Eyyub, İsin evladı Rumun soyunda gelen bir kişidir. Eyyubun nesep şeceresi ise Eyyub bin Musa bin Razec (Razic ) bin İs bin İshak bin İbrahimdir. Bir rivayete göre onun şeceresi Eyyub bin Mus bin Ruil bin İsdir. Eyyubun hanımı ise kendisi tarafından bir ekin demetiyle dövülmesi emredilen Yakup bin İshakın kızı Leyyadır. Bir rivayette Eyyubun hanımının Efrahim bin Yusufun kızı Rahmet olduğu söylenir. Eyyubun anne tarafından nesebi Lutun çocuklarına dayanmaktadır.
Eyyub tevhid dinine bağlı bir kişiydi ve halkın arasım düzeltmek için çalışırdı. Bir ihtiyacının yerine getirilmesini istediği zaman önce secdeye kapanırdı, sonra ihtiyacının görülmesini Allahtan isterdi.
Eyyub için anlatılan kıssanın ve başına gelen felaketin sebebi şu idi:
Allah Eyyubu andığı zaman meleklerin ona dua ve istiğfar ile cevap vermeleri İblisin Eyyubu kıskanmasına yol açtı. Hatta İblis onu din yönünden fitneye düşürüp sarsmak için Allahtan kendisini onun başına musallat etmesini istedi; Allah da İblisi sadece mal noktasından onun başına musallat kıldı. Bunun üzerine İblis, bu mesele üzerinde istişare etmek için ifritlerden ileri gelen adamlarını topladı. Dimaşk (Şam) şehrine bağlı olan Besniyye kasabası bütün müştemilatıyla birlikte Eyyubun mülkiyetinde idi. Bu kasabanın arazisinde çobanlar tarafından ona ait bin koyun otlatılırdı. Ayrıca araziyi ekip biçmek için hazırlanmış koşumlu vaziyette beş yüz çifti vardı. Bu çiftlerin (sabanların) peşinden giden beş yüz tane de kölesi mevcuttu. Her kölenin bir hanımı, çocukları ve malları vardı. Bu arada bir çift için gerekli olan (saban v.s. gibi) alet ve edevatı dişi bir merkep taşırdı. Her dişi merkebin de bir, iki veya daha çok sıpaları vardı.
Nihayet istişare için topladığı adamlarına: “Ben Eyyubun mal ve mülküne musallat oldum. Ne kadar gücünüz var? Hüner ve marifetiniz ne durumdadır?” diye sordu. Bunun üzerine onların her biri görüşlerini ayrı ayrı ortaya koydular. İstişareden sonra İblis adamlarını Eyyubun mal ve mülkünün üzerine gönderdi. Neticede onlar Eyyubun bütün mallarını yok ettiler. Eyyub ise bu durum karşısında Allaha hamd ediyor, Ona ibadet etmekten, verdiği şeylere şükretmekten ve başına musallat ettiği bela ve musibetlere sabretmekten asla geri durmuyordu.
İblis, Eyyubun bu metanet ve sabrını görünce Allahtan kendisini onun çocuklarına musallat etmesini istedi. Allah ise İblisi onun çocuklarına musallat etti; fakat Eyyubun bedenine, aklına ve kalbine musallat olmasına müsaade etmedi. Neticede İblis onun bütün çocuklarını helak edip yok etti. Bundan sonra İblis onun çocuklarına hikmet öğreten bir muallim kılığına girerek yaralı ve kafası kırılmış bir vaziyette Eyyuba gelip kendisini acındırdı. Hatta yüreği yufkalaşan Eyyub. onun bu durumuna ağladı ve yerden bir avuç toprak alıp onun başına döktü. İblis ise Eyyubun bu hareketine çok sevindi.
Fakat Eyyub sonradan yanıldığını anladı, pişmanlık duyup Allahtan bağışlanmasını istedi. Hafaza melekleri İblisten önce onun tövbesini Allaha ulaştırdılar.
İblis, bu durum karşısında da Eyyubun Rabbine ibadet etmekten ve başına gelen felaketlere sabretmekten geri kalmadığını görünce, bu defa Allahtan kendisini Eyyubun vücuduna musallat kılmasını istedi. Bunun üzerine Allah onu Eyyubun vücuduna musallat kıldı; fakat onu Eyyubun diline, kalbine, aklına musallat etmedi ve ona bunlara tesir edecek bir güç vermedi. Bir ara İblis, Eyyub secdede iken yanına sokularak burun deliğine öyle bir üfledi ki, Eyyubun vücudu ateş kesildi ve neticede etleri dökülüp vücudunu kurtlar sardı
Ayrıca Eyyub cüzam hastalığına yakalandı. Bundan daha kötüsü ise onun vücudunda kadın memesi gibi kabarcıklar ve şişler belirmeğe başladı. Bunlar deşildiği zaman etrafa koku saçıyor ve hiç bir kimse bu kokuya tahammül edemiyordu. Bu yüzden kasaba halkı onu kasabalarının dışındaki bir çöplüğe bırakmışlardı. Hatta hanımından başka hiç bir kimse onun yanına yaklaşmıyor, hanımı ise ona lazım olacak şeyleri getirip götürüyordu. Nihayet Eyyub çöplükte yedi yıl kaldı ve başına gelen bu felaketin kaldırılması için Allahtan dilekte bulunmadı. Halbuki Allah katında, yeryüzünde ondan daha değerlisi yoktu. Diğer bir rivayette ise Eyyubun başına gelen felaket ve musibetlerin sebebi şu idi: Şam topraklarında kıtlık baş göstermişti. Bu sırada Mısır firavunu Eyyuba haber göndererek kendi ülkesinde bolluk olduğunu bildirmiş ve onu ülkesine davet etmişti. Eyyub ailesini, atlarını ve diğer (koyun, sığır gibi) hayvanlarını alarak Mısıra gitti. Firavun da Ona iktada bulunup arazi parçaları verdi.
Daha sonra bir gün Şuayb Firavunun huzuruna çıkıp ona: “Ey Firavun! Allahın gazaplanmasıyla, bir gün yer, gök, dağ ve denizlerdeki varlıkların gazaba gelmesinden korkmuyor musun?” dedi. Şuayb bu sözleri Firavuna söylerken Eyyub susmuştu ve hiç bir şey söylememişti. Nihayet Firavunun huzurundan ayrıldıktan hemen sonra Allah Eyyuba vahyederek: “Ey Eyyub! Ülkesine gittiğin için Firavunun karşısında sustun; başına gelecek belaya hazır ol” buyurdu. Bunun üzerine Eyyub: “Ey Rabbim! Ben yetimlerin ellerinden tutmadım mı? Garipleri barındırmadım mı? Açların karınlarını doyurmadım mı? Dulların ellerinden tutmadım mı?” diyerek yaptığı iyilikleri saymağa başladı. Bu esnada bir bulut geldi ve içerisinden on bin sayısınca korkunç bir sesle: “Ey Eyyub! Bunları yapan kim?” sözü işitildi. Bu hitap karşısında Eyyub hemen eline bir avuç toprak alıp başına döktü ve: “Ey Rabbim! Sensin” dedi. Bunun üzerine Allah ona vahyederek: “Başına gelecek belaya hazır ol.” dedi. Eyyub: “Dinim ne olacak?” deyince, Allah ona: “Onu sana emanet edeceğim (yani koruyacağım)” dedi. Eyyub: “Öyle ise belaya aldırmam” dedi. Başka bir rivayette ise Eyyubun başına gelen felaketlerin sebebi bu anlatılanlar değildir. Fakat bizim burada anlattıklarımıza benzemektedir.
Allah tarafından Eyyubun başına gelen felaketlerin şiddeti artıp çekilmez hale gelince hanımı ona: “Sen duası makbul bir kimsesin; Allaha dua et, sana şifa versin” dedi. Eyyub ise hanımına: “Biz, yetmiş yıl bolluk ve nimetler içerisinde yaşadık; hiç olmazsa yetmiş yıl musibet ve felaketlere katlanıp sabır gösterelim” şeklinde karşılık verdi ve: “Allaha yemin ederim ki, eğer O, bana şifa verir de iyileşirsem, sana yüz sopa vuracağım” dedi.
Rivayet edildiğine göre, Eyyubun, hanımına yüz sopa vuracağım diye yemin etmesinin sebebi şu idi: “Bir gün İblis Eyyubun hanımına görünerek ona: “Başınıza bu felaketler neden geldi?” diye sordu. O da: Allahın takdiri böyle imiş” diye cevap verdi. İblis ona: “Bu da Allahın takdiriyledir, peşimden gel” dedi ve Eyyubun hanımı onun peşine takıldı. Nihayet İblis ona, daha önce ellerinden çıkmış olan bütün mallarının bir vadide olduğunu gösterdi ve: “Bana secde et, bu malları size geri getireyim” dedi. Bunun üzerine Eyyubun hanımı: “Benim kocam var, onunla bu meseleyi görüşeyim” dedi. Karısı bu durumu kocası Eyyuba haber verince ona: “Sana bu teklifi yapanın şeytan olduğunu bilmiyor musun? Eğer hastalığımdan şifa bulursam sana yüz sopa vuracağım” dedi ve onu yanından uzaklaştırdı. Ayrıca ona: “Senin yedireceğin yemek, içireceğin su bana haram olsun. Getireceğin hiç bir şeyi ağzıma sürmeyeceğim, gözüm görmesin, yanımdan uzaklaş” dedi. Bunun üzerine Eyyubun hanımı onun yanından uzaklaştı. Neticede hanımını kovan Eyyub yanında yiyecek ve içecek bir şeylerin bulunmadığını ve görüşüp konuşacak bir dostunun olmadığını görünce secdeye kapanarak Rabbine: Gerçekten bu dert bana (gelip) çattı. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. (Enbiya 8) diyerek yalvarmağa başladı. Hatta bu yalvarışını tekrarlaması üzerine kendisine: Başını kaldır, duan kabul olundu. Ayrıca: Ayağını vur, işte hem yıkanacak, hem içecek soğuk (bir su). (Sad 42) denildi. Böylece Allah Eyyubun eski vücudunu ve suretini geri verdi.
Eyyub tarafından kovulan karısı ise: “Ben Eyyubu tek başına nasıl bırakırım? O açlıktan ölür, canavarlar kendisini parçalayıp yer” dedi ve Eyyubun yanına geri döndü. Fakat afiyete kavuşan kocası Eyyubu görünce onu tanıyamadı. Hatta onu eski (hasta) halinde görmediği için hayrete düştü ve ona: “Ey Allahın kulu! Burada hastalığa tutulmuş bir adam vardı, onu gördün mü?” diye sordu. O da: “Onu görseniz, tanırmısınız?” dedi. Eyyubun hanımı: “Evet, tanırım” dedi. Bunun üzerine O: “Evet o hasta adam benim” dedi ve o zaman kocası Eyyubu tanıdı.
Rivayet edildiğine göre Eyyub: “Bu dert bana gelip çattı.” sözünü, kurtların kalbine ve diline doğru yayılmağa başladığı bir sırada Allahı diliyle zikretmek, kalbiyle tefekkür etmekten mahrum kalacağı korkusuyla söylemiştir. Allah Eyyuba ailesini (helak olan çocuklarını), onlarla beraber daha bir mislini (dünyada iken) geri verdi. Bir rivayette ailesi ona diriltilerek şahıslarıyla birlikte iade edildi. Bir başka rivayette ise Allah ona, hanımını, gençliğini geri getirdikten sonra iade etti ve bundan sonra hanımı yirmi altı erkek çocuk dünyaya getirdi.
Bu arada Allah Eyyuba bir melek gönderdi ve gelen melek ona: “Ey Eyyub! Bela ve musibetlere sabır gösterdiğin için Allah sana selam söylüyor, harman yerine çık” dedi. Eyyub emre uyarak harman yerine çıktı. Bu esnada Allah Onun harmanının üzerine bir bulut gönderdi ve bu bulut harmanının üzerine altından çekirgeler yağdırmağa başladı. Hatta Eyyub harmanının dışına çıkan çekirgelerin peşinden gidip onları kendi harmanının içerisine sokmağa çalışıyordu. Onun bu davranışına karşı melek: “Kendi harmanına düşen çekirgelerden gözün doymadı mı ki, kaçanların peşinden gidip onları harmanına sokmağa çalışıyorsun?” dedi. Bunun üzerine Hz, Eyyub: “Bu bolluk ve bereket Rabbimin bereketlerindendir, bu sebeple ben Rabbimin bereketlerine karşı doymak bilmiyorum.” dedi.
Bela ve musibetler Eyyubun üzerinden kaldırıldıktan sonra O, yetmiş yıl daha yaşadı. Bu arada Eyyub sıhhat ve afiyete kavuşunca Allah Ona, üzerinde yüz tane budak bulunan kurumuş bir hurma salkımı almasını ve yeminini yerine getirmek için bunu hanımına vurmasını emretti. O da Allahın bu emrini yerine getirdi.
Eyyubun: “Ey Rabbim! Bu dert bana (gelip) çattı.” sözü, şikayet değil, bir dua idi. Bunun böyle olduğunun delili ise: Biz onun duasını kabul ettik… (Enbiya 84) buyruğudur. Eyyub: “Bende güzel bir şey gördüğünde onu gizleyen, çirkin bir şey gördüğünde onu ifşa edip yayan komşudan Allaha sığınırım.” diye dua ederdi. Rivayet edildiğine göre Onun bu şekilde dua etmesinin sebebi şu idi: Kendisine iman eden Yilded, Elifer ve Safer adlarında üç kişi vardı.
Not: Bu isimler Tevratta, Bilded, Elitaz ve Sofer şeklinde geçmektedir. Bak Eyyub Sifri, fasıl II, ayet, II. (Neşreden) .
Bunlar, Eyyubun musibet ve felaketlere müptela olduğu günlerden birinde yanına gelip şiddetli bir şekilde onu tenkit edip ayıplamağa başladılar ve: “Bugüne kadar hiçbir kimsenin işlemediği öyle bir günah işledin ki, bu yüzden azap üzerinden kaldırılmıyor” diye çıkıştılar. Hatta Eyyub ile onların arasında münakaşa bir hayli uzadı. Bu sırada orada bulunan bir genç onlara hitaben: “Siz, sözün en güzelini, düşüncenin en doğrusunu, işin en iyisini bir kenara bıraktınız. Halbuki Eyyubun sizin üzerinizde bir hakkı vardır. Ona hürmet göstermek bu sözlerinizden ve tavsiflerinizden çok daha üstündür. Acaba siz tenkis edip kusurlu gördüğünüz bu kişinin hakkına riayetin, saygısızlık gösterdiğiniz bu kimseye hürmet etmenin ne demek olduğunu ve ayıpladığınız bu kişinin kim olduğunu biliyor musunuz? Eyyubun Allahın peygamberi olduğunu ve bugün için yeryüzündeki yaratıkların en hayırlısı olduğunu bilmiyor musunuz? Sonra Allahın Onun herhangi bir hareketine gazap ettiğini, kullarına bahşettiği değer ve üstünlüklerden herhangi bir şeyi çekip Ondan aldığını ve birlikte olduğunuz uzun müddet içerisinde onun haktan başka bir şey yaptığını ne siz biliyorsunuz, ne de Allah size böyle bir şeyi bildirdi. Eğer Onu gözünüzden düşüren ve küçülten, gönlünüzde Onu alçaltan şey, başına gelen felaket ve musibetler ise, siz de iyi biliyorsunuz ki, Allah peygamberleri, sıddıkları, şehidleri ve salihleri çeşitli musibet ve felaketlerle müptela kılar ve onları bununla imtihan eder. Halbuki Allahın onları felaket ve musibetlerle müptela kılması, onlara gazap ettiğine ve onları hiçe saydığına bir delil olmaz; aksine onların üstünlüğüne ve hayırlılığına bir alamet olur.” dedi. Bu genç, bu üslupta bir hayli şeyler söyledikten sonra sözlerine şöyle devam etti: “Allahın azamet ve celalini düşünmekte ve ölümü hatırlamakta dillerinizi (gelişi güzel konuşmaktan) alıkoyup durduran, kalplerinizi burkup kıran ve hüccetinizi yarıda bırakıp kestiren bir takım şeyler vardır. Siz, Allahın bir kısım kullarının bulunduğunu, onların, dilsiz oluşlarından değil de, Allah korkusundan dolayı sustuklarını bilmiyor musunuz? Halbuki onlar, Allahı ve ayetlerini çok iyi bilen akıllı ve fasih kimselerdir. Fakat Allahın azametini hatırladıkları için kalpleri burkulup kırılmış, dilleri tutulup kalmış, Allah korkusundan ve Onun heybetinden akılları başlarından gitmiştir. Onlar, ayıldıkları zaman hemen tertemiz amellerle Allaha koşarlar; kendilerini, iyiler sınıfına dahil olmalarına rağmen zalimlerden, takva sahibi akıllı ve zeki kimseler olmalarına rağmen de kusurlu kullardan sayarlar. Aynı zamanda onlar, Allah için yaptıkları amelleri çok görmezler, fakat bununla beraber Onun için yapılacak az amele de rıza göstermezler. Amellerinin çokluğu sebebiyle Allaha karşı şımarmazlar. Her nerede rastlarsanız onları Allah sevgisiyle dopdolu ve Onun korkusuyla ürpermiş bir vaziyette bulursunuz.”
Eyyub, bu gencin sözlerini dinleyince: “Allah, merhametiyle hikmeti büyüğün de küçüğün de kalbine yerleştirir. Kimin kalbinde hikmet varsa, bu, mutlaka dilde kendini gösterir. Hikmet denilen nesne yaşla, ağarmış saçla ve geniş tecrübe ile elde edilmez. Allah bir kulunu küçük iken hikmet sahibi kılarsa, onun hakimler (hikmet sahibi kimseler) arasındaki mertebesi aşağı düşmez” dedi. Sonra Eyyub bu üç zata dönerek: “Siz, korkutulmazdan önce korktunuz, dövülmezden önce ağladınız. Eğer ben size, Allahın beni bu musibetten kurtarması için mallarınızı benim adıma tasadduk edin ve yahut benim adıma bir kurban kesin, belki bu sayede Allah benden razı olur deseydim, bu teklifim size nasıl gelirdi? Siz kendinizi beğendiniz, yapmış olduğunuz iyilikler sebebiyle sıhhat ve afiyetinizin devam ettiğini sanıp haddi aştınız ve ululuk taslamağa başladınız. Eğer siz gerçekten kendinizle Rabbiniz arasında kalmış olan bir takım hareketlerinize iyice bir bakıp görseniz, Allahın Lütfedip örttüğü bir takım ayıp ve kusurlarınıza rastlardınız. Eskiden insanlar bana saygı gösterirdi, sözüm dinlenir, hakkıma riayet edilir ve hasmımdan hakkım alınırdı. Şimdi ise katınızda ne düşüncemin ve ne de konuşmamın yeri var. Bu davranışınızla siz bana içinde bulunduğum musibet ve felaketlerden daha ağır geliyorsunuz.” dedi.
Bu sözleri söyledikten sonra Eyyub onlardan yüzünü çevirdi; yalvarıp kendisinden yardım istemek üzere Allaha yöneldi ve şunları söyledi: “Ey Rabbim! Beni niçin yarattın? Benden hoşlanmıyor idiysen keşke yaratmasaydın! Keşke orta yere atılan ve tiksinilen bir hayız bezi paçavrası olsaydım! Keşke Kerim olan zatını benden çevirmene sebep olan işlediğim günahı bir bilebilseydim! Eğer beni öldürseydin, ölüm benim için çok güzel bir şey olurdu. Ben, garibin yurdu, miskinin karargahı, yetimin velisi, dulun bakıcı ve koruyucusu olmadım mı? Allahım! Ben senin zelil bir kulunum; eğer iyilikte bulunursam minnet sanadır, kötülük yaparsam beni cezalandırmak senin elindedir. Bem musibet ve felaketlere hedef yaptın da belalar üzerime döküldü. Eğer bu musibetleri bir dağın üzerine musallat etseydin, o dağ bu bela yükünü çekemezdi. Ben bu zayıf halimle bu yükü nasıl çekerdim? Malım elimden çıkıp gitti, avucumu açıp dileniyorum; vaktiyle kendilerini doyurduğum kimselerden birisi, şimdi bana bir lokma veriyor, onu da başıma kakıp beni ayıplayıp yeriyor. Çocuklarımın hepsi helak oldular. Onlardan biri sağ kalsaydı bana yardım ederdi. Hane halkım benden bıkıp usandı, yakın akrabalarım da bana karşı itaatsizlik edip yaptığım iyilikleri görmemezlikten gelmeye başladılar. Dostum benden yüz çevirdi, haklarım inkar edildi, yaptığım iyilikler unutuldu. Onlara sesleniyorum, fakat onlar bana cevap vermiyorlar, özür diliyorum, fakat mazeretimi kabul etmiyorlar. Uşağımı çağırdım, fakat cevap vermedi, cariyeme (veya ümmetime) yalvardım, merhamet göstermedi. Beni üzen ve zelil eden seniu kaza ve kaderindir, beni hasta eden, senin kudretindir. Eğer Rabbim göğsümdeki heybeti çıkarıp alsaydı ve ağzımı doldura doldura konuşmam için dilimi: çözseydi, sonra bir kulun kendisini Mevlasına karşı savunup hüccet getirmesi uygun düşseydi, başıma bu musibetler geldiği zaman senden afiyet umardım. Fakat O beni bir kenara attı ve benden uzaklaştı. Halbuki O beni görüyor, ben Onu göremiyorum, O beni duyuyor, ben Onu duyamıyorum. Bana bakmıyor ki, bana merhamet etsin, bana yaklaşınıyor ki, beratımı konuşup kendimi müdafaa edeyim. ”
Hz,. Eyyub bu sözleri söyledikten sonra onların üzerine bir bulut gelip durdu ve bu buluttan şöyle bir nida geldi: Ey Eyyub! Allah sana şöyle diyor: “Ben sana yaklaştım, zaten yakındım. Kalk, hüccetini sun ve beratın hakkında konuş. Kalk, cebbar (diktatör)ın yerini al; zira benimle hesaplaşmağa ve müdafaaya girişmek ancak cebbar olan kişiye yakışır. Benimle hesaplaşmağa kalkışman için senin aslanın ağzına yavşa (tahta kıskaç)yı geçirmen, ejderhanın ağzına gem vurman, bir ölçü nur tartman, bir miskallik rüzgar ölçmen, güneşten bir çıkın yapman ve dünü yarının yerine getirmen gerekir. Sahip olduğun bu gücünle erişemeyeceğin bir şeyi nefsin sana temenni ettirdi. Sen, zayıflığına rağmen benimle büyüklük iddiasına mı tutuşuyorsun, yoksa acizliğinle birlikte benimle hesaplaşmağa ını yelteniyorsun yahut da fasit bir mantık ve sözle bana hüccet getirmek mi istiyorsun? Ben yeryüzünü yarattığım zaman sen var mıydın? Sen, yeryüzünün ölçü ve miktarını ne kadar yaptığımı biliyor musun? Ben, göğü havada direksiz ve bağsız bir vaziyette tavan gibi kaldırıp durdurduğum zaman, sen benim ile beraber miydin? Acaba senin hikmetin göğün nurunu hareket ettirmeğe, yıldızlarını yürütmeğe ve yahut da emrinle gecesini gündüze, gündüzünü geceye çevirmeğe kafi gelir mi? Bunlardan başka Allah yaratıklarından bir takım şeyler daha saydı.
Bunun üzerine Eyyub: “Bu işlerde çok gerilerdeyim. Keşke yer yarılsaydı da içerisine girseydim, seni gazaplandıracak bir şey söylemeseydim. Ey Allahım! Bela ve musibetler üzerimde toplandı. Ben, anlatmış olduğun şeylerin tümünün senin kudret elinin eseri ve hikmetinin tedbiri olduğunu biliyorum. Sana hiç bir şey gizli kalmaz, sen kalplerin gizlemiş olduğu şeyleri bilirsin. Aynı zamanda başımda bulunan musibetler hakkında benim bilmediklerimi sen bildin. Kudret ve kuvvetini çok defa duymuştum, fakat şimdi baş gözümle gördüm. Ben, söylediklerimi senin beni mazur görmen için söyledim. Sen ise bana merhametinden dolayı sustun. Ben elimi ağzımın üzerine koyup kapattım, dilimi dişimle ısırdım, yanağımı toprağa yapıştırdım ve yüzümü toprağa gömdüm. Bundan sonra senin hoşlanmayacağın şeyleri yapmayacağım.” dedi ve dua etti.
Eyyubun bu sözleri üzerine Allah Ona: Ey Eyyub Hükmüm hakkında nafiz oldu, rahmetim gazabıma baskın geldi ve muhakkak surette seni bağışladım. Ayrıca senden sonra geleceklere ve musibet ehline bir ibret, sabreden kullara bir teselli olması için sana (helak olan) aile fertlerini, (yok olan) mal ve mülkünü, hatta bunlarla birlikte bir mislini daha geri verdim. O halde: “Ayağını yere vur! (yerden çıkacak) bu su ile hem yıkanırsın, hem içersin.” (Sad 42). Bu suda senin için şifa vardır. Aynı zamanda (üç) arkadaşın için kurban kes ve onlar için istiğfar et; zira onlar senin yüzünden bana isyan ettiler, dedi. Bunun üzerine Eyyub hemen ayağını yere vurdu ve anında bir pınar fışkırdı. Eyyub, bu sudan yıkanınca Allah müptela kıldığı hastalığı ondan kaldırdı, sonra o pınardan çıkıp bir kenara oturdu. İşte tam bu sırada Eyyubun hanımı yanına geldi ve ondan kocası Eyyubu sordu. Eyyub: “Görseniz kocanızı tanır mısınız?” diye sordu. O da: “Elbette tanırım, bana ne oldu ki onu tanımayayım?” diye cevap verdi. Bu esnada Eyyub gülümsedi ve hanımı onu gülüşünden tanıdı. Eyyubun hanımı kocasını tanır tanımaz hemen boynuna sarıldı; hatta helak olup yok olan bütün malları ve çocukları yanlarına gelinceye kadar onun boynundan ayrılmadı.
Benim burada Eyyubu Yusuftan ve onunla ilgili kıssalardan önce zikretmemin sebebi, bazılarının onu Yakubun zamanında yaşayan bir peygamber olduğunu söylemelerinden ileri gelmiştir.
Rivayet edildiğine göre Eyyüb doksan üç yaşında iken vefat etmiş, yerine oğlu Havmel (Harmel )i vasi tayin etmiştir. Allah Eyyub öldükten sonra oğlu Bişri peygamber olarak göndermiş ve Allah ona Zülkifil adını vermiştir. Yetmiş beş yaşında vefat eden Zülkifil ölünceye kadar, Şamda ikamet etmiş ve kendisinden sonra yerine oğlu Aydanı vasi tayin etmiştir. Yine Allah, Aydandan sonra Şuayb bin Dayün (Sayfün) bin Anka bin Sabit (Nabiti) bin Medyen bin İbrahim şeceresiyle bilinen Şuaybı peygamber olarak göndermiştir.