Türkiyedeki akademik çevrelerde Aleviliğin tanımı, şimdiye değin dıştan, genelikle de mezhep kaygısı güdülerek yapıldı. Alevi aydınların ve yazarların tanımlamalarında ise siyasal kaygılar ve kişisel algılamalar etkili oldu. tenımın gerçekle bütünleşebilmesi için Alevilerin kendilerini nasıl ifade ettiklerinden yola çıkmak gerekir. Bunun için de Alevilerin, kendilerini yazılı kaynaklarında nasıl tanımladıklarına bakmalıdır.
Alevi yazılı kaynakları şunlardır:
1- Buyruk (İmam cafer-i Sadık Buyruğu), 2- Sözlü kültürden yazılı kültüre aktarılan Alevi halk ozanlarının dinsel şiirleri, 3- Menakıpnameler, 4- Vilayetnameler, 5- Cenknameler, 6- Tarihler-İslam Tarihi.
Bütün bu kaynaklar tarandığı zaman çıkan Aleviliğin tanımı şudur: Alevilik “Muhammed Ali yolu” dur.
Alevi yazılı kaynaklarının en önemlisi, bu mezhebin ilmihali olarak hazırlanan buyruklardır. Anadoluda ve Balkanlardaki Aleviler arasında değişik yazmaları bulunan Buyruklar, Aleviliği en yalın biçimde Muhammed Ali Yolu olarak tanımlar. Bu tanım şiire, menakıpnamelere, vilayetnamelere bu biçimde yansır.
“Alevi” sözcüğü, tarih içinde daha çok “Ali evladından olanlar” ı yani “Seyyidler” i anlatmak için kullanılmıştır. Örneğin, Emevi yönetimine isyan eden Kufeliler için ibn hallikan, Alevi diyor (ibn Kesir, c. 10, s. 63)
Harun Reşit, 782 yılında Ali soyundan gelen (Talibi) İbrahimoğlu Hasanı öldürtmek isterken Vezir Yakuba, “Şurada bir Alevi var, onun hakkından gel!” diyor. (İbn Kesir, c. 10, s. 248)
833te ölen Halife Memun, vasiyetinde, kardeşi Mutasıma, “Alevilere iyi davran. İyilik yapanların iyiliğini kabul et, kötülük yapanları bağışla ve onlara maaş ver.” Demişti. (İbn Kesir, c. 10, s. 473)
9. yüzyılda Mazanderanda Aleviler bulunduğu vurgulanırken, bunların Alevi vatandaşlar değil, Ali soyundan gelenler olduğu anlaşılmakta idi. eski tarih kaynaklarında bu sözcük genelde yukarıdaki anlamda kullanılıyordu.
Bu sözcük zaman içinde hem Ali evladından olanları hem de onlara bağlı kitleleri anlatmaya başladı.
Anadoludaki Alevi kitleler için resmi Osmanlı kaynaklarında Alevi nitelemesi kullanılmıyordu. Çünkü, Alevi sözü, Aliye bağlı, onun yolunda giden anlamına geliyor, bu da onlara dinsel bir saygıyı zorunlu kılıyordu. Osmanlı Sünni yönetimi Alevi kitlenin ideolojik desteğini kırmak için Alevi nitelemesini kullanmadılar; bunun yerine genellikle “Kızılbaş” terimi ile yetindiler. Halbuki Alevilerin temsilcileri Alevi sıfatını 16. yüzyılda açık açık kullanıyorlardı. Örneğin, Sivasta 1550ler dolayında asılan Pir Sultan Abdal, bir şiirinde şöyle diyor: “Gidi Yezid bize Kızılbaş demiş / Hüseyniyem Aleviyem ne dersin”.
Şah İsmailin askerlerinin 12 dilimli kızıl renkli külah takmaları yüzünden, Osmanlı, “Kızılbaş” sözcüğünü bunlar için kullanıyordu. Anadoludaki Aleviler de Şah İsmaile sevgi duydukları için “Kızılbaş” sözcüğü Osmanlı yönetimince hakaret/kötüleme için kullanılmaya başlamıştı. Pir Sultan Abdal, bu kötülemeye karşı Alevi kitlenin tepkisini böyle ortaya koymaktadır.
Pir Sultan Abdaldan bir yüzyıl sonra, Alevilerin Yedi Ulular diye andığı ozan kümesinde olan Kul Himmet, açık açık Alevi kimliğini dile getirir:
“Cümle bir mürşide demişler belli (evet)
Tesbihleri (duaları) Allah Muhammed Ali
Meşrebi Hüseyni ismi Alevi
Muhammed Aliye çıkar yolları.”
Aslında yukarıdaki dörtlükte Aleviliğin tanımı, felsefesi, ilkeleri, kaynağı ve duruş tarzı açıkça ortaya koymaktadır: Tanım: Muhammed Ali yolu. Felsefesi: El ele El Hakka ilkesinden (Hazreti Muhammede ilk Müslümanların yaptığı Hudeybiye biatinden – kabul ediş – ilham alarak) yola çıkarak bir öndere (mürşide) bağlılık ve Allah Muhammed ali ilkesini temel almak. Kaynak: Muhammed ali: Muhammedin risaleti ve Alinin velayeti; bunların iç içeliği. Duruş tarzı: Hüseyince… Yani zalime baş eğmemek.
16. yüzyılın sonlarında yaşanıldığı sanılan Derviş Mehmet yine Kızılbaşlığı açıkça savunan ozanlardandır:
“Gidi Yezid bize Kızılbaş demiş
Bahçede açılan gül de kırmızı
İncinme ey gönül ne derse desin
Kuranı derc eden dil de kırmızı”
18. yüzyılda Bolulu Dertli, Hüseyin aşkına ve Kerbela hatırına kendisini kesmiş ve Kızılbaşlığını haykırmıştır. Kızılbaşlığa sahip çıkmak, bir onur ve bir duruş olarak Alevi kitle içinde saygınlık / hayranlık kazanma yolu olmuştur.
İrandaki Türkmenlerle çıkar çatışmasına girene kadar Osmanlı yönetimi Alevi kitleler için küfür ve hakaret içeren açıklamalar yapmıyordu. Çünkü bu kitle Gaziyan-ı Rum, denilen Anadolu Gazilerinin tabanını oluşturuyordu. Balkanların ele geçirilmesinde Gaziyan-ı Rum, örgütlü Osmanlı ordusundan daha etkili oluyordu. Çünkü, bu kesimin içinde yer alan Alevi babaları (dedeler) Hırıstiyan ikliminde serbest felsefe ile İslamı yayıyor ve Balkanların yoksulları, ezilmişleri Kızılbaşlık kanalından Müslüman oluyordu.
Osmanlının kuruluş dönemlerinde, Anadoludaki aşırı Alevi kitleleri anlatmak üzere “Işık taifesi” kullanılan terimlerden birisi idi. bunun yanı sıra “Torlak”, “Abdal” “Kalender”, “Etrak”, “Terakime” gibi ifadeler de dikkat çekmektedir. “Etrak”in Türkün çoğulu olduğu dikkate alınırsa, Alevilerle Türklerin bir zamanlar eleştirildiği bile anlaşılır. Zaten, Osmanlı Devletinde Alevilere karşı kıyım hareketi başlatıldığında, saraydaki devlet adamları ve aydınlar, Anadoludaki Türk nufusu, “Etraki bi idrak: İdraksız, akılsız Türkler” diye aşağılıyordu.
Şiirlerini Farsça yazan ünlü Türk mutasavvıfı Mevlana Celaleddin Rumi de Türkü çok kötü bir millet olarak aşağılar. Aşağıda anlatılan olay bunu gösterir:
“Yine meşhur bir hikayedir: Bir gün Şeyh Selahaddin hazretleri bağını yapmak için üçretle Türk rençberler tutmuştu. Bunu gören Mevlana Hazretleri: “Efendi, bağ yapımında Rum rençperler, bozumunda da Türk rençperler tutmak lazımdır. Çünkü dünyayı imar etmek Rumlara; yıkmak ise, Türklere mahsustur.”
Mevlana Celaleddinin ve onun efendisi olan Selçuklu sarayının bu bakış açısı; zamanla Osmanlı Devletine de geçti.
1492 yılında Divan-ı Hümayun katibi olan ve Kadimi mahlasını taşıyan Hafız Hamdi Çelebi bakın ne yazıyor: “Başını kes, kanını dök, üzülme Baban bile olsa Türkü katlet.”
Kurduğu devletten hak isteyen Türk halkını; o devleti yöneten aynı milletten birisi işte böyle düşman görüyor.
16. yüzyıla doğru bu kesimleri anlatmak için “Rafızi (sapkın)” terimi kullanılmaya başlanmıştı. Saray alimlerince, dinsizleri anlatmak için kullanılan “mülhid” sözcüğünün hedefi de genelde Alevilerdi.
Daha sonra devreye Kızılbaş nitelemesi girdi ve Rafızi veya mülhidle anlatımın keskinleştirilmesi gereken yerlerde devletin tarihçileri bu terimi kullanmaya başladılar.
Tarih ve sosyoloji açısından baktığımızda Alevi teriminin İslam içi bir anlatım yolu olduğu ortaya çıkmaktadır.
Sünni kesimin yazdığı tarihler, mezhep kitapları, Alevi kesimin bu konuda yazdığı kitaplar, Avrupalı araştırmacıların yaptığı çalışmalar ve yorumlar hep bu açıdandır. Ne acıdır ki günümüz Türkiyesinde, kendilerini Alevi gösteren kimi yazarlar, Alevilik için “dindışı, İslam dışı” dediler. Böylece de Alevilere dinsiz diyen şeriatçı/yobaz kesime koz verdiler.
Sünni din adamları ve yazarları, en eski zamanlardan beri Aleviliği incelemiş ve bunu itaplaştrmşlardr.
Bu çalışmalarda Aleviler ya Şii ya da Rafızi olarak gösterilmişlerdir; ki, bunlar bile İslam için nitelemelidirler. Koyu Sünni tarihçiler, “sapkın” anlamına geldiği için Rafızi terimini yeğlediler. Şiayı; Bağdadi, Razi, Nefesi gibi yazarlar Rafizi diye tanımlar. Bu anlayışta olup 1037de ölen Ebu Mansur Abdulkaahir el-Bağdadi, Ravafız bölümünde, Aleviler Rafızi (sapık) mezhep olarak kabul eder ama İslam içinde inceler. Bu Sünni yazar o zaman Alevilerin Zeddiye, Keysanniyye olmak üzere üç kolu bulunduğunu belirtir ve bunların alt basamaklarını da inceler (bak: Mezhepler Arasındaki Farklar, s. 26 vd.) El-Bağdadiden çok daha önce de bu konular mezhep kitaplarına bu biçimde girmiştir. 946da ölen Mesudinin Muruc ez-Zehep adlı eserinde verdiği bilgiye göre, daha o dönemde Şia üç ana kol haline gelmiştir. 1- Zeydiyye: 8 fırka halindedir. (Sünni İslama daha yakındır.) 2- Gulat (İsmailiyye/ 7 İmamcılık): 8 fırkadır.: (Gulat, Galiyeden (aşırı) gelen bir terimdir ve aşırı Alevileri anlatır.). 3- İmamiyye: 35 fırkadır. “Şia fırkalarının tamamı 73 fırkadır. Gulat da 8 fırkadır: Muhammediyye koluna bağlı olanlar 4 kol, Mutezile koluna bağlı olanlar 4 koldur ve bunlar ALEVİDİR. (s. 223)”
Görüldüğü gibi bin yıldan daha öncesinde Alevilik terimi bir İslami mezhebi anlatmak üzere kullanılmıştır. Bu tanımlamada yer alan “Gulat” terimi de aslında Asyada şekillenip Anadoluda ve sonra da Balkanlarda gelişerek süren Alevilik için de kullanılabilir. Gulat (aşırı) Alevilik, elbette ki Sünniliğe çok ters gelen bir çizgiyi temsil etmektedir.