Hiç kuşkusuz imam Cafer Buyruğu bir tanedir. Ancak, Şiiler kendi içtihatlarına göre şeriatçı bir Buyruk yazmışlar buna göre inançlarını yaşatmışlar; Anadolu Alevileri de buyruğu kendi inanç sistemlerine ayarlamışlardır. Seyyid Hoca Efendi oğlu (mandi) Seyyid Veysel Şeker tarafından yazılan Buyruk, tamamen şeriatı seslendirmekte ve Şiilere inanç dayanağı olmaktadır. Oysa Anadolu Aleviliğinde bu Buyruk, tasavvufi anlayışla şeriatçılığı marifetçilikle törpüleyip hakikatleşmektedir. Örneğin, dört kapı, Alevi inançlı Buyrukta şöyle tanımlanmaktadır:
“İmam Cafer-i Sadık Hazretleri buyurur ki: Pir olan kimselere, gerekir ki kamil olalar, dört kapı nedir, bileler. Evel şeriat, ikinci tarikat, üçüncü marifet, dördüncü hakikati bilmek gerekir ki, bunlar nereden geldi ve neden nasıl oldu ve aslı nedir; bunların edebi nedir, udu nedir, hayası nedir, tövbesi nedirfarzı nedir, sünneti nedir, nafilesi nedir, işlemesi nedir, bunları bile.
Ve bir dahi, şeriat kaçtır, tarikat kaçtır, marifet kaçtır, hakikat kaçtır ve ondan sonra şeriat ne ile tamam olur, tarikat ne ile tamam olur, marifet ne ile tamam olur, hakikat ne ile tamam olur, bunları bilmek gerek… Bunlar nedir? Eğer bu dört erkanı böylece bilmezse ol pirin pirliği caiz olmaz.
Ve bir kavilde, şeriat gemidir, tarikat denizdir, marifet gavvas (dalgıç) tır, hakikat dürr (inci) dür.
İmdi, Pir olan kimselere gerektir ki, şeriat gemisine gireler, tarikat denizinde yüzeler, marifet gavvası (dalgıcı) olup hakikat dürrüne (incisine) erişip çıkalar. Onun üzere amel edeler ki, onların ikrarları caiz (makbul) ola.
Ve bir kavilde, şeriat yakin (sağlam bilgi) olmaya derler. Tarikat talip, kendi halini isbat etmeye (kanıtlamaya) derler. Marifet, sözün mefhumunu (anlamını) bilmeye derler. Hakikat, vasıl olmaya (Hakka varmaya) derler.
(burada bir parantiz açmayı uygun bulduk: Yakin sözcüğü, “yakın” diye kullanılmaktadır. Yakin: sağlam bilgi, iyi, kesin olarak bilme anlamına gelmektedir. Örneğin, tasavvufta sıkça kullanılan “Ayn-el yakin”: bir şeyi kendi gözüyle görüp içeriğini ayrıntılı bilmek anlamındadır. “Hak-el yakin”: kesin olarak edinilmiş bilgi anlamlarına gelmektedir. Öte yandan dört kapıyı kırk makamla besleyen Hacı Bektaş Veli ile “Bahri (balık) olup ummana dalan Yunus Emrenin bu konudaki görüşlerine de daha sonra kısaca yer vereceğiz.)
Ve bir kavilde, şeriat kulluk demektir. (çok açık ifade edilmektedir ki, şeriattaki kişi, kendi özgür iradesiyle hareket edemez, şeriat hükümlerine itirazsız itaat eder.) Tarikat, imandır. Marifet dindir. Hakikat ise amel kılmaktır.
Ve bir kavilde, şeriat tendir. Tarikat ettir. Marifet iliktir. Hakikat candır.
Ve bir kavilde, şeriat erişmektir. Tarikat görmektir. Marifet anlamaktır. Hakikat bilmektir.
Ve bir kavilde, şeriat kapıdır. Tarikat eşiktir. Marifet sövedir. Hakikat kilittir.
Ve bir kavilde, şeriat çerağdır. Tarikat fitildir. Marifet yağdır. Hakikat ışıktır.
İmdi, taliplere dahi öyle gerektir ki, çereğ gibi doğru duralar. Fitil gibi yanalar. Yağ gibi eriyeler. Nur gibi ışık vereler. Erenler meydanında dömiyeler. Tarikat halinde duralar. Daha hakikatten çımayalar. Mürebbiden (terbiye edenden), musahipten (yol kardeşliğinden) dönmeyeler. Onlar talip olalar, kalıp olmayalar…”
Görüldüğü gibi Alevi inancına uyarlanmış Buyrukta şeriat, dinde dört kapının ilki olarak kabul edilir. Ama onun aşılması, özellikle hakikat kapısına erişilmesi özendirilir. Nitekim Hünkar Hacı Bektaş veli, 922de kurulan itifak sonucu yazılan Şii anlayışlı Buyruk içi şeriata fazla itibar etmemiş ve şunları söylemiştir:
“Benim gönlüm marifet evidir. Pes, Marifet Dünyadan ve ahiretten yeğdir. İmdi, marifetli can, erenler canıdır. Marifetsiz can ise, hayvanlar canıdır.” Keza Hünkar Hacı Bektaş Veli, 1200li yıllarının ortasında, “Kul Çalap Tanrıya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur.” dedikten sonra, “Ol kırk makamın onu şeriat içindedir, onu tarikat, onu marifet ve onu hakikat içindedir” demek suretiyle bu kırk makamı açıklamıştır. Bu da bize şunu gösteriyor ki, imam Cafer sadık Buyruğu, Anadoluda şekillenen Alevi inancında terbiye edilmiş, insanileştirilmiştir.
“Bilimle gidilmiyen yolun sonu karanlıktır” diyen Hünkar Hacı Bektaş Veli, Babailer ayaklanmasında kardeşi Menteşi verdikten sonra Sulucakarahöyüke yerleşip burada kurduğu barış ordusuyla İslamın şeriatına karşı marifeti ve hakikati yaşama geçirmenin gayretini gütmüştür. O günlerde atılan temel, daha sonra Alevi-Bektaşi öğretisinin neden olmuştur: ve kurulan her bir tekke , halk üniversitesini oluşturmuştur. İşte bu üniversitelerden fışkıran Alevi-Bektaşi felsefesi şu sözlerle tarihte yerini almıştır.
“Ellerin Kabesi var, benim Kabem insandır. Kuranda, kurtaran da insanoğlu insandır.”
“Ekmede yok, biçmede yok; yemede ortak Osmanlı.”
“Kısa çöp, uzun çöpten hakkın alacak.”
“Yarin yanağından gayri herşey ortaktır.”
“İnsan, kendi ekmeğini kendiemeği ve alın teriyle kazanmalıdır.”
“Oturduğun yeri pak et; kazandığın lokmayı hak et.”
“En büyük ibadet çalışmaktır. Çalışmadan geçinenler bizden değildir.”
“Eline, beline, diline sahip ol.”
“Marifet Adem, Adem de alem içindir.”
“Gözü ileride, gönlü geride olan kimse yola gidemez.”
“Yolumuz, ilim-irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur. Bilim, hakikate giden yolları aydınlatan ışıktır.”
Ve “Konuşan Kuran insandır” (İnsan Kuranı natıktır) diyen Hünkar Hacı Bektaş Veli, “Okunacak en büyük kitab insandır” demek suretiyle insanı yüceltmektedir.
Yine Hünkar Hacı Bektaş Veli (1209 – 1271) ile aynı çağı yaşayan halk ozanımız Yunus Emre (1240 – 1320), 922de acımasızca katledilen Hallac_ı Mansurun “Enel Hak” ını şu dizeleriyle sahiplenmektedir:
“Yine göğe sığmayan, sığmış bu can içene!”
Ya da:
“Et ile kemiğe büründüm, Yunus olarak göründüm”
Tabii ki, Mansuru sahiplenip korumayan Tanrıya,
“ Çün Mansur göründü
Ol benem dedi
Oda (ateşe) yaktırdın
Külün savurdun
Böyle mi gerek
Seni seveni?” diyerek sitem eden Yunus Emre, şeriat dışı yaşamış ve şeriata ilişkin düşüncelerini şöyle şiirselleştirmiştir:
Söz doğru diyene kulil Hak dedi çalap
Bunda yalan söyleyen yarın utanasıdır.
Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa, hakikatte asidir.
Şeriatın haberin şer ile diyem işit
Şeriat bir gemidir, hakikat deryasıdır.
Şeriatçılardan rahatsız Yunus Emre, der ki:
Şeriat oğlanları nice yol keser bana
Hakikat kapısında bahri oldum yüzerim.
Bir başka şiirinde der ki Yunus Emre:
Şeriat oğlanları bahsedip dava kılar
Hakikat erenleri davaya kalmadılar.
Ve dört kapı için de şu dizeleri yazar Yunus Emre:
Evvel kapı şeriat, emri neyhi bildirir
Yuya günahlarını, her bir Kuran hecesi
İkincisi tarikat, kulluğa bel bağlayan
Yolu doğru varanı, yargılaya hocası.
Üçüncüsü marifet, can gönül gözünü açar
Bu mani sarayımın, Arşa değin yücesi
Dördüncüsü Hakikat, ere eksik bakmaya
Bayram ola gündüzü, kadir ola geçesi
Bu şeriat güç olur, Tarikat yokuş olur
Marifet sarplık durur, hakikattır yücesi.
Yunus Emreden sonra Mansurleyin yaşayan , düşünen ve söyleyen Seyyid Nesimi (1369 – 1370 / 1404) de, Alevilerin ulu saydığı yedi ozandan biridir. Şeriat dışı yaşayan Nesimi, şu dizeleri söylediği için derisi yüzülerek katledilmiştir:
Hak Teala varlığı Ademdedir
Ev anındır, ol bu evde demdedir
Bildi Şeytan bu sırrı gamdadır
Ol sebepden ta ezel matemdedir.
Her ne yerde, gökte var, Ademde var
Her iki yıldız, ayda var, Ademde var
Ne iki elde, yüzde var, kademde var
Bu sözü fethetmeyen Adem var.
Ey Hakkı her yerde aydursan ki var
Sende bes Hak var imiş, Hak sende var
Enbiyanın sırrın bilmez davar
Kısmet olmaz dive rah-ı hoşgüvar.
Seyyid Nesimi de, Mansur gibi, Tanrıyı başka yerde aramaz; Tanrının varlığı insandadır. Yani Tanrı insandadır. Daha doğrusu Mansurun felsefesiyle insanın kendisi Tanrıdır. Çünkü bu sırra ilk eren Mansur, Bakara Suresinin 34. ayetindeki Tanrı kelamını iyi kavramıştır. Bir daha yineliyoruz. Diyor ki Tanrı: “Hani, Meleklere: “Ademe secde edin” demiştik de bütün melekler secde etmişlerdi. Ancak, İblis secde etmekten yüz çevirip kibirlendi ve kafirlerden (inanmayanlardan) oldu.”
Kafirlerden olmamak için Tanrıyi gönlüne alan Mansur, “Enel Hak” deyip Tanrıyla bütünleşti. Ve Seyyid Nesimi de Onun izinden yürüdü:
Bu tılsımı çünkü açtım, zulümata nuru saçtım
Bu nece makamı geçtim ki, bu cism-ü cana geldim
Okudum bir ism-ü azam, vücudugeldi Adem
Koyuban adımı Adem, uş bugün cihana geldim.
Görünen benim yüzümdür, gözeten benim gözümdür
Denilen benim sözümdür, benim uş lisana geldim
Kamu yerlere bölündüm, kamu sözlere bölündüm
Kamu oda çün çalındım, bu eve beyane geldim.
Beni çün kapı görenler, dün-ü gün-ü gezerler
Varıp ayruğa süzerler, bana da mekana geldim
Ne kişi durur Nesimi ki, ayan eder bu razı
Düzüben bu sözde sazı, benim uş zebana geldim.
Seyyid Nesimi, herşeyi sorgulayan ve durmadan sorandır. Öğrenmek için sürekli merak içindedir. Uzun soru dizgeleriyle devam eden bir şiirinden şu özetlemeyi yaparak Nesiminin önünde saygıyla eğiliyoruz:
Din, iman, namaz, hac ve zekat kuraları nedir?
Şeriat davası da nicedir?
Kuran ilmi, hadis, vaiz?
Hepsi de mana içindedir.
Öyleyse bunda tekrar niye?
Tanrısal birlik bilimini okuyan,
Medrese bilgisi okumaz.
O zaman öğren, bu bahçedeki sır ve esrar nedir?
Özü yel, su, toprak ve hava olanın
Adı neden Ademdir?
Kendi özün anlıyanlar için
Sözlerinin tümü gerçektir.
Ama özünü bilmiyene
Cümlesi boş sözlermiş gibi gelir….
Hilmi Dede-Babanın şu dizeleriyle Anadolu Alevisinin İslamla ilintisi ve Aliyle Tanrıya ulaşması en güzel biçimiyle vurgulamaktadır:
Aynayı tuttum yüzüme, Ali göründü gözüme!
Ali candır, Ali canan
Ali dindir, Ali iman
Ali rahim, Ali rahman
Ali göründü gözüme…..
Hz.Ali ve Ehl-i Beyt sevgisiyle İslam içi olan Anadolu Aleviliği, Şah bellediği Alinin şu sözleriyle bütünleşmektedir:
Senden iste
Sendedir gizli olan hazineler
Yer, gök, varlık, yokluk hepsi sendedir
Neyi görmek istersen kendine bak
Sen yaradılmışların aynasısın
Bu cihan vücut, sen vücudun canısın
Hakkın isteği senin canındır
Gönlündeki pası sil, Hakkın varlığına bak
Gönül aynasının pasını sil, Hakkı gör
Onda görünen her şey buradadır
Sen, sende herşeyi bilmeye geldin
Uyan, kendine gel, ey serseri gafil!