İmam Hasanın ölüm haberi Şama gelir gelmez; Muaviye, büyük bir üzüntü göstermişti. Kendisi derhal siyahlar giymekle beraber, kentte de yas tutulmasını emretmişti. Derhal sarayının kapısına ve duvarlarına siyah bayraklar asılmıştı.
Minarelerde hazin mersiyeler okunmaya başlamıştı. Halkın siyah sarıklar sararak üç gün, üç gece yas tutması için, her tarafta tellallar bağırmıştı.
Muaviye, bu iğrenç cinayetin üzerine, böyle riyakar bir perde germekle kalmamış; durumu kurtarmak için Cudeye korkunç bir oyun oynamıştı.
Cudenin Şama geldiğini haber alır almaz, onu sarayına getirtmişti. Önce büyük bir sükunetle: Anlat bakalım… Bu iş nasıl oldu? demişti. Artık kendisini Muaviyenin gelini sayan Cude, büyük bir serbestlikle söze girişerek imam Hasanı nasıl zehirlediğini anlatmıştı, sonunda da: gerçi ben sevcimi (kocamı) sevmiyordum. Fakat ona bişr suretle kastetmeyi de aklımdan geçirmiyordum. Fakat beni Mervan ikna etti. Sizin bana bir çok ata ve ihsanda bulunacağınızdan söz ettikten sonra, fazla olarak da oğlunuz Yezide nikah edeceğinize dair teminat verdi… İşte bu emrinizi yerine getirdim….. Sizi amacınıza eriştirdim… Şimdi sıra size geldi… Size de borcunuzu ödeyiniz! demişti.
O zaman Muaviye, derhal muamelesini değiştirmişti: Sen, Mervana iftira ediyorsun. O, ne böyle bir uğursuz bir cinayeti aklından geçirmeye, ne de benim tarafımdan sana böyle haberler getirmeye muktedir olamaz. Sen, kocandan intikam almak için bu cinayeti irtikap ettin. Şimdi de, bu vesileyle kendine bir çıkar sağlamak istersin…. Düşün bir kere… Resulüllahın torunu, Ali gibi bir zatın oğluna bu suretle ihanet eden bir kadını, ben ne cesaretle oğluma nikah ederim?… Senin gibi katil bir kadına sarayımda nasıl yer verebilirim!… Def ol karşımdan!… diye cevap vermişti ve halk ile karışıp da bu cinayetin içyüzünü anlatması için Cudeyi sarayının bir odasına hapsettirmişti.
Cude, büyük bir mükafat ümidiyle yaptığı uğursuz cinayetin böyle bir sonuç verdiğini görür görmez, derin bir vicdan azabı hissetmişti. Üç gün, üç gece, bir lokma yiyecek yememiş, bir yudum su içmemişti. Bir dakika bile uyku uyumayarak bütün vaktini feryad-u figan ile geçirmişti.
Üç gün sonra, Şam kadısı tarafından bir hüküm verilmişti. Bu hüküm gereğince, Cudenin elleri, ayakları bağlanmış, Basra körfezindeki adalardan birine sürgün edilmişti.
Garip bir rastlantı eseri olarak, Cudeyi o adaya götüren gemi, karaya yaklaştığı zaman şiddetli bir fırtına çıkmıştı. İçindekiler kendilerini pek güçlükle karaya atabilmişlerdi.
İşte, bu karışıklık arasında Cude de ortadan kaybolmuş; artık nam ve nişanı slini vermişti. (“Cudeyi, Muaviyenin adamları denize atmışlardı. Sebebi de; Ötede beride, Muaviye aleyinde dedikodu yapmaması içindi” diyenler olmuştu.)
Muaviyenin bütün bu riyakarca hareketlerine rağmen Şam halkının zeki ve aydın kısmı, bu büyük cinayetin nedenini öğrenmişti. Şamda bulunan Ehl-i Beyt dostları ile Alinin silsilesine(soyuna) mensup olanlar ise, gerçek yas içindelerdi.
Muaviye, bunların üzüntülerini gidermek ve kendilerini de bu cinayetten uzak göstermek istemişti. Başta Abbasın oğlu Abdullah olmak üzere, bazı Kureyş büyüklrini sarayına davet etmişti.
Bunlar, büyük bir acı ve üzüntü içinde Muaviyenin huzuruna gitmişlerdi. Muaviye, teselli verecek sözlere girişmişti. Ama Abdullah, derhal yerinden sıçramış: Ya Muaviye!… Biz, işin içyüzünü pekala biliyoruz. Sen de şunu iyice bil ki, Hasanın ölümüyle Canabı Hakkın mukaderatı değişmemiştir. Hasanın cesedi ancak kendine mahsus olan kabre girmiştir. Sen de kendi kabrine gireceksin… Hasanın ölümü sana bir gün değil, bir saat değil, bir dakika bile ömür kazandırmamıştır. İşte az yaşa, ister çok yaşa; sonunda sana mukadder olan akıbet de gelip seni bulacaktır…. senin babalarının, hısımlarının yüzünden Resulü Ekrem bile nice nice sıkıntı çekti. Anlaşılıyor ki, bizler, O Resulün hanadanına mensup olanlar da, senin ve senin evlatlarının yüzünden akla gelmez felaketler göreceğiz…. Canabı Hakk, Ehl-i Beyt ile, Ehl-i Beyt dostlarının yardımcısı olsun…. demişti, öfkesiyle meclisten ayrılmıştı.
Bu sözler Muaviyeye çok acı gelmişti. Fakat o, her zaman ve her meselede olduğu gibi, hissiyatını büyük bir ustalıkla gizlemiş; etrafındakilere bakıp gülümseyerek; Abbasın oğlu, çok zeki ve sözünü bilir bir kimsedir. Ben, tanıdığım insanlar içinde onun kadar akıllı ve lisanına sahip adam görmemiştim. Ama Hasanın ölümü onu o kadar etkilemiş ki, zavallı, bütün idrak ve muhakemesini kaybetmiş…. diye, hayrete şayan bir soğukkanlılık göstermişti.