"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Şamancı Inanış ve Sufilik Arasında XIII. Yüzyılda Bektaşiliğin Kurucu Adı: Hacı Bektaş

Her şeyden önce, ele almam için verilen başlığı düzelmem gerekiyor.
“Şamancılık ve Sufilik arasında” söylemi doğrudur; fakat Hacı Bektaş, Bektaşiliğin ve onun günümüzede Alevilik adı verilen, Anadoludaki biçimlenişinin kurucusu değil; Anadolu kökenli ve düzenli bir dervişler tarikatı olan, özelikle Trakyada, Balkanlarda ve Arnavutlukta yayılmış bulunan Bektaşiliğin yanlızca esin kaynağıdır: Bektaşilik de, Alevilik de, XIII. Yüzyılda yaşamış bir halk ermişi olan Hacı Bektaş Veliye dayanmaktadır.
Yakın zamanlara kadar, Bektaşilikten ve Bektaşi tarikatından daha çok söz edilmekteydi. Ancak, Osmanlı Imparatorluğu Avrupadaki topraklarını yetirince, Bektaşiler, Anadoluda kalmış olan Aleviler karşısındaki üstünlüklerini yetirdiler. Aleviler ise, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda, Atatürkün ülkeyi laikleştirmesiyle bir yükseliş yaşadılar.
Göçer topluluklar olusturdukları, Anadolu bozkırlarında ve köylerinde yüzyıllarca dışlanarak yaşayan Aleviler, bu dönemden başlayarak, genç kuşağın eğitim gördüğü kentlere yerleşmek üzere, köylerini bırakmak göçe başladılar.
Birçoğu da, maddi koşullarını daha iyiye götürme amacıyla, Avrupaya doğru göç dalgaları içine katıldılar; ki dinsel törenleriyle birlikte, bugün kendilerinden söz edeceğimiz, bunlardır.
Gelelim, onların saygı ile bağlı oldukları Hacı Bektaş, 13. yüzyılda, Moğol akınının önünden kaçarak Anadoluya gelmiş bir dervişti. Bektaşi tarikatına adı verildi ve Şamancılıkla halk sufiliği arasında bir yaklaşma noktası olarak görünebildi.
Hacı Bektaş, Türk halk Islamlığı için örnek kişilik oldu. buna rağmen, yaşamı üzerine yazılmış “menakıbname”lerde çoğu kez, bu dünyayla gökyüzündeki ve yeraltındaki ruh dünyaları arasında bağlantı kuran, kerametlerde bulunan, bilici ve büyücü Şaman çizgileri ile yer almadadır.
Onunla ilgisi dolaysıyla ele alacağımız sufiliğe gelince: burada, Mevlana Celaleddin Rumi ve “sema-zen dervişler” (dönen dervişler) için olduğu gibi, kentlerin medrese kökenli bilgince sufiliği değil; Şamancı kalıntılarla birlikte, Türk halklarının yüz yüze geldikleri Budacılık Nesturi Hıristiyanlık, bir ara Uygur Türk Devletinin resmi dini olan Maniheizm gibi değişik inançları da içinde barındıra gelen bir halk sufiliği söz konusudur.
Daha sonra, halk Islamlığı, başka toluluklardan alınan öbür ögeleri de özümsedi: Bektaşiler Balkanlarda, “bogomil” ya da Hıristiyan yönelişleri benimsediler. Buna karşılık Alevilerin, Iranlı, Kürt ve benzeri topluluklarla yan yana ve çoğu kez iç içe yaşadıkları Doğu Anadoluda, Kürtler, Ehl-i Hakklar ve Yezidilerce benimsenmiş inançlardan gelme öğeler, ayrıca, “Bogomil”, “Tondrakit”, daha Batıda “Kathar” ve başkaları olmak üzere “Pauliciaism” kökenli “dualist” (iki Tanrı inanışlı) sapmalar görülür.
Bu sebepledir ki, Türk halk Islamlığı, bir din ve kültür “senkretizm”i olarak tanımlanabileceklerdir.
Hacı Bektaş, Anadoluya, Moğol akınından kaçan göç dalgaları ile birlikte 1230lu yıllarda, muhtemel olarak Maveraünnehirde ülkeleri Çingiz Han tarafından ele geçirilen Harezmlilerin ardı sıra geldi. bugün bildiğimiz, Iran illeri kavramının sıraladığı anlamla değil, Ortaçağdaki “güneşin doğduğu ülke” anlamıyla, Horasandan gelmişti. Deyim, Iranın doğusundaki bölgeleri, özelikle, Harezm torakları, Maveraünnehiri anlatmak için kullanıyordu.
1239-1240a doğru, Hacı Bektaş –o sırada hacı değildi- kendisini, , yönetim merkezi Konyada bulunan Rum Selçuklu Imparatorluğunun karşısında, Babai halk ayaklanışının içinde buldu. Ayaklanmanın gücü karşısında Selçuklu Sultanı ücretli Frank askerlerini çağırmak zorunda kaldı. Bunlardan birinin, Simon de Saint-Quintenın yazdıkları bugün elimizde bulunuyor.
Hacı Bektaş, ayaklanmayı sona erdiren kıyımdan kurtulanlardan biriydi. Birkaç yıl ortadan kayboluştan sonra Kapadokyanın küçük bir köyünde, bir münzevi yaşamı gördüğü Soluca Karaöyükte –bugünkü Hacıbektaşta- yeniden ortaya çıktı. Adıyla anılan tarikat, anlatıya göre 1271 yılında, kendisinin altmış üç yaşında ölümünden sonra kurulmuştur.
İlk Osmanlı sultanlarıyla aynı çevreden –oğuz Türkmen boylarından- gelen çok sayıda Bektaşi derviş, Osmanlıların yanında, Trakya ve Balkanların fethine katıldı. Bu dervişler inanç için savaşta öne geçtiler, fatihler, Gaziler oldular. Fetihlerle topraklar kazandılar. Kılıç hakkı saydıkları bu yerlere zaviyeler, tekkeler kurdular. Göçer yaşamlarını bırakarak yerleşikleştiler ve düzenli bir tarikat yaşamı oluşturdular. Kazanılan topraklarda, kolonileştirici dervişler oldular.
Balkan halklarının inanç değiştirmelerinde, bu Bektaşiler etken oldu. bölgedeki Müslüman nüfus, çoğunlukla Bektaşiliğe bağlıdır. Bektaşilik, özelikle XIX. Yüzyılda, bu tarikat inanışını resmi din olarak yerleştirmeyi amaçlayan bir akımın da geliştiği Arnavutlukta –bu akım II. Abdülhamid tarafından şiddetle bastırıldı-, dikkati çekmektedir.
Anadoluda kalmış olan ve günümüzde “Alevi” adı verilen Bektaşilere gelince, onlara verilen bu adın, ancak bir yüzyılı kapsayan yakın bir dönemi anlattığını hemen söylemeliyim. Sözcük gerçi hep vardır; fakat “Alisoyundan gelme” anlamındandır ve Irandaki kullanımı hep bu anlamda olmuştur.
Aleviler, Osmanlı belgelerinde, Rafızi “ayrılıkçı”, mülhid “Tanrısız”, zındık “inançsız” gibi dışlayıcı söylemlerle anılmaktadırlar.
Özelikle de XVI. yüzyılda kırmızı bir serpuşla ayırıcı baş örtüşleri dolayısıyla ilk Safevilerin taraftarlarına verilmiş olan adla, onlara kızılbaş denmiştir. Kızılbaşlar, Osmanlılara karşı Safevileri, yani Türklere karşı Iranlıları desteklemişlerdi. Ancak XIX. Yüzyıldadır ki, kendileri için insan suretinde tanrısallığı simgeleyen Aliye derin saygıyla bağlılıkları dolayısıyla, Alevi adı, Kızılbaş sözcüğünün yerini aldı.
Göçer ve ayrı-göçer kökenleri dolayısıyla, Alevilerin görenekleri kentlilerinkinden farklıydı. Köylerinde cami bulunmuyordu ve dinin dış biçimlenişlerine uymuyorlardı: beş vakit namazı kılmıyor, ramazanlarda oruç tutmuyor ve esritici içki yasağına uymuyorlardı. Kadınları kapatmaya gerek duymuyor ve toplantılarda erkeklerle yan yana duruyordu. Genel olarak tek evli idiler. Bundan dolayı da resmi Islama uyan Sünni inançlılarca dışlanmaktaydılar.
Çizgi dışı kalmaları ve dışlanmaları onlarda sürekli bir eziklik yarattığı için, baskıdan uzak olma amacıyla Aleviler, inançlarını issız yörelerde, geceleri ve gizli olarak yaşıyorlardı. Bu da Türkiyede günümüzde de ortalarda dolaşan, gece alemleri gibi, karalayıcı ve yaşamı güçleştirici birtakım söylentilerin doğmasına yol açıyordu.
Yakın bir geçmişe kadar, Alevilerin bir toplantısına katılmak çok güçtü; her şey gizlilik içindeydi ve Aleviler inançlarından söz edilmesinden hoşlanmıyorlardı.
Günümüzde birçok şey değişti. Aleviler saklılık alışkanlıklarını koruyor ve inançlarını dışa varmaktan hoşlanmıyor olsalar da, resmi bir baskıyla karşılaşmadıkları için, artık kimliklerini gizleme gereğini duymuyorlar.
Aleviler, atalar geleneğine bağlı ve kökleri boy göreneklerine uzanan bir yaşam tarzına dayalı sosyal bir olgu olmakla birlikte, bir din değildir.
İnanç yönüyle Alevilik, kendisinden ayırmadığımız Bektaşilik gibi, bir halk sufiliğidir. Sufilik, Islamın batıni biçimidir ve aynı zamanda, resmi inancın katılığına ve “nas”laştırılışına karşı da bir tepkidir. Sufilik, dinin, halk kitlelerinin duyarlığına ve hayellerine uygun biçimde algılanışına izin vermededir. Anlatılara ve söylencelere dayanan batıni biçimiyle Islam, ata gelenek ve göreneklerini ağır bastığı boy yaşamı içinde, daha kolayca özümseniyordu.
Alevi inanışı, yeniden-bedenleşme ile birlikte Tanrının insan suretinde tecelli ettiği inancına dayanmaktadır. Tanrı, insan suretiyle tecelli edişinde, Ali adını almadadır.
Fakat unutmayalım ki, Alevilik halk sufiliği, şamancı öğelerin, Islam öncesi Iran çift-tanrılığının (dualisme) ve “gnostisizm”in de içinde yer aldığı bir dinler karışımıdır da. Ayrıca –ve hatta özellikle-, kendileri On Iki Imama bağlı oldukları söylüyor olsalar da, Ismaililerinkini andıran güçlü bir aşırı Şii etki de görülmemektedir. Bu sonuncu etki, XVI. yüzyılda, ateşli taraftarları ilk Safeviler döneminde belirginleşir. Başarılarını borçlu bulunduğu müridlerince, genç Şah Ismail tanrılaştırılmış ve Alinin yeniden bedenleşmesi olarak görülmek istenmiştir.
Birazdan Ayin-i Cem, “Birlik Ayini”, aynı zamanda Kırklar Meclisi de denen bir Alevi töreniyle karşilaşacaksınız. Bu, öte-dünyada, zaman dışı bir evrende geçmekte olan bir olayın yansılanışıdır. Törenin erkanı, Safeviler döneminde, muhtemel olarak Şah Ismail zamanında kurallaşmıştı.
Erkan birkaç bölümden oluşmadadır. Öğreti açısından ağırlıklı olan bölüm, Ali adının ayrılmaz biçimde Tanrı adının söylenişiyle kaynaştığı tevhid (Tanrının birliğinin söylemi) bölümüdür. Ali “Şah” sözcüğünde belirmededir. Şah Ismail döneminde bu, ruhani olan Şah ile ölümlü Şah arasında, istenen bir karışmaya yol açmadaydı.
Ardından, Peygamberin Mirac olayının anlatımı gelir. Bu yolculukta, Peygamber, “Kırkların Cemi”ne ulaşır. Kırkların Aliden başkası olmayan başkaları onu karşilar. Ancak söz konusu, ezel niteliği içinde Alidir ve Peygamber onu bu niteliği ile tanıyamaz. Nerede bulunduğunu öğrenmek ister. Ali, “Biz Kırklarız ve Kırkımız Biriz” der. Sözlerinin kanıtı olarak parmağını keser ve o anda bütün Kırkların parmağı kanar. Peygamber, fakat siz otuz dokuz kişisiniz der. Kendisine “Birimiz rızık toplamaya gitti” denir ve kanayan bir el belirir. Bu, o sırada bac toplamaya gitmiş olan, Ortaçag meslek loncalarının Piri, Selmanı Farisinin elidir. Bölüm, Ortaçağ Türkiyesinde büyük ağırlığı olan meslek loncalarından, Ahi törenlerinden esinlenmiştir.
Selman, sadaka toplama görevinden bir tek üzümle döner. Peygamber bu taneyi sıkacak ve Kırkların hepsini esritecek kadar şerbet çıkaracaktır. Bu şerbetten kendisi de içerek esriyen Peygamber semaa kalkar. Türbanı çözülür düşer ve kırk parçaya bölünür. Kırkların her biri bir parçasını kuşanır, hep birden Muhammed-Ali aşkına dönmeye başlarlar.
Törenin bu anında, semahda yer almak isteyen erkeklerle birlikte kadınlar da kalkar ve dönmeye başlarlar.
Dua biçimini almış, kuralları belirlenmiş bir tören dansı söz konusudur. Mevlevilerin, yıldızların güneşin çevresindeki dönüşlerini simgeleyen semalarından farklı olarak, Alevilerin semahı turnanın uçuşunun yansılanmasıdır. Turna, Asyanın büyük bir kesiminde, Uzak Doğuda olduğu kadar Orta Asyada da kutsal tanınan bir kuştur: göçer toplulukların, aynı zamanda ebedi yaşamın ve ebedi dönüşün simgesidir.
Semahtan sonra tören, Kerbela Olayının, İmam Hüseyinnın ve onun susuzlukla can vermiş olan yoldaşlarının şehadetlerinin anılışıyla sona erer: Su getirilir, şehitler aşkına herkes bir yudum içer. Deyişler okunur; tören, bu katıksız Şii anışla son bulur.
Yargıyı siz verin….
Birazdan görecekleriniz, Mevlevi dervişlerin (dönen dervişlerin) semahı ile karşılaştırabileceğiniz bir tören değildir. Bu, Iranlı esinlenişlerin bilgin sufiliği olmadığı gibi, Müslüman kültürün hiçbir yabancı öğe alınmamış bir ürünü de değildir. Bir halk dindarlığının belirtisi, kalbin bir çığlığı, işlenmemiş bir taş örneğidir.