaşar Ocak, La Révolte de Baba Resül au la formation de lhétérédoxie musulmane en Anatolie, Ankara 1989 (TTK): aynı yazar, Babailer Isyanı-Aleviliğin tarihsel altyapısı yahut Anadoluda Islam-Türk heterodoksisinin teşekkülü, Istanbul 1996.) Hacı Bektaşın, büyük atasının müridlerinden biri olduğunu söylüyor. (Aşıkpaşazade, Ali yayını, s. 204.206; Atsız yayını, s. 237-239.) Eseri XV. Yüzyılda keleme alınmış bulunan ve yine Baba Ilyasın torunlarından olan Elvan Çelebi de, bu bilgiyi doğruluyor. (Elvan Çelebi, Menakıbül- kudsiyye fi Menasibil-ünsiyye – Baba Ilyası Horasani ve Sülalesinin menkabevi tarihi, jazırlayanlar Ismail E. Erünsal ve A. Yaşar Ocak, Ankara 1995 (TTK), s. 169-170.) Anabileceğimiz bir başka XIV. Yüyıl kaynağı da, Hacı Bektaş-ı Horasanınin, Baba Resülün, yani Baba Ilyasın Halife-i, seçkin müridi olduğundan söz eden, Eflakinin esridir. (Şams al-din Ahmad al Aflaki al-Arifin, I, Tahsin Yazıcı yayını, Ankara 1959 (TTK) s. 381.)
Böylece, Hacı Bektaşın, Baba Ilyasın ardınca “Horasandan geldiği”ni öğreniyoruz. “Horasandan gelmek” eski vekayi ve menakıb kitaplarında sık geçen kalıplanmış bir söylemdir. Başta, göç düşüncesine dayanmaktadır: Türkmen boyları, XI. Yüzyılın sonlarında Anadoluya gelmeye başladılar. Göçleri, VII. Yüzyılda ve özellikle Moğol akınından kaçmak zorunda kaldıkları VIII. Yüzyılda giderek yoğunlaştı. İzledikleri yol, genel olarak, Orta Asya ve Maveraünnehirden başlıyor, Horasandan geçerek Hazar kıyılarından Iran , Azarbeycanına ulaşıyordu. Bu, Iran çöllerinden korunmanın tek yoluydu. “Horasandan gelmek”de, sözü edilen topluluğun oralı olduğu değil, göçer olduğu anlamını içermekteydi.
Bir Türk dervişi olan Hacı Bektaş, Anadoluya 1230 yılına doğru, muhtemel olarak, Harezmin Moğolların eline geçişinden sonra sığınacak yer arayan Harezmililerin ardınca geldi. (Bak.: Claude Cahen, “baba Ishaq, Baba Ilyas, Hadjdji Bektash et quelques autres”, Turcica, I, s. 56-59.)
Anadoluyu ellerinde bulunduran Selçuklular, hoşgörülü, uzlaşmacı yöneticilerdi ve öyle olmaları da gerekiyordu: Ülkelerinde değişik din ve ırktan insanlar vardı.
Selçuklu kentleri kültür ve zenginlik merkeziydi. Fakat Türkmen boylar düzen tanımıyorlar; kentlerin, kuralları belirlenmiş, huzur içindeki yaşamını altüst ediyorlardı. Sürülerine otlak bulabildikleri yeri ele geçiriyorlar ve sayıları arttıkça daha da rahatsız edici oluyorlardı.
Hacı Bektaş kendisini, kardeşi Mintaşın da Baba Ilyas saflarında yer aldığı ve savaşırken öldüğü, Babai ayaklanmasınının içinde buldu. (Aşıkpaşazade, Ali yayını, s. 204; Atsız yayını, s. 237.) Bunula birlikte Hacı Bektaş, Malya ovasında, tam bir kıyımla sona eren ayaklanmanın son evresine katılmadı. (Elvan Çelebi, a.g.e., s. 169.) Bir süre saklandıktan sonra, o zamanlar Solucakarahöyük ya da Karayol olarak bilinen köyde ortaya çıktı. Bu bölge o zaman, Oğuzun Çepni kolunun alanıydı. Kendisi bu boydan olmamakla birlikte, Hacı Bektaş, köyün yedi hanesinden biri olan kadıncık Ana ile kocası Idrisin yaşadıkları eve konuk oldu. (Abdülbaki Gölpınarlı, Menakıb-ı Hacı Bektaşı Veli, “Vilayet-Name”, Istanbul 1958.) Burada bir riyazet ve ermiş yaşamı sürdürdü. Fakat bir tarikat kurucusu olmadı ve müridleri de yoktu. (Aşıkpaşazade, aynı yer.) Aşıkpaşazadeye göre adını taşıyan tarikat, ölümünden sonra bir kadın tarafından kuruldu: Velinin yaşamının söylenceli anlatımı, Vilayetnameye göre onun ruhani eşi olan bu kadın, yani Kadıncık Ana, tarihçi Aşıkpaşazadeye göre Hacı Bektaşın manevi kızıydı. Kadıncık Ana, tarikatı, müridi Abdal Musanın yardımları ile oluşturdu.
Geleneğe göre 1270 yılında öldüğünde 63 yaşında bulunan Hacı Bektaş, (Bak.: Vilayet-Name, s. XIX-XX.) Türkmen boylarındandı. Bu boylar çoğunlukla 1167/1168 yıllarında Yeside (Bugünkü Türkistan) ölen, Orta Asyalı Türk velisi Ahmed Yesevinin yolunu izliyorlardı. (Ahmed Yesvi için, bak.: Fuad Köprülü, I.A., “Ahmed Yesevi” maddesi; aynı yazar, Türk Edebiyatında Ilk Mutasavvıflar, Ankara 1966, s. 5-153; I. Mélikoff, “Ahmed Yesevi et la mystique populaire turque”, Sue lez traces du Soufime turc, s. 139-150.) Fakat henüz bütün boylar Müslüman değildi ve Islama girmiş bulunanlar da henüz Müslüman örfü özümsememiş olabiliyordu. Nitekim bo boylar daha sonra da Safeviler yanında yer aldılar. (Çepniler için bak.: faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), 4. baskı, Istanbul 1992, s. 241-248, s. 317; aynı yazar, Safevi Devletinin kuruluşu ve gelişmesinde Anadolu Türklerinin rolü, Ankara 1992, s. 50, 104.)
Hacı Bektaş, bir din bilgini değildi; Çağdaşı Mevlana Celaleddin Rumi gibi medrese öğreniminden gelmiyordu. O bir mutasavvıftı; halkin içinden çıkmıştı ve halka yakın duruyordu. Müslüman olmakla birlikte, Orta Asyadaki görenek ve uygulamaları bırakmamıştı. (Eflakiye göre, Hacı Bektaş, Müslüman olmakla birlikte, kendini Islamın gereklerini uygulamakla sınırlandırmıyordu. Bak.: Menakıbbul-Arifin, s. 381.) aynı zamanda bir utacı idi ve kerametler göstermedeydi. Menkıbelerinin anlatıldığı Vilayetnamede, bu açıkça görülmektedir. Söz konusu eser bize, Hacı Bektaşın camiye gitmediğini söylüyor. O, abdalları ile birlikte bir dağa çekilmektedir. Bu, dağ, Hırkadağı, şimdiki Hacıbektaş yerleşiminin yakınında bulunan, sönmüş bir yanardağdır. O zamanlar, yüksek kesimlerde ardıç ağaçları vardı. Dervişler bu ağaçlarla atéşler yakıyorlar ve çevresinde dönerek Sema yapıyorlardı. Bir gün, bir kendinden geçiş anında, Hacı Bektaş hırkasını ateşe attı. Bu olayda dağın adı Hırkadağı olarak kaldı. (Bak.: Vilayet-Name, s. 24-25, 35-36, 57, 74.)
Ardıç, Şaman inançlılarca bilinen bir bitkidir. Dallarının yanışıyla insanı kendinden geçirir. Bu sebeple, kutsal olarak tanınır ve arınma amacıyla kullanıldığı Tibette olduğu gibi, (Bak.: S.G. Karmay, “Les Dieux des Terroirs et les geneviers: un rituel tibaitain de purifikation”, J.A., Cilt 283, No. 1 (1995), s. 161-207.) Kalaş ya da Pakistan Şaman inançlıları arasında da hala kullanılmaktadır. (Bak.: Viviane Liévre ve Jean-Yves Loude, Le Chamanisme des Kalash du Pakistan, CNRS, Paris-Lyon 1990, s. 50-53, 496-500.)
Ardıc ağacının yanan dallarından yükselen duman göklere uzanır ve Şamanın koruyucu ruhları olan “Görünmez Varlıklar”ı (Gaib Erenleri) yere indirir. Bu ruhlar olmaksızın tören yapılmaz. (Bak.: V.N. Basilov, Samanstvo u narodov Srednej Azü i Kazakhstana (Orta Asya ve Kazakistan halkı arasında Şamancılık) Koskova 1992 (Nauka), s. 229-278. Bu kitabın I. Mélikoff tarafından yapılan eleştirisi için bak.: Turcica, XXVII, 1995, s. 269-277.) Vilayetnamede, Varlıkları Hacı Bektaş ve onun dervişlerince bilinebilen bu “Gaib Erenlerine tam bir bölüm ayrılmıştır: Dervişler, Hırkadağında yanan ateşler görerek oraya gider ve “Görünmez Varlıklar”la üç gün kalırlar. Bu üç gün boyunca zaman durmuş, hiç kimse yokluklarını anlamamıştır. (Vilayet-Name, s. 66.)
Abdal Musanın bir müridi ve Bektaşi ozanlarının ilki olan Kaygusuz Abdal, bir manzumesinde, koyun postunda namaz seccadeleri ve kalın yün abaları, “hırkaları” ile bu utacı dervişlerin bir görünümünü vermektedir:
Rum Abdallar gelür “Ali dost” deyü
Hırka giyer, aba deyü, post deyü
Hastaları gelür derman isteyü
Sağlar gelür Pirim Abdal Musaya
(Bak.: Fuat Köprülü, Türk halk edebiyatı ansiklopedisi, 1, Istanbul 1935, s. 29, “Abdal” maddesi; Ismail Özmen, Alevi-Bektaşi şiirleri antolojisi, I, Ankara 1995, s. 228.)
Hacı Bektaş çoğu kez, Yeniçerilerin serpuşu olan Elif Tacı ile ve bir evliya görünümünde resmedilmektedir: Sağ koluyla bir geyik tutmada, sol eliyle bir yavru arslan okşamaktadır. Bu resmi, onun gücünün ve merhametinin simgesi olarak anımsayacağız; fakat Hacı Bektaşın gerçek görünümünü Siyah-Kalemin minyatörlerinde aramak doğru olacaktır. Bu minyatörlerde bazen yalınayak, sakallı, üzerinde kısa bir gömlekle, bazen hayvan postuna sarınmış, külahlı, ya da uzun hırkalı, dönen dervişler görmedeyiz. (Bak.: M. Ş. Ipşiroğlu ve S. Eyüboğlu, Fatih albümüne bir bakış (Sur lalbum du Conquérant), Istanbul 1955; Beyhan Karamağaralı, Muhammed Siyah Kaleme atf edilen minyatürler, Ankara 1964.)
Tarih kaynaklarında –hepsi de yetersiz olmakla birlikte-, Hacı Bektaş, Türkmen boylarından bir sufi olarak görünmektedir. Oğuzun Kayı boyundan olan Osmanlılarla aynı çevredendir. Bu, ilk Bektaşilerle Osmanlılar arasındaki yakınlığı açıklayabilir: Onlar, aynı görenekten gelmektedirler. (Bak.: I. Mélikoff, “LOrigine sociale des premiers Ottomans”, The Ottoman Emirate (1300-1389), Institute for Mediterranean Studies, Halcyon days in Crete I; Rethymnon 1993, s. 135-144.)
Baba Ilyasın söylenceli yaşam öyküsünde, Elvan Çelebi, Hacı Bektaşın, Osman Gazinin kayınbabası olacak olan Edebaliyle çok yakın ilişkileri bulunduğunu söylüyor ve Edebaliyi bir Hacı Bektaş yoldaşı olarak gösteriyor. (Elvan Çelebi, a.g.e., s. 169 (1995. beyit.)
Hacı Bektaşın Osman Gazi ile tanıştığını, çok daha önce, XIII. Yüyıl sonunda ölmüş buluması dolaysıyla düşünemeyiz; fakat, Orhan gazinin yoldaşları arasında, içlerinde ilk Bektaşi tarikatının kurucusu Abdal Musanın da yer aldığı çok sayıda derviş görüyoruz.
Bu dervişler Trakya ve Balkanların fethine katıldılar. Gazilik aldılar. Fethedilen diyarlardan mülkler edindiler. Türk kültür ve inanışının merkezi olacak, tekkeler ve zaviyeler kurdular.
Ömer Lütfi barkan, tanınmış bir çalışmasında bu kolonileştirici dervişlerin ve zaviyelerinin Fetihler dönemindeki etkin ağırlığını inceledi. (Ömer L. Barkan, “Osmanlı Imparatorluğunda bir iskan ve kolonizasyon metodu olarak vakıflar ve temlikler I”, Vakıflar Dergisi, V, 1942, s. 279-386.)
Osmanlı tarihçi Oruç, Orhan Gazinin kardeşi Ali Paşayla Bektaşilerin tarikatı arasındaki yakın ilişkiden söz ediyor. Kendisi de dervişliği yeğleyen Ali Paşa, kardeşine, yeni oluşturulan orduyu, Yeni çerileri, Hacı Bektaşın korunması altına vermeyi öğütlüyordu. (Bak.: Oruç, Tarih-i Al-i Osman, Franz Babinger yayını, Hannofer 1925, s. 15-16; Oruç Beg Tarihi, Atsız yayın, Istanbul 1972, s. 34.)
Hacı Bektaş daha önce ölmüş bulunduğuna göre, bu hiç şüphesiz yanlızca bir söylencedir; fakat yine de Yeniçeriler, Bektaşi dervişlerin tarikatına bağlandılar. Bu askerler, yabancı öğelerden, erken yaşlarda devşirilmedeydiler ve bu sebeple de kolonileştirici dervişlerin manevi ve ahlaki korunmaları altına alınmaları uygun görünüyordu.
Buraya kadar, Islamlığın, boy yaşamı içindeki yanlışını gördük. Şimdi birbirinden ayrılan iki kolu tanımlayacağız: Bir yanda, bir topluluğun adım adım yerleşik bir yaşayışa ve kent yaşamına uyum sağlayışı; öbür yanda da, Anadolunun kır yörelerinde kalarak, göçer ve yarı-göçer yaşam tarzları ile karışıklıklara ve huzursuzluklara sebep olagelen toplulukların yaşayışı.
Yerleşik yaşam, dervişlerin kasabalara yakın alanlara kurdukları tekkelere yerleşmeleri ile başladı. Bu yerleşimler, Osmanlı yönetiminin ilk üç yüz yıl boyunca, ödüller vererek bağışlarda bulunan Osmanlı sultanlarınca korundu. Osmanlılar, yeni ele geçirilen toprakların kolonileştirilmesinde de, tekkelerin etkilerinden yaralandılar; (Bak.: Ö.L. Barkan, aynı yer; I. Mélikoff, “Un ordre de derviches colonisateurs: les Bektashi. Leur role social et leurs rapports avec les premiers lultans ottomans”, Mémorial Lütfi Barkan, Paris 1980, s. 149-157; yeniden yayını: Sur les traces du soufisme turc, s. 115-125.) Ayrıca Abdallar, Torlaklar, ışıklar ve daha genel bir ad ile Kalenderler olarak bilinen (Bak.: Fuat Köprülü,Les origines de lEmpire Ottoman, Porcupine Press, Filadelfia 1978 (Yeni basım); A.Y. Ocak, Osmanlı Imparatorluğunda Marjinal Sufilik: Kalenderiler (XIV.-XVII. Yüzyıllar), Ankara 1992 TTK) başıbozuk derviş topluluklarının ortaya çıktığıAnadolunun kır kesimlerinde, varlıkları süregelen cemaat-dışı ve kargaşa yaratıcı öğeleri denetlemede de onların güçlerini kullandılar.
Adı geçen zümrelerin kendi din şeyhleri ve kendi velileri vardı. Fakat Osmanlı yönetiminin çabasıyla bütün bu veliler kısa zamanda tek bir kişinin, halk dindarlığını yönlendiregelmekte olan Hacı Bektaş Velinin adı çevresinde belrleştiler.
Bununla birlikte iki ana kol ayırt edilebilmelidir: Tekkelerle yerleşik yaşama geçmiş bulunan Bektaşiler ve henüz göçer ya da yarı-göçer yaşayan Kızılbaşlar. Uzun zaman Kızılbaşların belli bir adları olmadı. Osmanlı belgelerinde, Zındık “mezhepsiz”, Rafızi “ayrılıkçı”, “Şii” ve mülhid “Allahsız” olarak geçmededirler. “Aleviler” adı ile tanınmaları ise daha sonralarıdır. (Bak.: I. Mélikoff, “Le Probléme Kızılbaş”, Turcica, VI, 1975, s. 49-67; Yeniden yayını: Sur les traces du Sofisme turc, s. 29-43.)
Tarihteki adları “Kızılbaş”tır ve bu, ilk Safevilerin yolunda yürüyen boylarla köy zümrelerinin genel adıdır. Adın ortaya çıkışı, Şah Ismailin babası Şeyh Haydar (1460-1488) zamanındadır. Kızılbaş, “kırmızı serpuş giyen” anlamındadır. Bu ad onlara on iki dilimli kırmızı serpuşları, aynı zamanda Tac-ı Haydari de denen, bu renkteki başlıklar dolaysıyla verilmişti.
Osmanlı belgelerinde Kızılbaş, “zındık” ve “inançsız asi” anlamında yer almadaydı.
Bu dışlayıcı anlam, Alevi söyleminin doğmasına yol açtı ve sözcük, Türkiyede cemaat-dışı toplulukların adı oldu. “Alevi sözcüğü, söz konusu topluluklarca tarılaştırılagelen, Aliye bağlılık anlamını içermektedir. Buna karşılık, Iranda, Aliyi tanrılaştıran topluluklara “Ali-ilahi” denmede ve Alevi sözcüğü, Seyyid, yani Ali soyundan gelen anlamını içermektedir. (Aynı yer.)
Bununla birlikte günümüzde, Türkiyede, “Alevi” sözcüğü de aynı küçültücü ve dışlayıcı anlamı yüklenmiş bulunmaktadır.
Kızılbaş-Alevilerin inançları, Bektaşilerinki ile aynıdır.
Her iki topluluk daHacı Bektaşa bağlıdır. Fakat köylerde kalan Kızılbaş-Aleviler, düzen dışında kalırlarken, Bektaşiler düzenli topluluklar oluşturdular.
Kızılbaş-Aleviler, söylencelerin yerel folklorla kaynaştığı anlatılara (mythos) bağlanırken, Bektaşiler belli bir usul-erkan izlediler. Her iki topluluğun inanışı da, bir inançlar kerışımıdır ve Türk halkının karşılaştığı değişik inançlardan kaynaklanan Manici (manicheist), Budacı, Nesturi ya da yerel Hıristiyan öğeler gibi, (Bak.: Not 26.) değişik kökenli öğeler içermededir.
Türklerin, çok kez, inanç sapmalarının merkezi olan bölgelere yerleşmiş bulunduklarını ve sonuç olarak buralarda üst üste gelmiş sapmalarla karşı karşıya kaldıklarını da göz önüne almamız gerekeçektir. Mesela, Erzincan-Sivas-Divriği bölgesi Kızılbaş-Alevilerin merkezi haline gelmeden önce, “Paulicien” sapmanın merkezi durumundaydı. (Bak.: I. Mélikoff, Recherches sur les componsantes du synnrétisme Bektaşi-Alevi” (yeniden yayını: Sur les traces du Soufisme turc, 59-60).
Fuat Köprülü, aynıolgunun yaban bir biçimi gibi görünmeleri dolayısıyla, Alevilere, “Köy Bektaşileri” adını vermektedir. (Bak.: Fuat Köprülü, “Les origines du Bektachisme. Essai sur le développement historique de lhétérodoxie musulmane en Asie Mineure”, Actes du Congrés international dhistoire des religions (Paris 1925), 1926; aynı yazar, Influence du chamanisme turco-mongol sur les ardres mystiques musulmans, Istanbul 1929). Mesela Kızılbaş-Alevilerin sülük törenleri boy yaşamı törenlerine yakın görünürken, Bektaşilerin sülük erkanı (initiation), herhangi bir kapalı cemiyetinki ile aynıdır. Talip ve laik olan herhangi bir insan Bektaşi olabilir. Fakat Alevi doğmamış biri sonradan Alevi olamaz.
Bektaşilikte Baba, tekkenin başkanıdır ve Baba olmak isteyen sülük evrelerini tamamlamış, böyle bir payenin gerektirdiği kemale ulaşmış olmalıdır. Fakat Alevilerde, Dede ya da topluluğun manevi yol göstericisi olacak kişi, soy bakımından Aliye ulaşan bir Ocaktan gelmek zorundadır. Her Alevi köyü bir ocağa bağlıdır ve bu ocaktan bir dedenin, kendisine bağlı köyleri yılda bir kez ziyareti gerekir. Dedenin olağanüstü güçleri olmalıdır.
Alevi topluluklarda anlatı (mythe), Bektaşilerde usul ve erkanın yerini almadadır. Törenler, Öte-Dünyada ve Zamanın ötesinde geçen ilk-örneklerin (archetype) yeryüzünde tekrarlanışıdır. Ayin-i Cem de, Mirac gecesi (Peygamberin göğe yükselişi)ndeki Kırklar Ceminin yeryüzündeki bir tekrarıdır. (Bak.: “Le Probléme kızılbaş” (Turcica, VI).
Dinsel sosyal kımıldanmaların her zaman başlıca niteliği kargaşa olmuştur; katılanlar kuşku yaratmış, baskı görmüş, her zaman çizgi-dışı kalmıslar ve güvenleri gereği, gizliliğe çekilmişlerdir. İnançları, yasaklandıkça “gnostik” biçimler almıştır: Kutsal metinlerin batıni yorumlarına dayalı öğretim, bağlantı dışında kalanların sülükleri, geceleri gizli mekanlarda törenler, müridlerin yanlız kendi aralarında kullandıkları üstü kapalı söylemler gibi. (Bak.: “Recherches sur les componsantes du synnrétisme Bektaşi-Alevi ve “LIslam hétérodoxe en Anatolie: Non-conformisme-syncrétisme-gnose” konulu incelemelerimiz (Not 1).
Küçük-Asya her zaman mistik ve savaşçı bir coşkunun alanı idi. Bu, Osmanlı Imparatorluğunun ilk yüzyıllarında da görülebilmketedir. İlk Osmanlılar, askerlik başarılarını, bu savaşan mistik ruhun canlı tutuluşuna borçludurlar. Din ve savaş iç içedir. Dervişlerden Gaziler doğmuş ve Yeniçeriler Ocağı, Bektaşiliğe bağlanmıştır.
Ancak, XVI. yüzyılda, Osmanlı-Safevi savaşıyla durum değişir. Doğu-Anadoluda, Kızılbaş kımıldanış Safevilerin kışkırtmaları iledir ve mistik Kızılbaş ideoloji, savaşçı coşkuyla bir aradadır. Kızılbaş ideolojisi, Osmanlı tarihinde ilk ayaklanmacılardan birinin adıyla Celali Isyanları diye anılan bir dizi dinsel ayaklanmalarının da hazırlayıcısı olmuştur. (Bak.: Mustafa Akdağ, Celali Isyanları (1550-1603), Ankara 1963.)
Bu ayaklanmalar dinsel kaynaklı görünmekle birlikte, çoğu kez sosyal ve ekonomik kökenlidir; genelikle Kızılbaşlara bağlanıyor olmakla birlikte, Bektaşilerin ruhlara ve zihinlere etki ile eylemlere esin kaynağı olmuş olabilecek, manevi katkıları göz ardı edilemez.
Bektaşilik, Osmanlı tarihinin daha sonraki döneminde dinde kural-dışılığın (non-conformisme) adı oldu. XIX. Yüzyılda, 1826da, Yeniçeriliğin kaldırılışı ve tekkelerin kapatılışından sonra, kural-dışıBektaşiler, “hüriyet” ve daha sonra XX. Yüzyılda da “terakki” (evrim, évolution) düşüncelerinin yanında yer aldılar.
Çoğu kez, kural-dışılık ve özgür düşünüş gibi ortak emellerde birleştiklerinden (Bak.: I.Mélikoff, “LOrdre de Bektashis aprés 1826”, Turcica, XV, s. 155-178; yeniden yayını: Sur les traces du Sofisme Turc.) Hür-Mosonlara ve Jön-Türklere katıldılar. Türkiye Cumhuriyeti, Osmalı Imparatorluğunun yerini aldığında da Atatürkün hedeflerini benimsediler ve onun laik devlet çabalarına destek verdiler. Aleviler daha ileri gittiler: Atatürkü Ali ile karşılaştırdılar.
Bektaşiler ve Aleviler, aynı kökten geliyor olmakla birlikte, benzer iki topluluk oluşturmuşlar, farklı halkların etkileri ile birbirlerine karşı olmuşlardır. Bektaşiler Balkanlardan etkilenmişler, (Ba.: aynı yazar, “Les voies Balkans”, Halcyon Days in Crete II (Rethymnonda 9-11 Ocak 1994te düzenlenen bir sempozyumda). The Via Egnata under Ottoman rule (1380-1699), Rethymnon 1996). Alevilerse IranlI, Kürt ve başka Doğu Anadolu Halklardan etkiler almışlardır.
Osmanlı Imparatorluğu döneminde Bektaşiler hep el üstünde tutulmuşlarsa da, Baalkan ülkelerin elden çıkışından sonra ağırlık Alevilere kaymaya başlamıştır. Günümüzde Aleviler öne geçmiş olmakla, bBektaşiler az ya da çok kendilerini geriye atılmış saymaktadırlar. Her iki topluluk da aynı veliye, Hacı Bektaş Veliye bağlılıklarını sürdürüyor olmakla birlikte, Alevi problemin Bektaşileri geriye doğru ittiği göze çarpmaktadır.