İsa Kudüse gelip de, bir sebt günü mabede girdiğinde, askerler onu kışkırtmak ve alıp götürmek için yaklaşıp dediler, – Muallim, savaş açmak meşru mudur? – İnancımız bize, hayatımızın yeryüzü üzerinde sürekli bir savaş halinde olduğunu söyler. – Öyleyse, bizi kendi inancına döndürmek ve bizim yığınla tanrıyı bırakıp, çünkü yalnızca Romada görülen yirmi sekiz bin tanrı vardır senin tek olan ve görülemediği için nerede olduğu bilinmeyen, belki de bir hayal olan Allahına uymamızı ister misin? – Eğer sizi Allahımızın yarattığı gibi, sizi ben yaratmış olsaydım, sizi hidayete erdirmek isterdim. – Şimdi, nerede olduğu bilinmediği halde, senin Allahın bizi nasıl yaratmış olabilir? Bize Allahını göster, o zaman Yahudi olacağız. – Eğer sizin Onu görecek gözleriniz olsa, ben size Onu gösteririm, fakat kör olduğunuz için, Onu size gösteremiyorum. – Bu insanların sana verdiği onur mutlaka senin anlayışını götürmüş olmalı. Çünkü hepimizin başında iki gözü varken, sen bizim kör olduğumuzu söylersin. – Bedeni gözler, yalnızca cismi olan ve dıştaki şeyleri görebilir. Bu bakımdan, siz yalnızca, hiç bir şey yapamayan altından, gümüşten ve tahtadan tanrılarınızı görebilirsiniz. Ama biz Yahudiyelilerin Allahımıza karşı korku ve iman şeklinde manevi gözlerimiz vardır, bu yüzden de, biz Allahımızı her yerde görebiliriz. – Konuşmana dikkat et, çünkü eğer tanrılarımıza nefret yağdıracak olursan, seni Hirodesin ellerine veririz, o da her şeye gücü yeten tanrılarımızın öcünü alır. – Eğer dediğiniz gibi, onların her şeye gücü yetiyorsa, beni bağışlayın, artık onlara tapacağım. Askerler bunu duyunca sevindiler ve putlarını yüceltmeye başladılar. O zaman İsa dedi, – Burada işlerinize ihtiyaç vardır, sözlerinize değil, madem öyle, tanrılarınıza bir sineği yarattırın ve ben onlara tapacağım. Askerler bunu duyunca yılıp, diyecek şey bulamadılar, bunun üzerine İsa dedi, – Asla, onların tek bir sineği bile yeniden yaratmadıklarını gördüğümden, kendileri için, tek bir sözle her şeyi yaratmış olan Allahı bırakmayacağım, Onun adı tek başına orduları korkutur. – Şimdi şuna bakalım; çünkü biz seni alıp götürmek istiyoruz. – Adonai Sabaoth!” Ey Orduların Rabbi! Bunun üzerine, bir kişinin, yıkanıp yeniden şarapla doldurulacakları zaman tahta fıçılan yuvarladığı gibi, askerler de hemen mabetten yuvarlanıp gittiler; o kadar ki, kendilerine dokunan kimse olmadığı halde, başları ve ayakları yere çarpıyordu. Ve o kadar korktular ve öyle bir şekilde kaçtılar ki, Yahudiyede bir daha görünmediler. Kahinler ve Ferisiler kendi aralarında mırıldanıp dediler. “Onda Baal ve Eşterotun bilgeliği var ve bundan dolayı, Şeytanın gücüyle yaptı bunu.” İsa ağzını açtı ve dedi, “Allahımız komşumuzun mallarını çalmamamızı emretti. Fakat bu tek hüküm öylesine aşıldı ve kötüye kullanıldı ki, dünyayı günahla doldurdu ve bu günah diğer günahların bağışlandığı gibi bağışlanmayacaktır; çünkü başka her günah için insan ağlar ve onu bir daha işlemez, namaz ve zekatla birlikte oruç da tutarsa, Kadir ve Rahim olan Allahımız affeder. Fakat bu günah o türdendir ki, zulmen alınan geri verilmedikçe, asla bağışlanmayacaktır.” O zaman, bir yazıcı dedi, “Ey muallim, hırsızlık tüm dünyayı günahla nasıl doldurmuştur? Şimdi, Allahın lütfuyla, yalnızca bir kaç hırsızın bulunduğu ortadadır, onlar da kendilerini gösteremezler, çünkü hemen askerler tarafından asılırlar.” İsa karşılık verdi. “Malları bilmeyen hırsızları da bilmez, hem, bakın size diyorum ki, pek çokları ne yaptığını bilmeden çalar, bu yüzden de günahları başkalarınınkinden daha büyüktür, çünkü bilinmeyen hastalık iyileşmez.” O zaman ferisiler İsaya yaklaşıp dediler, “Ey muallim, İsrailde gerçeği tek sen bildiğin için bize öğret.” İsa karşılık verdi, “İsrailde gerçeği tek benim bildiğimi söylemiyorum, çünkü bu “tek” kelimesi başkalarına değil, yalnızca Allaha ait. Çünkü O Haktır, hakkı da yalnızca O bilir. Bu bakımdan, eğer ben böyle dersem, büyük bir hırsız olurum. Çünkü Allahın şanını çalmış olurum. Ve Allahı tek ben biliyorum demekle de, herkesten daha çok cehaletin içine düşerim. Bu nedenle siz, tek benim gerçeği bildiğimi söylemekle ağır bir günah işlediniz. Ve size diyorum ki, eğer bunu teşvik etmek için dediyseniz, günahınız daha da büyük olacaktır.” Sonra İsa, herkesin sustuğunu görünce yeniden dedi, “Her ne kadar ben İsrailde gerçeği bilen tek kişi değilsem de, tek ben konuşacağım; bu bakımdan, madem bana sordunuz, bana kulak verin. Yaratılan her şey Yaratıcı ya aittir, o şekilde ki, hiç bir şey herhangi bir şey için iddiada bulunamaz. Öyle de, ruh, nefs, beden, zaman, mal ve şan hep Allahın mülkiyetindedir. Eğer bir insan onları Allahın istediği biçimde almazsa, bir hırsız olmuş olur. Ve aynı şekilde, eğer onları Allahın isteğinin aksine harcarsa, yine bir hırsız olmuş olur. Bu bakımdan diyorum ki, ruhumun huzurunda durduğu Allah sağ ve diridir ki siz zamanı, “Yarın şöyle yapacağım, şöyle bir şey söyleyeceğim, şöyle bir yere gideceğim” diyerek ele alırsanız ve “inşallah” demezseniz. Hırsız olursunuz ve zamanınızın daha iyi bölümünü Allahı memnun etmek için değil de, kendinizi memnun etmek için harcadığınızda daha büyük hırsız olursunuz ve daha kötü bölümünü nefsinizle Allaha kulluk için harcadığınızda, o zaman da kuşkusuz hırsız olursunuz. Kim günah işlerse, hangi şekilde olursa olsun bir hırsızdır; çünkü o Allaha kulluk etmesi gereken zamanı, ruhu ve kendi hayatını çalıp Allahın düşmanı Şeytana vermiş olur. Bu bakımdan, onuru, canı ve malı olan insanın malı mülkü çalındığı zaman hırsız asılacaktır; canı alındığı zaman, katilin başı kesilecektir ve adaletli olan budur, çünkü Allah böyle buyurmuştur. Ama bir komşunun onuru alındığı zaman, neden hırsız çarmıha gerilmez? Mal onurdan, gerçekten daha mı iyidir? Allah gerçekten, malı alanın cezalandırılacağını, malla birlikte canı alanın cezalandırılacağını, ama onuru alanın serbest kalacağını mı buyurmuştur? Hiç de değil, çünkü mırıldanmaları nedeniyle babalarımız vaat edilen ülkeye girmediler de, yalnızca çocukları girdi. Ve bu günah nedeniyle, yılanlar halkımızdan yetmiş bin kadarını öldürdü. Ruhumun huzurunda durduğu Allah sağ ve diridir ki, onuru çalan, bir insanı malından ve canından edenden daha büyük cezayı hak eder. Ve mırıldayana kulak veren de aynı şekilde suçludur. Çünkü biri Şeytanı diline, diğeri ise kulaklarına alır.” Ferisiler bunları duyunca öfkeden patlıyorlardı, çünkü konuşmasına karşı çıkamıyorlardı. Sonra İsanın yanına bir fakih yanaştı ve ona dedi, “Sayın muallim, bana anlat ki Allah, babalarımıza neden ekin ve meyve bahşetmedi? Düşeceklerini bildiğinden, mutlaka kendilerine vermeli veya insanlara onu görme eziyetini çektirmemeliydi.” İsa cevap verdi, “Adam, sen bana iyi dersin, fakat hata edersin, çünkü yalnızca Allah iyidir. Ve Allahın neden senin beynine göre iş yapmadığını sormakla daha çok hata edersin. Yine de sana cevap vereceğim. O halde sana diyorum ki, Yaratıcımız Allah işinde kendisini bize uydurmaz, bu bakımdan meşru olan, yaratılmışın Onun yöntemini ve uygunluğunu değil de, bunun yerine, Yaratanın yaratılmışa değil, yaratılmışın Yaratana bağlı kalması için Yaratıcısı Allahın şanını araştırmasıdır. Ruhumun huzurunda durduğu Allah sağ ve diridir ki, eğer Allah insana her şeyi vermiş olsaydı, insan, kendisinin Allahın kulu olduğunu bilmeyecekti ve böylece de kendini Cennetin efendisi sayacaktı. Bu bakımdan, her zaman Azim ve Sübhan olan Yaratıcı, Kendine bağlı kalsın diye insanı yemekten men etti. Ve bakın size diyorum ki, kimin gözünde ışık varsa her şeyi açık görür ve bizzat karanlıktan bile ışık çıkarır; fakat kör böyle yapmaz. Bu nedenle diyorum ki, eğer insan günah işlememiş olsaydı, ne ben ne de sen Allahın merhametini ve adaletini bilmeyecektik. Ve eğer Allah, insanı günah işleme istidadında yaratmamış olsaydı, bu konuda o, Allaha eşit olacaktı. Bundan dolayı, Sübhan Allah insanı iyi ve adaletli yarattı, ama kendi hayatı, kurtuluşu ve batışıyla ilgili olarak istediğini yapmakta serbest bıraktı.” Fakih bunları işitince dondu kaldı ve şaşkınlık içinde ayrılıp gitti. Sonra, baş kahin iki yaşlı kahini gizlice çağırarak mabetten çıkıp, öğle namazını kılmak için Süleyman verandasında oturup beklemekte olan İsaya gönderdi. Ve İsanın yanında halktan büyük bir kalabalıkla birlikte havarileri de bulunuyordu. Kahinler İsaya yaklaşıp dediler, “Muallim, insan ekini ve meyveyi neden yedi? Allah onu yemesini istedi mi, istemedi mi?” Ve onlar bunu İsayı yanıltmak için dediler; çünkü “Allah istedi” dese, “Öyleyse niçin yasakladı?” karşılığını verecekler, “Allah istemedi” dese, “o halde, Allahın istediğinin aksini yapabildiğine göre, insan Allahtan daha büyük bir güce sahip” diyeceklerdi. İsa cevap verdi, “Sizin sorunuz, dağın üstünden geçen ve sağ ve solunda uçurum bulunan bir yol gibi, ama ben ortadan yürüyeceğim.” Bunu duyunca, kahinler İsanın kalplerini bildiğini sezerek şaşırdılar. Sonra İsa dedi, “Her insan ihtiyacı olduğundan, her şeyi kendi yararı için yapar. Ama hiç bir şeye ihtiyacı olmayan Allah, kendi hak arzusuna göre yaptı, Bu bakımdan, insanı yaratırken onu, Allahın kendine ihtiyacı olmadığını bilsin diye hür yarattı. Misal olarak, Kendi zenginliğini sergilemek için ve köleleri kendini daha çok sevsin diye, kölelerine hürriyet veren bir kralın yaptığı gibi. O halde, Allah insanı, Yaratıcısını çok daha fazla sevsin ve nimetini bilsin diye hür yarattı. Çünkü Allah her ne kadar Kadiri Mutlak olup, insana ihtiyacı yok ve onu kudretiyle de yaratmışsa da, hayır işleyip, şerre karşı koyabilecek şekilde onu serbest bırakmıştır. Çünkü her ne kadar Allahın günaha engel olma gücü var idiyse de, kudret ve nimeti insanda görüldüğünden, insanda günaha karşı çıkmamak için, yani, insanda Allahın rahmeti ve adaleti yürüsün diye O, kendi nimetiyle çelişmeyecektir çünkü Allahta çelişme yoktur. Ve gerçeği konuştuğuma işaret olarak, sizi baş kahinin beni aldatmak için gönderdiğini ve bunun da kahinliğin meyvesi olduğunu size söylüyorum.” Yaşlı adamlar ayrılıp gittiler ve her şeyi baş kahine anlattılar, o da dedi, “Bu herifin sırtında her şeyi kendisine söyleyen cin var; çünkü o İsrail krallığını arzular, ama Allah bunun da gereğine bakacaktır.” İsa öğle namazını kılıp da mabetten çıkarken, annesinin rahminden kör doğan birini gördü. Havarileri kendisine sorup dediler, “Muallim, bu adamda kimin günahı var, babasının mı, yoksa annesinin mi ki böyle kör doğmuş?” İsa cevap verdi, “Ne babasının, ne de annesinin günahı var onda, ama Allah, İncile bir şahit olsun diye onu böyle yarattı.” Ve kör adamı yanına çağırıp, yere tükürerek çamur yaptı ve onu kör adamın gözlerine sürdü ve ona dedi, “Siloam gölüne git ve yıkan!” Kör adam gitti ve yıkanıp, ışığa kavuştu, ardından, eve dönerken, kendisine rastlayan pek çokları dediler, “Bu adam körse, kesinlikle derim ki, mabedin güzel kapısında oturup duran adamdı.” Başkaları dediler; “Odur, fakat ışığa nasıl kavuştu?” Ve yanına yaklaşıp dediler, “Sen mabedin güzel kapısında oturup duran kör adam değil misin?” Cevap verdi, “Oyum, neden soruyorsunuz?” Dediler, “Öyleyse, görme gücüne nasıl kavuştun?” Cevap verdi, “Bir adam toprağa tükürerek çamur yaptı ve bu çamuru gözlerimin üzerine koyup, bana dedi, “Git Siloam gölünde yıkan.” Gidip yıkandım ve şimdi görüyorum. İsrailin Allahını tesbih ederim!” Kör doğmuş olan adam mabedin güzel kapısına yeniden geldiği zaman, tüm Kudüs meseleyi duymuştu. Bunun üzerine, İsa aleyhinde kahinler ve Ferisilerle konuşmakta olan kahinlerin reisine getirildi. Baş kahin kendisine sorup, dedi, “Adam, sen doğuştan kör değil miydin?” “Ya, evet” diye cevap verdi. “Şimdi Allahın şanı üzerine”, dedi baş kahin “Anlat bize, hangi peygamber sana rüyada göründü de ışık verdi. Babamız İbrahim miydi, yoksa Allahın kulu Musa mı veya bir başka peygamber miydi? Çünkü başkaları böyle bir şeyi yapamaz.” Kör doğmuş olan adam cevap verdi, “Ben rüyada ne İbrahimi, ne Musayı, ne de bir başka peygamberi görüp iyileştirilmedim. Ben mabedin kapısında otururken bir adam beni yanına getirtti, tükürüğüyle topraktan çamur yaparak, bu çamurun bir kısmını gözlerime sürdü ve beni yıkanmam için Siloam gölüne gönderdi; ben de oraya gidip yıkandım ve gözlerimin ışığıyla geri döndüm.” Baş kahin kendisine o adamın adını sordu. Kör doğmuş olan adam cevap verdi, “Bana adını söylemedi, ama onu gören biri beni çağırarak dedi, “Git ve bu adamın sana söylediği gibi yıkan, çünkü o Nasıralı İsadır, İsraililerin Allahının bir peygamberi ve kutsal bir kuludur.” O zaman baş kahin dedi, “O seni belki de bugün, yani sebt günü iyileştirdi?” Kör adam cevap verdi, “Bu gün iyileştirdi beni.” Baş kahin dedi, “Bakın şimdi, bu herif nasıl da günahkarın biridir, görüyorsunuz ki sebt gününe riayet etmez!” Kör adam karşılık verdi, “O bir günahkar mıdır, değil midir bilmem; ama şunu bilirim ki, ben kör iken o beni ışığa kavuşturdu.” Ferisiler buna inanmadılar bu nedenle de baş kahine dediler, “Anne ve babasını çağırtın, bize gerçeği söyler onlar.” Bunun üzerine kör adamın anne ve babasını çağırttılar ve onlar gelince baş kahin kendilerine şöyle sordu, “Bu adam sizin oğlunuz mudur?” Cevap verdiler, “O bizim oğlumuzun ta kendisidir.” O zaman baş kahin dedi, “O, kör doğduğunu ve şimdi de gördüğünü söylüyor; nasıl olmuştur bu iş?” Kör olarak doğan adamın baba ve annesi cevap verdi, “Evet, o kör doğmuştu, ama ışığı nasıl aldığını bilmiyoruz; onun yaşı başı yerindedir, kendisine sorun, size gerçeği söyler.” Bunun üzerine onlara yol verildi ve baş kahin yeniden, kör doğmuş olan adama dedi, “Allahın şanı üzerine doğruyu söyle.” Kör adamın baba ve annesi konuşmaktan korkmuşlardı; çünkü Roma Senatosundan, ölüm acısına çarptırılmak istemeyen kimsenin, Yahudilerin peygamberi İsa hakkında çekişmemesi için bir ferman çıkmıştı. Bu ferman valinin de eline ulaşmıştı, bu nedenle, “Onun yaşı başı yerindedir, kendisine sorun” dediler. Sonra, baş kahin kör adama dedi, “Allahın şanı üzerine doğruyu söyle, çünkü biz, senin kendini iyileştirdiğini söylediğin bu adamın bir günahkar olduğunu biliyoruz.” Kör doğmuş olan adam cevap verdi, “O bir günahkar mıdır, değil midir bilmem. Ama şunu bilirim ki, ben görmüyordum, o beni ışığa kavuşturdu. Dünyanın başlangıcından bu saate kadar, kesinkes, kör doğup da ışığa kavuşturulan kimse olmamıştır. Ve Allah günahkarlara kulak asmaz.” Ferisiler dediler, “Seni ışığa kavuştururken ne yaptı?” O zaman kör doğmuş olan bunların inançsızlığına şaştı kaldı ve dedi, “Söyledim ya, neden bir daha soruyorsunuz bana? Siz de Onun şakirtleri olmaz mısınız?” O zaman, baş kahin kendisine küfredip dedi, “Sen zaten günah içinde doğmuşsun, öyleyken bize öğretmeye mi kalkıyorsun? Defol ve böyle bir adamın sen şakirdi ol! Çünkü biz Musanın şakirtleriyiz ve biliyoruz ki, Allah Musa ile konuşmuştur; bu adama gelince, onun neci olduğunu bilmiyoruz.” Ve onu havra ve mabetten atıp, İsraililer arasındaki temizlerle birlikte ibadet etmesini yasakladılar. Kör doğmuş olan adam gidip İsayı buldu. O da kendisini şöyle teselli etti, “Hiç bir zaman şimdiki kadar kutsanmamıştın, çünkü peygamberi ve babamız Davud kanalıyla dünyanın dostlarına karşı, “Onlar lanetlerler, ben kutsarım” diyen Allahımız tarafından kutsandın ve O, peygamber Mika aracılığıyla da dedi “Ben sizin kutsamanızı lanetlerim. Çünkü Allahın dilemesinin dünyanın dilemesine zıt olduğu kadar yer göğe, su ateşe, ışık karanlığa, soğuk sıcağa veya sevgi nefrete zıt değildir.” Havariler ardından kendisine şöyle sordular, “Rab, sözlerin pek güzel; bu nedenle anlamlarını bize söyle, çünkü henüz anlamış değiliz.” İsa cevap verdi, “Dünyayı tanıdığınız zaman göreceksiniz ki, ben gerçeği konuştum ve böylece her peygamberdeki gerçeği de tanıyacaksınız. O halde bilin ki, tek bir adda birleşmiş üç türlü dünya vardır, Biri, su, hava ve ateşle birlikte gökleri ve yeri ve insanın altında olan tüm şeyleri temsil eder. Şimdi, bu dünya her şeyiyle, Allahın peygamberi Davudun, “Allah onlar için çiğnemedikleri bir kural koymuştur” dediği gibi, Allahın iradesine uyar.” İkincisi, nasıl “Bunlardan birinin evi” duvarları değil de, aileyi temsil ediyorsa, bunun gibi tüm insanları temsil eder, şimdi bu dünya yine Allahı sever; çünkü fıtratları gereği Allahı özlerler. O kadar ki, fıtrata göre herkes, Allahı aramada yanılgıya düşse de, Allahı özler. Ve biliyor musunuz, hepsi Allahı neden özler? Çünkü onlar, herkes hiç bir kötülüğü olmayan sonsuz bir iyiliğin özlemini duyar, bu ise yalnızca Allahtır. Bu bakımdan, Rahman olan Allah, bu dünyaya kurtuluşu için peygamberlerini göndermiştir. Üçüncü dünya, insanların, dünyanın yaratıcısı Allaha aykırı bir kanuna dönüşmüş olan günaha batmış durumudur. Bu, insanı Allahın düşmanları olan cinlere benzetir. Ve Allahımız bu dünyadan öylesine şiddetle nefret eder ki, eğer peygamberler bu dünyayı sevmiş olsalardı, ne düşünürsünüz? Mutlaka Allah kendilerinden peygamberliklerini alırdı. Ve nasıl söyleyeyim ki ben? Ruhumun huzurunda durduğu Allah sağ ve diridir ki, Allahın Elçisi dünyaya gelince eğer bu şerli dünyaya karşı bir sevgi duyacak olsa, mutlaka Allah ondan, kendisini yarattığı zaman vermiş olduğu tüm şeyleri alır ve onu ebediyen cezalandırır; Allah bu dünyaya işte bu derecede zıttır.” Havariler karşılık verdiler, “Ey muallim, sözlerin öylesine güzel, bu bakımdan bize merhamet et, çünkü onları anlamıyoruz.” İsa dedi, “Sanır mısınız ki, Allah Elçisini kendisini Allahla eşit tutmak isteyecek bir rakip olarak yaratmıştır? Kesinlikle hayır, aksine, efendisinin istemediğini istemeyecek olan itaatkar kölesi olarak yaratmıştır. Siz bunu anlayamazsınız, çünkü neyin günah olduğunu bilmiyorsunuz. Bu nedenle, sözlerime kulak yerin. Bakın, dikkat edin, diyorum ki size, günah insanda Allaha aykırı bir şey olmadıkça ortaya çıkmaz; çünkü yalnızca Allahın dilemediği şey günahtır; o kadar ki, Allahın dilediği her şey günaha yabancıların yabancısıdır. Bu durumda, eğer Ferisilerle bizim Baş kahinimiz ve kahinlerimiz, İsrail halkı bana Allah dediği için bana işkence etseler, Allahı razı eden bir şey yapmış olurlar ve Allah da kendilerini ödüllendirir. Fakat benim gerçeği, gelenekleriyle Allahın peygamberleri ve dostları olan Musa ve Davudun kitaplarını tahrif ettiklerini söylememi istemeyerek, tersi bir nedenle bana işkence ettiklerinden ve bu yüzden benden nefret edip, ölümümü arzuladıklarından, işte bundan dolayı Allah kendilerini tiksinti ve nefretle kabul eder. Söyleyin bana, Musa insan öldürdü, Ahab da insan öldürdü, bu her iki durumda da öldürme değil midir? Kesinlikle değil; çünkü Musa, puta tapıcılığı yok etmek ve Hak olan Allaha ibadet etmeyi koruyup sürdürmek için insan öldürdü; ama Ahab ise, insanları Hak olan Allaha ibadeti yok etmek ve puta tapıcılığı koruyup sürdürmek için öldürdü. Bu nedenle, Musa için insan öldürmek kurbana dönüşürken, Ahab için dine karşı saygısızlığa dönüştü; o kadar ki, bir ve aynı iş bu iki zıt etkiyi ortaya çıkardı. Ruhumun huzurunda durduğu Allah sağ ve diridir ki, eğer şeytan meleklerle onların Allahı nasıl sevdiklerini görmek için konuşmuş olsaydı, Allahın reddine uğramayacaktı ama onları Allahtan yüz çevirtmenin yollarını aradı, bu yüzden de ebedi azaptadır.” O zaman, bu satırları yazan karşılık verdi, “O halde, İsrail krallarının kitabında yazılı olduğu gibi, Allahın yalancı peygamberlerin ağzıyla söylenmesini takdir buyurduğu yalanla ilgili olarak, peygamber Mikayada söylenen şey nasıl anlaşılmalıdır?” İsa karşılık verdi, “Ey Barnabas, olanları kısaca anlat ki, gerçeği açıkça görelim.” O zaman, yazan dedi, “Peygamber Danyal, İsrail krallarının ve tiranlarının tarihini anlatırken şöyle yazar, “İsrail kralı, Ammoniler olan Belial oğullarına yani, fasıklara karşı savaşmak için Yahuda kralıyla birleşti. Şimdi, Yehuda kralı Yehoşafat ve İsrail kralı Ahab ikisi birlikte Samiriyede bir tahtta otururlarken, önlerine dört yüz yalancı peygamber gelip, İsrail kralına dediler, “Ammonilere karşı çık, çünkü Allah onları senin ellerine verecek. Ve sen Ammonu parçalayacaksın.” O zaman Yehoşafat dedi, “Burada babalarımızın Allahının herhangi bir peygamberi var mıdır?” Ahab cevap verdi, “Yalnızca bir tane var, o da şerlidir, çünkü benimle ilgili olarak her zaman şer haber verir durur ve ben de onu hapiste tutuyorum.” Böyle, yani “Yalnızca bir tane var”, çünkü Ahabın fermanıyla o kadar çok peygamber öldürülmüştü ki, peygamberler sizin de dediğiniz gibi ey muallim, insanların bulunmadığı dağ tepelerine kaçmışlardı.” O zaman Yehoşafat dedi, “Onu buraya çağırt bakalım, ne der.”. Bunun üzerine Ahab Mikayanın oraya çağırılmasını emretti. O da ayağında bukağılarla ve hayatla ölüm arasında bulunan bir insan gibi, şaşırmış bir yüzle geldi. Ahab kendisine sorup dedi, “Allah adına konuş Mikaya, biz Ammonilere karşı çıkacak mıyız? Allah, onların şehirlerini bizim ellerimize verecek mi?” Mikaya cevap verdi, “Çık, çık, çünkü başarılı bir şekilde çıkacak ve yine daha başarılı bir şekilde ineceksin!” O zaman, yalancı peygamberler Mikayayı Allahın gerçek bir peygamberi olarak övüp, ayaklarındaki bukağıları kırıp çıkardılar. “Allahımızdan korkan ve hiçbir zaman putlar önünde diz çökmemiş olan Yehoşafat Mikayaya sorup, dedi, “Bu savaş işini nasıl görüyorsun, babalarımızın Allahı aşkına doğruyu konuş.” Mikaya cevap verdi, “Ey Yehoşafat, senin yüzün için korkuyorum. Bu nedenle diyorum ki sana, İsrail kavmini çobansız koyun gibi görüyorum.” O zaman Ahab gülümseyerek, Yehoşafata dedi, “Sana bu herifin yalnızca şerri haber verdiğini söylemiştim de, sen inanmamıştın.” Sonra ikisi de dediler, “Şimdi, bunu nerden bilirsin ey Mikaya?” Mikaya cevap verdi, “Herhalde Allahın huzurunda bir melekler heyeti toplandı ve ben Allahın şöyle gediğini işittim, “Ahabı Ammona karşı çıkıp, öldürülmesi için kim kandıracak?” Bunun üzerine, biri bir şey dedi, öbürü bir başka şey dedi. Sonra, bir melek gelip dedi, “Rab, ben Ahaba karşı savaşacak ve yalancı peygamberlere gidip, yalanı onların diline koyacağım ve böylece o da karşı çıkıp, öldürülecek.” Ve Allah bunu duyunca dedi, “Şimdi git ve öyle yap, çünkü sen başaracaksın.” O zaman yalancı peygamberler kızdı ve reisleri Mikayanın yanağına tokat atıp, dedi, “Ey Allahın fasığı, gerçeğin meleği ne zaman bizi bıraktı da sana geldi. Söyle bize, yalanı getiren melek bize ne zaman geldi?” Mikaya cevap verdi, “Kralınızı aldattığınız için, öldürülmek korkusuyla evden eve kaçtığınız zaman öğreneceksiniz.” O zaman Ahab gazaba gelip dedi, “Mikayayı yakalayın, ayaklarındaki bukağıları yanağına vurun ve ben dönünceye kadar kendisine arpa ekmeği ve su verin. Çünkü şu anda, ona nasıl bir ölüm biçeceğimi bilmiyorum.” Sonra gittiler ve her şey Mikayanın dediği gibi oldu. Çünkü Ammonilerin kralı kullarına dedi, “Bakın, ne Yehuda kralına, ne de İsrail reislerine karşı savaşıyorsunuz, ama düşmanım olan İsrail kralı Ahabı öldürün.” O zaman İsa dedi, “Burada kal Barnabas çünkü amacımız açısından bu kadarı yeterli.” “Hepsini işittiniz mi?” dedi İsa. Havariler cevap verdiler, “Evet Rab.” Bunun üzerine İsa dedi, “Yalan söylemek bir günahtır,-ama öldürmek daha büyük bir günahtır; çünkü yalan söyleyene ait bir günahken, ölüm işleyene ait ise de, Allahın burada, yeryüzündeki en kıymetli şeyini, yani insanı da yok eder. Ve yalan söylemeye, söylenen şeyin aksini söylemekle çare bulunabilir; halbuki katilin çaresi yoktur. Çünkü ölüye yeniden hayat vermek mümkün değildir. O halde söyleyin bana, Allahın kulu Musa öldürdüklerinin hepsini öldürmekle günah mı işledi?” Havariler cevap verdiler, “Haşa, haşa ki, Musa kendisine emreden Allaha itaat etmekle günah işlemiş olsun!” O zaman İsa dedi, “Ben de diyorum, haşa ki Ahabın yalancı peygamberlerini yalanla kandıran şu melek, günah işlemiş olsun; çünkü Allah nasıl insanların boğazlanışını kurban diye kabul etmişse, bu yalanı överek kabul etmiştir. Bakın, bakın diyorum ki size, nasıl, ayakkabılarını bir devin ölçüsüne göre yaptıran çocuk hata ederse, aynen öyle de, insanın kendisi kanuna tabi iken Allahı kanuna tabi kılan da hata eder. Bu bakımdan, yalnızca Allahın dilemediği şeyin günah olduğuna inandığınız zaman, size söylediğim gibi, doğruyu bulmuş olacaksınız. Bu nedenle, çünkü Allah bileşik değildir ve değişemez, öyleyse aynı zamanda farklı şey dileyemez ve dilemez; çünkü böyle olsaydı, kendinde çelişki ve neticede dert barındıracaktı ve sonsuz derecede Kutsi ve Sübhan olmayacaktı.” Filipus karşılık verdi, “Öyleyse, peygamber Amosun şu sözü nasıl anlaşılmalıdır? Şehirde Allahın yapmadığından başka kötülük yoktur.” İsa cevap verdi, “Şimdi bak buraya Filipus, Ferisilerin yaptığı gibi harflerde çakılıp kalmanın tehlikesi ne kadar büyüktür; onlar, kendileri için, “Seçilenler de Allahın takdirini” icat ettiler, öyle ki, gerçekte, Allahın haksız, kandırıcı, yalancı ve üzerlerine gelecek hükümden nefret edici olduğunu demeye getiriyorlar. Bu bakımdan diyorum ki, burada Allahın peygamberi Amos, dünyanın kötülük dediği kötülükten söz etmektedir; çünkü eğer müttakilerin dilini kullanmış olsaydı, dünyadakiler tarafından anlaşılmayacaktı. Çünkü bütün dertler iyidir; ister yaptığımız kötülükleri temizledikleri için olsun, ister bizi kötülük yapmaktan alıkoydukları için iyi olmuş olsun, isterse ebedi hayatı sevip, özleyelim diye, insana bu hayatın durumunu öğrettikleri için, iyi olmuş olsun. İşte, eğer Amos, “Allahın yaptığından başka şehirde hiç bir iyilik yoktur” demiş olsaydı, zenginlik içinde yaşayan günahkarlara ve kendilerini bela içinde gören dertlilere ümitsizlik için fırsat tanımış olacaktı. Ve daha kötüsü, Şeytanın insan üzerinde böyle bir egemenliği olduğuna inanan pek çokları, dert çekmemek için şeytandan korkacaklar ve ona kulluk edeceklerdi. Bu nedenle Amos, baş kahinin huzurunda konuşurken onun sözlerine bakmayıp, İbrani dilini konuşmayı bilmeyen Yahudinin iş ve dileğini dikkate alan Romalı tercümanın yaptığını yapmıştır. Eğer Amos, “Şehirde Allahın yaptığından başka iyilik yoktur” demiş olsaydı, ruhumun huzurunda durduğu Allah sağ ve diridir ki, ağır bir hata işlemiş olacaktı; çünkü dünya kendini beğenme yoluyla işlenen kötülük ve günahların dışında hiç bir iyilik barındırmaz. Böyle olunca da, insanlar kendinden yerin titrediği böyle bir sözü duymakla, “Allahın yapmadığı” herhangi bir günah ve kötülük olmadığına inanarak daha çok kötülük işleyeceklerdi.” Ve İsa bunu demişti ki, hemen büyük bir deprem oldu. O kadar ki, herkes ölü gibi yere düştü. İsa onları kaldırıp, dedi, “Şimdi, benim size doğruyu söyleyip söylemediğimi görün işte. O halde, Amosun, dünyadakilerle konuşurken “Allah şehirde kötülük yapmıştır” derken, sadece günahkarların kötülük dediği dert ve belalardan söz ettiği konusunda bu kadarı yetsin. Şimdi, bilmek istediğiniz takdire gelelim ve size bundan inşallah yarın öte tarafta, Erden kıyısında söz edeceğim. “