"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Islamlığın Kıyısında Bir Islam: Alevilik

Osmanlı Imparatorluğunun, daha sonra Türkiye Cumhuriyetinin resmi inanç biçimi Sünniliğe tepkiler içermesi dolayısıyla Alevilik yüzyıllar boyu saklı yaşadı. Günümüzde, Müslüman tutuculuğa karşı çıkış aracı olarak belirişiyle öne çıkarılmaktadır.
Yüzyılların yok edemediği, içkili alemler benzeri karaçalıcı söylentilerle hep süre gelmiş bulunan Türkiyede, olgu bugün de çok iyi bilinmediğinden, Avrupalı basından yayıncılar gurbetçi işçilerle yüzeyde ilişkilerin ya da Anadoluda kısa süreli gezi anılarının sonucu, az ya da çok hayal karışmış bilgiler sunmaktadırlar.
Gerçeği söylemenin vakti gelmiş bulunuyor.
Otuz yıl kadar önce, Aleviler sorunuyla ilgilenmeye başladığım sıralarda, bir “cem”e katılmak zordu. Törenler gizlilik içinde tenha yerlerde ve geceleri yapılıyordu. Aleviler inançlarından söz edilmesinden hoşlanmıyor, bunu kıskançlıkla saklı tutuyorlardı.
Günümüzde çok şey değişti. Aleviler, gizlilik alışkanlıklarını koruyor ve inançlarının gizemliğini açma isteğini pek duymuyor olsalar da, artık baskı görmedikleri için, kendilerini gizleme gereği de duymuyorlar. Fakat sessizlik, kırktan çok kurbanla, canice bir yangına dönüşen bir bağnazlık ateşinin yol açtığı Sivastaki Temmuz 1993 olaylarının gösterdiği gibi, yüzeydedir.
Türkiye Alevileri ile ilgilenen araştırmacıları bekleyen ilk tuzak, onları, Nusayri adının yerini “Alevi” sözcüğünün aldığı Suriyedeki topluluklarla karıştırmaktır….. Aleviler ve Aleviler, -yeniden bedenleşme ve ruhun geri dönüşleri, “devir”, inanışları gibi –uç- Şiilikten gelme bazı ortak çizgiler barındırıyor olsalar da, dinsel yapıları gibi iki zümrenin kökenleri de birbirinden ayrıdır.
Türkiyede Alevi deyimi, oldukça yenidir; XIX. Yüzyıldan önceki arşiv belgelerinde bu sözcüğe rastlanmaz. Daha önceleri bu zumrelerin özel bir adı bulunmaktadır.; onlara Rafızındık denmededir. İlk Safevilerin kırmızı serpuşlu taraftarlarına verilen tarihi Kızılbaş adı ile de anılmışlardır. Daha sonra, dışlayıcı bir içerikle “ayrılıkçı asi” anlamını yüklenen Kızılbaş sözcüğü yerini, bu topluluklarca, Tanrının insansuretinde tecellesini simgeleyen Alinin yüceltilişi dolaysıyla, Aleviye bıraktı. Ancak, Kızılbaş deyimine yüklenen dışlayıcı anlam, Alevi sözcüğüne taşınmakta gecikmedi.
Tarih açısından Aleviler, Trakya ve Balkanlardaki Osmanlı illerine sağlam kökler salmış bulunan ve düzenli bir derviş tarikatı oluşturmaları dolayısıyla biraz daha iyi bildiğimiz Bektaşilerle birleşirler. Bektaşiler de, Aleviler de ortak bir galk velisine bağlıdırlar. Osmanlı Imparatorluğu Balkan illerini kaybedince, Bektaşiler, Anadoluda kalmış olan Aleviler lehine üstünlüklerini yetirdiler.
Bektaşiler ve Aleviler, aynı kökenden; her ikisi de, Anadoluya yeni yerleşmiş, Selçuklu ve daha sonra Osmanlı kent merkezlerinde öğretilmekte olan inançları henüz özümsememiş göçer Türkmenlerin yaşattıkları bir halk inanışı biçimlenişinden gelmektedirler.
Bu, göçer boylarla yaşanan inanç biçimi, “Islamlaşmış Şamancılık” olarak nitelendirilebilir. Söz konusu inanç biçimi, yakınlarda yitirdiğimiz Rus halkbilimcisi Vladimir Basilovun geniş olarak ele aldığı Orta Asyada bugüne kadar gelmiş bulunuyor. İslamla ilişkisi içinde Alevi inanış, resmi olarak Hristiyan olan, fakat eski inançlarının bütün özünü koruyan Amerika yerlerinin Hıristiyanlığıyla karşılaştırılabilecektir.
Bektaşiler, yüryıllar içinde, düzenli bir tarikat oluşturarak yerleşikleşirlerken, Aleviler ata gelenek ve göreneklerine bağlı ve eğitimsiz kaldılar.
Göçer kökenli Alevi görenekler, kentli yaşam biçiminden farklıdı. Camileri yoktu; beş vakit namaz kılmıyor, ramazan oruçlarını tutmuyor, sarhoş edici içkiyasağına uymuyorlardı. Kadınları kapanmıyor, toplantılarda erkeklerle yan yana bulunabiliyorlardı. Ve genel olarak tek eşliydiler.
Bütün bu sebeplerle, Aleviler, resmi Islamı benimseyenler, Hanefi Sünnilerce horlanmadaydılar. Çizgi-dışlıkları, dışlanmış olmaları onlara sürekli bir ezilmişlik duygusu vermişti…. Baskılardan korunmak için gizlenmek zorunda kalan Aleviler inançlarını saklı ve uzak yerlerde, geceleri yaşıyorlardı.
Alevi törenlerine katılabilmek için aynı halk kökeninden gelmiş olunmalıdır. Alevi olmak için –Bektaşilerde söz konusu olmayan- Alevi doğmuş olmak gerekmektedir. Ayrıca, batıni bilince ulaştırıcı bazı sınamalardan da geçmek gerekir.
Törenler, mecazlı bir anlamın işaretleridirler: Öte-alemde, zamanın ötesindeki gizler yeryüzünde yenidene canlandırılmaktadır.
Bektaşi-Alevilerin inançları, iç içe geçmiş ve tam bir düğüm biçiminde kenetlenmiş, fakat birbiriyle ilgisiz öğelerin oluşturduğu bir inançlar-karışımı (syncétisme) görünümündedir.
Önce eski Türkmen boylarının Islamlaşmış Şamancılığını ayırt edebiliyoruz. Halkın dinsel inanışının çekirdeğini oluşturan bu Islamlaşmış Şamancılıkta, farklı öğeler birbirine karışmış bulunuyor: başta, XIV. Yüzyılda fütüvvet adı da verilen ve Şii bir eğilim içeren Ortaçag meslek loncaları, ahiliğin etkileri görülmededir. Daha sonra, XV. Yüzyılda, Türklerin Mansur el-Halacı, Seyyid Nesimi ile, insan biçimlenişli (anthropomorphique) ve Tevratbyorumları kökenli (cabalistique) öğreti, Hurufilik belirir. Buna, yüzyılın başlangıcında, izi hiç silinmeyecek olan, ilk Safevilerin taraftarları Kızılbaşların cemaat-dışı (hétérodoxe) Şiiliği katılır.
Dinsel gelenek (özelikle yerel geleneklere, onları özümseyerek uyum sağlıyabilme gibi), Bektaşi-Alevilikte bütün çizgilerini bulduğumuz bilinç-birikimi (gnose, irfan) bağlamında ve batıni içerikte yorumlanmaktadır. Temel inanç, yenidene bedenleşme (réincarnation) ve Tanrının insan suretinde belirişi (tecelli) inanışıdır.
Temelde karmaşık olan bu inanç-karışımına, yörelere göre değişik yerel etkiler de katılmış bulunmaktadır: Balkanlarda Hıristiyan, Anadulunun doğusunda Iranlı ve Kürt etkileri gibi.
Farklı toplulukların bir arada yaşadığı Doğu Anadoluda ise en uzlaşmış öğelere bir arada rastlanır: Özelikle de –gerek bir ara Uygur Türklerinin resmi dini olan Maniheizme dayanıyor olsun; gerek daha da olabilir görünen, balkanlarda Bogomiller, Doğu Anadoluda (XIX. Yüzyılın başlarında hala yaşıyor olan ve yüzyılın içinde Fred Conybearein The Key of Truth, “Gerçeğin Anahtarı”, adlı eserinde inançlarını incelediği Thondrakitler gibi, Balkanlarda ve Anadoluda çeşitli adlar altında sürekli var olan), “Paulicianisme”den çıkmış inançlara dayanıyor olsun- Mani inancı (manichéen) kalıntılara.
Bu kalıntılara birkaç örnek verelim:
Başta, Bektaşilerin temel ilkeleri olan üç yasak: Eline, diline ve beline uyarısı.
Bektaşilik yoluna girmek isteyen “talib”, eline, diline, beline sahip olmakla yükümlüdür. Bu, Alevilerin de ahlak ilkelerinin temelidir.
Bu üç yasak, Maniheizmin temel kuralı olan ve St. Augustinin tartıştığı Üç Mühürle Karşılaştırılabilir: Bu Üçü, Orta Asyada “Mani” inançlı Türklerin üç ilkesi –üç tamga-, olmuştur.
Alevilerde, kökeni Anadoluda olabilecek, başka Mani inançlı öğeler de görülüyor: “Dünyanın Yaratılışı” üzerine, Kürtlerin bulunduğu yörelerde Yezidi ve Ehl-i Hakklarda da aynı şekilde rastlanan anlatı gibi.
Yaratılış öyküsünde (Yezidiler ve Ehl-i Hakklarda olduğu kadar Alevilerde de), yaratılış öncesi boşluğa, kargaşaya düşmüş ve Tanrısal özünden uzaklaşmış ilk kişinin, Cebrailin yaratılışına gönderme bulunmaktadır.
Kargaşa ortasında ne yapacağını şasımış olarak uçan Cebrail, birden “Sen kimsin, ben kimim?” diye bir ses duyar. Bilgisi yetmediğinden soruyu yanıtlayamaz. Sonunda, üçüncü defa, “Mihrab-ı hafa”dan (gizlilik katından) bir ses, sorunun yanıtını söyler: “Sen Yaradansın, ben yaradılan!” Cebrail bu sözleri söyler söylemez, kendisini saran ve bilgisizliğin rengi olan karanlıktan sıyrılır ve ışığın rengi olan kızıl renge bürünür.
Böylece kendimizi Mani kökenli (manichéen) ve “gnostique” (kişisel biliş yönelimli) bir bağlam içinde buluyoruz. İlk yaratılan Kişinin kendisini bilinçsizleştiren madde evrenine düşüşü ve onu uyararak tanrısal özünü anımsatan kurtarıcının (dost, rehber) sesi.
Törenlerinde ezgiler ve semah yoluyla bu yaratılış öyküsünü anlatıyor olsalar da Aleviler, Mani inaçlı kökenin pek farkında değillerdir. Buna karşılık Kızılbaşlık Şiiliğin yönlendirici varlığı her zaman duyulur: Mesela, “bismiillah” yerine geçmiş bulunan “bismi-Şah” söyleminde “Şah” sözcüğü, Tanrının insan suretinde belirişinin Islam bağlamında simgelenişi, Şah-ı Merdan Aliyi çağrıştırır.
Fakat Şiilik, konumuz dışında kaldığından, sempozyumumuzun tartışma çerçevesi içinde, iki noktaya değineceğim: süluk ve giz.
Alevilerin esas törenleri Ayin-i Cemdir. Bu ad, bazı karaçalıcı yorumlara yol açmış bulunmaktadır. İnancın temel öğelerini içerdiğinden, söz konusu olan “sadıkların bir araya gelişlerinin gizliliğidir. Süluk de bu kapsamdadır ve başka sülukleri anımsatmıyor değildir.
Bildiri konusu içinde yer lamıyor olmakla birlikte, 1826da Yeniçeri Ocağının kaldırılışından sonra, Yeniçerilerle ilişkileri sebebiyle Bektaşilerin karşılaştıkları baskılara da dikkati çekmem gerekiyor. Bu dönemde Bektaşiler, dinler-üstü tavır ve hoşgörü dolayısıyla kendilerine yakın buldukları Far-masonlara sığındılar. Bu sebeple, süluk merasimine kısaca değineceğim.
Bektaşi tarikatına girmek ya da Alevilikle olan bağını kanıtlamak isteyen, kişi –topluluk içinde yer alabilmek için bu gerekmektedir-, kesilecek, hazırlanacak ve eti törenden sonra orada bulunanlara sunulacak olan kurbanlık bir koyun getirir. Koyunun yününde örülen kuşak da süluk töreni sırasında kullanılacaktır.
Karanlık bastığında bir araya gelinir. Toplanılan yerin girişi, topluluk dışından olanların girişini önlemek üzere bir ya da birkaç gözcü tarafından korunmaya alınır. Mürşid –ya da (Alevilerde) dede- önden girer ve kendisi için konmuş bulunan minderlere oturur. Ardından, sırayla, her biri On iki Hizmetten birini yapmakla yükümlü on iki görevli girer. Gözcülük, bu hizmetlerden biridir. her görev, öte-dünyada, o dünyadan biri tarafından yerine getirilen bir hizmetin karşılığıdır.
Mürşidden sonra, salike, süluk edecek olan, eşlik etmesi gereken Rehber gelir. On Iki Hizmetin her biri için Mürşid, duasını yapar ve her görevli yerini alır.
Talib, atlayarak geçmesi gereken eşiğe secde ile içeri girer. Rehber ona yol göstermededir. Talibin boynunda, kubanlık koyunun yününden örülü ve ucu Rehberin elinde bulunan kuşak bağlıdır: Kurban edilecek bir koyun gibi ortaya getirilmededir.
Dualarla ve gerekli kurallara uyarak, talib, Mürşidin önüne gelir. Mürşid, sağ elini talibin iki omuzu arasına kor, ki buna Pençe-i Ali aba “Peygamber ailesinin pençesi” denmektedir. “Ali aba” beş kişidir: Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin.
Mürşid, talibe şunları söyler: “Muhammed Ali yoluna ve Hacı Bektaş Velinin tarikatına girmek istiyorsun, fakat bu yol incedir, kılıçtan keskindir ve sırat köprüsüdür”. Sonraboynundaki kuşağını tutar ve talibi kendine doğru çekerek kulağına seslenir: “Girme girme; dönme dönme (girdikten sonra); eline, diline, beline sahip ol”. Ardından sorar: “Kardeşlerinin uyarılarına uyacak mısın?” Talib, “evet!” anlamında yanıtlar: “Allah! Eyvallah!” Mürşid, o zaman çerağı yakmakla görevli olana döner ve “Muhammed Ali töresince bu canın çerağını yandır” der.
O ana kadar karanlık olan mekan baştan sona aydınlanır. Talib, bulunanları selamlar ve onların arasında yerini alır. Tören, erkanınca sürer. Bu arada, kurban kesilip hazırlanmıştır. Tören bitimiyle şölen başlar. Nefesler okunur, sema yapılır.
Sema, Alevilerde vardır. Bektaşilerde görenek kaybolmuştur. Dini tören (toplantı) sabaha doğru sona erer.
Şimdi sülukün, içinde yer aldığı Birlik Merasimini (Ayin-i Cemi) anlatacağım. Bu, öte-alemde ve Zamannın ötesinde bir Kırklar Ceminin yeryüzündeki tekrarıdır. Her şey simgeseldir ve bu simgeselliğin arkasında “Bektaşi sırrı” denen şey gizlidir. Tören, Bektaşilerde her hafta, tarikatın kutsal mekanı, tekkede yapılır.
Alevilerde, kırsal bölgelerde, kışın tarla işleri sona erdiğinde ve Dedenin köyde konuklandığı sırada, yani yılda bir kez yapılıyordu. Birden çok bölümden oluşmadaydı: Sülukler; Alevilere ait bir adet olan Ahiret Kardeşliği (Musahip) törenleri ve son Cemden beri ortaya çıkmış anlaşmazlıkların yargılandığı, oba hukukunun yaşama geçirildiği bölüm. Tören epeyce uzayarak birkaç gün sürebiliyordu.
Törenlere, Hacı Bektaşın yerini almış bulunan Mürşid ya da Dede başkanlık etmektedir. Ona, her biri on iki hizmetten birini yerine getiren on iki görevli yardımcı olur. süluk edecek olanlara yoldaş olan Rehber, Aliyi simgelemektedir.
Farraş, Kırklar Ceminde ağırlıklı bir yeri olan Selman-ı Farsiyi temsil eder. Selman-i Farsi, Ortaçağ meslek loncalarının (fütüvvet) Piri idi.
Mürşid, her hizmet için uygun duayı okur ve Çıracının (çerağ yandıranın) duasının bitiminde çerağ (mum) yakılır: Alevilerde, Bektaşilerde, Şia imamlarının her biri için bir tane olmak üzere on iki mum yanar.
Nürşidin ahlak üzerine aydınlatıcı konuşmasından sonra Aşık-Ozan (Zakir) sonuncusu Hataiye, yani ilk Safevi hükümdarı Şah Ismaile ait, üç nefes okur.
Okunan ilk nefeste dünyanın yaratılışı canlandırılmaktadır. Alevilerde Dede de bu nefese, sema (danslaşmış dua) ile katılabilir.
Ardından Tanrı birliğinin söylemi –Alinin ve Tanrının özdeşleşmesiyle törende en yüksek noktayı oluştŞah-ı Merdan, “Merdlerin Şahı” olarak anılır. Şah sözcüğü, la ilahe illallah kalıbı içine, imamın ikrarı ile birleşecek biçimde çift anlamlı olarak yerleştirilmiştir. An, büyük bir kaynaşma ile ve topluluk coşku ile doludur; “Şah!” diye haykırılarak bağırlar dövülmektedir.
Alinin Tanrılığı, açıkça söylenmiştir, fakat bu, “Şah” söyleminin Manevi Şahın tecellisi olan ilk Safevi hükümdarı Şah Ismaile de gönderme ile olmalıdır.
Tevhidden sonra –Peygamberin göğe yükselişinin nefeslerle canlandırıldığı-, Miracın ezgili anlatımı gelir.
Miracda, söylence ve anlatıların (légendes et mythes) çiçek açtığı doğa-üstü pek çok olay geçer. Sonunda Peygamber, Kırkların Cemine varır. Nerede bulunduğunu öğrenmek ister. Olay doğaüstü bir evrende geçtiği için kendisinin tanıyamadığı Ali, onu yanıtlar: “Biz Kırklarız ve Kırkımız Biriz” ardından parmağını kesince Kırkların hepsinin parmağında kan görülür. Fakat Peygamber, “Siz otuz dokuz kişisiniz!” diye karşılık verirken kanayan bir el belirir. Bu dilenci dervişler, Kalenderler gibi sadaka toplamaya gitmiş olan Selman-i Farsinin elidir. Selman yanlız bir üzüm tanesi ile dönmüştür. Peygamber bu üzüm tanesini sıkar ve ondan Kırkların hepsini esritecek kadar şerbet çıkarır. Bu şerbetle Kırklar kendilerinden gerçek dönmeye başlarlae.
Zakir (Aşık-Ozan), bu oluş-üstü anı söze getirirken bulunanların ayağa kalkarlar; semaa katılmak isteyenler bellerine bir kuşak, genellikle bir başörtüsü, bağlar ve dönmeye başlarlar.
Törene adını vermiş bu bölümün ardından, Kerbela faciasının canlandırılışı gelir. Zakir, Hüseyin ve Peygamber Ehl-i Beytinin susuzluktan kıvranarak şehit oluşunu canlandırır. Saki şehitlerin ruhları için su dağıtır, Yezide ve Kerbela kıyımında payı bulunanlara lanet okur. Bu bölüm, Şiilerin yas günleri olan Muharrem ayının ilk on gününde özel bir ağırlık kazanır.
Tören, herzaman okunan manzumelerle son bulur. Kesilen kurbanın eti getirilir ve şölen başlar.
Bu, Bektaşi-Alevi törenlerinin kabaca bir anlatımıdır ve Türk Islamlığının halk biçimlenişi budur. İslamın, cemaat-dışı (hétérodoxe) bu biçimlenişini benimsemiş bulunan ya da benimsiyor olanlar, nüfusun aşağı yukarı üçte birini oluşturmaktadırlar.
Aydın, evrimci ve insancıl, seçkin bir topluluk görünümü sundukları Balkanlara ve Trakyadaki kentlere yerleşmiş bulunan Bektaşiler, Islamı dinler-üstü ve hoşgörülü felsefeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Buna karşılık, Anadolunun kırsal bölgelerinde, Aleviler, uzun yıllar eğitimden uzak kaldılar. Onlar, zulme uğrayanlar, başkaldırmalardan da geri kalmadılar. Bektaşilerin tersine, Suniliğe karşı durdular ve hep öyle oldular. Bu sebeple, Islamlığın yadsınışı olarak algılandılar.
Osmanlı Imparatorluğu Trakya illerini kaybedince, Bektaşiler, ayrıcalıklı üstünlüklerini, Aleviler lehine yitirdiler. Aleviler, yarım yüzyıldan bu yana gençlerin eğitim aldıkları kentlere yerleşmek üzere, köylerinden ayrılıyorlar. Günümüzde, her sınıf içinde onlara rastlanmaktadır. Birçoğu da, maddi koşullarını düzelmek amacıyla Avrupaya giden göç dalgalarına katıldı.
Yüzyıllardır, dinsel sosyal ayrıma karşı duyarlı bu gurbetçiler, vardıkları ülkelere daha kolay uyum sağladılar; dinin baskıları ile kısıtlanmış olanlardan daha kolay benimsediler.
Uzun zamandır o kadar duyarlı olunan bu sorunla, Türkiyede de ilgi duyulmaya başlanmıştır ve Alevilerde, Islam tutuculuğunun tırmanışına karşı bir savunma öğesi görülmek istenmededir.
Ancak, Aleviler, geniş bir görüşler yelpazesi oluşturmaları dolayısıyla bu önerilere baklenen yanıtı vermekten uzak durumdalar. Bir bölümü, eski Bektaşilerin izinden giderek, uzlaştırmacı tavırları ile yönetimin isteklerini birleştirmeye yönelirken; bir bölümü de, boyun eğmez Kızılbaşlık ilkesine sadık kalarak, geçmişe bağlılıklarını sol bir ideolojide kanıtlamaya çalışmışlardır.
Gurbetçiler arasında, çoğu kez Aleviliğe yabancı, fakat isteklerini dile getirmede onların çevre bilgilerinin eksikliğinden yararlanan başka ideolojiler de görülebilmektedir. Fakat bunlar konumuzun dışında kalıyor.