"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Aşura

Artık tanyeri ağarıyordu.
Ehl-i Beytin müezzini olan Cafi, bir eşya denginin üzerine çımış, yanık bir sesle Allaha hitaben bir hutbe okuyordu.
İmam Hüseyinin bütün eshabı uyanmış; herkes derin bir saygı ve huşu içinde, bu hutbeyi dinliyordu.
Eshaptan biri; insan fedakarlığının son feragatini gösteren hazin bir gülümseyişle: Kim bilir… belki de, işittiğim son yalvarış ve ibatedetimdir…. diye söyleniyordu.
Tunç renkli yüzünü bembeyaz bir sakal çevirmiş olan Habib İbni Mezahir: Şu anda, çocukluğumu hatırladım. Sanki, altmış beş, yetmiş yıl önce; Mekkede imişim de, Bilal Habeşinin ezanını dinliyormuşum sandım…. diye, İslamiyetin en mutlu devresini hayal ediyordu.
Muezzin Cafinin Tanrısal sesi perde perde yükseliyor, düşman saflarının üstüne doğru sürükleniyordu. Dinleyenlerin ruhunu vecde getiren bu ses: Eşhedü enne Muhammeden Resulullah… diye dalgalanırken, bütün karargahta bir heyecan meydana gelmişti.
Birbirine karışan sesler; aynı yüce nakarat ile bir çağlayan gibi gürlemiş, çölün bu sessiz yüce sabahı içinde, düşman safları üzerinde hazin ve tüyler ürpetici yankılar meydana getirmişti.
O zaman Yezid ordusunun serdarı Ömer, titreye titreye uyanmış; çadırın kapısında nöbet bekleyen nöbetçiye: Ya veled!… ne oluyor? Yoksa Hüseyin ile etbası kaçıyorlar mı?… diye seslenmişti.
Kölenin biri: La… ya Seydi… Hüseyin kaçmıyor. Tam tersine büyük bir cüretle Ezanı Muhammedi okutuyor. Etbai da, bir ağızdan salavat grtiriyor… demişti.
Bu yanık ezan sesi, Hüseyinin karargahını çeviren düşman safları arasında da büyük bir etki meydana getirmişti. Müezzin Cafinin, bu sakin çöl havası içinde acı bir hüzünle dalgalanan: Eşhedü enne Muhammeden Resulullah… sesleri, en taş kalpli insanların bile tüylerini ürpertmiş ve düşman safları arasında: Amenna ve saddakna… (öyledir, doğrudur, diyecek yok) ya Resulullah… sadaları yükselmişti.
Ne kadar gariptir ki, Ezanı Muhammedi karşısında tüyleri ürpererek, şu anda bile Muhammedi karşısında tüyleri ürperek, şu anda bile Muhammedin peygamberliğini kabul ve tasdik edenler, Onun en kıymetli torununun karargahını çevirmişler, Onun suçsuz Ehl-i Beytini, susuzluğa mahküm eylemişlerdi. Biraz sonra da, dünyanın en korkunç bir hailesini (çok acıklı olayını) yaratmak için tertibata girişmişlerdi.
İmam Hüseyinin karargahı, feryad-u figan içindeydi. Kadınlar ve çocuklar, hep birden çadırda toplanmışlardı. Yerlere kapanarak, aldıkları avuç avuç toprakları, başlarına serpmekte ve; Ya Muhammed… ya Resulullah!… senin kanından ve senin canından hasıl olan şu suçsuz yavrulara sen merhamet et!…. diye, hıçkıra hıçkıra göz yaşları dökmektelerdi.
Korkudan ve susuzluktan kuruyan, çatlayan ve aralarından kan sızan dudaklardan yükselen bu feryatlar: bütün erkekleri de üzgün ve perişan etmişti.
İmam Hüseyin, çadırın kapısına kadar gelmiş ama, içeri girmek istememişti. Yanlız, elindeki asa ile çadıra vurarak: Ey azizler!… Size, ağlamayın, feryat etmeyin diyemem. Çünkü bugün, ağlanacak bir gündür. Ancak, ibadetimizi yapıncaya kadar sabır ve tahammül gösterin hayatımızda yapacağımız şu son ibadetimizi ifsat (kargaşalık, düzeni bozmak) etmeyin… demişti.
Bütün erkekler, çadırların önünde saf saf dizilmişlerdi.
İmam Hüseyin, sırtına, büyük babası Muhammedin hırkasını giymiş, imamet mevkiine geçmişti.
Peygamberin metin torunu ve imam Alinin oğlu, düşman saflarından bile işitilecek kadar gür bir sesle: Allah-u Ekber!… diyerek tekbir getirerek; gerçekten hayatının son ibadetine başlamış, bu büyük itidal (ılımlı, ölçülülük) ve soğukkanlılığı ile benzersiz bir irade kudreti göstermişti.
İmam Hüseyin, toplu ibadetten sonra, cemaata yönelik, etkili bir hutbe irat (söyleme) etmişti ve bu hutbenin sonunda da: Size, tekrar rica ediyorum: Bugün, benim son günümdür. Bana karşı gösterdiğiniz sadakat ve sevgi, haddini aşmıştır. Artık, daha fazla fedakarlık göstermenize gerek kalmamıştır. Aziz hayatlarınıza, hayatları size bağlı olan suçsuz kadın ve çocuklarınıza acıyınız. Boş yere, kendinize ve onlara kıymayınız… Sizin için henüz iş işten geçmemiştir. Hiç şüphe etmiyorum ki, beni terk edip Sadın oğlu Ömere gidersiniz; İbni Ziyad sizi affedecektir. Benim omuzlarımdaki sorumluluk yükü de hafifleyecektir…. demişti.
Ama, imam Hüseyinin bu sözleri, şiddetli bir itiraz tufanı içinde boğuluvermişti.
İşte o anda Serdar Ömerin karargahından da sert ve korkunç davul seslerine karışan: Savaş… savaş… savaşa hazır ol!… sesleri yükselmişti.
İmam Hüseyin, babası imam Aliden intikal etmiş olan savaş sancağını açtırmış, karargahın ortasına diktirmişti ve sonra artık bütün metanet ve tahammülünü toplayarak, kadınların çadırlarına girmiş, hepsi ile ayrı ayrı veda etmek istemişti.
İşte o zaman yürekler paralayan bir çığlık yükselmişti.
İmam Hüseyini derin bir sevgi ile seven kız kardeşi Zeynep: ya Hüseyin!.. Senin firakının (ayrılış, ayrılık) acısına dayanamıyacağım… demiş: öteki kardeşi Ümmü Gülsüm de imam Hüseyinin ellerine sarılmış: Ya Rab!… Sevgili Resulü Ekreminin hürmetine, kardeşimiz Hüseyini bize; şu suçsuz yavrularına bağışla… diye hıçkıra hıçkıra ağlamaktan boğulacak hale gelmişti.
İmam Hüseyin, acılı gözlerini, deri bir şilte üzerinde yatan Zeynel Abbidine çevirmişti. Bu hasta çocuğun solgun yüzü, yaşlı gözleri, imam Hüseyini büsbütün üzmüştü.
Ona daha fazla bakmaya dayanamayarak Ali Asgarın beşiğine doğru ilerlemişti. Henüz bir yaşına bile girmemiş olan bu zavalı çocuk, iki eliyle bir şeyi kavramış, onu sessizce emmekte idi.
İmam Hüseyin, beşiğin baş ucunda duran ve üzüntüden donup kalmış olan Ali Asgarın annesine : Ya Rübab!… Bu yavrucuğun elindeki nedir? demişti. Rübab, kendini güçlükle toplayarak üzüntülü bir sesle:
Ya Hüseyin!… çocuk susuzluğa dayanamıyor. Ağlaya ağlaya helak oluyor… onun eline bir taş verdim. Bu taşı emiyor; onunla hareretini gidermeye çalışıyor… diye cevap vermişti.
İmam Hüseyin, artık burada bir dakika daha kalamıyacağını anlamıştı. Kız kardeşi Zeynepi yanına çağırmış; elini onun omuzuna dayamış: Ya Zeynep!… Ehl-i Beyti sana emanet ediyorum. Bu felaketten kurtulursan, onların başına geç. Ölünceye kadar onları koru. Sana bir vasiyet de Şehri Banudur. O, bizim memleketimizin yabancısıdır. Sakın onu düşmanlara esir ettirme. Ben öldükten sonra, onu bir ata bindir. Yanına bir adam ver, bu çevreden kaçır…. demiş ve oradan uzaklaşmıştı.
Biraz ileride Gulam Fars beklemekteydi. İmam Hüseyin, bu sevgili kölesine: Atımı hazırla… diye söylemişti.
Gulam Fars, imam Hüseyinin Zülcenah (kanaatlı demektir) adındaki atını ileri çekmişti.
İmam Hüseyin, dedesi Muhammedin sarığını başına sarmış, kılıcını da boynuna takmış, atının üzerine atlamış, toplanın dava arkadaşlarına dönerek: Ey beni sevenler… Ey bugün benimle can vermek isteyenler… düşmanlarımız savaşa hazırlandılar. Bizi bekliyorlar. Biz de hazırlanalım; ama itidal ve sükünetimizi son dakikaya kadar muhafaza edelim ve savaşa, biz sebep olmayalım. Ya Züheyir!… (Züheyir ibni Kayn), sen, arkadaşlarınla beraber, sağ cenahta bulunacaksın… Ya Habib!… (Habib ibni Mezahir), sen de, sol cenahı tutacaksın… Ben, yalnızca Ömerin karşısına gideceğim. Ona ve askerine son sözümü söyleyeceğim. Canabı Hak, hepimize hayırlı akıbet ihsan etsin…. demiş, atını mahmuzlayarak, tek başına düşman safları karşısına ilerlemişti.