Eski Türklerde; su, ağaç, kaya, dağ gibi doğal varlıklar da ruh sahibi kabul edilmişlerdir. Bunların ruhuna “yir-sub” (yer-su) deniliyordu. Güneşe yönelerek Gök tanrıya (Kök Tengri) tapınan, gece aya saygı sunan Türk insanı, gündelik yaşamında ise doğa varlıklarına saygı duyarak yaşardı. Hun yabguları her sabah ve akam bu töreni zorunlu olarak yerine getirirlerdi. Batı Hunlarının kolu olan Tunceli halkı arasında bugün de aynı tapınma biçimi devam etmektedir ve diğer Aleviler de bu durumu çok iyi bilmektedir. “Ay Ali gün Muhammed” benzetmesi de bu eski inancı Islam içine taşıma etkinliğinden başka bir şey degildir.
Bugün Türk bayrağinda kullanılan ay-yıldız simgesi aslında yarım ay (hilal) ile güneşi gösterir. Bu iki sembole eski Türklerde “kün-ay” deniliyordu. Gün-ay sembolü; zamanla Muhammed Ali haline getirilmiştir.
Yıldız; güneş çiziminin zaman içinde değişmiş biçimidir. (Bu konu ile ilgili olarak Prof. Emel Esinin Türklerde Maddi Kültürün oluşumu adlı eserinde ve diğer mekalelerinde ayrıntılar bulunmaktadır.)
Başlangıçta çok dallı olarak gösterilen güneş zamanla yıldıza dönüştürülmüştür. Günümüzde “Davut Yıldızı” da denilen ve Yahudilere mal edilen altı dallı yıldız da Türkler arasında ortaya çıkmıştır. M.Ö. 3. yüzyıla kadar uzanan bu olgununbir örneğini; Yahudi yerleşimi olmayan Niksardaki ilk Türk mezarlığında bizzat tespit ettim. Malazgirt Savaşında hemen hemen 10 yıl kadar sonra Niksarda ilk Türk devletini Melik Danişmend Ahmet Gazi kurdu. Danişmendlilerin ilk sultanı olan Danişmend Ahmet Gazinin mezarı bu ilçede… Bu mezar, Aleviler tarafından kutsal kabul kabul ediliyor ve çocuğu olmayan kadınlar orayı ziyaret edip çocuk dileğinde bulunuyorlardı. Bugün Danişmend Gazi türbesinin çevresindeki mezar taşlarında açık açık Yahudi yıldızı denilen yıldızın oyulduğu mezar taşları bulunmaktadır. Aynı mezar taşları içinde eski Türklerden gelen “hayat ağacı/ölümsüzlük ağacı” çizimleri de bulunuyor. İslam etkisikuvvetlendikçe bu mezar taşları yitip gittiler ve Arapça yazılı taşlar bu çizimli taşların yerini aldı.
Türklerin ateşin su ile söndürülmesi güneşe saygısızlık kabul ediliyordu. Suların kirletilmesi de öyle idi. bu tavırlar, ruhlara hakaret idi. ulu ağaçların ruhu olduğu kabul edildiğinden onlar da kesilmezdi.
Türklerin kendilerinin meşe ağacından doğmuş kabul ettiği de tarihsel kayıtlarda yer almaktadır. Bunlara “miş-ar” denilmiştir. Meşe-eri, meşe insanı demek olan bu terim; ağaca tapınmanın da iaretini taşır. Bu durumun en ayrıntılı anlatımını Alban Tarihinde yakalamaktayız. (Bak, Türk Kimliği, s. 74 vd…) 14. yüzyılda yazıya geçirilen Dede Korkut Hikayelerinde ağaca yönelik övgüler de eski geleneğin devamından başka bir şey değildir. Şah Hatayinin ağaçlarla ilgili güzellemesi bunun yansımasıdır. Bu şiirler; Islam öncesinde yazılan doğa şiirlerinin bir devamıdır. (Bu konudaki bazı örnekleri R. Rahmeti Arat; Eski Türk Şiirinden aktardık)
Bugün bile Alevi köylerinde aynı gelenekler devam etmektedir. Eskiden yer-su ruhlarının yerini şimdi “günah” kavramı almış ve eski inançlar Islam içinde de devam ettirilmiştir.
Anadolu Alevileri arasında kayın ağacı da kutsal sayılır. Alevi cem törenlerinde kullanılan ve kutsal olduğu kabul edilen asa da kayın ağacından yapılır. Binlerce yıl ötelerde de Türkler kayını kutsal ağaç saymışlardır.
Anadolu Aleviliği bu yüzden doğa ve doğal kaynaklarla barış içinde yaşamayı temel almış olan bir hayat tarzını temsil eder. Şu kesindir ki Türkler; bunca savaşcılığına karşın, doğayla savaşı kutsal ruhlara (tanrılara) karşı gelmek olarak görmüşlerdir.
Bu durum, hayvan-insan ilişkisinde de bütün canlılığıyla sürüp gelmiştir. Örneğin cem töreninde kurban edilecek koç vaya kısır koyun için yapılan tören; çok üzgün bir özür dileme, af dileme, bağışlanma ve canlıyı yüceltme eylemi gibidir. Kurban; oradaki canlardan birisidir ve en kutsal olanların başında gelmektedir. Hayvanın da insan gibi ruhu olduğu kabul edilmiştir. Bu yüzden onun kanı da kemikleri de kutsal sayılmıştır. Kurbanın kanının sokağa akıtılması, kemiklerinin bir çukura gömülmesi; hayvanın öbür alemde yeniden dirileceğine olan inanç yansıtır.
Aleviler etinden ve sütünden faydalandıkları, çifte koştukları hayvanları göz bebekleri gibi korumuşlar, onlara özel adlar vererek; nazar boncukları ve kelekler takarak bir insan gibi süslemişlerdir.
Pir Sultan Abdalın “Irençberler hoşça tutan öküzü” kavuştaklı şiiri bu sevgiyi gösteren eserlerden birisidir.