Ömerin hemşirezadesi Hamza, bu hazırlığı haber alır almaz; koşa koşa Ömerin evine gelmiş; onu bu uğursuz teşebbüsünden vazgeçirmek istemişti.
Fakat Ömer, Hamzanın bütün rica ve tehditlerini reddetmiş: Ya Hamza!.. Hayat, çıkarla kaimdir. Ele geçen ikbal ve saadeti, mevhum bir ahiret düşüncesiyle reddetmek, akıllı insanların işi değildir. Artık, ok yaydan çıkmıştır. Mutlaka yerini bulacaktır. Hüseyin, her kim olursa olsun; Ya Emirülmüminin Yezide biat edecek veya kendisine mukadder (alın yazısı, kader,) olan kanlı akibete razı olacaktır…. diye cevap vermişti.
Ömerin hazırlığı uzun sürmemişti. Düzenlenen dört bin kişilik kuvvetin başına geçerek, derhal Kerbela yönüne hareket etmişti.
Bu sırada imam Hüseyin, Kerbelada tasalı bir bekleme içindeydi.
Kaysın Kufedeki akıbetini de öğrenmişti.
Kufede, kendi uğruna aziz hayatlarını feda eden Hani, Müslim ve sairenin acıklı birer şekilde öldürülmelerinden derin bir üzüntü içindeydi. Şimdi de Kaysın onlardan daha feci bir şekilde kurban olup gittiğini duyar duymaz, artık kendini tutamamıştı: Ya Rab!… Ne insanlar içinde kaldım! Bir tarafta senin birliğine, ceddim Muhammedin peygamberliğine iman ederler; öte yandan da, o Nebi ve Resulün sevgili evlatlarını birer birer yok etmek isterler. Bu, nasıl iman, bu nasıl vicdandır ya Rabbi?.. diye feryat etmişti ve bu acı üzüntü içinde, artık son kararını vermişti.
İmam Hüseyinin bu son kararı; insan fedakarlığının bütün büyüklüğünü gösteren cesurane bir hayat feragatinden ibaretti.
O, ölecekti. Ölmeye karar vermişti. Fakat, babası imam Alinin kahraman kanını damarlarında taşıdığını gösteren, şerefli bir ölümü kabul ederek… zulüm ve esaret altında inleyen halka, parlak bir ibret dresi verecekti.
Ceddi Muhammedin ve babası imam Alinin yüksek ve mümtaz zekalarına tamamiyle tevarüs etmiş olan imam Hüseyin, kendisine Mukadder olan feci akıbeti bilmiyor değildi.
Mekkeden hareket edeceği zaman kendisini, sonucu korkunç görünen bu yolculuktan vazgeçirmek isteyenlere: Yolumun üzerinden ölümle karşılaşmak ihtimali olduğunu biliyorum ve bu ölüme karşı, bile bile gidiyorum. Fakat şundan eminim ki, vücudumdan akacak kanlar, Emevi saltanatını yıkacak… İslam aleminin mukaddereti, bu hilakar ve zalim unsur elinden kurtulacak… demişti.
Hatta: Kendini feda ediyorsun, bari Ehl-i Beytini beraber götürme… diyenlere de; Ne zararı var?… Ceddimin yaydığı dinin geleceğini kurtarmak için varsın, onlar da kurban olsun…. diye cevap vermekten çekinmemişti.
İmam Hüseyin, çok iyi biliyordu ki, gerek Muaviyenin, gerek oğlu Yezidin bütün zulüm ve baskılarına rağmen, İslam kitlesinin önemli bir zümresi, Resulü Ekremin hanedan ve mensuplarına karşı kalplerinde derin bir ilgi ve sevgi beslemektelerdi. Bu aşk ve ilgiyi söndürmek isteyen Emeviler ise, halkı kendilerine zorla düşman etmişlerdi.
İmam Hüseyin, şunu da biliyor ve takdir ediyordu ki; kendisine ve Ehl-i Beytine karşı yapılacak olan bir suikast; Emevilerin hüküm sürdüğü yerlerde susma ile karşılık görmüş olsa bile, İran ve Turan illerinde hoş görülmeyecek; Emevi saltanatına karşı beslenen gizli düşmanlık ateşlerini, birdenbire alevlendirecekti. O zaman Emevi hanadanı artık yıkılacak, bütün nüfuz ve kudret, Haşimilerin eline geçecekti.
İşte imam Hüseyin, bu karar ile büyük bir feragat ve fedakarlığa hazırlanırken, Kufeden hareket eden Ömerin müfrezesi (Askeri birlik) de Kerbelaya gelmiş: imam Hüseyinin karargahına hakim bir yere yerleşmişti.
Sadın oğlu Ömer, hilekarlıkla işe girişmişti. Güya, imam Hüseyinin oraya niçin geldiğini bilmiyormuş gibi hareket ederek: «Ya Hüseyin, bu diyara gelmekten maksadın nedir?» yollu bir mektup yazmış ve Bakır ibni Süfyan ile imam Hüseyine göndermişti.
İmam Hüseyin, derhal şöyle cevap vermişti: «Ya Ömer!… Eğer bu soruyu bana başkası sorsaydı, katiyen şaşmazdım. Fakat senin soruşuna, cidden hayret ettim.
Ya Ömer!… Beni, buraya davet edenlerden biri de sen değil misin? şimdi ben sana soruyorum: Birçok mektuplarla sen beni buraya niçin davet ettin?
Görüyorum ki, sen, şu anda benim bu soruma cevap verecek mevkide değilsin. Şu halde ben sana cevap vereyim ve şunu bildireyim ki; benim buraya gelmekten maksadım, Kufede yerleşmek ve halk arasında fitne ve fesat serpmek değil; tam tersine, Emevilerin hükümran oldukları yerlerden çekilip gitmek; ceddim Muhammedin ümmetine yapılan zulüm ve baskıları görmemektir. Bunu sen de takdir edersin ki Kufede Ehl-i Beyt uğruna suçsuz kanlar dökülürken; orada yerleşmek bizim için mümkün değildir.»
Ömer, imam Hüseyinin bu cevabı karşısında büyük bir memnuniyet hissetmişti: Hüseyin, savaşmak fikrinde değil. Şu halde benim de ona silah çekmeme gerek yok…. Maksat, onun ortadan kalkması değil mi? ha öldürülmüş; ha Emirülmüminin hükümran olduğu yerlerden çekilip gitmiş, ikisi de aynı şey… demişti ve İbni Ziyada şu yolda bir mektup yazarak göndermişti:
«Ya Emir!…
Hüseyini ikna ettim. Emirülmüminin hakim olduğu memalikin sınırlarından çıkıp gidecektir. Bu suretle de ondan gelebilecek olan zararların önüne geçilecektir. Kan dökülmektense, meselenin böylece barış yoluyla hal edilmesini uygun görüyorum ve bu hal şekline, senin de rıza gösterdiğine dair cevap bekliyorum.»
İbni Ziyad, bu mektubu aldığı zaman, şu kısa ve kesin cevabı vermişti: «Ya Ömer!… Buradan hareket ederken sana verdiğim emir kesindir. Hüseyin, kayıtsız, şartsız, Emirülmüminine biat etmelidir. Etmediği takdirde, verdiğim emir sürat ve katiyetle uygulanmalıdır.»
Ömer, İbni Ziyadın bu mektubunu koynyna koyarak imam Hüseyinin karargahına gitmiş; ondan mülakat istemişti.
İmam Hüseyin, bu mülakatı reddetmemiş; hatta Ömere karşı hüsnü kabul göstermişti.
Ömer, son bir hileye baş vurarak: Ya ibni Resulullah!… Sinesinde sana karşı aşk ve sevgi besleyenlerin biri de benim. Onun içindir ki, buraya kadar geldim. Emirülmüminin ülkesinde serbestçe çıkıp gitmen için, İbni Ziyada rica ettim. Fakat onu bir türlü inandıramadım. Al şu mektubu oku… göreceksin ki, hakkında verilen emir, gayet kısa ve kesindir. Buna itaat etmek de zaruridir. Görüyorsun ki, şanş sana yardım etmiyor ve seni bir felekete doğru sürüklüyor. Babanı ve ağabeyini acıklı birer ölüme mahküm eden o kara talih, senin başına da siyah kanadını geriyor. Onun için, hayatına acı, inattan vazgeç, Emirülmüminine biat et… Ömrünün bundan sonrasını sükün ve refah içinde geçir… diye, bir hayli aldatıcı sözler söylemişti.
İmam Hüseyin; bu sözlerden ziyade, İbni Ziyadın mektubuna önem vermişti. Bu mektuba göre, artık gerek kendisinin ve gerek Ehl-i Beytin büyük bir felaket karşısında bulunduğunu hissetmişti. Bunun için birdenbire cevap vermiş: Düşüneyim, yarın yine görüşürüz… demişti.
Ömerin sözleri ve İbni Ziyadın mektubu; İmam Hüseyinin kalbine bir avuç ateş serpmişti. Yüreğinde acı bir ızdırap hissetmişti. Hayalinde yaşattığı büyük gaye uğrunda, kendi aziz hayatını feda edecekti. Fakat bu arada, çevresinde bulunanlardan birçokları da, mahvolup gideceklerdi.
Takip ettiği gaye ne kadar yüksek ve ne kadar muazzez olursa olsun, başkalarını dakendisi ile beraber ölüme sürüklemek; imam Hüseyinin kalbine çok ağır gelmişti.
İmam Hüseyin,in kalbini cayır cayır yakan bu ateşin acılarını biraz hafifletmek için; çadırının önüne çıkmış; etrafa göz gezdirmişti. Gözüne çarpan hazin sahne, vücudunu ürpertmişti.
Günlerden beri sıtmadan muztarip olan ortanca oğlu Ali Zenelabbidin bir çadırın gölgesinde yatıyor, sararmış yüzünde hazin ve tatlı bir gülümseme ile annesi Şehri Banu ile konuşuyordu.
İran hükümdarı Yezdi Cürdün bu kızı, sevgili oğlunun baş ucunda duruyor; elindeki tüylü yelpazeyi hafif hafif sallıyor: sevgili evladına serinlik vermeye çalışıyordu.
Biraz ötede, iki çadırın arasında bir köle, al renkli bir küheylanı timar ediyor; büyük oğlu Ali Ekber, kahraman bir duruşla atının tımarına nezaret ediyordu.
Kız kardeşi Zeynep, hazin hazin ağlayan küçük bir çocuğu kucağında gezdiriyor ve: Ya Rübah!.. Ali Asgar ağlıyor. Seni istiyor… abem Hüseyinin kalbi zaten mahzun. Belki, yavrusunun sesini duyar da, büsbütün üzülür. Gel! İşi ben göreyim… diye sesleniyordu.
Biraz uzaktaki büyük çadırın altında, Ehl-i Beytin bazı erkanının, sadık dostları ile büyük bir grup halinde oturarak konuştukları görülüyordu.
İmam Hüseyin, dalgın bakışlarla bütün bunları seyretmiş; sonra, yavaş yavaş o büyük çadıra doğru ilerlemişti.
Çadırdakiler ayağa kalkarak, Ona saygı göstermişlerdi. Fakat, tıpkı büyk babası Muhammede benzeyen sevimli yüzüne bakarlarken; imam Hüseyinin, derin bir melal ve acı içinde bulunduğunu hissetmişlerdi.
İmam Hüseyin, bir süre susuzluktan sonra, nemli gözlerini etrafa gezdirmiş: Ey benim sadık dostlarım; hislerimde katiyen yanılmadığıma emin olarak, size söylüyorum ki, felaketin uğursuz kanatları artık başımın üstüne gelmişti. Çok yakın bir zamanda, ezeli takdirin hükmü ne ise, o meydana gelecektir… Ben; bundan dolayı, zerre kadar üzgün değilim. Çünkü kendimi Hak yolunda feda edeceğime inanıyorum. Şimdi buraya, sizden bir ricaya geldim: Boş yere, benim korkunç mukadderatıma katılmayın. Benim Ehl-i Beytim ile burada bırakarak derhal Medineye dönün ve benim omuzlarıma manevi sorumluluğun ağır yükünü yükletmeyin. Ceddim Resulü Ekrem ve babam Alinin hakkı için söylüyorum ki; beni terk edip gidenler hakkında, en küçük bir infal bile hissetmeyeceğim. Bilakis, daha sakin, daha memnun ve müsterih bir halde nefsime karşı mukadder akıbeti bekleyeceğim… demişti.
İmam Hüseyinin bu sözleri, onun eshabı ve sadık dostları arasında şiddetle galeyan doğurmuştu. Derin heyecanlar içinde: Ya İmam!… Burada seni bırakacak, bir fert yoktur. Ölümü bile seninle beraber bekleyeceğiz… diye bir itiraz feryadı yükselmişti.
İmam Hüseyin, bu itiraz cereyanını yenemeyeceğini hissetmiş, bunun üzerine, kendisine yeni bir fikir gelmişti: kendini feda etmek karşılığında, çevresindekileri kurtarmak…
Ertesi gün; Ömer, tekrar imam Hüseyinin karargahına gelmiş: cevap istemişti. İmam Hüseyin, düşüncesini şu sözlerle özetlemişti:Ya Ömer!.. Size üç teklifim var. Birisi: Beni bırakın, Medineye gideyim. Şimdiye kadar olduğu gibi sakin ve sessiz yaşayayım. İkincisi: Beni bırakın, Emevilerin, hükümet ettiği yerde çıkayım. Türklerin memleketine giderek, hayatımı gurbette geçireyim. Bu iki teklifim kabul edilmezse; beni bırakın, Şama gideyim. Orada Yezidle görüşeyim ve bu işi onunla halledeyim (Tarihi İslam: Seyyid Ali Emir.)… demişti.
Ömer, imam Hüseyinin bu son teklifine çok sevinmişti ve derhal bu tekliften kendisine bir şeref ve çıkar hissesi çıkarmak istemişti. İmam Hüseyini, kendi aracıyle Şam2a gönderecek olursa, hiç şüphesiz, Yeziden büyük mükafat görecekti.
Onun için imam Hüseyinin bu teklifini memnuniyetle dinlemiş: Ya Hüseyin!… Sözlerin bence makul ve makbuldur. Şu var ki; şimdi burada amiri mutlak İbni Ziyad olduğu için, bir kere de onun fikrini alayım, diye karşılıkvermişti ve bu yolda bir mektup yazarak, en yürük bir hicinli ile İbni Ziyada göndermişti.
İbni Ziyad; bu sırada Nahile denilen yerde ordusunu kurmuş; işin sonunu beklemekteydi.
Ömerin mektubunu okur okumaz, öfkelenmiş, onun ne kadar haris ve menfaatçi bir adam olduğunu bildiği için, maksadını derhal keşfetmişti. Büyük bir telaşla şu kısa cevabı vermişti: «Hüseyin; doğruca buraya gelmelidir. Ancak, Emirül mümininin fikri sorulduktan sonra, Şama gönderilebilir. Buna aykırı hareket, gerek senin ve gerek Hüseyin için felaket olur… »
İbni Ziyadın bu sert cevabı, Ömerin kalbine bir ok gibi işlemişti.
Fakat, Yezid tarafından büyük bir yetki verilmiş olan İbni Ziyadın kendisine yapabileceği fenalıkları düşünerek, derhal yumuşaklıkla karşılık vermişti: «Ya Emir!… Hüseyinin Şama gitmesini arzu ve teklif eden, ben değilim. Kendisi böyle istedi ve hatta ısrar gösterdi. Şimdi senden aldığım emri kendisine gösterdim. İki taraf arasında kan dökülmemesi için, bu emre itaat etmesi gerektiğini söyledim. Hüseyin, bu sözlerimi şiddetle reddetti ve buradan doğruca Şama gönderilmesinde ısrar eyledi.
Maksadım, meseleyi barış yoluyla halletmek, gerek senin ve gerek Emirülmüminin aleyhinde söylenecek sözlere meydan vermemekti. Son emir, yine senindir..» diye bir ikinci mektup yazarak, bunu da çabucak İbni Ziyada göndermişti.
İbni Ziyad, bu mektubu alır almaz; haris ve dessas (Düzenci) tanıdığı Ömerin bu mesele etrafında mutlak bir entrika çevirmek istediğini hissetmiş, büsbütün öfkelenmişti.
İbni Ziyadın bütün endişeleri, bir nokta üzerinde toplanmıştı: Ömerin, imam Hüseyine gizli bir anlaşma akdetmesinden şüphelenmişti.
Ömer ve maiyetindeki asker, imam Hüseyine katılabilirlerdi.