"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Lemeat

Fatihanın ahirinde işaret olunan üç yolun beyanı

Ey birader-i pür-emel! Hayalini ele al, benimle beraber gel. İşte bir zemindeyiz. Etrafına bakarız; kimse de görmez bizi.

Çadır direkleri hükmünde yüksek dağlar üstünde, karanlıklı bir bulut tabakası atılmış. Hem o dahi kaplatmış zeminimizin yüzü,

Müncemid bir sakf olmuş. Fakat altı, yüzü açıkmış; o yüz güneş görürmüş. İşte bulut altındayız; sıkıyor zulmet bizi.

Sıkıntı da boğuyor; havasızlık öldürür. Şimdi bize üç yol var, bir alem-i ziyadar. Bir kere seyrettimdi bu zemin-i mecazi.

Evet bir kere buraya da gelmişim, üçünde ayrı ayrı gitmişim. Birinci yolu budur: Ekseri burdan gider. O da devr-i alemdir, seyahate çeker bizi.

İşte biz de yoldayız, böyle yayan gideriz. Bak şu sahranın kum deryalarına, nasıl hiddet saçıyor, tehdit ediyor bizi.

Bak şu deryanın dağvari emvacına: O da bize kızıyor. İşte, elhamdü lillah, öteki yüze çıktık. Görürüz güneş yüzü.

Fakat çektiğimiz zahmeti ancak da biz biliriz. Of, tekrar buraya döndük; şu zemin-i vahşetzar, bulut damı zulmettar. Bize lazım, revnaktar eder kalbdeki gözü

Bir alem-i ziyadar. Fevkalade eğer bir cesaretin var; gireriz de beraber bu yolu pür-hatarkar. İkinci yolumuzu,

Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtri bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim bi-naz ve pür-niyazı.

Fakat o zaman tabiatın zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde. Üçüncü yolun o delil-i mucizi,

Kuran onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma. Bak, ha, şurada tünelvari mağaralar, tahtelarz akıntılar beklerler ikimizi.

Bizi geçirecekler. Tabiatta şu müthiş cümudiyeleri de seni hiç korkutmasın. Zira bu abus çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.

Radyumvari o madde-i Kuranı ışıkla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! Ziyadar aleme çıktık. Bak şu zemin-i pür-nazı.

Bu feza-yı latif, şirin. Yahu başını kaldır. Bak, semavata ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış, davet ediyor bizi

Şu şecere-i tuba. Meğer o Kuran imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedelli eden bu dala biz de asılmalıyız; oraya alsın bizi.

O şecere-i semavi bir timsali zeminde olmuş şer-i enveri. Demek zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu alem-i ziyaya, sıkmadan zahmet bizi.

Madem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz, şu dağlar üstünde durmuş olan şehbazi,

Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i azama: Muhammedül-Haşimi (a.s.m.) davet eder insanı alem-i nur-u envere. İlzam eder niyaz ile namazı.

Bulutları da yırtmış, bak bu hüda dağlarına. Semavata ser çekmiş, bak şeriat cibaline. Nasıl müzeyyen etmiş zeminimizin yüzü gözü.

İşte çıkmalıyız buradan himmet tayyaresiyle. Ziya, nesim orada, nur-u cemal orada. İşte buradadır Uhud-u tevhid, o cebel-i azizi.

İşte şuradadır Cudi-i İslamiyet, o cebel-i selamet. İşte Cebelül-Kamer olan Kuran-ı ezher; zülal-i Nil akıyor o muhteşem menbadan. İç o ab-ı lezizi.

فَتَباَرَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ

وَاٰخِرُ دَعْوٰينَا اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkar, aklı kafaya geçir. Evvelki iki yolun mağdub ve dallin yolu; hatarları pek çoktur, kıştır daim güz, yazı.

Yüzde biri kurtulur: Eflatun, Sokrat gibi. Üçüncü yol sehildir, hem karib, müstakimdir. Zayıf-kavi müsavi; herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki, şehid olmak ya gazi.

İşte neticeye gireriz. Evet, deha-yı fenni—evvelki iki yoldur ona meslek ve mezhep. Fakat hüda-yı Kurani—üçüncü yoldur onun sırat-ı müstakimi. İsal eder o bizi.

اَللّٰهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ، اٰمِينَ

Hakiki bütün elem dalalette, bütün lezzet imandadır Hayal libasını giymiş muazzam bir hakikat

Ey yoldaş-ı hüşdar! Sırat-ı müstakimin o meslek-i nurani, mağdub ve dallinin o tarik-i zulmani, tam farklarını görmek eğer istersen, ey aziz,

Gel, vehmini ele al, hayal üstüne de bin. Şimdi seninle gideriz zulümat-ı ademe. O mezar-ı ekberi, o şehr-i pür-emvatı bir ziyaret ederiz.

Bir Kadir-i Ezeli, kendi dest-i kudretle bu zulümat-ı kıtadan bizi tuttu çıkardı, bu vücuda bindirdi, gönderdi şu dünyaya, şu şehr-i bi-lezaiz.

İşte şimdi biz geldik şu alem-i vücuda, o sahra-yı haile. Gözümüz de açıldı, şeş cihette biz baktık. Evvel istitafkarane önümüze bakarız.

Lakin beliyyeler, elemler, önümüzde düşmanlar gibi tehacüm eder. Ondan korktuk, çekindik. Sağa sola, anasır-ı tabayie bakarız, ondan medet bekleriz.

Lakin biz görüyoruz ki, onların kalbleri kasiye, merhametsiz. Dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar. Ne naz dinler, ne niyaz.

Muztar adamlar gibi meyusane nazarı yukarıya kaldırdık. Hem istimdatkarane ecram-ı ulviyeye bakarız; pek dehşetli, tehditkar da görürüz.

Güya birer gülle, bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar, hem etraf-ı fezada pek süratli geçerler. Her nasılsa ki onlar birbirine dokunmaz.

Ger birisi yolunu kazara bir şaşırtsa, eliyazü billah, şu alem-i şehadet ödü de patlayacak. Tesadüfe bağlıdır; bundan dahi hayır gelmez.

Meyusane nazarı o cihetten çevirdik, elim hayrete düştük. Başımız da eğildi, sinemizde saklandık. Nefsimize bakarız, mütalaa ederiz.

İşte işitiyoruz: Zavallı nefsimizden binlerle hacetlerin sayhaları geliyor, binlerle fakatlerin eninleri çıkıyor. Teselliyi beklerken tevahhuş ediyoruz.

Ondan da hayır gelmedi. Pek ilticakarane vicdanımıza girdik. İçine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. Eyvah, yine bulmayız. Biz medet vermeliyiz.

Zira onda görünür binlerle emelleri, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyat kainata uzanmış. Herbirinden titreriz, hiç yardım edemeyiz.

O amal sıkışmışlar vücud-adem içinde; bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. Öyle vüsatleri var; ger dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.

İşte bu elim yolda nereye bir başvurduk, onda bir bela bulduk. Zira mağdub ve dallin yolları böyle olur. Tesadüf ve dalalet o yolda nazar-endaz.

O nazarı biz taktık, bu hale böyle düştük. Şimdi dahi halimiz ki mebde ve meadi, hem Sani ve hem haşri muvakkat unutmuşuz.

Cehennemden beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. Zira o şeş cihetten ki onlara başvurduk; öyle halet almışız.

Ki yapılmış o halet, hem havf ile dehşetten, hem acz ile raşetten, hem kalak ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten mürekkep vicdan-suz.

Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, define çalışırız. Evvel, kudretimize müracaat ederiz. Vaesefa görürüz

Ki acize, zaife. Saniyen, nefiste olan hacatın susmasına teveccüh ediyoruz. Vaesefa, durmayıp bağırırlar görürüz.

Salisen, istimdatkarane, bir halaskarı için bağırır, çağırırız. Ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:

Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garip. Hiçbir şey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakiki zevki vermez.

Rabian, biz ecram-ı ulviyeye baktıkça, onlar nazara verir bir havf ile dehşeti. Hem vicdanın müzici bir tevahhuş geliyor akıl-suz, evham-saz.

İşte, ey birader! Bu dalaletin yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.

Tekrar yine geliriz. Bu kere tarikimiz sırat-ı müstakimdir, hem imanın yoludur. Delil ve imamımız inayet ve Kurandır, şehbaz-ı edvar-pervaz.

İşte Sultan-ı Ezelin rahmet ve inayeti vakta bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşiete etvar üstünde perdaz.

Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hilat-ı vücudu. Emanet rütbesini bize tevcih eyledi; nişan niyaz ve namaz.

Şu edvar ve etvarın, bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilat içindir ki kaderden bir emirname vermiş sahifede cephemiz.

Her nereye geliriz, herhangi taifeye misafir oluyoruz; pek uhuvvetkarane istikbal görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.

Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi ederler. Gele gele işte geldik, dünya kapısındayız, işitiyoruz avaz.

Bak, girdik şu zemine, ayağımızı bastık şehadet alemine. Şehrayin-i Rahman, gürültühane-i insan. Hiçbir şey bilmeyiz, delil ve imamımız

Meşiet-i Rahmandır. Vekil-i delilimiz, nazenin gözlerimiz. Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık. Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?

Garip, yetim olmuştuk. Düşmanlarımız çoktu. Bilmezdik hamimizi. Şimdi nur-u imanla o düşmanlara karşı bir rükn-ü metinimiz,

İstinadi noktamız, hem himayetkarımız def eder düşmanları. O iman-ı billahtır ki ziya-yı ruhumuz, hem nur-u hayatımız, hem de ruh-u ruhumuz.

İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz. Evvelki yolumuzda vakta vicdana girdik; işittik ondan binlerle feryad ü fizar ve avaz.

Ondan belaya düştük. Zira amal, arzular, istidat ve hissiyat, daim ebedi ister. Onun yolunu bilmezdik. Bizden yol bilmemezlik; onda fizar ve niyaz.

Fakat, elhamdü lillah, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdad ki daim hayat verir o istidad amale; ta ebedül-abada onları eder pervaz.

Onlara yol gösterir, o noktadan istidat. Hem istimdad ediyor, hem ab-ı hayatı içer, hem kemaline koşuyor o nokta-i istimdad, o şevk-engiz remz ü naz.

İkinci kutb-u iman ki tasdik-i haşirdir. Saadet-i ebedi o sadefin cevheri. İman burhanı Kuran. Vicdan, insani bir raz.

Şimdi başını kaldır, şu kainata bir bak, onun ile bir konuş. Evvelki yolumuzda pek müthiş görünürdü. Şimdi de mütebessim, her tarafa gülüyor, nazeninane niyaz ve avaz.

Görmez misin: Gözümüz arı-misal olmuştur, her tarafa uçuyor. Kainat bostanıdır her tarafta çiçekler. Her çiçek de veriyor ona bir ab-ı leziz.

Hem ünsiyet, teselli, tahabbübü veriyor. O da alır getirir, şehd-i şehadet yapar. Balda bir bal akıtır o esrarengiz şehbaz.

Harekat-ı ecrama, ya nücum ya şümusa nazarımız kondukça, ellerine verirler Halıkın hikmetini, hem maye-i ibreti, hem cilve-i rahmeti alır, ediyor pervaz.

Güya şu güneş bizlerle konuşuyor. Der: “Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla sıkılmayınız. Ehlen sehlen merhaba, hoş teşrif ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdar-ı şehnaz.

“Ben de sizin gibiyim; fakat safi, isyansız, muti bir hizmetkarım..

“O Zat-ı Ehad-i Samed ki mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni musahhar-ı pürnur etmiş. Benden hararet, ziya; sizden namaz ve niyaz.”

Yahu, bakın kamere. Yıldızlarla denizler, herbiri de kendine mahsus birer lisanla, “Ehlen sehlen merhaba,” derler. “Hoş geldiniz. Bizi tanımaz mısınız?”

Sırr-ı teavünle bak, remz-i nizamla dinle. Herbirisi söylüyor: “Biz de birer hizmetkar, rahmet-i Zülcelalin birer ayinedarıyız. Hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız.

“Zelzele nareleri, hadisat sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zira onlar içinde bir zemzeme-i ezkar, bir demdeme-i tesbih, velvele-i naz ü niyaz.

“Sizi bize gönderen o Zat-ı Zülcelal, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini.” İman gözü okuyor yüzlerinde ayet-i rahmet, herbiri birer avaz.

Ey mümin-i kalb-hüşyar! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler. Onların bedeline hassas kulağımızı imanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir saz.

Evvelki yolumuzda bir matem-i umumi, hem vaveyla-yı mevti zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz ü namaz, birer avaz ü niyaz, birer tesbiha ağaz.

Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, radlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer manidar nevaz.

Terennümat-ı hava, naarat-ı radiye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların seceatı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecaz.

Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur; ben de varım derler. O kainat-ı sakit birden söze başlıyor: “Bizi camid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!”

Tuyurları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzul-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük ağazlarıyla rahmeti alkışlarlar. Nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz.

Remzen onlar derler: “Ey kainat, kardeşler! Ne güzeldir halimiz.

“Şefkatle perverdeyiz, halimizden memnunuz.” Sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer avaz-ı pür-naz.

Güya bütün kainat ulvi bir musikidir; iman nuru işitir ezkar ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu; nizam ise tard eder ittifak-ı evham-saz.

Ey yoldaş! Şimdi şu alem-i misaliden çıkarız, hayali vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mizana çekeriz, ederiz yolları ber-endaz.

Evvelki elim yolumuz mağdub ve dallin yolu. O yol verir vicdana ta en derin yerine hem bir hiss-i elimi, hem bir şedid elemi. Şuur onu gösterir. Şuura zıt olmuşuz.

Hem kurtulmak için de muztar ve hem muhtacız. Ya o teskin edilsin, ya ihsas da olmasın. Yoksa dayanamayız; feryad ü fizar dinlenmez.

Hüda ise şifadır; heva iptal-i histir. Bu da teselli ister, bu da tegafül ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesat-ı sihirbaz,

Ta vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, ta elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elim, vicdanı ihrak eder; fizara dayanılmaz, elem-i yes çekilmez.

Demek sırat-ı müstakimden ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu halet tesir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var birer iz.

Demek heves, heva, eğlence, sefahetten memzuç olan şaşaa-i medeni, bu dalaletten gelen şu müthiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehirbaz.

Ey aziz arkadaşım! İkinci yolumuzda, o nurani tarikte bir haleti hissettik. O haletle oluyor hayat maden-i lezzet; alam olur lezaiz.

Onunla bunu bildik ki mütefavit derecede, kuvvet-i iman nisbetinde ruha bir halet verir. Ceset ruhla mültezdir, ruh vicdanla mütelezziz.

Bir saadet-i acile, vicdanda münderiçtir. Bir firdevs-i manevi, kalbinde mündemiçtir. Düşünmekse deşmektir, şuur ise şiar-ı raz.

Şimdi ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas verilse, lezzet ziyade olur. Hem de döner ateşi nur, şitası yaz.

Vicdanda firdevslerin kapıları açılır. Dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız eder pervaz ü perdaz, olur şehbaz ü şehnaz, yelpez namaz ü niyaz.

Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allahaısmarladık. Gel, beraber bir dua ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız. اَللّٰهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، اٰمِينَ

Îcaz ile beyan-ı icaz-ı Kuran

Bir zaman rüyada gördüm ki, Ağrı Dağı altındayım. Birden o dağ patladı, dağ gibi taşları aleme dağıttı, sarstı cihanı.

Füceten bir adam yanımda peyda oldu. Dedi ki: Îcaz ile beyan et, icmal ile icaz et bildiğin enva-ı icaz-ı Kuranı.

Daha rüyada iken tabirini düşündüm. Dedim: Şuradaki infilak, beşerde bir inkılaba misal. İnkılapta ise elbet hüda-yı Furkani

Her tarafta yükselip hem de hakim olacak. İcazının beyanı zamanı da gelecek. O saile cevaben dedim: İcaz-ı Kurani

Yedi menabi-i külliyeden tecelli, hem yedi anasırdan terekküp eder.

Birinci menba: Lafzın fesahatinden selaset-i lisanı,

Nazmın cezaletinden, mana belağatinden, mefhumların bedaatinden, mazmunların beraatinden, üslupların garabetinden birden tevellüt eden barika-i beyanı,

Onlarla oldu mümteziç, mizac-ı icazında acip bir nakş-ı beyan, garip bir sanat-ı lisani. Tekrarı hiçbir zaman usandırmaz insanı.

İkinci unsur ise, umur-u kevniyede gaybi olan esasat, İlahi hakaikten, gaybi olan esrardan, gaybi-yi asümani.

Mazide kaybolan gaybi olan umurdan, müstakbelde müstetir kalmış olan ahvalden birden tazammun eden bir ilmül-guyub hızanı,

alemül-guyub lisanı, şehadet alemiyle konuşuyor erkanı, rumuz ile beyanı, hedef nev-i insani, icazın bir lema-i nurani.

Üçüncü menba ise, beş cihetle harika bir camiiyet vardır: Lafzında, manasında, ahkamda, hem ilminde, makàsıdın mizanı.

Lafzı tazammun eder pek vasi ihtimalat, hem vücuh-u kesire ki herbiri nazar-ı belağatte müstahsen, Arabiyece sahih, sırr-ı teşrii layık görüyor anı.

Manasında meşarib-i evliya, ezvak-ı arifini, mezahib-i salikin, turuk-u mütekellimin, menahic-i hükema, o icaz-ı beyanı

Birden ihata etmiş, hem de tazammun etmiş delaletinde vüsat, manasında genişlik. Bu pencere ile baksan, görürsün, ne geniştir meydanı.

Ahkamdaki istiab: Şu harika şeriat ondan olmuş istinbat. Saadet-i dareynin bütün desatirini, bütün esbab-ı emni,

İçtimai hayatın bütün revabıtını, vesail-i terbiye, hakaik-i ahvali birden tazammun etmiş onun tarz-ı beyanı.

İlmindeki istiğrak: Hem ulum-u kevniye, hem ulum-u İlahi, onda meratib-i delalat, rumuz ile işarat, sureler surlarında cem etmiştir cinanı.

Makàsıd ve gayatta muvazenet, ıttırad, fıtrat desatirine mutabakat, ittihad, tamam müraat etmiş, hıfz eylemiş mizanı.

İşte lafzın ihatasında, mananın vüsatinde, hükmün istiabında, ilmin istiğrakında, muvazene-i gayatta camiiyet-i pürşanı!

Dördüncü unsur ise, her asrın derece-i fehmine, edebi rütbesine, hem her asırdaki tabakata, derece-i istidat, rütbe-i kabiliyet nisbetinde ediyor bir ifaza-i nurani.

Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşade. Güya her demde, her yerde taze nazil oluyor o kelam-ı Rahmani.

İhtiyarlandıkça zaman, Kuran da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdani.

Nur-u tevhidi, her dem her ayetten fışkırır. Şehadet perdesini gayb üstünde kaldırır. Ulviyet-i hitabı, dikkate davet eder o nazar-ı insanı, Ki o lisan-ı gaybdır; şehadet alemiyle bizzat odur konuşur. Şu unsurdan bu çıkar: Harika tazeliği bir ihata-i ummani.

Tenis-i ezhan için akl-ı beşere karşı İlahi tenezzülat. Tenzilin üslubunda tenevvüü, munisliğidir mahbub-u ins ü canı.

Beşinci menba ise, nakil ve hikayatında, ihbar-ı sadıkada, esasi noktalardan hazır müşahit gibi bir üslub-u bedi-i pür-maani

Naklederek beşeri onunla ikaz eder. Menkulatı şunlardır: İhbar-ı evvelini, ahval-i ahirini, esrar-ı Cehennem ve Cinanı,

Hakaik-i gaybiye, hem esrar-ı şehadet, serair-i İlahi, revabıt-ı kevniye dair hikayatıdır hikayet-i ayani

Ki ne vaki reddeylemiş, ne mantık tekzip etmiş. Mantık kabul etmezse, red de bile edemez. Semavi kitapların ki matmah-ı cihani

İttifaki noktalarda musaddıkane nakleder. İhtilafi yerlerinde musahhihane bahseder. Böyle nakli umurlar bir ümmiden suduru harika-i zamani.

Altıncı unsur ise: Mutazammın ve müessis olmuş din-i İslama. İslamiyet misline ne mazi muktedirdir, ne müstakbel muktedir; araştırsan zaman ile mekanı.

Arzımızı senevi, yevmi dairesinde şu hayt-ı semavidir, tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş; bırakmıyor isyanı.

Yedinci menba ise, şu altı menbadan çıkan envar-ı sitte, birden eder imtizaç. Ondan çıkar bir hüsün, bundan gelir bir hads, vasıta-i nurani,

Şundan çıkan bir zevktir. Zevk-i icaz bilinir; tabirine lisanımız yetişmez. Fikir dahi kàsırdır; görünür de tutulmaz o nücum-u asümani.

On üç asır müddette meylüt-tehaddi varmış Kuranın adasında. Şevk-i taklit uyanmış Kuranın ahbabında. İşte icazın bir burhanı.

Şu iki meyl-i şedidle yazılmıştır, meydanda. Milyonlarla kütüb-ü Arabiye gelmiştir kütüphane-i vücuda. Onlar ile tenzili, düşerse bir mizanı,

Muvazene edilse, değil dana-i bimüdani, hatta en ami adam, göz kulakla diyecek: Bunlar ise insani; şu ise asümani.

Hem de hükmedecek: Şu bunlara benzemez, rütbesinde olamaz. Öyle ise ya umumdan aşağı—bu ise bilbedahe malum olmuş butlanı.

Öyle ise umumun fevkindedir. Mazmunları o kadar zamanda, kapı açık, beşere vakfedilmiş; kendine davet etmiş ervahıyla ezhanı.

Beşer onda tasarruf, kendine de mal etmiş. Onun mazmunları ile yine Kurana karşı çıkmamış; hiçbir zaman çıkamaz, geçti zaman-ı imtihanı.

Sair kitaplara benzemez, onlara makis olmaz. Zira yirmi sene zarfında müneccemen hacetlere nisbeten nüzulü, müteferrik, mütekatı, bir hikmet-i Rabbani.

Esbab-ı nüzulü muhtelif, mütebayin. Bir maddede esile mütekerrir, mütefavit. Hadisat-ı ahkamı müteaddit, mütegayir. Muhtelif, mütefarık nüzulünün ezmanı.

Halat-ı telakkisi mütenevvi, mütehalif. Aksam-ı muhatabı müteaddit, mütebaid. Gayat-ı irşadında mütederriç, mütefavit. Şu esaslara müstenid binai, hem beyani,

Cevabi, hem hitabi. Bununla da beraber selaset ve selamet, tenasüp ve tesanüd, kemalini göstermiş. İşte onun şahidi: Fenn-i beyan ve maani.

Kuranda bir hassa var; başka kelamda yoktur. Bir kelamı işitsen, asıl sahib-i kelamı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslup, ayine-i insani.

Ey sail-i misali! Sen ki icaz istedin; ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde. Sinek seyretmez asümanı.

Zira o kırk enva-ı icazından yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmıdır, İşaratül-İcazda sıkışmadı tibyanı.

Yüz sahife tefsirim ona kafi gelmedi. Senin gibi ruhani ilhamları ziyade; ben istiyorum senden tafsil ile beyanı.


Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-ı hevesbar-ı hevakar-ı dehadar

Deb-i edeb ebed-müddet Kuran-ı ziyabar-ı şifakar-ı hüdadar

Kamilin insanların zevk-i maalisini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,

Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süfli, sefih, hem nefsi ve şehvani içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhiyi bilmez.

Avrupadan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kuranda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.

Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.

Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edepse, hamaset noktasında hakperestliği etmez.

Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakiki bilmez.

Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kainata sanat-ı İlahi suretinde bakmaz, Bir sıbga-i Rahmani suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalaletten neşet eden ruhun ıztırabatına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakiki faide vermez.

Tek bir ilacı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat. Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasuhvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fasık bir göz takmış, dünyaya bir alüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.”

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hakim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez. Kurandaki edepse hevayı karıştırmaz.

Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz.

Kainata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir sanat-ı İlahi, bir sıbga-i Rahmani noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.

Marifet-i Saniin nurunu telkin eder. Herşeyde ayetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez.

Avrupazade edepse, fakdül-ahbaptan, sahipsizlikten neşet eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvi hüznü veremez.

Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. alemi bir vahşetzar tanır; başka çeşit göstermez.

O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz.

Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhada kadar gider, tatile kadar yol verir. Dönmesi müşkül olur; belki daha dönemez.

Kuranın edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, aşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firakul-ahbaptan gelir; fakdül-ahbaptan gelmez.

Kainatta nazarı, kör tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli bir sanat-ı İlahi onun medar-ı bahsi. Tabiattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine, inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahi ona medar-ı beyan. Onun için, kainat vahşetzar suret giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbap. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.

Her köşede istinas, o cemiyet içinde mahzunu vaz ediyor bir hüzn-ü müştakane; bir hiss-i ulvi verir, gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir. O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt. Ruha ferah veremez.

Kuranın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maali verir. İşte bu sırra binaen, şeriat-i Ahmediye lehviyatı istemez.

Bazı alat-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helal diye izin verip; demek hüzn-ü Kurani veya şevk-i tenzili veren alet zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimi veya şevk-i nefsani verse, alet haramdır. Değişir eşhasa göre; herkes birbirine benzemez.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلٰوةُ عَلٰى سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَعَلٰۤىاٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ

Tevhidin İki Bürhan-ı Muazzamı veSure-i İhlasın bir nükte-i İcaziyesi

Şu kainat tamamıyla bir burhan-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, şehadetle müsebbihtir, muvahhiddir. Evet tevhid-i Rahmanla, büyük bir sesle zakirdir ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 2

Bütün zerrat hüceyratı, bütün erkan ve azası birer lisan-ı zakirdir; o büyük sesle beraber der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

O dillerde tenevvü var, o seslerde meratip var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Bu bir insan-ı ekberdir; büyük sesle eder zikri. Bütün eczası, zerratı küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Şu alem halka-i zikri içinde okuyor aşri, şu Kuran maşrık-ı nuru. Bütün ziruh eder fikri ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Bu Furkan-ı Celilüşşan, o tevhide natık burhan, bütün ayat sadık lisan, şuaat barika-i iman, beraber der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ Kulağı ger yapıştırsan şu Furkanın sinesine; derinden ta derine, sarihan işitirsin, semavi bir sada der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

O sestir gayeten ulvi, nihayet derece ciddi, hakiki pek samimi, hem nihayet munis ve mukni ve burhanla mücehhezdir. Mükerrer der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Şu burhan-ı münevverde, cihat-ı sittesi şeffaf ki üstünde münakkaştır müzehher sikke-i icaz içinde parlayan nur-u hidayet, der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Evet, altında nesc olmuş mühefhef mantık ve burhan, sağında aklı istintak, mürefref her taraf, ezhan “Sadakte” der ki, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Yemin olan şimalinde eder vicdanı istişhad. Emamında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftahıdır her dem ki, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Emam olan verasında ona mesned semavidir ki vahy-i mahz-ı Rabbani. Bu şeş cihet ziyadardır, burucunda tecellidar ki, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Evet, vesvese-i sarık, bavehim şüphe-i tarık, ne haddi var ki o marık girebilsin bu barık kasra. Hem şarık ki sur sureler şahik, her kelime bir melek-i natık ki,

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

O Kuran-ı Azimüşşan nasıl bir bahr-i tevhiddir. Birtek katre, misal için birtek Sure-i İhlas; fakat kısa birtek remzi, nihayetsiz rumuzundan… Bütün enva-ı şirki reddeder, hem de yedi enva-ı tevhidi eder ispat; üçü menfi, üçü müsbet, şu altı cümlede birden:

Birinci cümle: قُلْ هُوَ karinesiz işarettir. Demek ıtlakla tayindir. O tayinde taayyün var. Ey, لاَ هُوَ اِلاَّ هُوَ

Şu, tevhid-i şuhuda bir işarettir. Hakikatbin nazar tevhide müstağrak olursa der ki: لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ

İkinci cümle: اَللهُ اَحَدٌ dir ki, tevhid-i uluhiyete tasrihtir. Hakikat, hak lisanı der ki: لاَ مَعْبُودَ اِلاَّ هُوَ

Üçüncü cümle: اَللهُ الصَّمَدُ dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü: tevhid-i rububiyet. Evet, nizam-ı kevn lisanı der ki: لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ

İkinci dürrü: tevhid-i kayyumiyet. Evet, seraser kainatta, vücut ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı der ki: لاَ قَيُّومَ اِلاَّ هُوَ

Dördüncü: لَمْ يَلِدْ dir. Bir tevhid-i celali müstetirdir. Enva-ı şirki reddeder, küfrü keser biiştibah.

Yani tagayyür, ya tenasül, ya tecezzi eden elbet ne halıktır, ne kayyumdur, ne ilah.

Veled fikri, tevellüd küfrünü لَمْ reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserisi gümrah.

Ki İsa (a.s.), ya Üzeyrin, ya melaik, ya ukulün tevellüd şirki meydan alıyor nev-i beşerde gah ba-gah.

Beşincisi: وَلَمْ يُولَدْ Bir tevhid-i sermedi işareti şöyledir: Vacib, kadim, ezeli olmazsa olmaz İlah.

Yani, ya müddeten hadis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl olsa, elbette olmaz şu kainata penah.

Esbabperesti, nücumperestlik, sanem-peresti, tabiatperestlik şirkin birer nevidir; dalalette birer çah.

Altıncı: وَلَمْ يَكُنْ Bir tevhid-i camidir. Ne zatında naziri, ne efalinde şeriki, ne sıfatında şebihi لَمْ lafzına nazargah.

Şu altı cümle manen birbirine netice, hem birbirinin burhanı, müselseldir berahin, müretteptir netaic şu surede karargah.

Demek şu Sure-i İhlasta, kendi miktar-ı kametinde müselsel, hem mürettep otuz sure münderiç; bu bunlara sehergah. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْب اِلاَّ اللهُ