Zevcesi ve oğulları, Ömerin ihtişam içinde görünce hayret etmişler: Bu ikbal ve nimete nasıl kavuştun? demişlerdi ve Ömerin verdiği izahat üzerine oturmuş, müzakereye girişmişlerdi.
Ömerin büyük oğlu, babasının yüklenmek istediği bu caniyane görevi şiddetle itiraz etmişti: Ya baba!… Sen, Sad ibni Vakkasın oğlusun. Baban, Resulü Ekremin sahabesinden idi. Sen, onun oğlu değil misin? vicdanında nasıl cüret bulup da Muhammedin o kadar sevdiği torununa kılıç çekeceksin? Özelikle onun bu tarafa gelmesi için, üst üste üç mektup gönderen sen değil misin? Bir taraftan: «Ya Resulullah… sana, anam, babam feda olsun» derken; öte yandan da O Resulullahın evladına nasıl kast edersin?… demişti.
Fakat küçük oğlu, bu itirazı reddetmişti: Hayatta, her şey dünyada kalır. İkbal ve saadet, belirsiz ve meçhul kuvvetlere feda edilemez. Resulü Ekrem, artık hayatta değildir. Ahirette şefaat edeceği ise, sözden ibarettir. Kuru bir söz için, Rey ve Taberistan valiliği gibi servet kaynağı olan bir memuriyeti feda etmemelidir…. demişti.
Ailesi erkanından ötekiler de bu fikri benimsemişlerdi. Ertesi gün Ömer, doğruce İbni Ziyada gitmiş: Ya Emir!… Bana havele ettiğin görevi kabul ediyorum. Hüseyini sözle yola getirmeye çalışacağım. Bunun başarırsam, ne ala. Olmadığı taktirde de, onunla mukateleye (karşılıklı öldürme) girişeceğim. Sonucu kılıcımın hükmüne bırakacağım… demişti.
İbni Ziyad, Ömerin bu sözlerinden memnun olarak, derhal en seçkin atlı ve silahlılardan bir kuvvetin hazırlanmasını emir vermişti.