"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Yezidin Sarayında

Aradan bir ay kadar geçmişti.
Emevi saltanatının merkezi olan Şamı Şerif şehri; yine, zevk ve neşe içindeydi… Emirülmüminin ve halifei Müslimin denilen Yezidin sarayında, çılgın saz sesleri, sokaklara taşınıyordu. Çoşkun Ya leyl!… sadaları, naralarla karışıyordu.
Sarayın en serin mermer Kahında (Divanhane) mermer havuzlardan fışkıran, portakal ve kebbat ağaçlarının çiçekleri arasında dağılıyor. Renk renk papağanlar, tavuslar, güvercinler; manzaranın güzelliğini artırıyordu. Ortada bir maymun dolaşıyordu. Bu maymunun başında, ulemaya mahsus bir kavuk, sırtında dauzun ve yeşil renkli bol bir cüppe bulunuyordu. Altın pullarla işlenmiş gayet yumuşak derinden bir şilteye uzanmış olan Yezid; çılgın bir neşe içinde şarap içiyor; dudaklarını etrafındaki dilberlerin çıplak gögüsleri üzerinde gezdirirken: Ya Eba Kays!… Benim Şeyhhislamım; bu, ham sofuluktan vazgeç. Kitabın (Kuran) söyledikleri yalandır. Gerçek olan bir şey varsa, ancak, zevk ve neşe yaratan şaraptır. Gel!… Sana da bir şarap vereyim… diye maymuna sesleniyordu.
Eba Kays, adı verilen maymun, koşup geliyor, Yezidin verdiği şarabı içiyordu. Hayvan, şehvetinin en iğrenç eserlerini gösterirken, Yezid, kahkahalarla gülmekten bayılıyordu. Birdenbire sarayda bir telaş belirmiş; sokak tarafından karmakarışık birtakım sesler işitilmişti. Yezid, etrafındaki yarı çıplak kadınları silkmiş; pencereye koşarak sokağa göz gezdirmişti. Gördüğü feci manzaradan tüyleri ürpermiş; korku ve heyecan içinde geri çekilmişti.
Manzara, hiç bir kalbin dayanamıyacağı derecede feciydi. Günlerce süren yolculuktan toz, toprak içinde kalmış olan yüzlerce askerin ortasında, çıplak develer üzerinde kadide dönmüş kadınlar ve çocuklar; bunların arkasında da, mızrakların üzerine geçirilmiş, günlerce güneş altında kalmaktan kurumuş ve simsiyah kesilmiş başlar, Yezidin kalbine büyük bir ürküntü vermişti. İradesini kaybederek: Bunlar kim? demişti.
Arkasından biri, kısaca cevap vermişti: Ehl-i Beyt!…
Yezidin yüzü bembeyaz kesilmişti. Ağır ağır geri çekilmiş; bir anda, ne yapacağını kestirememişti. Dalgın ve düşünceli bir halde, kahı bir baştan öteki başa kadar geçmiş, odasına girmişti.
İkindi vakti gelmişti. O dolaylarda bulunan minarelerden birinde, hazin ve yanık bie ezan sesi işitilmişti.
Ezan: Eşhedü enneMuhammeden Resulullah… cümlesine gelince; sokakta feci bir feryad-ü figan yükselmişti.
Yezidin saraylarının dibinde bekleşen, felaket ve yorgunluktan bitap bir hale gelen Ehl-i Beyt, çektikleri acıya dayanamamışlardı: Ya Muhammed!… Ya ceddimiz!… Allahın Resulü olduğuna şahadet getiriliyor. Adın, göklere doğru yükseliyor. Halbuki zavalı evlatlarından bir kısmı, Kerbela çöllerinde, zalım bir zümrenin ellerinde, bir damla sudan yoksun edilerek kılıçlar altında can veriyor. Artık bize acı…. Artık bize şefkat göster. Bu zalimlerin kalbine biraz insaf, biraz merhamet ver… diye feryada başlamışlardı.
Yezid: yürekleri parçalayan bu feryadı, büyük bir korku içinde dinlemişti. Sonra, titreye titreye: Onları derhal saraya alınız…. diye emir vermişti.
Yezid, Şamda bulunan haşimilerle, onların taraftarlarının isyanından korkmuştu.
Geçen olaylar, mükafat almak için, Kufeden oraya kadar gelmiş olan Kerbela katillerinin kalbine bir ürküntü vermişti. Ehl-i Beyti Kufeden getiren askere komuta eden Şimr, ne olur ne olmaz endişesiyle; adamlarından Beşir bin Maliki çağırarak: Hüseyinin başını, Emirülmüminine sen takdim et… demişti.
Şimrin düşüncesinden gafil (şüphe, hilekar) bulunan Beşir: ama hak senindir, onun mükafatını sen almalısın… diye karşılık vermişti.
Kurnaz Şimr, büyük bir riyakarlıkla onu kandırarak: Evet; hak, benimdir. Ama sana olan teveccühümü (Segi, yakınlık) göstermek için, bu hakkı sana veriyorum…. diye cevap vermişti.
Altın bir tepsi üzerine konulmuş olan imam Hüseyinin başı, saray erkanının huzurunda Beşir tarafından Yezid takdim edilmişti (Tarih diyor ki: Yezid, tahtı üzerinde oturuyor; imam Hüseyinin başı da altın bir tepsi içinde yerde duruyordu. Yezid, elindeki değnekle imam Hüseyinin ağzına vurarak dedi ki: işte, kendisinin benden, babasının da babamdan efdal (Erdemli) olduğunu söyleyen adamın başı!…
Yezidin hareketine, Semre bin Cendeb itiraz ederek: Ellerin kesilsin… Peygamberin öptüğü dudaklara ve dişlere vuruyorsun!… demiş; Yezid de: Sen, Peygamberin ashabından olmasaydın, boynunu vurdururdum, diye onu tehdit etmişti.
Semre: Ne tuhaf şey; Muhammedin hatırı için beni koruduğunu söylüyorsun. Halbuki, Onun evladını kırıp geçirmekten çekinmiyorsun… diyerek, karşılık vermişti.
Ebu Berzetileslemi de: Değneği imam Hüseyinin ağzına vurarak eğleniyor musun? Resulullahın, bu ağza su içirdiğini ne kadar çok görmüştüm… demiş ve meclisten çıkıp gitmişti. Bu sözler, oradakileri ağlatmıştı ()Ravza), Naci Kasım).
Beşir, fazla bir mükafat koparmak için, imam Hüseyinin malik (sahip) olduğu nitelikleri ve önemi hakkında, bir kaside (Beyit) söylemiş ve sonunda: Ey Emirülmüminin!…. Bu başı kesmekle sizi bu kadar önemli bir düşmandan kurtardım… demişti.
Yezid, derhal öfkelenmişti: Bu kadar meziyetlerini (üstün nitelikler) sayıp döktüğün bir başı niçin kestin? Şimdi de meziyetlerini söylüyorsun… Ceza olarak senin başın da kesilmelidir…. demiş ve Beşirin derhal öldürülmesini emretmişti.
Ama Yezid, gerek bu numayişe (Gösteri, gösteriş), gerek birkaç gün sarayında misafir ettiği Ehl-i Beyte karşı gösterdiği ikram ve izzete rağmen, omuzlarına yüklenen sorumluluğun ağırlığı altında silkinememişti.
O günden itibaren, İslam ülkesinin her köşesinden Kerbela şehitlerini hatırlatan acıklı bir feryat yükselmişti.
Emevi saltanatını kuran Muaviyenin; İslam toplumuna ektiği ayrılık tohumlarını, oğlu Yezid, böylece kökleştirmişti.
İmam Hüseyinin bu kadar acıklı ölümü üzerine, görünüşte Emevi hükümeti rakipsiz kalmış; Emevi halifeleri artık korkusuzca saltanat sürmeye başlamışlardı. Bu saltanat sırasında İslam ülkesinin sımırları da genişlemişti. Ama gerçekte Emevilerin bütün bu fütuhatı (zaferleri); sadece bir toprak kazanmaktan ibaretti. Çünkü, merkezi Şamda bulunan Emevi hükümetinin siyaseti, iradesi altına aldığı yabancı milletleri bütün insanlık haklarından yoksun etmiş, refah ve mutluluktan yoksun bırakılan insanlar, kendinden nefret ettirmişti.
Horasanlı Eba Müslim adında bir Türk genci ortaya atılıp da, Emevi saltanatını devirmeseydi; ayrılık yüzünden, sağlamlığı ve samimiyeti sarsılan İslamiyet; büsbütün sarsılacak, belki de tarihin bin bir olayı içinde, bu ayrılıklara kurban olup gidecekti.
Allhaın Resulü Ekremi, Türk milletini methü sena etmişti. İşte, onun o kıymetli olayı, sonunda ihtiva ettiği büyük hikmetini göstermişti.
Ama bu hikmet tecceli edip de, Horasanlı Eba Müslim, Emevi saltanatını devirinceye kadar da tüyler ürperten bir çok kanlı olaylar geçmişti.