Zülcenahın, kanlar içinde kişneyerek imam Hüseyinin karargahına gelmesi, çadırlarda bulunan kadınları büsbütün çıldıracak derecede üzmüş, derhal korkunç bir çığlık yükselmişti. İmam Hüseyini eşsiz bir sevgiyle seven kız kardeşleri Zeynep ve Ümmi Gülsüm ile öteki kadınlar saçlarını yolarak tırnaklarıyle gögüslerini parçalayarak, imam Hüseyinin bu zeki ve hassas atının boynuna sarılmışlar: Nerede?… Sahibin nered?… Ondan nasıl ayrıldın?… Onu kimlerin kılıçları altında bıraktın?… diye feryat etmişlerdi.
Ama artık iş işten geçmişti. İri gözlerini aça aça çadırlar önünde eşinen, kişneyen bu asil hayvan; bu büyük Kerbela hailesini (Çok acıklı olay) sona erdiğini hissetmekte idi.
Kadınlar arasında Ehl-i Beytin başkanı sayılan, imam Hüseyinin büyük kız kardeşi Zeynep, durumun bu dereceye geldiğini görür görmez derhal imam Hüseyinin hayatta kalan tek oğlu Ali Zeynel Abbidini kurtarmak istemiş; her ihtimal karşı, bu hasta ve takatsız çocuğu gizlemişti. Sonra da Şehri Banuyu elinden tutarak, Zülcenahın yanına getirmiş: Sen… kaç…. kendini esir ettirme… yakalanacak olursan, derhal kendini öldür… demişti (Tahranın güney doğusunda, iki buçuk kilometre uzaklıkta bir tepenin eteğinde bir türbe vardır. O dolaylarda ahalisinin daima ziyaret ettikleri bu türbeye «Bibi Şeşri Banu» denilmektedir. Bu türbeden, Şehri Banunun burada öldüğü anlaşılıyor. “Bibi” eski Fars dilinde (Hatun) demektir. Burası eski Rey vilayetinin bulunduğu yere yakındır.).
Zeynep bu tedbirleri alırken, karargaha saldırı başgöstermişti.
Bu arada Ömer, imam Hüseyinin ve ashabının cesetleri üzerine at koşturulmasını emretmiş olduğundan, cesetler, atların ayakları altında parça parça edilmişti (Müverrih Ahmet bin Asemli Kufi).
Biraz önce, imam Hüseyinin başını kesmiş olan Şimr, adamlariyle çadırlara girmiş; eşya denklerinin iplerini, imam Hüseyinin kaniyle bulaşmış hançeri ile kesmiş; bütün eşyaları yağmaya girişmişti.
Artık, Ehl-i Beytin üzerine kanaat geren Zeynep, kadınları ve çocukları bir kenara çekmiş, Zeynel Abbidini bunların arasına gizlemişti. Bu sırada Ömerle öteki komutanlar da, çadırlara gelmiş ve bu iğrenç yağmaya karşı ses çıkarmamışlardı.
Şimr, bu yağma ile de yetinmemişti. Zeynepin önüne dikilerek: Hüseyinin bir oğlu daha olacak!… Onu bize teslim et… demişti.
Zeynep: O, hasta bir çocuktur; ondan ne istersin? diyerek Şimrin önüne geçmiş ve Zeynel Abbidinin tarafına gitmesine engel olmak istemişti. Şimr; Zeynepi bir tarafa savurarak, öteki kadınların arasına girmiş, hastalıktan ve susuzluktan kadide dönmüş olan bitkin ve takatsız çocuğu yakalayarak çadırın önüne sürüklemişti. Bu durum karşısında, çıldıran ve şuurlarını kaybeden kadınlar, Şimrin üzerine saldırmışlar: Esir edilen kafirlerin çocukları bile kesilmez. Bu yaptığın, ne vahşettir?.. diye feryad ederek, Şimrin kanlı hançeriyle Zeynel Abbidinin arasına girmişlerdi.
Kerbela hailesinin (acıklı olayı) hain ve sefil ruhlu kahramanları bile, bu manzaranın facaatine dayanamamışlardı. Bunlardan; Hamid bin Müslüm, Şimrin bu cinayeti işlemesine engel olmak istemiş ve bu hususta Ömer bin Sadın, karışması için, ısrar etmişti. Ömer ve öteki komutanlar, işe karışarak, Zeynel Abbidini muhakkak olan bir ölümden kurtarmışlardı.
Eşyalar yağma edildikten sonra, çadırları ateşe vermişlerdi. Kadınlar ve çocuklar, o geçeyi açıkta geçirmişlerdi. Gecenin karanlıklarında, sabaha kadar dinmeyen feryad-ü figan, Kerbela katillerini tiril tiril titretmiş ve yüreklerine bilinmeyen bir korku vermişti. Hatta; Rey ve Teberistan valisi olabilmek için bu korkunç acı olayın baş aktörlüğünü yüklenen Ömer bile, ruhunda ve vicdanında meçhul bir korkunun başladığını hissetmişti. Ama, ne de olsa, başlamış olan bu facia, sona kadar devam edecekti.
Ertesi gün, bütün şehitlerinkanlı başları birer mızrağa geçirilmişti. Sefil ve perişan bir halde bulunan kadınlar ve çocuklar, çıplak develere bindirilerek, hazin bir kafile teşkil edilmişti. Bütün muharipler beyaz Emevi bayrağı altında toplanmış, son zafer belirtisi göstermek için atlılar, şehitlerin cesetleri üzerinden geçirilmişti ve ondan sonra, görevini bitirmiş olan bu Yezid ordusu, kahraman ve muzaffer bir ordu gibi, Kerbelanın kanlı sahrasını terk ederek; Kufeye doğru ilerlemişti.
Kerbela faciası, Kufeye akseder etmez, birdenbire halk heyecana gelmişti. İmam Hüseyin ile ona sadık ve vefakar akraba ve ashabının bu acıklı felaketlerinden, vicdanlarında sorumluluk hissedenler, acı bir pişmanlıkla birbirlerine girmişlerdi. Halkın bir kısmı, derin bir üzüntüye kapılarak: Hem, imam Hüseyine ümitler verdiniz; onu, buralara kadar getirdiniz, hem de ona karşı görevinizi mertçe ifa (yerine getirmeme) etmediniz…. diye, Kufe eşrafını tahkire girişmişlerdi.
İbni Ziyad; bir isyan çıkmasından korkarak, hemen memlekette sıkıyönetim ilan etmişti. Ehl-i Beyte taraftarlık gösterenlerin, derhal idam edileceğine dair tellallar bağırtmış ve sokakların başlarına silahlı müfrezeler yerleştirmişti.
Halk, bu dehşet siyaseti karşısında bulanırken; Ömerin komuta ettiği Yezid ordusu da, ağır ağır şehre girmişti. Bu ordunun önündeki Emevi bayrağını, mızraklar üzerine geçirilmiş kesik başlar takip ediyordu. Önde; anlında, dudaklarında, kırılmış sakalının ucunda kanlar pıhtılaşmış imam Hüseyinin başı görülüyordu. Daha kısa bir zaman önce dedesinin, babasının tarihi şerefleri ve kendisinin eşsiz faziletiyle yükselen bu baş; şimdi de kanlı bir mızrağın ucunda, dimdik duruyormuş gibi, Emevi bayrağının arkasında sürükleniyordu.bu tarihi başın ardında, Ehl-i Beytin siyah sancağı götürülüyordu; üzerinde, Ya Muhammed yazılı bulunan ve alemialemi bir tarafa eğilmiş olan bu simsiyah sancak Kerbela faciasının hazin bir yas belirtisi gibi görünüyordu. Bu matemi sancağı da; Ehl-i Beytin ve Ehl-i Beyt uğrunda can verenlerin sararmış başları takip ediyordu.
Bunların arkasında; Ömer ile, tepeden tırnağa kadar zırhlar giymiş olan Şimr, Sinan, İbni Haccac ve öteki komutanlar geliyordu.
Emirülmüminin denilen Yezidin zaferini sağlayan bu adamlar, atlarının üzerinde dimdik durmakla beraber, hepsinin yüzlerinde, meçhul bir korkunun endişeleri seziliyordu.
Ehl-i Beytin, kadın ve çocuklarından mürekkep olan kafilenin manzarası, bakanların kalpleri acı bir hüzün ve elemle titretiyordu. Bütün Kufe halkı, derin bir utanç ve acı ile eziliyor; ama İbni Ziyadın korkusundan, hiç kimse, hislerini meydana vurmaya cesaret edemiyordu. Ömerin bu uğursuz zafer alayı böylece geçerek, doğruca Emaret sarayına gitmişti ve orada, İbni Ziyad tarafından törenle karşılanmıştı.
İbni Ziyad; bütün komutanlara altın sırma ile işlenmiş kaftanlar giydirmiş, askerlere de, ihsanlar ve ziyafetler verilmişti. Ondan sonra da Ehl-i Beyti görmek istemişti.
Başta Zeynep olmak üzere, bütün kadınlar ve çocuklar; İbni Ziyadın huzuruna getirilmişti. Bunların yırtılmış, parçalanmış elbiseleri, kanlarla, göz yaşlarına bulanmış yüzleri o taş yürekli İbni Ziyada bile, birdenbire bir ürküntü vermişti. Zeynep, o yenik ve perişan halinde bile, vakar (ağırbaşlılık) ve manevi duruşu muhafaza etmiş; İbni Ziyada selam vermeye bile lüzüm görmeden, doğruca sedirin üst köşesine geçerek, ruhı büyüklüğünün derecesini göstermişti.
İbni Ziyad, Zeynepin bu büyüklüğünü rencide etmek istemişti: Ey Alinin kızı!… Gördün mü? Hak, bizden imiş. Böyle olmasaydı, Canabı Hak, bizi muzaffer (üntünlük elde etmiş, zafer kazanmış…) etmezdi… demişti.
Zeynep, derhal ilkinmiş (kendine gelmiş, doğrulmuş): Ey ibni Ziyad!… Bu zafere katiyen mağrur olma!.. Kardeşim imam Hüseyin; sonucun böyle olacağını bilmeyecek derecede cahil değildi. O, bile bile kendini feda etti. Şunu iyi bilki, Kerbela sahrasında dökülen kanlar hiç bir zafer kazandırmamıştır. Bu kanların her zerresinde yeni bir kuvvet fışkıracak, o suçsuz şehitlerin intikamını alacaktır… diye cevap vermişti.
Bu hareket, İbni Ziyada çok acı gelmişti. Derhal Zeynepin öldürülmesi için emir vermişti. Ama orada bulunan Kufe eşrafı, İbni Ziyadın ayaklarına kapanarak, bin güçlükle bu emrini geri aldırabilmişlerdi.