"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Suszuluk

O gün, muharrem ayının yedinci günü idi. o kızgın çölün sayyal ateş dalgaları arasında bunalmış kalmış olan imam Hüseyinin kafilesi, kırbalarındaki son sularını sarf etmişlerdi.
Hareretin şiddetinden bizar olan kadınlar ve çocuklar, su istemişlerdi. Gençlerden bazıları, kırbalarını (Kab, sukabı) yüklenerek Fırat kıyısına inmişlerdi. Fakat İbni Haccacın adamları, derhal karşılarına geçmiş, okların yaylarını germişler: Yasak! Buradan ileri geçemezsiniz! demişlerdi.
İmam Hüseyinin adamları şaşırmışlar; bu yasağın anlamını birdenbire anlayamamışlardı ve İbni Haccaca giderek, hayvanların bile serbestçe içtiği bu sudan, Peygamber Ehl-i Beytinin içmesinin neden yasak olduğunu sormuşlardı.
İbni Haccac, bu emrin Ömer ibni Sad tarafından verildiğini ve bir damla su veremeyeceğini söylemesiyle imam Hüseyinin ashabı geri dönmüş ve işi Ona anlatmışlardı.
İmam Hüseyin, bunları dinlerken kadınlar ve çocuklar etraflarını sarmışlar, boş kırbalara sarılmışlar: Hani su?… Hararetten, dudaklarımız çatlıyor… diye sızlanmaya başlamışlardı.
Bu sözler, imam Hüseyinin kalbine kızgın birer ok gibi saplanmıştı. Çölün yanıp tutuşan derin ufuklarından gurup eden kızıl güneşin karşısında, onun kirpiklerinin ucunda birer damla yaş parlamıştı. Fakat, imam Hüseyin, gerek düşmanlarının bu zalimce kararını ve gerek kalbinin acısını onlardan saklamış: Siz, geride kalan su ile yetininiz… yarın sabah kana kana su içersiniz… diye mırıldanmıştı.
O geceden itibaren, Ehl-i beytin karargahı üzerinde, hazin yas havası dalgalanmaya başlamıştı.
Susuzluğun acısını birbirine hissettirmemek için, herkes erkenden yatmıştı. Fakat çölün hareretine dayanamayan çocukların: Su… diye feryat ederek ağlaşmalarından, hiç kimse uyuyamamıştı.
Özelikle imam Hüseyin, o gece bir saniye bile gözlerini yummamış; vakit vakit sessizce çadırdan çıkarak gecenin zifiri karanlıkları içinde, dalgın ve düşünceli bir halde çadırların etrafında dolaşmıştı.
Bir aralık Şehri Banu onu karşılamış: Ya Hüseyin!… Bu kadar üzgün ve kederli olma!… Biraz dinlen!… diye yalvarmıştı.
İmam Hüseyin: Bu gece Ceddim Muhammed ile babam Alinin hayat ve menkıbelerini düşüne düşüne gezmekten zevk alıyorum…. diyerek uzaklaşmıştı.
İmam Hüseyin, bu düşüncelerinde haklı idi. hiç şüphesiz ki, düşündükçe, gözlerinin önünde, Ceddi Muhammed ile babası Alinin hazin ve mustarip hayalleri canlanmıştı.
Damarlarında madeni Hitit neslinin asil kanları kaynayan ciğerpare evlatlarını, putlar önünde kurban diye boğazlamayı ibadet sanan Arabistan halkını, bu vahşet ve cehaletten kurtarmak için hayatının aziz varlığını ortaya atmış: cevresinin bütün eza ve cefalarına katlanmış, nice ölüm tehlikelerine rağmen, onların bütün itiraz ve muhalefetlerine gögüs germişti.
Babası Ali ise; bu kadar zorluklarla ortaya konan bu yeni dinin yayılması için, sevdiği amcazadesi Muhammedin karşısında daima vücudunu kalkan etmiş, bir türlü belalara gögüs germiş, İslamiyetin yayılmasını ve kuvvetlenmesini sağlamak için dostlarını ve düşmanlarını hayretlere düşüren yiğitlikler göstermiş; İslam Cumhuriyetini, yaşatmak için, benzersiz feragat ve fedakarlıklara katlanmış; sonunda, bir serserinin hain kılıç darbeleri altında, dünyasını değiştirip canabı Hakka kavuşmuştu.
Fakat… İslamiyetin varlığını kemiren o zalim ihtiras (aşırı, güçlü istek), durmamıştı. Muhammede kanından gelenlere karşı korkunç bir düşmanlık ve rakabet ateşi sönmemişti.
Hz.Muhammedin ve imam Alinin en tabii varisi olan imam Hasan, bu uğurda sefil bir ihanete kurban olmuş; yürekler parçalayan bir azap ve acı içinde can vermişti.
Ama, bu ihtiras ve rakabet ateşi, imam Hasanın zehirle parçalanan çiğerlerinden taşan al kanlarla da sönmemişti. Yıllarca, o tehditkar kuvvetini muhafaza etmişti ve sonunda zulüm ve ihanetle ölmek sırası işte şimdi kendisine gelmişti.
Artık imam Hüseyin, şuna inanmıştı ki, şurada, etrafını kuşatan bu zalim düşman kuvvetleri, kendisine aman vermiyeceklerdi. Muhammedin dininden ziyade, Emevi saltanatını yaşatmak isteyen bu adamlar, Emevi kin ve hırsını: ancak ve ancak kendi ölümü ile dindireceklerdi.
Bu ölüm, oklardan ve kılıclardan mürekkep kahir (kahır, kahreden) bir sel halinde gelseydi, imam Hüseyin, buna zerre kadar önem vermeyecekti. Çünkü O, buraya – Emevi saltanatının çökmesini çabuklaştıracak olan bu ölüme – bile bile gelmiş ve aynı maksatla çevresindekileri de bu ölüme sürüklemişti.
Görülüyor ki, beklediği ölüm darbesi, mertçe bir saldırı şeklinde değil; insan mertliğinin tiksineceği iğrenç bir ihanet şeklinde karşılarına dikilmişti. Mukadderat ve sorumluluklarını omuzlarında taşıdığı suçsuz yavrularla kadınlar, bu kızgın çölde susuzluktan inleye inleye ölüme mahküm edilmişlerdi.
Bu düşünce imam Hüseyinin tüylerini ürpertmişti. Asasına dayanarak durmuş; gecenin bu derin karanlık ve sessizliği içinde bir daha etrafını dinlemişti.
Aylardan beri sıtma ateşleri içinde yanıp kavrulan ortanca oğlu Zeynel Abbidin, yine bir humma (ateşli hastalık) nöbetiyle inim inim inliyor, melul bir yalvarışla: Su… Su yok mu? Ne olur; bir yudum su… diye söyleniyordu.
Bir başka çadırdan, hazin bir çocuk ağlaması geliyordu… Ciğerleri parçalanan bir ananın, hıçkırır gibi bir sesle: Sabret yavrum… işte, sabah oluyor… Şimdi su gelecek.. Kana kana içersin…. diye, o zavalı yavruyu oyalamaya çalıştığı işitiliyordu.
İmam Hüseyin, daha fazla dayanamamıştı. Omuzlarını sarsan bir hıçkırıkla, ağlaya ağlaya uzaklaşmış, karanlıklara dalarak artık bu sesleri işitmeyeceği kadar dalı verip gitmişti.