"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

“Şah-ı Merdan yardımcınız olsun!”

Sabahleyin herkes dergahta toplandı. Sıra Haydara dedelik hırkasını giydirip, Pirlik nişanı takmaya gelmişti.
Seyit Ali Sultan Dede, önceden hazırlandığı hırkayı ve nişanı eline aldı.
* Erenler hu… Bismişah Allah Allah!, diye ünledi. Dergahta bulunan canlar “Hu” diye karşılık verdiler.
Dede şöyle dedi:
* Gayrı haydarın dedelik hırkası giymesinin zamanı gelmiştir. Son olarak soruyorum. İçinizde Haydarın yaramaz bir işini gören varsa, dile gelsin, bile gelsin.
Biraz bekleyip, tek tek canların gözlerinin içine baktı. Kimse karşı değildi.
* Öyleyse hepinizin tanıklığında Pir Sultanı yanımdaki Dede Postuna oturtacağım. Eksikliklerini tamamlayınca gelip Banazda dergah kurup süreğimizin önderlerinden olacaktır. Huzurunuzda şunu da söyleyeyim ki, kendisine bir musahip, bir de avrat gerektir. Gerçi kendisinin, musahibini ve can yoldaşını seçmede, hiçbir etki altında kalmamasını dilerim. Ama benim gönlümde, Ballıhan kızımı Pir Sultana vermek geçer.
Kadınlarla birlikte oturan Ballıhan, bu son tümce karşısında ister istemez sıkıldı, Pir Sultan da öyle…. Başlarını önlerine eğdiler Dede, konuşmasını şöyle sürdürdü:
* Ne var ki son isteğim, hemen olacak şey değil. Zamana bırakmak gerek. Pir Sultan ve Ballıhan iyice düşünüp öyle karar versinler. Sofular halkı kusura kalmasın. Böyle denk geldiği için böyle oldu. ikrarımız önceden verilmiş olduğu için, kötü haberinizle çakıştı. Haydi Pir Sultan, Banaza gidene dek, vekilimsin. Var bildiğin gibi yap.
Seyit Ali Sultan Dede, kendi elleriyle hırkayı Pir Sultana giydirdi, pirlik nişanını da boynuna taktıktan sonra alnını öptü. Kutladı. Pir Sultan da onun avucunun içine niyaz oldu.
* Destur ya Pirim.
* Destur senindir Pir Sultan. Buyur postuna otur.
Pir Sultan Abdal, Seyit Ali Sultan Dedenin makamının bitişiğindeki posta oturduktan sonra bütün canlar, bağlılıklarını ifade etmek amacıyla bir bir kalkıp ona niyaz oldular.
Ballıhan da büyük bir saygıyla eğilip, Pir Sultanın avucunun içine niyaz oldu. sofulardan gelenler dertlerini unutmuş gibiydiler. Bütün canlar yerlerine oturduktan sonra Pir Sultan şu konuşmayı yaptı:
* Canlar, Allahın izni, dedemizin ve sizlerin himmetiyle, hırka giyip nişan taktım ayağınızın turabı olarak, layık olmadığım bir posta oturdum. Üstesinden gelebilir miyim, bilmiyorum ama, şunu biliniz ki, gönlüm Hak aşkıyla doludur. Çalışacağım. Bu can tende durduğu sürece, sizler için didineceğim. Haydın şimdi durmayalım, Sofulara gidelim. İki can yerde yatıp bizi bekler. Düğünümüz var. Hakkın buyruğunu yerine getirelim.
Canlar hep birden ayağa kalkıp, tek tek dergahtan dışarıya çıktılar. Atlar hazırlandı. Pir Sultan önde, diğerleri arkada Sofular köyünün yolunu tuttular…
Seyit Ali Sultan Dedenin içinden, Sofulara gitmek geçti, ancak Pir Sultanın üstüne gölgesini düşürmemek için bundan vazgeçti. Onlar uğurlarken:
Güle gülegidin Şah-ı Merdan yardımcınız olsun, diye dua edip içeriye girdi. Ballıhan, Ümmühan ve diğer kadınlar da yolcuların arkasından “Uğur ola” şeklinde dilekte bulunarak, el salladılar.
“Gelin canlar bir olalım!”
Ne Pir Sultan Abdalın, ne de diğerlerinin Sofulara varıncaya dek, ağızlarını bıçak açnadı. Pir Sultan, yolculuk süresince, Osmanlının bu yanlış siyaseti karşısında, ne yapılması gerektiğini düşündü. Ancak kısa vadede, aklına hiç bir çözüm yolu gelmedi.
Sofulara geldiklerinde, öyle bir haylovla karşılaştılar ki, dağ-taş, kurt-kuş durup onları dinliyordu. Kadınların ağıtı, gökleri tutmuş, turnalar bile onların acısı karşısında yollarına devam edemez olmuşlardı.
Canlardan biri öne çıktı:
* Bacılar, gardaşlar az bir susun hele! Acımız büyüktür, lakin az Onun size diyecekleri vardır, susun hele! dinleyin!…
Kadınların haylovu dindi.
* Banazdan Haydar, Yıldızeli Dergahında çile doldurmuş Pir Sultan olmuştur. Hırkasını daha bu sabah giymiştir. Onun gösterdiği yoldan yürüyeceğiz. Kendisi derdimizi ve sevincimizi paylaşmaya gelmiştir. Köyde olup bitenlerin tümünden haberdardır. Seyit Ali Sultan Dedeye, Pir Sultan Abdala ve dergahtaki herkese bir güzel anlattık. Gelemeyenlerin selamı var. hele bir Pir Sultanı dinleyin.
Pir Sultan Abdal atından indi. Köylülerden biri koşup atın dizginini elinden aldı. Gördükleri karşısında Pir Sultannın gözleri dolu doluydu. İki can, kadınların oluşturduğu halkanın ortasında yatıyor. Hızır acıdan kafasını gögsünü yumrukluyordu. Diğerleri de atlarından indiler.
Kadınlardan biri:
* Bizim halimiz böyle ne olacak Pirim?… Hep çileli mi yaşayacağız?… Hep ağlayacak mıyız?… Anlımızın kara yazısı, hiç aklanmayacak mı?
Bir başkası:
* Her zaman böyle mi olacak? Çaresi yok mu? Gidip Valiyle konuşun. Gerekirse Padişaha gidin…
Pir Sultan eliyle işaret verip, onların susmasını bekledi. Ardından da gür bir sesle şöyle dedi:
* Vardır canlar, çaresi vardır. Kolay değildir ama, çaresi vardır. Çaresi bizleriz, kendimiziz. Şimdi ben size derim ki!..
Köylüler, pür-dikkat Pir Sultanı dinliyorlardı. Pir Sultan, konuşmasını Yunusun şu sözleriyle sürdürdü:
Geçti beyler mürüvveti
Bindiler birer atı
Yedikleri insan eti
İçtikleri kan olusar…
Madem ki öyle…. Madem ki, insan eti yiyerek doyuyor, insan kanı içerek kanıyorlar; o halde bizim de yapacağımız bir şeyler olmalı canlar! Ben size derim ki;
Gelin canlar bir olalım
Münkire kılıç çalalım
Yoksulun hakkın alalım
Tevekeltü taallah….
Özü öze bağlayalım
Sular gibi çağlayalım
Bir yürüyüş eyleyelim
Tevekeltü taallah….
Pir Sultanım geldi çuşa
Münkirlerin aklı şaşa
Takdir olan gelir başa
Tevekeltü taallah….
Ne demiş Hacı Bektaş Efendimiz, “Bir olalım, diri olalım, iri olalım…” Böyle olursa, kimsenin gücü bize yetmez.
Pir Sultanın bu nefesi karşısında heyecanlanan halk, acısını unuttu ve onunla aynı duyguları yaşayarak, birlikte “Gelin canlar bir olalım!” diye gürledi.
Ses öyle bir yankıladı ki, evi köyün epeyi dışında olan Molla bile işitip, ister istemez ürktü. Ayağa kalktı ve durup bir süre dinledi, fakat onlanra bir anlam veremedi. Çünkü hiç alışık olmadığı bir durumla karşı karşıyaydı. Köylünün bugüne dek, böylesine çoştuğu, hiç mi hiç görülmemişti.
Bir süre önce, yürekleri gögüs kafesinden söküp alan ağıt, yerini öfkeye bırakmıştı.
“Gelin canlar bir olalım!…” Bu da nereden çıktı? “Münkir” dedikleri de kimdir? “Tevekeltü taallah” ne demektir?… Bir an onlara gözleriyle tanık olmak istedi. Köy meydanına gelmeyi düşündü, fakat bundan vaz geçti. Nesine gerekti. Durup dururken başına iş mi alsındı? Pir Sultan da kimdi böyle?… Bu ana değin hiç böyle bir ad duymamıştı… Yok yok, en iyisi evinde oturmalı, köylüye gözükmemeliydi. Fakat kim ne derse desin, bu iyiye “alemet” değildir!…
Pir Sultan şöyle dedi:
* İşte böyle canlar. Çaresi vardır. Çaresi ellerimizdedir. Ne demiş Hünkar; “el gövde de kaşınan yeri bilir” bilmelidir. Başka bir çıkış yolu da yoktur…. Pirimiz Hünkar Hacı Bektaş Veli, çaresini bizlere söyledi de, biz beceremedik. Çaresi kendimiziz. Ancak biz insanoğluyuz, insanı sevenlerdeniz. Kan dökmek, kin gütmek bizim kitapta yazılı değildir. Her şeyi iyilikle ve dahi güzelikle çözüme kavuşturmak, elimizden bırakmayacağımız silahımız olmalıdır. Birlik neredeyse, dirilik ordadır. Önce kendi aramızda, sonra komşu köylerle, daha sonra Anadoludaki tüm Türkmenlerle birliğimizi kurarsak; kimse sırtımızı yere getiremez. Bizim birliğimizden, şu an bize zulmedenler de yararlanacaktır. Herkes hakkına razı olursa, kötülük olur mu?.. Kerbelada Şah Hüseyinin arkasından dönülmeseydi; Selçuklular zamanında, Baba İshakın çevresinde kenetlenme olsaydı, kan dökülür müydü? Ne beriki, ne de öteki tarafın kanı akmaz, dirlik düzenlik olurdu. Çünkü ne Şah Hüseyin, ne de Baba İshak, kan dökücü değil, dostluk ve barıştan yanaydılar. Barıştan kime ne zarar gelir ki? Yaptıkları; kaybolmuş olan haklarını aramaktı…
Pir Sultan Abdal konuşmasını şöyle sürdürdü:
* Bu arada bir eksiğiniz olursa, çekinmeyin. Dergah hepimizindir. Ne zaman isterseniz adam gönderin, bizde var olan erzaktan size de gönderelim. Ancak şunu da belirteyim ki, kilerimizde bulunanlar, yine taliplerimizin getirdikleridir. İçimizde varsıl, yok denecek değin azdır. Yoksulun getirdiğini yine yoksula dağıtmaktayız. Bilirsiniz asesler peşinizi bırakmazlar, gelip mutlaka aşarı alacaklardır. Ancak onlar gelmeden, devletin belirlediği miktar neyse, aranızda toplayın ve götürüp teslim edin. Gerisini onlar düşünsün. Sizler birbirinizin tanığısınız. Elinizi vicdanınıza koyun ve gerekeni yapın. Elinize sahip olun. Aşar vermek bir vatandaşlık görevidir. Devlet, onda bir demişse, onda bir vereceksiniz. Az da vermeyin, fazla da… Devletin ambarlarına gider mi, gitmez mi, o da devlet görevlilerinin bileceği şeydir. Haydın şimdi cenazelerimizi yuyup kaldıralım. Hızırcan yanıma gelsin bakalım.
Köylülerin bir bölümü kazma-kürek alıp mezar kazmaya giderken, diğerleri de cenazelerin yıkama işlemlerini tamamlamaya koyuldular. Hızır ise bitkin bir halde gelip Pir Sultanın yanında durdu. Az ileride de dergahın olgun canlarından olan Ali Baba, ile köy sakinlerinden Topal Musa ve diğerleri durmuş onları izliyorlardı.
* Bak Hızırcan, yürekli bir delikanlısın, belli… Aseslere karşı durup ananı ve nişanlını kurban vermişsin. Az önce ne dedik? Takdir olan gelir başa. Ölenle ölünmez. Kendini toparlamalısın. Bilirim, acın büyüktür. Başın sağolsun. Az sonra cenazeler kaldırılıp toprağa verilecek. Ardından da Mustafa ile Fatmanın düğününe devam edilecek. Bu noktada anlayış göstermelisin. Gençlerimizin heveslerini kursaklarında bırakmak olmaz. O da bir Hak buyruğudur. Herkesin içi kan ağlıyor, onlar düğün yapmak istemezler, lakin başlanmış bir iş yarım kalmamalıdır.
Pir Sultanın konuşmasını dinleyen Topal Musa da gelip onların yanına dikildi, Ali Baba da… Hızır başını önüne eğmiş, Pir Sultanın sözlerini kafasıyla onayladı.
Topal Musa söz istedi.
Pir Sultan:
* Söyle erenler, söz senindir. Buyur.
* Buyrun var olsun Pirim. Haddim değil ama, köylü düğünde çalgı istemez. Düğünde çalgı oldu mu, oynamak ve de gülmek gerek. Öyle olmadıktan kelli neye yarar davul zurna? Hele şimdi bir kez cenazelerimizi kaldıralım…
Pir Sultan:
* Güzel dost zaten ben de, davul-zurna çalsın demedim. Düğün devam etsin dedim. Usulüne uygun olarak gelinimizi alıp, damat evine götürelim, demek istedim. Bilirim, köylerde, böyle zamanlarda, 40 gün yas tutarlar. 40 gün bir gelinin duvağıyla babaevinde beklemesi caiz midir?
Musa mahcup oldu.
* Bağışla pirim… Caiz değildir!
Pir Sultanın söylediği gibi yaptılar.