"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Kastamonu Lahikası 2. Kısım

– 112 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu parça hem Lahikaya, hem icaz-ı Kuranın ahirine yazılacak. Birkaç gün sonra, ehemmiyetli bir parçayı da göndereceğiz.

Mübarek Ramazanın Leyle-i Kadir sırrıyla, seksen üç sene bir ömr-ü manevi kazandırması sırr-ı hikmetiyle ve Risale-i Nurun şakirtlerindeki sırr-ı ihlasla, tesanüd ve iştirak-i amal-i uhrevi düsturuyla, herbir sadık şakirt, o fevkalade manevi kazancı elde edeceğine gayet kuvvetli bir delili budur ki:

Bu daire içinde kırk bin, belki yüz bin halis, hakiki müminlerin içinde hakikat-i leyle-i Kadri elde edecek bir, iki, on, yirmi değil, belki yüzlerin elde etmesi ihtimali kavidir.

Sırr-ı ihlasla ve iştirak-i amal-i uhrevi düsturunun sırrıyla biz ve siz bu hakikate müteveccihen, bu Ramazan-ı Şerifte herbirimiz umumun hesabına ve umum arkadaşları içinde kendini farz edip, nun-u mütekellim-i maalgayrı, yani daima

اَجِرْنَا، اِرْحَمْنَا وَاغْفِرْ لَنَا وَوَفِّقْنَا وَاهْدِنَا وَاجْعَلْ لَيْلَةَ الْقَدْرِ فِى هٰذَا الرَّمَضَانِ خَيْرًا فِى حَقِّنَا مِنْ اَلْفِ شَهْر

gibi kelimelerde نا içinde umum kardeşlerini niyet etmektir. Ve bilhassa, en zaif olan bu kardeşinizi, ağır vazifesinde, o hususi niyetle yardım etmektir.

– 113 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hem sizi, hem bizi, hem Risale-i Nur dairesini ve hususan kahraman Tahiri, bu Virdül-azam-ı Kuraninin bu tarzda zuhura gelmesiyle tebrik ediyoruz. Evet, bunun tabında iki emr-i azim var.

Birisi: Mucizatlı Kuran-ı Hakimin ve kerametli Risale-i Nurun tablarına matbaada görülmemiş bir çığır açtı.

İkincisi: Tahire ve Hafız Aliye ve arkadaşlarına kazandırdığı fevkalade bir sevap noktasıdır ki, bu sırra delil-i zahir, emsali matbaada, tabda görülmemiş bir tarzda, aynen Tahirin hattı fotoğrafla alınmış gibi, kim bakıyorsa, “Bu Tahirin yazısıdır, matbu değildir” der.

Hem kağıt, hem vakit dar olduğundan, baki umuma selam.

Kardeşiniz

Said Nursi

– 114 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu Ramazan-ı Şerifte afaka bakmamak ve dünyayı unutmaya çok muhtaç olduğum halde, maattessüf, dünyaya ara sıra bakmaya bizi mecbur ediyorlar. İnşaallah, bu bakmakta niyetimiz hizmet-i imaniye olduğundan, o da bir nevi ibadet sayılır.

Evet, size iliştikleri gibi, bize de ayrı ayrı suretlerde tecavüzlerini ihsas ediyorlar. Fakat, Cenab-ı Hakka şükür ki, onların tecavüzleri, aksülamel nevinde, Risale-i Nurun fütuhatına yardım ediyor. İstanbuldaki ihtiyar adamın itirazı münasebetiyle kahraman Nazif yazıyor ki, o itiraz, Risale-i Nurun İstanbulda fütuhat yapmaya ve parlamaya vesile oldu. Ve bize karşı başka cihetlerde küçücük tecavüzler de öyle netice veriyor. Fakat şimdi, biçare bazı hocaları ve sofuları Risale-i Nura karşı bir çekinmek, bir soğukluk vermek için hiç hatıra gelmeyen bir vesileyi bulmuşlar. Şöyle ki:

Diyorlar: “Said yanında başka kitapları bulundurmuyor; demek onları beğenmiyor. Ve İmam-ı Gazaliyi de tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına getirmiyor.”

İşte bu acip, manasız sözlerle bir bulantı veriyorlar. Bu nevi hileleri yapan, perde altında ehl-i zındıkadır; fakat, safdil hocaları ve bazı sofuları vasıta yapıyorlar.

Buna karşı deriz ki: Haşa, yüz defa haşa! Risale-i Nur ve şakirtlerinin bir üstadı olan Hüccetül-İslam İmam-ı Gazali ve beni Ali ile bağlayan yegane üstadımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takip ettiği mesleği ehl-i dalaletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir.

Fakat, onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, erkan-ı imaniyeyi sarsmıyordu. O muhakkik ve allame ve müçtehid zatların asırlarına göre münazara-i ilmiyede ve diniyede istimal ettikleri silahlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden, Risale-i Nur Kuran-ı Mucizül-Beyandan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silahları bulduğu için, o mübarek ve kudsi zatların tezgahlarına müracaat etmiyor. Çünkü, umum onların mercileri ve menbaları ve üstadları olan Kuran, Risale-i Nura tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nurani eserlerden de istifade etsek.

Hem Risale-i Nur şakirtlerinin yüz mislinden ziyade zatlar, o kitaplarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa—haşa ve kella—o kudsi üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar severiz. Fakat herbirimizin birer kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecaviz var; vaktimiz dar. En son silah, mitralyoz gibi Risale-i Nur burhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.

Latif bir tevafuk:

Bu mektubu, başta بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقاَئِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ deyip, müteaddit işler meydana geldi, daha yazamadık; ta, mübarek atıfın mübarek mektubu geldi, başında بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقاَئِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ kelimeleri mektubumuzun başına tevafuk etmek için bizi beklettirdi. O kerametkar kalemiyle bu memlekete evvelce gönderdiği parlak yazıları Risale-i Nuru, bu havalide imdadımıza göndermek niyeti, pek büyük bir hizmet-i Nuriye olarak, bir fedakarlıktır; fakat kendine de çok lazımdır.

Şimdiden, buradaki Risale-i Nur şakirtleri namına ona binler teşekkür ve o hizmette onu tebrik ediyoruz. Ve onun kerametli kalemi, cazibedar esrar-ı tevafukiyeden yüzünü çevirip doğrudan doğruya Risale-i Nurun neşrine sarılması, bizi çok minnettar ve mesrur eyledi. Cenab-ı Hak, onun gibi halis, muhlis talebeleri çoğaltsın. amin.

Mektuplarınızda ara sıra Sıddık Süleymanın, eski zamanda hararetli sadakati ve alakadarlığı ve kuvvetli şakirtliğiyle bahsi geçiyor. O zat, ben ölünceye kadar onun sadakati ve selamet-i kalbini ve bana ve Risale-i Nura halisane hizmetini unutamıyorum.

– 115 –

Aziz, sıddık, halis, muhlis kardeşlerim ve hizmet-i Kuraniyede ciddi, hakiki arkadaşlarım,

Bu yakında hem Ispartada, hem bu havalide Risale-i Nurun İhlas Lemaları intişara başladığı münasebetiyle ve bir iki küçük hadise cihetiyle şiddetli bir ihtar kalbe geldi. Riyaya dair Üç Nokta yazılacak.

Birincisi: Farz ve vaciplerde ve şeair-i İslamiyede ve sünnet-i seniyenin ittibaında ve haramların terkinde riya giremez; izharı, riya olamaz—meğer, gayet zaf-ı imanla beraber, fıtraten riyakar ola. Belki, şeair-i İslamiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfasından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetül-İslam İmam-ı Gazali gibi zatlar beyan ediyorlar. Sair nevafilin ihfası çok sevaplı olduğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bidalar zamanında ittiba-ı sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebair içinde, haramların terkindeki takvayı izhar etmek, değil riya, belki ihfasından pek çok derece daha sevaplı ve halistir.

İkinci nokta: Riyaya insanları sevk eden esbabın,

Birincisi: Zaf-ı imandır. Allahı düşünmeyen, esbaba perestiş eder, halklara hodfuruşlukla riyakarane vaziyet alır. Risale-i Nur şakirtleri, Risale-i Nurdan aldıkları kuvvetli iman-ı tahkiki dersiyle esbaba ve nasa ubudiyet noktasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubudiyetlerinde onlara gösterişle riya etsinler.

İkinci sebep: Hırs ve tamah, zaf-ı fakr noktasında teveccüh-ü nası celbine medar riyakarane vaziyet almaya sevk ediyor.

Risale-i Nurun şakirtleri, iktisat ve kanaat ve tevekkül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nurun dersinden aldıkları izzet-i imaniye, inşaallah onları riyadan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluktan men eder.

Üçüncü sebep: Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannukarane (haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek) ve tekellüfkarane (layık olmadığı yüksek makamlarda görünmek) tarzını takınmakla riya eder.

Risale-i Nur şakirtleri, eneyi, nahnüye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı manevisinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri; ve ehl-i tarikatın fena fiş-şeyh, fena fir-resul ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de fena fil-ihvan, yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı maneviyesi içinde eritip öyle davrandığı için, inşaallah, ehl-i hakikatin riyadan kurtulmaları gibi, bu sırla onlar da kurtulurlar.

Üçüncü nokta: Vazife-i diniye itibarıyla nasa hüsn-ü kabul ettirmek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavırlar ve vaziyetler, hodfuruşluk ve riya sayılmaz ve sayılmamalı—meğer o adam, o vazifeyi, kendi enaniyetine tabi edip istimal ede.

Evet, bir imam, imamet vazifesinde tesbihatları izhar eder, isma eder; hiçbir cihette riya olamaz. Fakat vazife haricinde o tesbihatları aşikare halklara işittirmeye riya girebildiği için, gizlisi daha sevaplıdır.

Risale-i Nurun hakiki şakirtleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittiba-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebairdeki takvalarında, Kuran hesabına vazifedar sayılırlar. İnşaallah riya olmaz. Meğer ki, Risale-i Nura, başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola. Daha yazılacaktı, fakat bir tevakkuf hali kesti.

– 116 –

Küçük Hüsrev Feyzinin bir istihracıdır.

Otuz üçüncü ayetten Hafız Alinin istihracının bir zeyli ve lahikasıdır.

Sure-i Zümerde اَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلاِسْلاَمِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ ayet-i azimenin mana-yı sarihinden başka, bir mana-yı işari tabakasının külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur ve tercümanı olduğuna kuvvetli bir delil buldum. Çünkü, اَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلاِسْلاَمِ فَهُوَ cümlesi, hesab-ı cifri ve ebcedi ve riyaziyle bin üç yüz yirmi dokuz veya sekiz eder. Demek مَنْ külliyetinde ve فَهُوَ işaretinde dahil ve medar-ı nazar bir fert, inşirah-ı sadır nuruyla başka bir halete girip eski sıkıntıdan kurtulup nurani bir mesleğe giren bir şahsı, eski ve yeni Harb-i Umuminin gelmeye hazırlanmaları olan o dehşetli tarihe ve o ferdin vaziyetine remzen bakar.

فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ deki نُورٍ مِنْ رَبِّهِ kelimesi, Risale-i Nur ismine ve manasına hem cifri, hem sureti, hem manası, tevafuk ettiği gibi, اَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلاِسْلاَمِ فَهُوَ cümlesinin de makam-ı cifrisi gösterdiği tarihte Risale-i Nurun tercümanı olan Üstadımın—tahkikatımla—aynen vaziyetine tevafuk ediyor.

Çünkü, o zamanda Harb-i Umuminin mebdelerinde, Üstadım, eski adetini ve sair ulum-u felsefeyi ve ulum-u aliyeyi bırakıp tam bir inşirah-ı sadırla Risale-i Nurun fatihası ve birinci mertebesi olan İşaratül-İcaz tefsirine başlayıp, bütün himmetini, efkarını Kurana sarf etmeye başladığına tevafuku kavi bir emaredir ki, bu asırda o külli mana-yı işaride medar-ı nazar bir fert, Risale-i Nurun tercümanı ve şakirtlerinin şahs-ı manevisini temsil eden mümessilidir.

Evet, madem Kuran-ı Mucizül-Beyan her asırda her ferde hitap eder bir ilm-i muhit ve bir irade-i şamileyle herşeye bakabilir.

Ve madem ulema-i İslamın ittifakıyla, ayetlerin mana-yı sarihinden başka işari ve remzi ve zımni müteaddit tabakalarında manaları vardır.

Ve madem يَۤا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا gibi hitaplarda, her asır gibi, bu asırdaki ehl-i iman, Asr-ı Saadetteki müminler gibi dahildir.

Ve madem İslamiyet noktasında bu asır, gayet ehemmiyetli ve dehşetlidir. Kuran ve Hadis, ihbar-ı gaybiyle, ehl-i imanı onun fitnesinden sakınmak için şiddetle haber vermiş.

Ve madem hesab-ı cifri ve ebcedi ve riyazi eskiden beri sağlam bir düsturdur ve kuvvetli bir emare olabilir.

Ve madem Risale-i Nur ve tercümanı ve şakirtleri iman ve Kuran hizmetinde parlak ve tesirli vazifeleri gayet ehemmiyet kesb etmiştir.

Ve madem bu büyük ayet, hesab-ı cifirle bu asra ve iki Harb-i Umumiye bakar; eski harbin patlamasına ve Risale-i Nurun zuhuruna tevafuk ettiği gibi manen de gösterir. Elbette mezkur hakikatlere ve kuvvetli karinelere binaen, bilatereddüt hükmederiz ki, Risale-i Nurun şahs-ı manevisi ve tercümanı, bu ayet-i azimenin mana-yı işari tabakasının külliyetinde dahil ve medar-ı nazar bir ferdidir ve bu ayet ona işaret eder ve mana-yı remziyle ondan da haber verir ve ihbar-ı gayb nevinden bir lema-i icaziyeyi gösterir denilebilir ve deriz.

Tahlil: Bir ش iki ر yedi yüz; ف م ن ل iki yüz; ص د ﻫ ا yüz; س م yüz; İsm-i Celal altmış yedi; iki ل altmış; فَهُوَ doksan bir; لِلاِسْلاَمِ de iki veya üç ( ا ) iki veya üç ح sekiz; نُورٍ مِنْرَبِّهِ “Risale-i Nur” her ikisinde نُورٌ var. Risalede رَبِّهِ) ,ر) deki ر ya mukabildir. Eğer نُورٍ deki tenvin sayılsa, اَلنُّورِ da dahi şeddeli ن sayılır yine ittihad ederler. نُورٍ dan başka مِنْ رَبِّهِ doksan yedi ederek Risale-i Nurda kalan س ل ﻫ iki ( ا ) dahi doksan yedi ederek tam tevafuk eder. Türkçe telaffuzda Risale-i Nur hemzeyle okunması zarar vermez.

Sure-i Maidenin on dördüncü ayeti قَدْ جَۤاءَكُمْ مِنَ اللهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبِينٌ يَهْدِي بِهِ الله Sure-i Nisanın ahirinde يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَۤاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْنَا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا ayeti gibi, Risale-i Nura mana ve cifir cihetiyle, mana-yı işari efradından olduğuna kuvvetli bir karine buldum.

İkinci ayet olan Sure-i Nisa ayeti, Birinci Şua olan İşarat-ı Kuraniyede, Üstadım işaretini beyan etmiş. Birinci ayet olan Sure-i Maidenin on dördüncü ayeti hem bunun işaretini teyid ediyor, hem de اَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ ayetinin işaretini tasdik ediyor.

Evet, bu asırda mana-yı işari tabakasından tam bu ayetin kudsi mefhumuna bir fert, Risale-i Nur olduğuna, kim insafla baksa tasdik edecek.

Madem Risale-i Nur bir ferdi olduğuna manevi münasebet kavidir. Madem bu ayetin makam-ı cifrisi bin üç yüz altmış altıdır; eğer meddeler ve okunmayan hemzeler sayılmazsa altmış ikidir. Ve madem Risale-i Nur, Kuran-ı Mübinin nurunu ve hidayetini neşreden bir kitab-ı mübindir. Ve madem zahiren ondan daha ileri o vazifeyi ağır şerait altında yapanları görmüyoruz. Ve madem ayetler, sair kelamlar gibi cüzi bir manaya münhasır olamaz. Ve madem delalet-i zımni ve işariyle kaideten mefhum-u kelamda dahil oluyor. Ve madem Necmeddin-i Kübra ve Muhyiddin-i Arabi gibi pek çok ehl-i velayet mana-yı zahiriden başka batıni ve işari manalarla ekser ayatı tefsir etmişler; hatta tefsirlerinde “Musa (a.s.) ve Firavundan murad, kalb ve nefistir” dedikleri halde, ümmet onlara ilişmemiş; büyük ulemadan çokları onları tasdik etmişler. Elbette, ayetin delalet-i zımniyeyle Risale-i Nura kuvvetli karinelerle işareti katidir; şüphe edilmemek gerektir.

Tahlil: قَدْ جَۤاءَكُمْ yüz altmış dokuz, مِنَ اللهِ yüz elli yedi, نُورٌ tenvinle beraber üç yüz altı وَكِتَابٌ مُبِينٌ tenvinlerle beraber altı yüz otuz bir; يَهْدِى بِهِ اللهُ yüz üç; yekunu bin üç yüz altmış altı, eğer meddeler ve okunmayan hemzeler sayılmazlarsa, bu seneki Muharrem tarihine, yani bin üçyüz altmış ikiye tamam tevafuk eder. Eğer مُبِينٌ deki tenvin de vakfedilse, bin üç yüz on altıdır ki, hem Risale-i Nurun mukaddematına, hem tenvinle tekemmülüne ve Birinci Şuada beyan edildiği gibi, çok ayatın ehemmiyetle gösterdikleri aynı meşhur tarihe tevafuk eder.

– 117 –

Ehemmiyetli bir hocanın Üstad hakkında ziyade hüsn-ü zannını tadil etmek münasebetiyle yazılmış. Belki size de faidesi olur diye gönderildi.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ

Aziz, sadık, muhterem kardeşimiz Hoca Haşmet,

Senin, müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki:

“Evet, bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimai ve şeriat için, hem hukuk-u amme ve siyaset-i İslamiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivayat-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imani hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkar-ı ammede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hakimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslamiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.

“Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, adeta kabil görülmüyor. ahirzamanda, al-i Beyt-i Nebevinin (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Mehdide ve cemaatindeki şahs-ı manevide ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nurun hakikatine ve şakirtlerinin şahs-ı manevisine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış; yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalalet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırk binler adam şehadet eder.

“Amma, benim gibi aciz ve zaif bir biçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında şahsı, medar-ı nazar etmemeli” diyor. Ve size selam ediyor. Biz de zatınıza ve oradaki Risale-i Nurla alakadar olanlara selam ediyoruz.

Risale-i Nur şakirtlerinden

Emin, Feyzi, Kamil

– 118 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Kardeşlerim,

Kuranın birtek ayetinin birtek işareti, ihbar-ı gayb nevinden bir lema-i icaziyeyi tevafuk suretiyle gösterdiğini manevi bir ihtarla gördüm.

اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا bu ayet-i kerimenin makam-ı cifrisi, şedde ve tenvin sayılmazsa, bin üç yüz elli bir; مَيْتًا in aslı مَيِّتًا olmasından bin üç yüz altmış bir ederek; bu tarihte, umur-u azimeden bir dehşetli gıybeti, bu ayetin mana-yı işari külliyetinde dahil ediyor. Umur-u azimeden böyle bir acip gıybet aynı tarihte, aynı senede vukua geldi. Şöyle ki:

On sekiz sene müddetinde sünnet-i seniyeyi muhafaza için başına şapka koymadığından, on sekiz senedir haps-i münferit hükmünde ihtilattan men ve yalnız bir odada hayatını geçirmeye mecbur edilen ve hususi ibadetgahında ezan-ı Muhammedi okuyup “Allahu Ekber” dediğinden ve “La ilahe illallah” hakikatini güneş gibi gösterdiğinden, yüz arkadaşıyla taht-ı tevkife alınan ve mahkum edilen bir adamı, yüzer emare ve karinelere istinaden inayet-i ilahiyeden geldiğine kati bir kanaatle işarat-ı Kuraniyeden bir müjdeyi hem kendine, hem musibetzede arkadaşlarına bir teselli niyetiyle beyan ettiği için, onu gıybet ve galiz tabiratla teşhir etmek ve onun dersleriyle imanlarını kurtaran, masum şakirtlerini ondan tenfir edip şüpheler vermek; güya ortalıkta medar-ı inkar hiçbir şey yok ve hiçbir münkeratı ve cinayeti görmüyor gibi, yalnız o biçarenin mevhum bir hatasını, sekiz senede seksen müdakkiklerin nazarında saklanan ve sathi ve inadi nazarına göre, bir içtihadi yanlışını görüyor zannıyla galiz tabirlerle zemmetmek, elbette bu asırda, bu memlekette Kuran-ı Mucizül-Beyanın kasten işaretine medar olabilir azim bir hadisedir. Bence, Kuranın, nasıl ki her sure ve bazan bir ayet ve bazan bir kelime bir mucize olur; öyle de, bu ayetin tek bir işareti, ihbar-ı gayb nevinden bir lema-i icaziyedir. Bu ayetin bu işareti, bu asırda, Risale-i Nur şakirtlerinin hakkındaki gıybete baktığına üç emare var.

Birincisi: Birinci Şua olan İşarat-ı Kuraniye risalesinde, Risale-i Nura ve tercümanına da işaret eden beşinci ayet olan

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ

gayet kuvvetli karinelerle مَيْتًا kelime-i kudsiyesi cifir ve ebced hesabıyla ve üç cihet manasıyla Said Nursiye tevafuk etmesidir.

İkinci emare: اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ الخ… ayetin makam-ı cifrisi ve riyazisi bin üç yüz altmış bir etmesidir ki, aynı tarihte o acip hadise oldu.

Üçüncü emare: ….

İhtiyarım haricinde, beş vecihle zemmi zemmeden ve Mucizane gıybetten altı cihetle zecreden اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا ayeti karşımda kendini gösterip temessül eyledi. Manen “Bana bak” dedi. Ben de baktım, birden tesbihat içinde gördüm ki, bin üç yüz elli birden, ta bin üç yüz altmış bir tarihini gösterdi. Halimize baktım; perde altında elli birden, ta altmış bire kadar Risale-i Nur medet beklediği İstanbul afakında, perde altında bir nevi taarruz bulunmuş ve altmış birde birden patlamasıdır.

Tahlil: ت خ bin م م ى ى yüz, ل ل ك ك yüz, üçüncü ى ن م yüz, ح ح ح ب د otuz, dördüncü ى on, beş ( ا ) bir ﻫ ile beraber on, ahirdeki “tenvin” vakfen elif olduğu için, yekunu bin üç yüz elli bir, مَيْتًا aslı ya-i müşeddede olduğundan, bin üç yüz altmış bir eder.

– 119 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ رَسَۤائِلِ النُّورِ الْمَقْرُوئَةِ وَالْمَكْتُوبَةِ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Size Üç Noktayı beyan etmeye kalbde bir ihtiyaç oldu.

Birincisi: “Bir hadisede hem insan eli, hem kader müdahalesi olduğundan, insan, zahiri sebebe bakıp, bazan haksız hükmedip zulmeder. Kader, o musibetin gizli sebebine baktığı için adalet eder” diye, Risale-i Nurda bir kaide-i esasiyedir.

Hem, şimdiye kadar Risale-i Nurun başına gelen hadiselerde bir dest-i inayet, bir veçh-i rahmet bulunduğu tecrübelerle sabittir.

Bu iki cihette kalbden bir sual çıktı. “Acaba Nur hakkındaki bu yeni İstanbul hadisesinde veçh-i adalet ve rahmet nedir?”

Hatıra böyle bir cevap geldi ki:

Risale-i Nura, ehl-i ilim ve ehl-i dikkati ciddiyetle bakmaya ve tetkik etmeye sevk etti. Elbette Risale-i Nuru tetkik eden bir alim, insafı varsa taraftar olur. Ve Risale-i Nur, ulema dairesinde ve İstanbul afakında tezahür edecek. İşte veçh-i rahmet ve inayet.

Amma, kader-i ilahinin veçh-i adaleti şudur ki:

Risale-i Nurun hakikatıyla ve şakirtlerinin şahs-ı manevisiyle tezahür eden fevkalade imani hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nispeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslamiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kainatta en büyük mesele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden, o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılapçı bir siyaset-i İslamiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nura karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mani olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.

Kader-i İlahi, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümit besleyenlerin ümitlerini tadil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ulemadan ve sadattan ve meşayihten ve ahbaptan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı, o ifratı tadil edip adalet etti. “Size, kainatın en büyük meselesi olan iman hizmeti yeter” diye, bizi merhametkarane o hadiseye mahkum eyledi. Sonra, lillahilhamd, o muarızı susturdu, o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyorlar.

İkinci nokta: Bu dehşetli ihtikardan çıkan kaht ve gala ve açlık, ve zaruret, yaşamak damarını şiddetiyle yaralandırıyor. Bu yara, hissiyat-ı ulviye-i diniyeyi bir derece susturmaya vesile olup, ehl-i dalalete yardım ediyor. Herkes midesini düşünmeye başlıyor. Kalb, hakikatten ziyade ekmeği düşünüp hayata, yaşamaya, yardıma koşup vazife-i hakikiyesini ikinci derecede bırakır. Buna karşı Risale-i Nurun şakirtleri bir uzun Ramazan nazarıyla bakıp, keffaretüz-zünub ve bir riyazet-i şeriyeye çevirebilirler. Alenen nakz-ı sıyamla Ramazanın hürmetini kıran bedbahtlara gelen o musibet, masumları da incitir. Fakat Risale-i Nur şakirtleri ve masumları, o musibeti lehlerine döndürüp, hayırlı bir riyazete kalb ederler, kanaat ve iktisatla karşılarlar.

Üçüncü nokta: İki Meseledir.

Birincisi: Müdakkik Hoca Sabri, Feyzinin istihracına dair Feyziye yazdığı mektup, güzeldir. Lahikaya girdikten sonra, hocalar فِيهِ نَظَرٌ dememek için bazı kelimatı tadil edildi.

İkinci mesele: İstanbul ulemasının en büyüğü ve en müdakkiki ve çok zaman müftiül-enam olan eski fetva emini, meşhur Ali Rıza Efendi, Birinci Şua, İşarat-ı Kuraniyye ve ayetül-Kübra gibi risaleleri gördükten sonra, Risale-i Nurun mühim bir talebesi olan Hafız Emine demiş ki:

“Bediüzzaman, şu zamanda, din-i İslama en büyük hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde, feragat-ı nefs edip, yani dünyayı terk edip böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şayan-ı tebrik olduğunu ve Risale-i Nur, müceddid-i din olduğunu ve Cenab-ı Hak, onu muvaffak-un-bilhayr eylesin, amin” diyerek bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle, Mevlana Celaleddin-i Ruminin pederleri olan Sultanül-Ulemanın bir kıssasıyla onu müdafaa edip, demiş:

“Bu misüllü, Bediüzzamanın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır” demiş. Ve Hoca Mustafaya emretmiş, söylediğimi yaz: “Bediüzzamana kemal-i hürmetle selam ederim. Telifatınızın ikmaline hırz-ı can ile dua etmekteyim (yani, ruha nüsha olacak kadar kıymettar). Bazı ulemaüssuun tenkidine uğradığına müteessir olma. Zira Yemişli ağaç taşlanır. kaziyesi meşhurdur. Mücahedatınıza devam buyurun. Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak acilen murad ve matlubunuza muvaffakün bilhayr eylesin. Baki Hakkın birliğine emanet olunuz.”

Eski Fetva Emini

Ali Rıza

İşte böyle müdakkik ve ilim ve şeriat ve Kuran cihetinde bu zamanda söz sahibi en büyük alim böyle hükmetmiş. Risale-i Nurun talebeleri, bu meseleyi ihtiyaten yabanilere onun ismini vermekle teşhir etmemek gerektir ve dualarına onu dahil etmek lazımdır.

Umum kardeşlerimize selam.

– 120 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا

Aziz, sıddık, müstakim kardeşlerim,

Gayet ciddi bir ihtarla bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki:

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ sırrıyla, ehl-i velayet, gaybi olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakiki halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkar etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer, bütün bütün zahir-i şeriate muhalif ve hatası zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola.

Bu sırra binaen وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ 5 deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avam-ı mümininin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nurun erkanlarının haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silahıyla, itirazıyla ötekini cerh edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur şakirtleri, bu mezkur dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakarane, medar-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.

Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan niza çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalalet istifade ediyor.

İstanbulda malum itiraz hadisesi ima ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgam bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nura ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbalarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.

Faş etmek hatırıma gelmeyen bir sırrı, faş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:

Risale-i Nurun şahs-ı manevisi ve o şahs-ı maneviyi temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı manevisi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususi bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicazda bulunan kutb-u azamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskide, Risale-i Nurun şahs-ı manevisini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı azamda, kutbiyet ve gavsiyetle beraber, “Ferdiyet” dahi bulunduğundan, ahirzamanda, şakirtlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet makamının mazharıdır. Bu gizlenmeye layık olan bu sırr-ı azime binaen Mekke-i Mükerremede dahi—farz-ı muhal olarak—Risale-i Nurun aleyhinde bir itiraz kutb-u azamdan dahi gelse, Risale-i Nur şakirtleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u azamın itirazını iltifat ve selam suretinde telakki edip, teveccühünü de kazanmak için, medar-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.

Evet kardeşlerim; bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hadiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakarlık taşımak gerektir.

يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ ayetinin sırr-ı işarisiyle, ahireti bildikleri ve iman ettikleri halde dünyayı ahirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi baki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve akıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman safi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, hakiki müminler dahi bazan ehl-i dalalete taraftar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar. Cenab-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirtlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin. amin.

Said Nursi

– 121 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Risale-i Nurun intişarına ve fütuhatına karşı gelen biri semavi, biri arzi iki musibete mukabele edecek ayrı bir inayet-i İlahiye cilvesi görülmeye başladı.

Arzi ve insani olan musibet: Ispartada ve İstanbulda olduğu gibi, Kastamonunun havalisinde de, ehl-i dalalet, Risale-i Nurun intişarına set çekmek için, has talebelerin ve ciddi çalışanların şevklerini kırmak ve onlara fütur vermek için, ayrı ayrı tarzlarda, umumi bir plan dahilinde taarruz ediliyor. Halislere fütur veremediklerinden, başka meşgaleler bulmakla çalışmalarına zarar veriyorlar.

Semavi musibet ise: İhtikar neticesinde, hayat ve yaşamak hissi, hissiyat-ı diniyeye galebe çalıp, ekser nas midesini, mAyşetini daima düşünüyor. Hatta ekser fukara kısmından olan Risale-i Nur talebeleri, bu musibete karşı çabalamak mecburiyetiyle hakiki ve en mühim vazifesi olan neşir hizmetini bırakmaya mecbur oluyor.

Hem insanların zihinleri, fikirleri kasten ve bizzat hakaik-i imaniyeye karşı bu yüzden bir derece lakaytlık bir vaziyeti almasından, bir tevakkuf devri gelmesine mukabil, Cenab-ı Hakkın inayet ve rahmetiyle başka bir tarzda Risale-i Nurun intişar ve fütuhatına meydan açmış. Ezcümle, İstanbul afakından yüksek ulemanın eski fetva Emini Ali Rıza, Ahmed Şirvani ve parlak vaizlerden Şemsi gibi zatlar, Risale-i Nurla ciddi ve takdirkarane münasebettar olmaya başlamalarıdır.

Hem, hatırımızda olmadığı halde yeni hurufla tab etmek üzere başta ayetül-Kübranın en mühim parçası yedi parça, bir mecmuada tab etmek ve gençleri uyandıran üç dört parça ayrı bir risalede, Hafız Mustafa ile beraber tab etmek için matbaaya gönderdik.

Hem, mühim bir zat teşebbüs ediyor ki, mühim parçalardan bir kısmını Ankarada, büyük rütbeli birisinin muavenetiyle tab etmek niyeti var. Ben şimdilik muvafakat etmedim.

Velhasıl, bir kapı kapansa, inayet-i İlahiye daha parlak kapıları Risale-i Nur yüzünden açıyor, yol veriyor. Risale-i Nurun mektup ve melfuz hurufatı adedince Cenab-ı Erhamürrahimine hamd ü sena ve şükür olsun.

هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى Buna binaen, bu tevakkuf ve muvakkaten fütura merak etmeyiniz. Zaten şimdiye kadar çalışmalar, tohumlar nevinde istikbalde kafi sümbüller verebilir. Farz-ı muhal olarak, hiç çalışılmasa da yine kifayet eder. Katiyen takarrur etmiş ki, Risale-i Nur hakikatlerine gıdaya ihtiyaç gibi bu zamanda ihtiyaç var. Bu ihtiyaç ise onu tevakkufta bırakmaz, işlettirecek inşaallah.

Hafız Mustafa ile umumunuza bedel görüştük, fakat pek az bir zamanda. Cenab-ı Hak, onu ve Tahiriyi tab meselesinde muvaffak eylesin. amin.

Hafız Alinin mektubunda, medrese-i Nuriyenin üstadı olan Hacı Hafız ile gayet samimane ve uhuvvetkarane görüşmeleri ve meşveretleri bizleri çok mesrur eyledi.

Said Nursi

– 122 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Nur fabrikasının sahibi, Birinci Şuanın dördüncü ayeti bahsinde, hakikat-i İslamiyetin yedi esasını parlak bir surette ispat edildiği cümlesine dair soruyor ki: “Erkan-ı İslamiyeyi beş biliyoruz. Hem vücub-u zekat rüknü, risalelerde ne suretle izah edildiğini” soruyor.

Elcevap: İslamın rükünleri başkadır; hakikat-i İslamiyetinHaşiye esasları yine başkadır. Hakikat-i İslamiyetin esasları, altı erkan-ı imaniyeyle ve esas-ı ubudiyet ki, İslamın beş rüknü olan savm, salat, hac, zekat, kelime-i şehadet, mecmuunun hülasasıdır. Risale-i Nur, altı rükn-ü imaniyeyle bu esas-ı ubudiyeti ispat edip سَبْعُ الْمَثَانِى cilvesine mazhariyeti muraddır.

Vücub-u zekatın izahından murad ise, zekatın teferruat tafsilatı değil, belki zekatın hayat-ı içtimaiyede derece-i lüzumu ve ehemmiyetli kıymeti ispat edilmiş demektir. Evet, Risale-i Nurdan evvel yazdığımız risalelerde, hem de Risale-i Nurun müteaddit yerlerinde, vücub-u zekatın hayat-ı içtiamiyede ne derece ehemmiyetli olduğu katiyen ve vazıhan ispat edilmiş demektir.

Ispartada, Risale-i Nurun ders ve neşrine iki köşkünü bir zaman tahsis eden kardeşimiz Şükrü Efendinin iki genç evladının vefatı beni müteessir etti. Çünkü, beş altı yaşında iken, masume kerimesi yanıma geldikçe, her defa “Adın nedir?” soruyordum. Masumane, kemal-i fahirle, “Hayrünnisa” derdi; beni şefkatle güldürüyordu. Cenab-ı Hak, o mübarek masumeyi birden Cennetine aldı, şu dünya

“Beraber” kelimesi Şuada noksan olduğu için şüphe edilmiş. cehenneminden kurtardı. Ve merhum mahdumu Hayati ise, hastalık, inşaallah onu da Hayrünnisa gibi günahsız, masum yaptı. Beraber Cennet tarafına gittiler. Bu nokta-i nazardan, ben o iki çocuğu tebrik ediyorum. Ve peder ve validelerini de hem taziye, hem manen tebrik ediyorum ki, o iki evlatları وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ sırrına mazhar oldular. Ben, o ikisini, Risale-i Nurun vefat eden şakirtleri içinde dualarıma dahil ettim.

Rüştü Efendi benim tarafımdan, Şükrü Efendiye, çocuk taziyenamesi olan On Yedinci Mektubu benim yerimde okusun.

Risale-i Nurun kaptanı Sabri, Nis Adasındaki bir kardeşimiz ve Onuncu Sözün tabından sonra tehlikeden muhafaza için kaç ay hanesinde saklayan ve peder ve validesiyle, bizimle ciddi alakadar bulunan Veli Efendinin peder ve validesinin vefat haberlerini yazıyor. Cenab-ı Hak onlara rahmet eylesin. Ben, inşaallah çok zaman onları manevi kazançlarıma şerik edeceğim.

– 123 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu zamanda, hususan bu sıralarda, Risale-i Nurun şakirtleri tam bir metanet ve tesanüt ve dikkat etmeye muhtaçtırlar. Lillahilhamd, Isparta ve havalisi kahramanları demir gibi bir metanet göstermesiyle, başka yerlere de hüsn-ü misal oldu.

Ey Hüsrev! Tesirli ve güzel mektubunu aldım. Vazifenin başına geçmen bizi fevkalade mesrur etti. Binler safalarla geldin. Sen, bu bir buçuk sene maddi kalemin işlemediğinden merak etme. Senin yerine ve kerametli kaleminin yadigarı olan Mucizat-ı Ahmediyenin biri vilayat-ı şarkiyede faalane geziyor. Diğer son yazdığın nüsha da, İstanbulda, senin yerinde çalışıp, inşaallah fütuhat yapar.

Senin yazdığın mucizeli iki Kuran-ı Azimüşşanın bu havalide, hususan Ramazan-ı Şerifte sana kazandırdıkları sevapları ve tahsin ve tebriklerini, inşaallah yakında taba girmesiyle alem-i İslamdan senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düzşün, Allaha şükret.

Hafız Alinin mektubunda, İslamköyündeki hocalara muhabbete ve dostluğa karar vermesi bizi memnun eyledi. Evet, İslamköyü, nasıl ki Risale-i Nura pek ziyade alakadarlıkta imtiyaz ve sebkat kazanmış; öyle de, ben orada iken, sair hocalara nispeten İslamköyü hocaları dahi daha ziyade insaflı ve Risale-i Nuru takdir ettiklerini gördüğümden, bu havalideki hocaların lakaytlıklarına karşı onları hüsn-ü misal gösteriyorum. İnşaallah onlardan zarar gelmez. Ben İslamköyünü, Nurs köyü gibi biliyorum; o hocalara da akrabam nazarıyla bakıyorum, onlara da selam ediyorum. Evet, onların insafı ve Risale-i Nura karşı dostluklarıyla, Nur fabrikası o köyde dağdağasız teessüs etti tahmin ediyorum.

Ey Sabri kardeş! Başın sağ olsun. Cenab-ı Hak, o validemizi mağfiret eylesin, amin. Benim, karabet-i nesebiyeyi ihsas eden parmaklarındaki nişan ve bu yedi sekiz sene Abdülmecidden daha hararetli faalane kardeşlik vazifesini yaptığınızdan, elbette senin merhume validen benim de validemdir. Onu da, validem yanına manevi kazançlarıma ve dualarıma hissedar ediyorum. Cenab-ı Hak sana, sabr-ı cemil ihsan ve o merhumeyi de garik-ı rahmet eylesin. amin.

Kardeşiniz

Said Nursi

– 124 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ben, pek kati bir surette ve bine yakın tecrübelerim neticesinde kati kanaatim gelmiş ve ekser günlerde hissediyorum ki, Risale-i Nurun hizmetinde bulunduğum günde, o hizmetin derecesine göre kalbimde, bedenimde, dimağımda, mAyşetimde bir inkişaf, inbisat, ferahlık, bereket görüyorum. Hem orada iken, hem burada çok kardeşlerimden aynı haleti hissettim ve ediyorum. Ve çokları itiraf ediyor ki, “Biz de hissediyoruz” derler. Hatta, size geçen sene yazdığım gibi, benim pek az gıdayla yaşadığımın sırrı, o bereket imiş.

Hem, İmam-ı Şafiiden rivayet var ki: “Halis talebe-i ulumun rızkına ben kefalet edebilirim” demiş. “Çünkü rızıklarında vüsat ve bereket olur.”

Madem hakikat budur ve madem halis talebe-i ulum ünvanına Risale-i Nur şakirtleri bu zamanda tam liyakat göstermişler. Elbette, şimdiki açlık, ve kahta mukabil Risale-i Nur hizmetini bırakmak ve zaruret-i mAyşet özrüyle mAyşet peşine koşmak yerine en iyi çare, şükür ve kanaat ve Risale-i Nur talebeliğine tam sarılmaktır.

Evet, her tarafta bu derd-i mAyşet herkesi sarsıyor. Ehl-i dalalet bundan istifade eder. Ehl-i diyanet de kendini mazur bilir, “Zarurettir, ne yapalım” der.

Demek ki, Risale-i Nur şakirtleri, bu açlık, ve zaruret musibetine karşı yine Nurla mukabele etmeli. Her şakirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil; belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddi devamla olur.

Size yazmıştık ki, muarızlara adavetle mukabele etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, ehl-i takva, ehl-i ilme karşı dostane vaziyet alınız. Fakat bu noktaya dikkat ediniz ki, Risale-i Nurun zararına ve şakirtlerinin salabet ve metanetlerine ilişecek bir tarzda daireniz içine sokmayınız. Öyleler, niyet-i haliseyle girmese, belki fütur verirler. Eğer enaniyetli ve hodfuruş ise, Risale-i Nur şakirtlerinin metanetlerini kırarlar, nazarlarını Risale-i Nurun haricine çekip dağıtırlar. Şimdi çok dikkat ve metanet ve ihtiyat lazımdır.

Bu havalide, hakikaten ümidimin fevkinde, Risale-i Nur talebelerinden iki kahraman yetiştiler: baba, oğul Ahmed Nazif, Salahaddin. Bu iki zat Risale-i Nurun neşrinde iki yüz adam kadar çalıştıklarını görüyoruz. Ezcümle birisi, yani oğlu Karsta durup hem Vana, hem Erzuruma, hem Konyaya, hem buralara—size leffen gönderdiğim mektup gibi—muhaberelerle tesirli bir surette çalışıyor; tam bir Abdurrahmandır.

Kardeşiniz

Said Nursi

– 125 –

Risale-i Nur, tarikat değil hakikattir. ayat-ı Kuraniyeden tereşşuh eden bir nurdur. Ne Şarkın ulumundan ve ne de Garbın fünunundan alınmış değil. Kuran-ı Mucizül-Beyanın bu zamana mahsus bir icaz-ı manevisidir. Menfaat-i şahsiye yoktur. Risale-i Nurun hiç olmazsa Söz ve Mektuplarını tamamıyla okuyunca birçok hakikatlar tezahür edeceğinden, bugünkü düşüncenizden, yani Risale-i Nuru yazmaktan çekinmek ve çekilmekten derhal teberri edeceksiniz.

Muhterem değerli kardeşim,

Derhal yazmaya başlayınız, korkmayınız. Hizmet-i Kuran, inşaallah muhafaza edecektir. Diğer efendiyi ziyarete gidenlere ve Risale-i Nuru yazan o havalideki kardeşlerimize geçmiş olsun. Hafiz-ı Hakiki inşaallah muhafaza edecektir. İmam-ı Ali ın تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ

emrine inkıyad etmek icap ettiğinden, Risale-i Nuru gizli okumak, gizli yazmak, gizli neşretmek lazımdı. O kardeşlerimizin bu emre riayet etmemesinden ileri geldiğinden, hafif şefkat tokatı yediklerinden, tekrar geçmiş olsun.

Hiç merak etmesinler, hiçbir şey yapılmaz ve yapamaz ve göremezler. Bu hadiseden müteessir olup çekinmeyiniz; bilakis çalışmanızı ziyadeleştirin ki, tecrübe-i meydan-ı imtihanda muvaffak olasınız. Risale-i Nura sık sık ilişirler, fakat bir halt edemezler. Çünkü, Gavs-ı azam (k.s.) ve İmam-ı Ali gibi zatların himayeleri ve duaları berekatına, Hafiz-ı Hakiki hıfz eder. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى Ruhani inkıbaz inşaallah geçecektir.

Risale-i Nur لِلَّذِينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَاءٌ sırrına mazhardır. Ondan istimdat et. Risale-i Nur talebeleri birbirinin ibadetinden hissedar olduklarından, daimi virdleri olan bu ayet-i azime size de şifa verir. Risale-i Nuru yazınız, ihtiyata riayet ediniz.

Bütün kardeşlerime selam ve hürmetler. Risale-i Nura çalışmanızı tekrar tavsiye ederim, kardeşlerim.

Salahaddin

– 126 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz kardeşlerim,

Bu defa mektup yerinde bu meyveyi gönderiyoruz.

Karadağın bir meyvesi

Bir ayetin mana-yı işarisinin külliyetinden bir ferdi, Hürriyetten bu ana kadar, Teşrin-i Sani otuzuncu gün, bin üç yüz elli sekizde, Karadağ başına yalnız çıkıyordum. “İnsanların, hususan Müslümanların bu teselsül eden helaketleri ve hasaretleri ne vakitten başladı, ne vakte kadar devam eder?” hatıra geldi. Birden, her müşkülümü halleden Kuran-ı Mucizül-Beyan Sure-i Vel-Asriyi karşıma çıkardı. Dedi: “Bak.” Baktım. Her asra hitap ettiği gibi, bu asrımıza daha ziyade bakan وَالْعَصْرِ اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ ayetindeki اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cifrisi bin üç yüz yirmi dört edip (1324), Hürriyet inkılabıyla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumi mağlubiyetleri ve dehşetli muahedeleri ve şeair-i İslamiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umuminin zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavi ve arzi musibetlerle hasaret-i insaniyeyle اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ ayetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lema-i icazını gösteriyor.

اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ahirdeki ﻫ , ت sayılır.

Şedde sayılır ise, makam-ı cifrisi bin üç yüz elli sekiz ve dokuz olan bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle o hasaretlerden, bahusus manevi hasaretlerden kurtulmanın çare-i yeganesi iman ve amal-i saliha olduğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, o hasaretin de sebeb-i yeganesi küfür ve küfran, şükürsüzlük, yani imansızlık, fısk ve sefahet olduğunu gösterdi. Sure-i Vel-Asrinin azametini ve kudsiyetini ve kısalığıyla beraber gayet geniş ve uzun hakaikin hazinesi olduğunu tasdik ederek Cenab-ı Hakka şükrettik.

Evet, alem-i İslamın, bu asrın en büyük hasareti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumiden kurtulmasının sebebi, Kurandan gelen iman ve amal-i saliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı, açlık ve kahtın sebebi dahi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasaret ve zayiatın sebebi de, zekat yerinde ihtikar etmeleridir. Ve Anadolunun bir meydan-ı harp olmamasının sebebi, اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا kelime-i kudsiyesinin hakikatini fevkalade bir surette yüz bin insanın kalblerine tahkiki bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduğunu, pek çok emareler ve şakirtlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.

Ezcümle: Emarelerden biri, Risale-i Nura sıkıntı veren, veyahut hizmetinden çekilen pek çok adamların tokat yemeleri gibi, bu sene, bu memleketin etrafında umumi bir tarzda Risale-i Nurun intişarına sıkıntı verip şimdiki bir nevi tevakkuf devresi vermek hatasıyla, şimdiki umumi sıkıntının bir sebebi olduğunu göstermesidir.

– 127 –

Sure-i Vel-Asrin dağ meyvesi namındaki nüktesine bir haşiyedir.

اَلصَّالِحَاتِ daki ت , ahirdeki talar, ekseriyetçe vakfa rastgelmesiyle, cifirce ﻫ sayılabilir. Bu noktada اِلاَّ beraberdir (1358); bu zamanımızı gösterir Ve telaffuzca ﻫ okunmadığından ت kalabilir. Bu noktadan şeddeler sayılmazsa ve اِلاَّ beraber değil iki yüz küsur sene zamana kadar iman ve amel-i salihle beraber bir taife-i azime, hasarat-ı azimeye karşı mücahedeye devam edeceğine işaret edip, Fatihanın ahirinde صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ bin beş yüz kırk yedi veya bin beş yüz yetmiş yedi gösterdiği zamana; hem

لاَ تَزَالُ طَۤائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتّٰى يَاْتِىَ اللهُ بِاَمْرِهِ

birinci cümle, bin beş yüz makamıyla ahirzamanda bir taife-i mücahidinin son zamanlarına; ve ikinci cümle, bin beş yüz altı makamıyla, galibane mücahedenin tarihine; ve üçüncü cümle, bin beş yüz kırk beş makamıyla, pek az bir farkla hem Fatihanın, hem Vel-Asri Suresinin iki cümlesinin gaybi işaretlerine işaret edip, tevafuk eder. Demek, bu hadis-i şerifin üç cümlesinden herbirisi, bin beş yüz tarihine ve mücahedenin ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine, aynen bu اَلَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ —şedde sayılmazsa—bin beş yüz altmış. bir makamıyla, hem وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ —şedde sayılır fakat بِالصَّبْرِ da lamdır—bin beş yüz altmış makamıyla iştirak edip, o taife-i azimenin mücahedatları ne kadar devam edeceğini mana-yı işari ve cifriyle gösterirler. Ve Fatiha ve hadisin irae ettikleri tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrüp edip, farklı bir derece tevafuk ederler ve manalarıyla da, tam tetabuk ederek, parlak bir lema-i icaziye-i gaybiyeyi gösteriyorlar.

– 128 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Eski Said çok zaman Medresetüz-Zehrayı gaye-i hayal ederek çalışmış. Cenab-ı Hak kemal-i merhametinden, Ispartayı o Medresetüz-Zehra hükmüne getirdi. Ve nahiyemiz olan küçücük Ispartanın mahdut akraba ve ahbap yerine mübarek Isparta vilayetini verip binler kardeşi ihsan eyledi. Belki muhtemeldir ki, o küçük Ispartanın aslı, bu büyük Ispartadan gitmiş. Benim vatan-i aslim, bu Isparta olmak caizdir. Hatta Ispartalı kim olursa olsun, başkalara nispeten benimle ve Risale-i Nurla fazla alakadar görüyorum. Hatta buradaki bütün zabitan içinde biri müstesna, en ziyade bize ve Risale-i Nura ciddi alakadar. Bu hamil-i mektup Ispartalı Hilmi Beyi gördüm. Onu Risale-i Nurun has şakirtleri içinde kabul eyledik.

Ispartada ve Savadaki taarruz bir derece umumidir. Risale-i Nurun intişar ettiği her tarafta bu sıralarda, şimdiye kadar bir plan dahilinde Risale-i Nurun fütuhatına karşı tecavüz var. Bir derece şevk ve neşeye zarar verdi, bir devre-i tevakkuf açtı. Şimdiki kahtlığa o tevakkuf sebebiyet veriyor. Fakat, Cenab-ı Hakka şükür, Isparta ve havalisi kahramanları çelik gibi bir metanet göstermeleri, sair yerlerin de kuvve-i maneviyelerini takviye ediyorlar. Bazı ihtiyatsız ve dikkatsizlerin yüzünden cüzi zararlar olduğundan, ihtiyat ve dikkat her vakit lazımdır.

Barlada, Risale-i Nurun muvakkat tatili sebebiyle yağmursuzluk başladığı gibi ve Risale-i Nurun müdahelesiyle yağmurun Barla etrafındaki daireye mahsus olarak gelmesi ve Ispartanın, Risale-i Nura karşı iştiyaklarıyla, Hüsrevin dediği gibi yağmur fevkalade bir surette imdada gelmesi gibi, pek çok emarelerle ve burada Risale-i Nur münasebetiyle vücuda gelen yüzer hadiselerin delaletiyle deriz ki: Bu Anadoluya aynı rahmet olan Risale-i Nura karşı, bu acip zamanda böyle umumi ve geniş bir taarruzla ve bazı yerlerde tatile mecbur olması, bu kaht u galayı ve bu acip ihtikarı ve bereketsizlik ve açlığı netice verdiğine bize kanaat verdi. Şimdi yanımdaki, Emin ve Feyzi gibi sair arkadaşlarım da aynı kanaattedirler.

Said Nursi

– 129 –

Risale-i Nur şakirtleri tarafından sorulan suale cevaptır.

Sual: Geçen sene sizden sormuştuk ki, elli gündür merak edip dünya cereyanlarına bakmadınız ve sormadınız, o zaman bize bir cevap verdiniz. Gerçi o cevap hakikattir ve kafidir; fakat Risale-i Nurun intişarı ve hizmeti ve alem-i İslamiyetin menfaati noktasında bir derece bakmanız lazım iken, şimdi, on üç ay oluyor, aynı hal devam ediyor. Merak edip hiç sormuyorsunuz.

Elcevap: اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ ayetine en azam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara değil taraftar olmak veya merakla o cereyanları takip etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acip zulümlere bakmak da caiz değil. Çünkü zulme rıza zulümdür; taraftar olsa, zalim olur.

Meyletse وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ ayetine mazhar olur.

Evet, hak ve hakikat ve din ve adalet hesabına olmadığına ve belki inat ve asabiyet-i milliye ve menfaat-i cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan, dünyada emsali vuku bulmayan gaddarane bir zulüm hesabına olduğuna kati bir delil şudur ki: Bin masum çoluk çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla onları mahvetmek; ve tabakat-ı beşer cereyanları içinde, burjuvaların en dehşetli müstebitleri ve sosyalistlerin ve bolşeviklerin en müfritleri olan anarşistlerle ittifak etmek; ve binler, milyonlar masumların kanlarını heder etmek ve bütün insanlara zarar olan bu harbi idame ve sulhu reddetmektir.

İşte böyle hiçbir kanun-u adalete ve insaniyete ve hiçbir düstur-u hakikate ve hukuka muvafık gelmeyen boğuşmalardan, elbette alem-i İslam ve Kuran teberri eder. Yardımcılıklarına tenezzül edip tezellül etmez. Çünkü onlarda öyle dehşetli bir firavunluk, bir hodgamlık hükmediyor; değil Kurana, İslama yardım, belki kendine tabi ve alet etmekle elini uzatır. Öyle zalimlerin kılıçlarına dayanmak, hakkaniyet-i Kuraniye elbette tenezzül etmez. Ve milyonlarla masumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Halık-ı Kainatın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kurana farz ve vaciptir. Gerçi zındıka ve dinsizlik o boğuşanların birisine dayanıp ehl-i diyaneti ezer. O zındıkanın tazyikinden kurtulmak, onun aksi cereyanına taraftar olmak bir çaredir. Fakat şimdiye kadar o taraftarlık bir menfaat vermeyerek çok zararları dokunmuş.

Hem zındıka, nifak hasiyetiyle her tarafa döner. Senin dostunu kendine dost edip sana düşman eder. Senin taraftarlık cihetiyle kazandığın günahlar, faidesiz boynunda kalır. Risale-i Nur şakirtlerinin vazifeleri iman olduğundan, hayat meseleleri onları çok alakadar etmez ve merakla baktırmaz. İşte bu hakikate binaen, değil on üç ay, belki on üç sene dahi bakmasam hakkım var. Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?

İkinci sual: İşarat-ı Kuraniye risalesinde Fatihanın ahirinde sırat-ı müstakim ashabı ki, اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ayetiyle tarif edilen taife içinde, hem لاَ تَزَالُ طَۤائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى (ila ahir) hadisinin ahirzamanda gösterdikleri mücahidler içinde ve hem Vel-Asri Suresinin اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا dan başlayan üç cümlenin mana-yı işarisinde hususi bir surette bir ferdi, Risale-i Nurun has şakirtleri olduğuna sebep nedir ve veçh-i tahsisi nedir?

Elcevap: Sebebi ise, Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kuraniyenin muammalarını hall ve keşfetmiştir ki, her bir tılsımın bilinmemesinden, çok insanlar şübehata ve şükuke düşüp, tereddütlerden kurtulamayıp, bazan imanını kaybederdi. Şimdi, bütün dinsizler toplansalar, o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler. Yirmi Sekizinci Mektuptaki İnayat-ı Sebada bir kısmına işaret edilmiş. İnşaallah bir zaman o tılsımlar müstakil bir risalede cem edilecek.

– 130 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Kahraman Tahiri ve Hafız Mustafanın yaptıkları hizmet çok güzeldir. Onların tedbirleri isabetlidir, haktır. Nur fabrikasının divanında verdiğiniz kararlar, ne olursa kabulümüzdür. İşarat-ı Kuraniye tevabileriyle beraber çok güzel. Yalnız, Seyyid Şefike giden mektup, şahsına ait kısmı girmeyecekti. Lahikadan aldığınız parçalar da çok güzel. Büyük Ali sisteminde, küçük ve ikinci Alinin manidar fıkrası iyidir, fakat muhtasardır. En evvel gençlere ait üç dört ders—ki Hafız Mustafaya vermiştik—el makinesiyle mümkünse eski hurufla, değilse, yeni hurufla Nur fabrikasının divanındaki heyet münasip görse ve hal müsaade etse, yazılsın, bize de bazı nüshalar gönderilsin. Mübareklerin İşaratül-İcazlarına bedel bir nüshamı postayla gönderdik. Cuma gününe rast gelen bu bayram, çok kıymettar olan haccül-ekber olduğundan, hacca bu sene gidenler çok kazanmışlar. Cenab-ı Hak bizi de onların hayırlı dualarına hissedar eylesin. amin.

Tekrar be tekrar o bayramınızı ve umum Risale-i Nur şakirtlerinin bayramlarını ve Nur ve Gül fabrikalarının heyetlerini ve medrese-i Nuriye şakirtlerinin ve üstadlarının ve Barla sıddıklarının ve masumların ve ümmi ihtiyarların, ricalen ve nisaen umumunun birer birer bayramlarını tebrik ediyoruz.

Said Nursi

– 131 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ مَا كَتَبْتُمْ وَطَبَعْتُمْ

Aziz, sıddık, muktedir, müteyakkız kardeşlerim,

Sizin mübarek leyali-i aşerenizi ve Kurban Bayramınızı tebrik ederiz. Nur fabrikası sahibi Hafız Alinin haşr-i cismani hakkındaki hatırına gelen mesele ehemmiyetlidir ve mektubun ahirindeki temsili, gayet güzel ve manidardır. O hatırayla, Dokuzuncu Şuanın mukaddeme-i haşriyeden sonraki dokuz burhan-ı haşriyeyi istiyor diye anladım. Fakat, maatteessüf, bir iki senedir telif vazifesi tevakkuf etmiş. Risale-i Nurun mesaili, ilimle, fikirle, niyetle ve kasti bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlakayla sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor. Bu dokuz berahine şimdi ihtiyac-ı hakiki kalmamış ki, telife sevk olunmuyoruz.

Evet, erkan-ı imaniye içinde iman-ı billah ve iman-ı bil-yevmil-ahir alem-i İslamiyetin iki kutbu ve iki güneşidir.

Birincisini: Risale-i Nur, tamamıyla burhanlarını izah etmiş.

İkinci kutup ise: Kısmen müstakil olarak Onuncu Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, Yirmi Sekizinci Söz, hususan cismani lezzetlerin ispatında ve Mukaddeme-i Haşriye gibi risalelerde gayet kuvvetli haşr-i cismaniyi ispat etmiş, muannitleri de susturmuş. Ve iman-ı billah gibi, bu dünyadaki mevcudat, zahir bir surette onu göstermediğinden, kısm-ı ekserisi ise, sair erkan-ı imaniye içinde haşri, kuvvetli bir surette ispat eder.

Ezcümle: Kuran-ı Mucizül-Beyanın hakkaniyetini ispat eden bütün hüccetleri, ikinci derecede haşr-i cismaniyi, binler ayat-ı Kuraniyenin tasvir ve izahatlarıyla ispat ediyor. Acaba, Kuran-ı Mucizül-Beyanın mucizane Cennetin lezaiz-i cismaniyesinden bahisleri ve izahları derecesinden, daha başka bir izaha lüzum kalır mı?

Hem Resulallah aleyhissalatü vesselamın hakkaniyetini ispat eden bütün mucizeleri, hüccetleri ikinci derecede haşr-i cismaniyi ve Cennet ve Cehennemin lezaiz ve alam-ı cismanisini harika belagatiyle tasvir ve izah ediyor. Ve o izahtan sonra, daha izaha ihtiyaç kalır mı?

Hem Cenab-ı Hakkın vücub-u vücudunu ve rahimiyet ve hakimiyetini ve ilim ve kudretini ve adiliyet ve hafiziyetini ve sıfat-ı kudsiyesini ispat eden bütün burhanlar, hüccetler, bir cihette haşri ispat ettiği gibi; rububiyetin muktezası olan irsal-i rusul ve inzal-i kütüp cihetiyle, hem risalet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) istilzam; hem Kuran, onun konuşması ve kelamı olmadığını ve kelamullah olduğunu ispat etmekle, haşr-i cismaniyi tafsilatıyla bu iki noktadan yine ispat ediyor.

Elhasıl: Risale-i Nurda iman-ı billah ve iman-ı bil-yevmil-ahir olan iki kutb-u imani, tam birbirine müsavi gelecek bir derecede ispat edilmiş. Yalnız bu kadar var ki, haşr-i cismani kısmen sarihan ve kısmen zımni ve tebei ispat edilmiş. Çünkü bu alem-i şehadet, Saniini gayet sarih ve zahir gösteriyor ve haşri, zımni ve perdeli haber verir. İnşaallah bir zaman, Risale-i Nurun şakirtlerinden birisi veya birkaç tanesi, o dokuz makamı ve berahini telif edecek ve Mukaddeme-i Haşriyenin başındaki ayat-ı azamın dokuz fıkrasının hazinelerini, Risale-i Nurda münteşir haşr-i cismani berahiniyle ve kalblerine gelen sünuhat ve ilhamat ile açıp, Dokuzuncu Şuayı Onuncu Sözden daha parlak, daha kuvvetli bir tarzda tekmil edecek.

Bütün kardeşlerimize birer birer selam ve bayramlarınızı tebrik ediyoruz.

Said Nursi

– 132 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

وَعَسٰۤى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrıyla çok tecrübelerin neticesinde, çok defa zahiri muvaffakiyetsizlik, hakkımızda birer inayet perdesi olduğuna bir emaresi, belki bir delili de, bu sene biz, her tarafta bir nevi taarruz, o taarruzdan bir nevi cüzi tevakkuf, hem matbaaların kapıları şimdilik Risale-i Nura—hatta yeni hurufla dahi—kapanması hayırdır, birkaç cihette inayettir ve himayettir.

Evvela: Bu sene—perde altında—insanlar, eşedd-i zulümle rızık hakkında bir dehşetli ameliyat ve kader-i İlahi, hakimane bir adaletle, çoktan beri teraküm eden zekatları ve cizyeleri almak ve hadden çok ziyade tecavüz eden hırsı ve ihtikarı tokatlamak için, umumi bir ameliyat-ı cerrahiye hengamında, elbette yalnız, imana ve ahirete hasr-ı nazar eden ve vazife noktasından hayat-ı içtimaiyeye çok bakmayan ve ihlas-ı tammı kazanmak için hiçbir maksada alet ve hiçbir dünyevi cereyana tabi olmayan Risale-i Nurun parlak ve kuvvetli hizmeti, tesettür perdesi altından çıkıp aşikar bir tarzda olsaydı, her halde birinci ameliyat-ı insaniye ona ilişecekti. Ve ikinci ameliyat-ı kaderiye rızık ve mide üzerine olması cihetiyle, ya insanların nazarlarını o hizmetten çevirecekti, mideleriyle meşgul edecekti, veyahut o hizmetin ihlasını bir derece kırıp mAyşet derdinin bir hissesi onda bulunacaktı.

Saniyen: Yazılmasına şimdilik lüzum yok.

Salisen: İzharına bu zamanda izin yok. Fakat, madem şakirtlerin gayret ve şevk ve himmetleri şimdiye kadar matbaalara ihtiyaç bırakmamışlar, inşaallah o kudsi hizmette devam edip, o elmas kalemlerle neşr-i envar edecekler. Madem bütün bütün mesleğimize muhalif olan yeni hurufu bir iki risale için kabul ettiğimiz halde matbaacılar çekindiler, o hayr-i azimi kaybettiler. Siz, o iki risaleyi, bizim hesabımıza, kahraman kardeşlerimizden yirmi otuz zata tevzi ederek, yirmi otuz nüshayı eski hurufla yazdırınız. Yazan kalem sahiplerine daimi hasenat kazandıran o pek büyük hayrı siz kazanınız. Eğer yeni hurufla, el makinesiyle o iki risaleden yazılmış nüshalar varsa, bize bazı nüshalar gönderiniz.

– 133 –

İşarat-ı Kuraniye ve üç keramet-i Aleviye ve keramet-i Gavsiye hakkındaki Sikke-i Gaybiye risalesine bir tenbih ve ihtardır.

Bu gayet mahrem risaleler, nasılsa, muannit bir namahremin eline bu risalelerden birisi geçmiş. Gayet sathi ve inat nazarıyla bir iki yerine haksız bir itirazla ehemmiyetli bir hadiseye sebebiyet verdiğinden, bu mecmua, Risale-i Nurun has talebelerine, belki ehass-ı havassa mahsus olduğu halde ve benim vefatımdan sonra intişarına müsaade olmasıyla beraber, şimdi mezkur hadisenin sebebiyle herkese değil, belki ehl-i insaf ve Risale-i Nurla alakadar ve talebelerinden bulunanlara haslardan bir kaç şakirdin tensibiyle gösterilebilir fikriyle yazdık.

İkinci nokta: Bu risale Sikke-i Gaybiye baştan aşağıya kadar birtek neticeye bakar. Bine yakın emarelerle, Risale-i Nurun makbuliyetine gaybi bir imza basıldığını ispat ediyor. Böyle birtek davaya bu derece kesretli ve ayrı ayrı cihetlerde binler emareler ve imalar onu göstermesi ilmelyakin değil, belki aynelyakin, belki hakkalyakin derecesinde o davayı ispat eder.

Üçüncü nokta: Bu risaleyi mütalaa eden zatlar, inceden inceye, hususan cifri hesabatına meşgul olmaya lüzum yok. Hem bir kısmı anlaşılmasa da zararı yok. Hem umumunu okumak da lazım değil. Hem keramet-i Gavsiyenin ahirinde, iki yüz yirmi dördüncü sahifede, Şamlı Hafız Tevfikin fıkrasından başlayıp ahire kadar mütalaadan sonra ve baştaki mukaddemeyi de okuduktan sonra istediği parçayı okusun.

– 134 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hem Katip Osmanın, hem Mübareklerden İbrahimin, hem Nur fabrika sahibinin, hem Hulusi-i Saninin mektupları bir iki günde geldiler. Merakla mahzun kalbimizi müferrah eylediler. Katip Osmanın mektubunda, hususi selamlarını gönderdiği zatların, hususan kahraman Rüştü, Zühtü Bedevi ve Nuri kardeşlerimize hassaten ve umuma selam ve selametlerine dua ve Hüsrevin yakında gelmesinin tebşiri, onun hakkındaki merakımızı izale etti.

Maşaallah, Katip Osman da, Hüsrev gibi mucib-i merak noktaları yazıyor. Onun mektubunu getiren halıcı İbrahim demiş ki: “Sıdık Süleyman, Rüştü buraya gelmek ihtimali var.” O kahraman kardeşim yakinen bilsin ki, ben ondan ziyade ona müştakım. Fakat o her gün, has dairesinin birinci safında manen yanımızda bulunuyor, manevi kazançlarımıza da hissedar oluyor. Bizim mesleğimizde sohbet-i suriye ehemmiyeti azdır.

Hem bu dehşetli ameliyat-ı dahiliye hengamında ve yol masrafı çok ziyade olduğundan, gelmek münasip olmuyor. Ve vehham ehl-i dünya, burada, ziyade bize dikkat ediyorlar. Hatta bu bayramda kapımı ziyaretçilere kapadık.

Hafız Alinin mektubunda, Rüştünün bir teşebbüsü var ki, gençlere ait dört beş parça ders ki, Hafız Mustafaya vermiştim ki tab etsin. Cenab-ı Hakka şükür, sizin kesretli kalemleriniz matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Eğer kolayca, ucuzca mümkün olsa, eski veya yeni hurufla yaparsınız.

Hafız Alinin mektubunda, Risale-i Nura karşı kemal-i mahviyetle kemal-i ihlası ve irtibatı, onun eskiden beri takdir ettiğim bir hasiyet-i mümtaziyesini göstermekle beraber, benim gibi bir biçareyi de şefaatçi yapıp, ben de onun kemal-i samimiyetini şefaatçi yapıp duasına amin derim.

Mübarek köyünden, Mübarekler cemaatinden, mübarek İbrahimin bereketli mektubunu okudum. Beni memnun eden çok sözler var içinde. Ve bilhassa benim başıma yağan yağmurdan rüyada içmesi ve biraderzadesi Osmanın ileride Risale-i Nura talebe olması için, kendini okutması bizi mesrur eyledi. Cenab-ı Hak öyle mübarekleri o köyde çoğaltsın. amin.

– 135 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Risale-i Nurun hakkaniyetine ve ehemmiyetine dair bir imza-yı gaybi hükmünde olan yazdığınız mecmua-i işarata, Lahikadan intihap ettiğinizden iki misli daha ilave ettik. Eğer siz de kendinize öyle bir mecmua yazmışsanız, ilave ettiğimiz miktarı size de göndereceğiz. Bu mecmuanın gösterdiği kıymet Risale-i Nurda bulunduğunu, bu zamanın dehşetli fırtınaları ispat ediyor.

Evet, kardeşlerim, İsa , İncil-i Şerifte demiş ki: “Ben gidiyorum, ta size tesellici gelsin. (Yani Ahmed aleyhissalatü vesselam gelsin)” demesiyle Kuranın beşere gayet büyük bir neticesi, bir gayesi, bir hediyesi, tesellisidir.

Evet, bu dehşetli kainatın fırtınaları ve zeval ve tahribatları içinde ve bu boşluk nihayetsiz fezada herşeyle alakadar olan insan için hakiki teselliyi ve istinat ve istimdat noktalarını yalnız Kuran veriyor. En ziyade o teselliye muhtaç bu zamandır. Bu asırda en ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi ispat eden, gösteren Risale-i Nurdur. Çünkü zulümat ve evhamın menbaı olan tabiatı, o delmiş geçmiş, hakikat nuruna girmiş.

On Altıncı Söz gibi ekser parçalarında, hakaik-i imaniyenin yüzer tılsımlarını keşf ve izah edip, aklı inkardan ve tereddütlerden kurtarmış. İşte bu hakikat içindir ki, bu çok usandırıcı ve dehşetli zamanda, usandırmayacak bir tarzda, çok tekrarla beraber, aklı başında olanları Risale-i Nurla meşgul ediyor. Refet Beyin mektubunda dediği gibi, “Risale-i Nurun en bariz hasiyeti, usandırmamak. Yüz defa okunsa, yüz birinci defa yine zevkle okunabilir.” Pek doğru demiş. Risale-i Nurun tercümanı, hakiki vazifesinin haricinde dünyadaki istikbaliyata ara sıra bakması, bir derece zahiri bir müşevveşiyet verir. Mesela, bundan otuz kırk sene evvel diyordu: “Bir nur gelecek, bir nurani alemi göreceğiz” deyip, o mana geniş bir dairede ve siyasette tasavvur edilmiş.

Hem bundan on dört, on beş sene evvel, “Dinsizliği çevirenler müthiş semavi tokatlar yiyecekler” diye büyük, geniş, küre-i arz dairesindeki bu dehşetli hadiseyi, dar bir memlekette ve mahdut insanlarda tasavvur etmiş. Halbuki istikbal, o iki ihbar-ı gaybiyi tasavvurunun pek fevkinde tefsir ve tabir eyledi.

Evet, Eski Saidin “Bir nur alemi göreceğiz” demesi, Risale-i Nur dairesinin manasını hissetmiş, geniş bir daire-i siyasiye tasavvur ettiği gibi; sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا nın remziyle, on üç, on dört sene sonra, “Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müthiş tokat yiyecekler” deyip o hakikatı dar bir dairede tasavvur etmiş. Şimdi zaman, o iki hakikati tam tabir ve tefsir etti.

Evet, başta Isparta vilayeti olarak Risale-i Nur dairesi birinci hakikati pek parlak ve güzel bir surette gösterdiği gibi; ikinci hakikati de, medeniyet-i sefihenin tuğyanını ve maddiyunluk taununun aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habisenin başlarına gelen bu dehşetli semavi tokatlar, geniş bir dairede, o sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا nın hakikatini tam tamına ispat etmiş.

Risale-i Nur, kati burhanlara istinaden hükümleri, sair hakaikte, aynı aynına, tevilsiz, tabirsiz hakikat çıkması ve yalnız işarat-ı tevafukiye ve sünuhat-ı kalbiyeye itimaden beyanatı, böyle dünyevi olan mesail-i istikbaliyede neden bazan tabir ve tevile muhtaç oluyor diye hatırıma geldi.

Böyle bir cevap ihtar edildi ki: Gaybi istikbal-i dünyevide ve dünya işlerinde, başa gelen hadisatı bildirmemekte Cenab-ı Erhamürrahiminin çok büyük bir rahmeti saklandığını ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetle, gaybi şeyleri haber vermekten yasak edip, yalnız müphem ve mücmel bir surette, ya ilham veya ihtarla, bir emareyi vesile ederek, keşfiyatta ve rüya-yı sadıkada, bir kısım gaybi hakikatleri ihsas eder. O hakikatlerin hususi suretleri vukuundan sonra bilinir.

Kardeşlerim, bu defa Hilmi Beyle gelen Refet ve Rüştünün mektupları bizi çok sevindirdi. Zaten Hüsrev, Refet, Rüştü Risale-i Nura intisapta eskiden beri beraber bulunmalarından, ben birisini tahattur etsem, üçü birden hatıra geliyor. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ki, bu dehşetli fırtınalar, onları ve sizleri sarsmadı.

Maşaallah, Refet, şimdi de eski sadakatini ve tam alakasını tamamıyla muhafaza ettiğini anladık. Bir iki senedir ondan hiçbir mektup ve hizmet-i Kuraniyedeki vaziyetinden bir haber alamamıştım, merak ediyordum. Bu defa mektubunda, “Ne vakit bir araya gelsek, Sözlerden birini açıp okuyoruz, tatlı tatlı istifade edip, Üstadımızla görüşüyoruz” demesi, bizi sürurla şükre sevk etti. Sadakatte namdar Rüştünün mektubunda merak ettiğim noktaları beyan etmesi ve hizmet-i Nuriye tevakkuf etmemesi ve sizlere sıkıntı olmaması, bizi çok mesrur eyledi.

Latif bir tevafuk: Ahmed Nazifin bu defa çok meşgaleler içinde yazdığı, yalnız On Dokuzuncu Mektupta (Mucizat-ı Ahmediye a.s.m.) tevafukatın mecmuu, dokuz bin sekiz yüz otuz üç adede baliğ olduğunu gördük. O Mektuptaki mucizat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) bir kerametidir diye hükmettik.

– 136 –

Risale-i Nur şakirtlerinden Emin ve Feyzinin bir fıkrasıdır.

Hem, Risale-i Nurun kasabalara ve cemaatlere berekete medar olması ve ona zarar edenlere tokat gelmesi gibi, şahıslara da pek zahir bir surette, hem bereket ve hüsn-ü mAyşet ona çalışanlara ve gaybi tokatlar, onun aleyhinde çalışanlara gelmesi, bu havalide çok hadiseleri var. Biz, kendi nefsimizde; çalıştığımız zaman, pek zahir bir surette bir hüsn-ü mAyşet, bir inayet gördüğümüz gibi, Risale-i Nur veya şakirtleri aleyhine çalışanlara, şiddetli tokatlar geldiğini görüyoruz.

Ezcümle: Risale-i Nurun erkanından birisi, kati bir surette haber veriyor ki, üç dört adam, dünya servetinin hatırı için toplanıp münafıkane tedbir kurdukları hengamda, üç gün sonra o üç dört adamın haneleri ve birinin dükkanı yanıp, herbiri binler lira zayiatla tokat yediler.

Hem bir dessas casus adam, Risale-i Nur şakirtleri aleyhinde çalışıyordu ki, onları hapse attırsın. Birgün, serbest olarak “Ben, bir ip ucu bulamadım ki

bunları hapse soksam. Eğer bir ipucu bulsam onları hapse sokacağım” diye ilan ettiği vakitten iki gün sonra bir iş yapıp, Risale-i Nur şakirtleri yerinde o adam iki sene hapse girdi.

Hem bedbaht, muannid bir adam, Risale-i Nur aleyhinde, hem şakirtlerinin bir rüknü aleyhinde mütecavizane bulunduğu hengamda, bir iki gün sonra meyhaneye gidip içe içe çatlamış, orada ölmüş. Bu neviden çok hadiseler var. Demek Risale-i Nur, dostlara tiryak olduğu gibi, düşmanlara da saika oluyor.

– 137 –

Risale-i Nur şakirtlerinden Hafız Tevfik, Mehmed Feyzi, Emin, Hilmi, Kamilin bir fıkrasıdır.

Gavs-ı azamın, Üstadımız hakkında فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ fıkrasıyla, inayet ve teshile mazhar olduğuna ve tevafuk, Risale-i Nurun kerametinin bir madeni bulunduğuna pek çok emarelerden, bu bir iki gün zarfında, küçük ve latif, fakat kati kanaat veren cüzi hadiselerin tevafukunda gözümüzle gördüğümüz inayet-i Rabbaniyenin nümunelerinden beş-altısını beyan ediyoruz ki, onlar, bu iki gün zarfında beraber vuku bulmuş.

Birincisi: Dün, Üstadımıza, Risale-i Nura ait üç hizmet lazım geldi. Kimse de yok. Biz de uzaktayız. Merdivenden inip, bir çocuğu bulup, bizlere göndermek niyetiyle kapıyı açtı. Risale-i Nurun o hizmetini görecek fevkalade bir tarzda, dakikasıyla, üç şakirdi kapıya geldiler.

İkincisi: İki seneden ziyade Risale-i Nurun mühim parçaları, Risale-i Nurun berekatıyla hanesi yangından kurtulan Hafız Ahmed kendine yazdırıp, başka bir kaza ve nahiyede bulunan bir iki zat, onları istinsah için aldılar. İki seneden beri ellerinden kaçırıp, mahcubiyetlerinden haber vermedikleri için hem biz, hem Hafız Ahmed, merak, hem hiddet ediyorduk. O kitaplar, bugün geldiği aynı vakit, dün aynı saatte, Üstadımıza, beş seneden beri, her birkaç gün zarfında kolaylık için bir parça yemek pişirmekle hatırını soruyordu. İki seneden beri o adeti terk etmişti.

Hem komşuluktan da başka yere nakletmesiyle, iki senedir o adet terk edilmişken, yine dün, o aynı saatte, iki sene evvelki aynı adetiyle, o zatın hanesinden, aynen eskisi gibi, küçücük bir hatır sormak nevinde oğlu getirdi. Üstadımız dedi: “İki sene evvelki adete lüzum kalmamış; siz de komşuluktan gitmişsiniz” dedi. Bugün aynı vakitte, o Hafız Ahmedin yazdırdığı kaybolan kitaplar, mükemmel bir surette istinsahla beraber geldi. Bizde şüphe bırakmadı ki, bu latif tevafuk da, Risale-i Nur hakkındaki inayetin bir cilvesidir.

Üçüncüsü: Üstadımız, aynı yine bugün Emine dedi: “Üç dört aydır her hafta karyesinden buraya gelen hane sahibesi gelmedi, kirasını dört aydır almadı. Herhalde cevap gönderin gelsin, alsın” dediği aynı dakikada, dört aydan beri yanına gelmeyen o hane sahibesi kapıyı vurdu, geldi. Beş aylık kirasını aldı. Üstadımız, bu hadise-i inayetten memnuniyeti için, uzak bir nahiyeden gelen, yuvarlak, hiç görmediğimiz ve burada bulunmayan bir küçük ekmeği o hane sahibesine verdi. Aynı vakitte, yirmi dakika zarfında, burada bulunmayan aynı ekmekten, iki sene Risale-i Nurun iki kitabını alıp mütalaasının manevi ücretinden binde bir ücret olarak geldi. Ve bir parçacık aşure çorbasını dahi yine o ev sahibesine verdi. Aynen, o aşurenin on misli kadar, latif üç ekmek, yine iki sene iki kitabın okunmasına binde bir ücreti diye geldi. Gözümüzle gördük.

Hem yine Üstadımız, bugün o hane sahibesine, yedi senedir adını bilmediği için “İsmin nedir?” diye sormuş. O da demiş: “Hayriyedir.” Hayriye isminde olmak tevafukuyla, iki saat sonra, Hayri namında Risale-i Nurun bir şakirdi, haberimiz yokken İstanbula gitmiş. Hem ticaret münasebetiyle iki mühim şakirtler dahi gidip geç kaldılar. Maddi, manevi fırtınalar münasebetiyle Üstadımız onları, hem oradaki mühim bir şakirdi çok merak ediyordu. Bugün o Hayri, iki saat Hayriyeden sonra geldi; o üç şakirt hakkındaki merakı izale ettikten sonra—dört aydan beri devam eden “tefarik” namında Üstadımızın bir kokusu bugün bitmişti—Hayrinin elinde bir küçük şişe… Dedi: “Size tefarik getirdim.” Biz de bu küçük, latif tefarikteki tevafuka “Barekallah” dedik.

Bu iki gün zarfında bu küçücük nümuneler gibi, Üstadımız, Mucizat-ı Ahmediyenin tashihatıyla meşgul olduğu için, bunlardan başka çok nümuneleri görmüş. Madem iki günde böyle inayetin cilvelerini görüyoruz; Risale-i Nur dairesi içinde dikkat edilse, herkes kendi nefsinde hizmeti derecesinde böyle nümuneleri görebilir.

Risale-i Nur şakirtlerinden:

Hafız Tevfik (Evet), Hilmi (Evet), Kamil (Evet), Hayri (Evet), Mehmed Feyzi (Evet), Emin (Evet):

Gözümüzle gördük.

Evet. Ben de tasdik ediyorum.
Said Nursi

– 138 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu şiddetli kışta ve manevi, dehşetli, ayrı tarz bir kışta ve nev-i beşer ictimai hayatında müthiş kanlı diğer tarz bir kışta, çırpınan biçarelere rikkat-i cinsiye ve şefkat-i neviye cihetinden gayet derecede bir hüzün ve elem hissettim. Çok yerlerde beyan ettiğim gibi, yine Erhamürrahimin ve Ahkemülhakimin olan onların Halık-ı Kerim ve Rahimin hikmet ve rahmeti, benim kalbimin imdadına yetişti. Manen denildi ki:

“Senin bu şiddet-i teessürün, o Hakim ve Rahimin hikmetini, rahmetini bir nevi tenkit hükmüne geçer. Rahmet-i İlahiyeden ileri şefkat olunmaz. Hikmet-i Rabbaniyeden daha ekmel hikmet, daire-i imkanda olamaz. asiler, cezalarını; masumlar, mazlumlar, zahmetlerinden on derece ziyade mükafatlarını alacaklarını düşün. Senin daire-i iktidarının haricinde olan hadisata, Onun merhamet ve hikmet ve adaleti ve rububiyeti noktasında bakmalısın.” Ben de o lüzumsuz şiddetli elem-i şefkatten kurtuldum.

Otuz sene evvel aşairlerde gezerken, böyle sual ettiler: “Acaba şu zaman ve dehrin şikayetindeki—hatta büyük zatlar ve evliyalar dahi felekten ve zamandan şikayet ediyorlar—ondan, Sani-i Zülcelalin sanat-ı bediine itiraz çıkmaz mı?

Cevap: Hayır ve asla! Belki manası şudur: Güya şikayetçi der ki: “İstediğim emir ve arzu ettiğim şey ve teşehhi ettiğim hal, hikmet-i ezeliyenin düsturuyla tanzim olunan alemin mahiyeti müstait değil ve inayet-i ezeliyenin pergeliyle nakşolunan feleğin kanunu müsait değil ve meşiet-i ezeliyenin matbaasında tab olunan zamanın tabiatı muvafık değil ve mesalih-i umumiyeyi tesis eden hikmet-i İlahiye razı değildir ki, şu alem-i imkan, Feyyaz-ı Mutlakın yed-i kudretinden, şu ukulumuzun hendesesiyle ve tehevvüsümüzün iştahısıyla istediğimiz herbir semeratı koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz.”

Evet, bir şahsın tehevvüsü için büyük bir daire-i muhita hareket-i mühimmesinden durdurulmaz.

İşte, otuz sene evvelki cevaba, Risale-i Nur dahi zelzeleler bahsinde böyle küçük bir haşiye ilhak ediyor ki, herbir unsurun, maddi ve manevi kış ve zelzele gibi hadiselerin, yüzer hayırlı neticeleri ve gayeleri varken, şerli ve zararlı birtek neticesi için onu vazifesinden durdurmak, o yüzer hayırlı neticeleri terk etmekle, yüzer şer yapmak, ta bir tek şer gelmesin gibi, hikmete, hakikate, rububiyete münafi olur. Fakat, külli kanunların tazyikinden feryat eden fertlere, inayat-ı hassa ve imdadat-ı hususiyeyle ve ihsanat-ı mahsusayla Rahmanürrahim, her biçarenin imdadına yetişebilir. Dertlerine, derman yetiştirir. Fakat o ferdin hevesiyle değil, hakiki menfaatiyle yardım eder. Bazan, dünyada istediği bir cama mukabil, ahirette bir elmas verir.

– 139 –

Üstadımızın ve Risale-i Nurun ciddi hakaikleri içinde en tatlı bir fakihesi tevafuk olduğu için, kardeşlerimize, yine bu iki gün zarfında küçük bir iki tevafuku, size bundan evvelki tevafuka haşiye olarak yazıyoruz.

Evet, nasıl ki kelimatta ve kelimat-ı mektubede tevafuk, bir kast, bir inayet-i hususiyeyi gösteriyor. Bazan harika olup keramet derecesine çıkıyor. Bazan latif bir zarafet veriyor. Aynen öyle de, Risale-i Nura ait ve Üstadımıza ait hadisatta da aynen, kasti ve inayetkarane tevafuku, akvaldeki o efalde dahi görüyoruz.

Ezcümle: Size yazılan, dört ay gelmeyen hane sahibesi için Emin kardeşimize dedi: “Haber gönder” tekellümünde, onun kapı çalması tevafuk ettiği gibi; aynı cümle, iki defa okunduğu zaman, “Emine dediği” kelimesi okunduğu anında, aşağıdaki kapıyı Emin açtı. Gelmek zamanı gelmeden geldi. İkinci gün, yine başka bir adama okunduğu vakit, “Emine dediği” kelimesini okuduğu vakit, aynı anda yukarı kapıyı Emin açtı, gelmek adetine muhalif olarak geldi, girdi. Bu iki tevafuk, hane sahibesinin tevafukuna tevafuku gösteriyor ki, en cüzi işlerimiz de tesadüf değil, kasti tevafuktur.

Hem, dört ay evvel bize bir parça tarhana getiren Risale-i Nur şakirtlerinden Fuadın, İstanbula gidip, otuz gün tehirinden, geç kalmasından endişe ettiğimiz aynı günde, onun tarhanası bittiği aynı günde gelmesi tevafuk etti.

Hem aynı günde, bir parça tereyağı—biz ve Üstadımız da bunun bereketini hissediyorduk—bittiği dakikada onun miktarına tevafuk edip, zannımızca aynı yerde, aynı miktar, aynı zamanda geldiği gibi; hem buralarda, köylerde, kül içinde yapılan bir çörek, Üstadımızın hoşuna gittiği için sabah akşam ondan yiyip ve on beş gün devam edip, bittiği aynı günde, aynı çörekten, onun akrabasından birisi getirdi. Bu tevafukun hatırı için geri çevirmedi, kabul etti. Mukabilinde bir teberrük verdi. Gözümüzle bu latif tevafukdaki şirin inayet-i ilahiyyenin cüzi cilvelerini gördük; ve anladık ki, kör tesadüf işimize karışmıyor.

Manidar tevafuk, Risale-i Nurun kelimatında ve hurufatında olduğu gibi, ona temas eden harekat ve efalde de öyle manidar tevafuklar var. İnayete temas ettiği için, en cüzi birşey de olsa kıymeti büyüktür. Böyle uzun yazmak ve ziyade ehemmiyet vermek israf olmaz. Çünkü, manası olan inayet ve iltifat-ı rahmet muraddır. Ve o bahis dahi manevi bir şükürdür.

Risale-i Nur şakirtlerinden

Emin, Feyzi

– 140 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Nur fabrikasının sahibiyle kahraman Tahiri bizi gayet mesrur eden müjdeler veriyorlar, hem bazı meseleleri soruyorlar. Sizlerdeki erkanın verdikleri karar ve münasip gördüğü tarzlar, benim reyimin fevkinde inşaallah isabet ederler. Madem benim reyimi de almak istiyorlar. Şimdilik, evvelce nazlanan matbaacılara lüzum yok. Hem mesleğimize muhalif yeni hurufa, Risale-i Nurun bir nevi müsaadesi hükmüne geçtiği için, lazım değil. Sizler, el makinesiyle yazdığınız miktar yeter. Zaten Nazif de, el makinasıyla bir derece çalışıyor. Tashihine çok dikkat etmek lazım. Eski hurufla elmas kalemli kardeşlerim matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Bize yardım etsinler.

Sorduğunuz ikinci cihet ise, Hafız Mustafaya verdiğim yeni hurufla iki risale, çoğu ayrı ayrı olsun, bazı da beraber olsun. Gençlere ait risaleciğin başında isim olarak “Sıracül-Gafilin” veyahut “Gençlik Rehberi” namı; tevhide ait risaleye “Hüccetullahil-Baliğa” namını; veyahut “Misbahül-İman”; keramet mecmuasının ismi ise, “Sikke-i Tasdik-i Gaybi” veya “Tasdik-i Gaybinin Hatemi” namını başında yazarsınız.

Arabi “Virdül-Ekber-i Nuriye” tab edilmişse, Arabi bilmeyen Risale-i Nur şakirtlerine bir teshilat olmak için Yedinci Şua, ayetüül-Kübra ve Yirminci Mektupta izah ve tercüme edilen sahifelerinin numaralarını Virdül-Ekberin kenarlarına rakamla bir haşiyecik gibi yazılsa iyi olur. Yani “Bu Arabi makam, filan risalede, filan sahifede izahı var” diye işaret edilse ve elmas kalemli kardeşlerimiz bunu tevzi edip, herbiri bazı nüshaları böyle işaretlerle kaydetse ve hem el makinesiyle yaptığınız veya matbaadan gelen risalelerden nümune için bir iki nüshasını bize gönderseniz iyi olur.

– 141 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu şiddetli maddi ve manevi kıştaki ğala ve varlık içinde kaht ve derd-i mAyşet fukaralara ağır basması cihetinde, ekseri fakirül-hal olan Risale-i Nur şakirtlerinin bu dehşetli hale karşı sarsılmaları ve tesanütleri bozulması ihtimaliyle ziyade endişe ediyordum. Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada tesanüdünüzü ve ittihadınızı ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkit etmemesi, Risale-i Nurun vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız.

Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler. Derd-i mAyşet zaruretine karşı, iktisat ve kanaatle mukabele etmeye zaruret var. Menfaat-i dünyeviye, çok ehl-i hakikati, ehl-i tarikatı dahi bir nevi rekabete sevk ettiği için endişe ederim. Risale-i Nur şakirtleri içinde şimdiye kadar bu cihet onları zedelememiş. İnşaallah yine zedelemez. Fakat herkes bir ahlakta olamaz. Bazıları meşru dairede rahatını istese de, itiraz edilmemeli. Zarurete düşen bir şakirt zekatı kabul edebilir. Risale-i Nurun hizmetine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışanlara zekatla yardım etmek de Risale-i Nura bir nevi hizmettir.

Hem yardım edilmeli. Fakat hırs ve tamah ve lisan-ı hal ile istemek olmamalı. Yoksa, ehl-i dalalet ki, hırs ve tamah yolunda dinini feda etmiş; onlar nazarında kıyas-ı binnefs cihetiyle, “Risale-i Nurun bir kısım şakirtleri dahi, dinini dünyaya alet ediyorlar” diye çirkin bir ittihamla taarruzlarına meydan açar.

Sizler, ara sıra, İhlas ve İktisat Lemalarını ve bazan Hücumat-ı Sitte risalesini mabeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalade sebat ve metanet ve tesanüt ve ittifakınız, bu memlekete medar-ı iftihar olacak ve istikbalini kurtaracak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesanüdünüzü bozmasın.

Arabi Virdül-Ekber-i Nuriyeye dair müjdeniz ve kahraman Tahirlerin ve Mübareklerin sari ve dehşetli hastalıklara tiryaklar ve ilaçlar yetiştirmeleri ve mütemadiyen çalışmaları bizi, belki ruhanileri ve ricalül-gayp zatları dahi sevindiriyor. Hulusinin, “vel-Asri” nükte-i icaziyesine karşı tam takdiri ve tasdiki ve Konyaya tahvili, hizmet-i Nuriye noktasında beni memnun eyledi. Evet, Risale-i Nur şakirtlerinin birincilerinden faal birisi, o ehemmiyetli şehre gitmesi lazım idi.

Kardeşlerim,

Lema-i Müdafaatta, Isparta muhbirleri ünvanıyla bizi hapse sevk eden Ankaradaki zalimler irade edilmiş; mecburiyet tahtında öyle demişiz. Şimdi, Isparta, benim mübarek bir vatanım ve çok kıymettar kardeşlerimin dahi sevgili vatanları olduğundan, “Isparta muhbirleri” kelimesini o makamlardan kaldırdım, onların yerlerine “mülhid zalimler” yazdım. Siz de öyle yazınız.

Hem, kahraman Tahirin bana yazdığı Müdafaat Risalesinde, İhtiyar Lemasında, Ankaraya ait bahsinde, Sekizinci Rica yazmış. Halbuki Yedinci Ricadır. Onu da tashih ediniz. Tahiri gibi kahraman bir mahduma sahip olan ve hanesinde Risale-i Nurun altı şakirdi bulunan kardeşimiz Hüsnü Efendiye bilmukabele selam ve tebrik ederiz.

– 142 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Aziz kardeşlerim,

Kurana ait en cüzi, en küçük bir nüktenin de kıymeti büyük olduğundan, İşarat-ı Kuraniyenin bu zamanımıza temas eden küçük bir şuaı, bugün, Sure-i vel-Asri nükte-i icaziyesi münasebetiyle, Sure-i Filden, mana-yı işari tabakasından, tevafuk düsturuna istinaden bir nüktesini beyan etmem ihtar edildi. Şöyle ki:

Sure-i اَلَمْ تَرَ كَيْفَ meşhur ve tarihi bir hadise-i cüziyeyi beyanla külli ve her asırda efradı bulunan o gibi ve ona benzeyen hadiseleri ihtar ve tabakat-ı işariyeden her tabakaya göre bir manayı ifade etmek, umum asırlarda, umum nev-i beşerle konuşan Kuran-ı Mucizül-Beyanın belağatının muktezası olmasından, bu kudsi sure, bu asrımıza da bakıyor, ders veriyor. Fenaları tokatlıyor. Manayı işari tabakasından bu asrın en büyük hadisesini haber vermekle beraber, dünyayı her cihetle dine tercih etmek ve dalalette gitmenin cezası olarak, cifir ve hesab-ı ebcedle, üç cümlesi, aynı hadisenin zamanına tetabuk edip işaret ediyor.

Birinci cümlesi: Kabe-i Muazzamaya hücum eden Ebrehe askerlerinin başlarına ebabil tayyareleriyle semavi bombalar yağdırmasını ifade eden تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ cümle-i kudsiyesi, bin üç yüz elli dokuz edip, dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavi bombalar ve taşları yağdırmasına tevafukla işaret ediyor.

İkinci cümle: اَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِى تَضْلِيلٍ kelime-i kudsiyesi, eski zaman hadisesindeki Kabenin nurunu söndürmek için, hilelerle hücum edenlerin kendileri yokluk, zulümat dalaletinde aksül-amelle aleyhlerine dönmesiyle tokat yedikleri gibi; bu asrın aynen hilelerle, desiselerle, zulümlerle edyan-ı semaviye kabesini, kıblegahını dalalet hesabına tahribe çalışan cebbar; mağrur ehl-i dalaletin tadlil ve idlallerine semavi bombalar tokadıyla cezalanmasına, aynı tarihi فِى تَضْلِيلٍ kelime-i kudsiyesi bin üç yüz altmış makam-ı cifrisiyle tevafuk edip işaret ediyor.

Üçüncüsü: اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفِيلِ cümle-i kudsiyesi, Resulallah aleyhissalatü vesselama hitaben, “Senin mübarek vatanın ve kıblegahın olan Mekke-i Mükerremeyi ve Kabe-i Muazzamayı harikulade bir surette düşmanlarından kurtarmasını ve o düşmanların nasıl bir tokat yediklerini görmüyor musun?” diye mana-yı sarihiyle ifade ettiği gibi; bu asra dahi hitap eden o cümle-i kudsiye, mana-yı işarisiyle der ki: “Senin dinin ve İslamiyetin ve Kuranın ve ehl-i hak ve hakikatın cebbar düşmanları olan dünyaperest ve dünyanın menfaati için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dünyaya senin Rabbin nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun? Gör, bak!” diye mana-yı işarisiyle bu cümle aynen makam-ı cifrisiyle tam bin üç yüz elli dokuz (1359) tarihiyle, aynen afat-ı semavi nevinde semavi tokatlarla, “İslamiyete ihanet cezası olarak…” diye mana-yı işari ifade ediyor. Yalnız اَصْحَابِ الْفِيلِ yerinde اَصْحَابِ الدُّنْيَا gelir. Fil kalkar, dünya gelir.

Tahlil

تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ iki ت sekiz yüz; iki ر dört yüz, iki م bir ب bir ح bir ى yüz; tenvin vakıf olmadığından ن dur, elli; bir ﻫ bir ج bir medde (elif) dokuz, mecmuu bin üç yüz elli dokuz.

ض :فِى تَضْلِيلٍ sekiz yüz, ف seksen, ت dört yüz, iki ى yirmi, iki ل altmış, tenvin vakfa rastgelmiş, sayılmaz; yekunu bin üç yüz altmış.

اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفِيلِ iki ر bir ت sekiz yüz; iki ف iki ك iki yüz; iki ل bir م yüz; bir ع bir ص yüz altmış; dört ب üç ( ا ) bir ى bir ح yirmi dokuz; اَلْفِيلِ yerine gelen اَلدُّنْيَا daki iki د bir elif dokuz; bir ن elli; bir ى on, bir ( ا ), bir. Bu yekun bin üç yüz elli dokuz (1359), eğer okunmayan elif sayılmazsa bin üç yüz elli sekiz (1358) eder. Hem Arabi, hem Rumi tarihiyle bu semavi tokatların ayrı ayrı çeşitlerinin zamanlarına tevafukla parmak basıyor. Umum kardeşlerime birer birer selam ve dualar eylerim.

Kardeşiniz

Said Nursi

– 143 –

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,

Sabrinin tabiriyle, Risale-i Nurun Zülfikarı olan Hizbül-Ekber-i Nuri, elhak, memulümüzün fevkinde gayet parlak ve güzel ve dikkatli ve sıhhatli ve yanlışları pek az bir tarzda Cenab-ı Hakkın inayetiyle vücuda gelmiş. Hafız Ali, Tahiri, Hafız Mustafa bu vazifede elhak tam çalışmışlar. Risale-i Nurun eline bir elmas kılıç verdiler.

Kardeşlerim,

Bu kudsi hediyeniz bu şehre girdiği aynı zamanda, daha biz haber almadan memleketimizde talebeler bir kitaba başladığı zaman, Kürtçe “meftihane” namında bir ziyafet verdiklerine tam bir misal olarak, Risale-i Nurun beş talebesi, ayrı ayrı köylerde, ne biz, ne onlar postadan haberimiz yokken, güya bu kudsi kitabın meftihanesi olarak herbiri, ayrı ayrı taamdan mürekkep bir küçük ziyafet nevinde getirdikleri, hiçbir sebep yokken, bütün bütün adete muhalif bir tarzda o beşlerin bu noktada ittifakı ve tevafukları, beşimiz, ben, Emin, Feyzi, Hilmi, Tevfik müttefikan karar verdik ki, tesadüf katiyen imkanı yok. Demek, buradaki medrese-i Nuriyenin meftihanesi olarak, rahmet-i İlahiye tarafından bir keramet-i Nuriyedir.

Hem otuz günden beri ve İneboludan her hafta bir iki defa geldikleri halde, hiçbiri gelmeden, birden, sebepsiz, bir has talebe, üç günde yayan olarak, Hizbül-Ekberle beraber geldi. İkinci gün, güya onun için gönderilmiş gibi; matbu Hizbül-Ekber-i Nuriyenin bir kısmını aldı, götürdü.

– 144 –

Aziz kardeşlerim,

Bu Hizb-i Nuriye benim şahsıma ait pek büyük bir keramet-i maneviyesi var. Şimdi beyan etmek zamanı geldi.

Yirmi üç sene evvel, Eski Said, Yeni Saide inkılap ettiği zaman, tefekkür mesleğinde gittiği için تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ sırrını aradım. Her bir-iki senede o sır, ya Arabi, ya Türkçe bir risaleyi netice verip suret değiştiriyordu. Arabi Katre Risalesinden, ta ayetül-Kübra risalesine kadar, o hakikat devam edip suretler değiştirerek, ta Hizbül-Ekber-i Nuriye suret-i daimesine girdi. Yirmi seneden beridir ki, ne vakit sıkılsam ve fikir ve kalbe yorgunluk ve usanç gelse, bu Hizbin bir kısmını mütefekkirane okumuşsam, o sıkıntıyı ve usanç ve yorgunluğu izale ediyordu. Hatta, bilaistisna, her gece sabaha yakın dört beş saat meşguliyetten gelen usanç ve yorgunluk, o Hizbin altısından birisini okumasıyla hiçbir eseri kalmadığı bin defa tekerrür etmiş. Mühim bir hakikati bu hakikat münasebetiyle bu zamanda ehl-i medreseye ve hocalara taalluk eden bir meseleyi beyan ediyorum.

Şöyle ki: Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi tekkeler taifesine serfüru etmiş, yani inkıyat gösterip onlara velayet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkanlarında ezvak-ı imaniyeyi ve envar-ı hakikati aramışlar. Hatta medresenin büyük bir alimi, tekkenin küçük bir veli şeyhinin elini öper, tabi olurdu. O ab-ı hayat çeşmesini tekkede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatin envarına gittiğini ve ulum-u imaniyede daha safi ve daha halis bir ab-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarikattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarik-i velayet ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnetin ilm-i kelamında bulunmasını, Risale-i Nur, Kuran-ı Mucizül-Beyanın mucize-i maneviyesiyle açmış, göstermiş; meydandadır.

İşte, Risale-i Nura herkesten ziyade kemal-i şevkle taraftarane ve müftehirane medrese taifesinden olan ulemaların koşmaları lazım ve elzem iken, maatteessüf, daha medrese ehlinin ekseri, kendi medresesinden çıkan bu ab-ı hayat çeşmesini ve bu kıymettar baki hazinesini tanımıyor, aramıyor, muhafaza edemiyor. Lillahilhamd, şimdi tam tamına başladılar. Sözler mecmuası, hem hocaları, hem muallimleri Nurlara çekti.

Hizb-i Nuriye başındaki Türkçe parçasının “tam Arabi bilen” kelimesinden sonra bu yazılsın: “Veyahut, ayetül-Kübra ve Münacat ve Yirminci Mektup risaleleri yanında bulunan ve okuyan.”

Hem dördüncü sahifenin nihayetinden ikinci satırın başındaki و ) لِلْاَوْقَاتِ ) tekaddüm etmiş, لِلْاَقْوَاتِ yazılsın, “kut”un cemidir.

Hem yirmi ikinci sahifenin dördüncü satırında وَفِى صَحِيفَةِ حَسَنَاتِنَا وَفِى صَحِيفَةِ kelimesinden sonra Hafız Ali ve Tahiri ve Hafız Mustafa ve Nazif ilave edilecek. وَاَمْثَالِهِ kelimesi de, وَاَمْثَالِهِمْ yazılacak.

– 145 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Isparta vilayetini, eskiden beri bir gaye-i hayalim olan bir Medresetüz-Zehra, bir Camiül-Ezher yapmış. Sizin kalemleriniz, Risale-i Nuru matbaaya muhtaç etmeyeceğini, böyle kısa bir zamanda bu kadar mükemmel tevafuklu nüshaları teksir etmesi, bugün sabahleyin söylediğim bir davaya, öğlene yakın, sizin bu cennet bahçelerinin meyveleri gibi tatlı ve güzel hediyenizi Emin getirdi; sabahtaki davayı tam ispat etti. Dava da budur, demiştim:

Risale-i Nurun hizmet ettiği hakaik-i imaniye herşeyin fevkinde olduğu gibi, bu zamanda herşeyden ziyade onlara ihtiyaç var. Fakat kalbini öldürmüş, nefsi hevesatla şımarmış mülhidler, imandaki hakikatın derece-i ihtiyacını inkar ettiklerinden, “Ehl-i diyanet ve ehl-i ilmi sevk eden, tahrik eden makasıd-ı dünyeviye ve ihtiyacatıdır” diye ittiham ediyorlar. O ittihama göre de pek insafsızcasına onlara ilişiyorlar. Bu bedbaht mülhidleri kati bir surette iskat etmek, bilfiil, maddeten öyle fedakarlar lazım ki, dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük zararları onların hakaik-i imaniye ihtiyaçlarını susturmuyor. “Acaba öyleleri var mı?” diye hatırlarına geldi. Evet, vardır: İşte Isparta Vilayeti ve havalisi. İşte, Sandıklı tarafından üç dört ay zarfında Risale-i Nuru herşeye tercih eden efeleri ve mücahidleri diye dava etmiştim. İki saat sonra, hiç memul etmediğimiz bir tarzda, Rahmetullah namını alan Emin, iki sandıkla o davaya iki hüccet gösterdi.

Kardeşimiz Katip Osmanın mektubu, ayrı ayrı çok meraklarıma bir merhem oldu. Cenab-ı Hak, onun gibi Risale-i Nura binler şakirtleri o medrese-i nuranide yetiştirsin. amin.

atıfın da Sandıklı tarafına gitmesi, muvaffakiyet kazanması, değil bizleri, melaikeleri de sevindirdi. Karye-i İrfan namı inşaallah bir medrese-i Nuriye olur. Zaten atıftaki ihlas, öyle netice vereceğini hissediyordum.

Gül, Nur, mübarek medrese-i Nuriye, masum ihtiyarlar heyetine binler selam ve selametlerine dua ediyoruz.

On üç sene evvel Barlada, beş misli bereketle keramet derecesine çıkan tatlı lokmaları ve o lokmaları hediye eden, çok mübarek Hacı Hafızı sürurla hatırımıza getiren bu yeni gelen tatlı lokmaları, beş çeşit tatlı geldi. Herbir tanesine sizlere Cenab-ı Hak Cennette binler Cennet tatlıları versin, amin.

– 146 –

Aziz kardeşim Hüsrev,

Cenab-ı Hak, merhumeyi mağfiret eylesin. Ve sana ve onun evlatlarına sabr-ı cemil ihsan eylesin. Ben de mateminize cidden hissedarım. Senin ağlamana ve ağlayan mektubuna iştirak ettim.

Evet, sen de benim gibi, dünyayla iki cihetle alakan kesiliyor. Hem öyle lazım. Senin gibi Risale-i Nurun bir fedaisi alakası olmamalı ve alaka peyda etmemeli. Alakalı olsa, fevkalade bir sebat, bir ihlasın lüzum ile beraber, bazı arızalar içinde sarsılır, tam fedakarlık edemez.

O havalinin kahramanları elhak müstesnadırlar. Alakalar onları sarsmıyor. Fakat bazıları, Hüsrev gibi, Said gibi ve atıf ve emsali gibi bütün bütün alakasız da bulunmak lazım. O merhume şimdiye kadar, Risale-i Nurun has talebeleri içinde daima, hergün yüz defaya yakın ve hususi ismiyle de bir defa fecirde, manevi kazançlarımıza on senedir hissedardır. Şimdi vefatından sonra ismiyle hergün çok defa hususi dualarda hissedar olduğu zaman gibi, yine yüz defa hissedar oluyor.

Aziz kardeşim Hüsrev, seninle çok konuşmak istiyorum. Fakat bu dakikada o kadar vaktim dardır ki, ziyarete gelen dost dört beş adama karşı “Beni meşgul etmeyiniz” diye lüzumsuz hiddet ettim. Her neyse… Oradaki kardeşlerimize hasret ve iştiyakla pek çok selam ve selametlerine dua ediyorum. Buradaki kardeşleriniz de sizi taziye ve oradaki kardeşlerine arz-ı hürmetle selam ediyorlar.

– 147 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hizb-i Nuride, hem تَفَكُّرُ سَاعَةٍ sırrı, hem külli bir ubudiyet bulunduğundan; şimdi bu vakitte, kuvvetli bir emareyi müşahede ettim. Bugün Risale-i Nurun Hizb-i Nurisinden bir kısmını ve Cevşenül-Kebirden dahi bir kısmını okurken gördüm ki, kainatın envaını ve alemlerini Yirmi Dokuzuncu Mektubun ahir kısmı ve اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ayetinin beyanında, seyahat-ı kalbiyeyle, herbir ism-i İlahi bu kainattaki bir alemi nurlandırdığını ve zulümatı dağıttığını gördüğüm gibi; aynen ve daha başka bir şekilde, Cevşenül-Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nuri dahi kainatı baştan başa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor, gafletleri, tabiatları parça parça ediyor; ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm, kainatı envaıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklarla tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalaletin boğulduğu en son ve en geniş kainat perdelerinin arkasında envar-ı tevhidi gösteriyor.

Ezcümle: İki gün evvel, ism-i Hakem nüktesini okuyan bir Nakşi dervişi, güneşin ve manzumesinin bahsini, Risale-i Nur mesleğine veçh-i tatbikini anlamamış. Demiş: “Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder” tevehhüm etmiş. Yanımda ona okundu, ayıldı. “Bu bütün bütün başkadır” dedi. Demek kozmoğrafyacılar gibi, ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinatları ve medar-ı gafletleri olan perdelerde nur-u ehadiyeti gösteriyor. Orada da düşmanlarını takip ediyor, en uzak tahassungahlarını bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der: “O bir soba, bir lambadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil, ayıl!” Başına vurur.

Hem kainatı baştan başa ayineler hükmünde tecelliyat-ı esmaya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkanı olmuyor. Hiçbir şey huzura mani olmuyor. Ehl-i tarikat ve hakikat gibi huzur-u daimi kazanmak için kainatı ya nefyetmek veya unutmak ve hatıra getirmemek değil, belki kainat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve külli ve daimi kainat vüsatinde bir ubudiyet dairesini açtığını gördüm.

Daha var; fakat şimdi bu kadar yazdırıldı.

– 148 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu defa Hafız Alinin ve Halil İbrahimin ve Lütfünün bir varisi Abdullahın, ehemmiyetli üç mektuplarını aldım. Hafız Alinin, Hizb-i Kurani ve Hizb-i Nurideki yanlışlardan teessürünü bildiriyor. Katiyen o bilsin ki, o ve Tahiri ve Hafız Mustafa ve arkadaşlarının gayretleriyle tab edilen o iki Hizb, bu zamanda, bu şerait içinde gayet parlak bir muzafferiyet-i Nuriyedir. Onların defter-i amaline, her tarafta hasenatları geçirilir. Kim okusa, onların hissesi var. Yanlışları, tahminimizden çok azdır. Lillahilhamd, kolayca tashih ettik. Layık ellere girmiş.

Halil İbrahimin, Risale-i Nur hakkında gayet tatlı ve güzel ve mutabık temsili ve tavsifi, içinde samimi ihlasından ve kanaatından geldiği cihetle, bizce gayet parlak ve edibane düşmüş. Risale-i Nura ait kısmını Lahikaya yazacağız. Hakikaten, Risale-i Nurun mühim ve sebatkar ve daimi bir rüknü olduğuna şüphe kalmamış. Ona ve rüfekasına her gün hususi dualarımıza, kazançlarımıza, hususan İnce Mehmed hissedar olmalarını ve selamımızı tebliğ edersiniz.

Merhum Lütfünün ciddi ve hakiki bir varisi olan Abdullahın mektubunda, Risale-i Nurla alakadar olan başta Tahiri ve babası ve Ali ve Vehbi, Şükrü, Mustafa, Mehmed, Hüseyin, Mehmed, Hakkı ve bilhassa eskiden Risale-i Nurda mevkii bulunan Büyük Zühtü gibi kardeşlerimizin selamları beni çok ziyade mesrur eyledi. Ben de o kardeşlerimize hem selam, hem dua, hem istida ediyorum. Onun mektubundaki sualler ise, şimdi bu dakikada ise zihnim başka yerle meşgul; onların cevabına bakamıyor…

Üçüncü mesele: Bir kardeşimiz, kusurunu görmediği münasebetiyle, onu ikaz için yazılmış ince bir meseledir. Belki size faidesi olur, diye yazdık.

Bir zaman, evliya-yı azimeden, nefs-i emmaresinden kurtulanlardan birkaç zattan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmareden şekvalarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmarenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlak-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve asab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmarenin son tahassungahı bulunan ve nefs-i emmareyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi ahir ömre kadar devam ettiren bir manevi nefs-i emmareyi gördüm. Ve anladım ki, o mübarek zatlar, hakiki nefs-i emmareden değil, belki mecazi bir nefs-i emmareden şekva etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbani dahi bu mecazi nefs-i emmareden haber veriyor.

Bu ikinci nefs-i emmarede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nurun erkanları gibi, herşeyini, enaniyetini bıraksın. Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakiki, hem mecazi iki nefs-i emmare ittifak edip öyle seyyiata, öyle günahlara severek giriyor. Kainatı hiddete getiriyor. Hatta kendim, bir dakika zarfında, yirmi paralık bir sıkıntıyla, altmış liralık bir haseneye tercih etmeye çalıştım.

Hem on dakika zarfında, büyük bir mücahede-i manevide, benim cephemde, kırk ikilik bir top gibi düşmanlarıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs-i emmarenin, muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgamlık ve meyl-i tefevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı hissiyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, “Niçin ben atmadım?” diye, en çirkin bir riya ve rekabet damarını hissettim. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, Risale-i Nur ve bilhassa İhlas Risaleleri, o iki nefsin bütün desaisini izale ve onların açtığı yaraları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki haletleri birden izale etti. Ve manevi bir istiğfar olan kusurumu bildim. O hatanın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azaptan kurtuldum.

Umum kardeşlerimize birer birer selam ederiz.

– 149 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Birden ruhuma gelmiş bir endişeyi beyan ediyorum.

Ehl-i dalalet, Risale-i Nurun elmas kılıçlarına mukabele edemedikleri için, şakirtleri içinde, derd-i mAyşet cihetinden ve bahar mevsimi gafletinden istifade ederek, meşrepler veya hissiyatları muhalefetinden zaif damarları bulup, şakirtler içindeki tesanüdü sarsmak istediklerini hissettim ve anladım. Sakın, çok dikkat ediniz, içinize bir mübayenet düşmesin. İnsan hatadan hali olamaz; fakat tevbe kapısı açıktır.

Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüzi hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevi saadetimizi Risale-i Nurun en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir” deyip nefsinizi susturunuz. Medar-ı niza bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir.

Umum kardeşlerimize birer birer selam ederiz.

– 150 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, bu gaflet mevsimi olan baharda ve derd-i mAyşet belasında, Risale-i Nur fütuhatında devam ediyor. İstanbuldan yazıyorlar ki, oraya giden, başta Hüsrevin Mucizat-ı Ahmediyesi olarak, risaleleri her kim görmüş ve okumuşsa, başta Fetva Emini Ali Rıza olarak herkes hayret ve istihsanla, “Bu tarz-ı ifade ve ispat ve beyan hiçbir kitapta bulmamışız. Bu şerait içinde böyle eserler hiç kimseye müyesser olmamış” deyip, kemal-i iştiyakla karşılıyorlar. Ve Ankarada, dünyaca yüksek makamlarda, askeriye heyetinde, kemal-i iştiyak ve takdirle Risale-i Nuru yazıp okutturuyorlar. Başta Miralay Mehmed Yümnü olarak, mühim askeri paşaları, “Risale-i Nur iman kurtarıcıdır” diye takdirkarane tam teslimiyetle okuyup istifade ediyorlar. Hatta burada da pek çok ayrı ayrı tarzda Risale-i Nur aleyhinde yaptıkları desiseler ve tedbirler ve şakirtleri soğutmak ve sarsmak planları, hususan derd-i mAyşet belaları, Risale-i Nurun inkişafını durdurmuyor, günden güne tevessü ediyor. Hatta en ziyade hücum edenler dahi, perde altında istifadeye çalışıyorlar. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, inayet-i İlahiye ve himayet-i Rabbaniye devam ediyor. Fakat, yalnız ehemmiyetli bir planla, ayrı bir cephede, mütemerrid münafıklar tarafından bir hücum var. Çok ihtiyat ve dikkat ve sebat ve tesanüt lazımdır ki, ta onların bu planı da akim kalsın. Plan da budur: “Risale-i Nur talebeleri içinde tesanüdü bozmak.”

On sekiz seneden beri hakkımızda programları, has talebeleri bizden kaçırmak, soğutmak idi. Bu planları akim kaldı. Şimdi tesanüdü bozmak ve bazı menfaatperest, fakat ehl-i ilim ve ehl-i dinden, Risale-i Nurun cereyanına karşı rakip çıkarmak suretiyle intişarına zarar vermeye çalışıyorlar.

Hem Ramazan Risalesinin ahirinde nefs-i emmareyi, her nevi azaptan ziyade, açlıkla temerrüdünü terk ettiği gibi; şimdiki ehl-i nifakın mütemerridane sefahetinin cezası olarak, umuma ve masumlara da gelen bu açlık ve derd-i mAyşet belasından ehl-i dalalet istifade edip, Risale-i Nurun fakir şakirtlerinin aleyhine istimal etmek ihtimali var. Madem şimdiye kadar ekseriyet-i mutlakayla Risale-i Nur şakirtleri, Risale-i Nur hizmetini her belaya, her derde bir çare, bir ilaç bulmuşlar; biz hergün hizmet derecesinde, mAyşette kolaylık, kalpte ferahlık, sıkıntılara genişlik hissediyoruz, görüyoruz. Elbette bu dehşetli yeni belalara, musibetlere karşı da, yine Risale-i Nurun hizmetiyle mukabele etmemiz lazımdır.

Umum kardeşlerimize birer birer selam ediyoruz.

– 151 –

Aziz, sıddık, mübarek, Kuran-ı Mucizül-Beyanın bir veçh-i icazını harika kalemiyle gösteren ve mütemadiyen defter-i hasenatına, o yazdığı Kuranları okuyanların sevapları yazılan kıymettar Hüsrev, Bana gönderdiğin iki mübarek nüshadan birincisini size, Hilmi Beyle gönderdim. Bir hiss-i kablelvukuyla, sen Ispartadan ayrılacaksınız diye ikisini birden bize göndermiştin. Çok da iyi oldu. Şimdi Isparta, Medresetüz-Zehra-i Ekber ve Medrese-i Nuriye-i Kübra olduğundan, bu kudsi eser, orada, hususan şuhur-u selase gelmek üzere bir zamanda lazımdır. İnşaallah orada da, bizim gibi cüzleriyle taksimle hatmeler okunacak.

– 152 –

Aziz, sıddık, kardeşlerim,

Bu defa, Hafız Alinin mektubunda büyük bir beşaret hissettik ki, Kuran-ı Mucizül-Beyanımızı tab edilecek esbap var, maniler yok. Madem mübarek Hüsrev geldi; en birinci hak, bu meselede onundur. Ve madem iki Ali ile Tahiri, Hafız Mustafa, harika tesanütleriyle ve şimdiye kadar bütün Risale-i Nur talebelerini sevindiren ve ehl-i imanı memnun ve minnettar eden meydandaki hizmetleriyle ve kahraman Rüştünün layetezelzel sadakatiyle, Hüsrevle beraber bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kuraniyeye kemal-i tesanütle çalışmak lazımdır.

Sakın! Dikkat ediniz, ihtilaf-ı meşrebinizden ve zaif damarlarınızdan ve derd-i mAyşet zaruretinizden ehl-i dalalet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şeriyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlas Risalesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilaf bu vakitte Risale-i Nura büyük bir zarar verebilir. Hatta sizden saklamam, işte şimdi Feyzi de, Emin de biliyorlar ki, mabeyninizde gayet ehemmiyetsiz bir tenkit, bize burada zarar veriyor gibi, size, hiç bilmediğim halde, bu noktaya dair iki mektup yazdım ve ruhen çok endişe ediyordum. “Acaba yeni bir taarruz mu var?” diye muztarip idim.

Hem, o zarardandır ki, mübarek Hüsrevin gelmesiyle yeni bir şevk ve süratle bize Hizb-i Nurinin arkasına ilhak edilen münacaat parçası on beş gün tehire uğradı. On beş gün evvel bize geleceğini tahmin ediyordum. İnsan kusursuz olmaz ve rakipsiz de olmaz. Risale-i Nurun kahraman şakirtleri her müşkilata galebe ettikleri gibi; inşaallah bu ehemmiyetli ve dehşetli mevsimde yine galebe ederler. Safvet ve ihlaslarını bozmayacaklar ve hizmetlerine fütur getirmeyecekler. Siz, tedbir-i maddiyeyi benden daha iyi bilirsiniz; fakat madem Hüsrevle Rüştü, Risale-i Nurda çok ehemmiyetli rükünlerdir. Hem etraflarında, Risale-i Nurun çok ehemmiyetli şakirtleri var. Ve madem Hafız Ali, Tahiri, Hafız Mustafa, Küçük Ali Risale-i Nur hizmetinde tam muvaffakiyetleriyle tam makbul oldukları tahakkuk etmiş; bu iki cereyan baştaki iki göz gibi olmalı. Tam bir tesanüt lazım ki, bu ağır defineye omuzları dayanabilsin.

Umum kardeşlerimize birer birer selam ederiz.

– 153 –

Sava Medrese-i Nuriyenin kıymettar bir talebesi Marangoz Ahmedin güzel ve halis manzumesi bizi memnun edip Lahikaya girdi. Hususan Risale-i Nurun sandalyesinden masumları inmedikleri ve “O nurlu sandalyede oturan, yangınlar, tuğyanlardan kurtulur” diye sözleri, güya, tam Medresetüz-Zehranın hakiki bir talebesi, istikbalden zamanımıza gelmiş bize teselli veriyor ve masum talebelerin çoğalmasını müjde veriyor.

Risale-i Nurun telifi başında baş katip Şamlı Hafız Tevfikin haremi merhume Zehra, ben Barlada iken, Şamlı Hafız Risale-i Nuru yazmasına çalışmak için, o merhume, Hafızın bedeline belinde odun taşımakla odun getiriyordu ve Hafızın işlerini görüyordu, ta Nurları yazsın. Biz de o merhumeyi, o iyiliğine mukabil, Risale-i Nurun vefat etmiş has talebeleri içinde o vakitten beri duamızda şerik ediyoruz, hem dua edeceğiz.

– 154 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu defa beni çok mesrur eden ve şükre sevk eden ve bu sıralarda hasıl olan endişemi izale eden ve Isparta vilayeti manevi Medresetüz-Zehra olduğunu ve Isparta şakirtleri sebatında ve sadakatte her yere faik olduklarını gösteren Risale-i Nur erkanlarından üç dört mektup ve o mektupta isimleri bulunan has kardeşlerimin, Risale-i Nura hizmet ve kalemleriyle yardım cihetinde bize gösterdikleri fedakarane ulüvv-ü cenab, böyle bir zamanda ve böyle bir mevsimde gayet parlak bir inayet-i Rabbaniye olduğuna kanaatimiz var.

Nur fabrikasındaki Aliler ve Tahirinin istedikleri mucizeli Kuranımızla icaz-ı Kuran zeyilleriyle beraber İstanbulda Hafız Eminin yanındadır, okutturuyorlar ve yazdırıyorlar. İsterseniz benim nüshamı Hafız Eminden alınız, onun yerine güzelce zeyilli nüshanızdan birisini veriniz, yanında kalsın.

Kuranın son yazılan nüshasını da lüzum olduğu ve bilfiil tab etmek için geldiğiniz zaman İstanbula göndereceğim. Hüsrevin uzun ve tesirli ve kıymettar mektubu ve haşiyesinde kahraman Rüştünün küçücük mektubu ve pek çok alakadar olduğu ehemmiyetli kardeşlerimizin kalemleriyle bize yardımları ve Risale-i Nurla iştigali herşeye tercih etmeleri ve Hüsrevin de mütemadiyen geleliden beri çalışması ispat ediyor ki, Isparta tamamıyla Risale-i Nura sahip olmuş ve bir Said yerinde bin Saidi bulmuş. Cenab-ı Hakka nihayetsiz şükür, sena ve hamd olsun. Mucizeli Kuranımızın matbaa ve teclid masrafı otuz bin liraya çıkması cihetiyle, bu azim mesele şimdilik tehir etmesine mecburiyet var. Refet Beyin bizi hayrete düşüren hayretli ve garip mektubunun baştaki kısmı, Lahikaya, medar-ı ibret olarak yazıyoruz. Ve bilhassa “Ene ve Zerre namındaki Otuzuncu Sözü her müminin ezber etmesi zaruridir” demesi; ve o eserin kıraatinden sonra Barlada Abdurrahim namını kazanan ve “ya Rahim, ya Rahim” zikrini bize işittiren mübarek kedinin bir kardeşi olarak diğer bir kedi, ezan-ı Muhammediyi (a.s.m.) müştakane, insan gibi dinlemesi, bize de sizin kadar hayret ve sürur verdi. Ve ezan-ı Muhammediyi (a.s.m.) tam zuhuruna işaret müjdesi telakki ettik. Ve Katip Osman ve Mehmed Zühtü gibi hizmet-i Kuraniyede eski ve ehemmiyetli ve kıymettar Tenekeci Mehmedin de rüyası ehemmiyetlidir. Allah hayretsin. Isparta için çok hayırdır; onun içinde ehemmiyetli bir müjde var.

Refet kardeşimizin mektubu dört cihetle beni memnun etmiş. Zaten eskiden beri Hüsrev, Refet, Rüştü, hayalimde, tasavvurumda birleşmişler. Cenab-ı Hakka şükür ki, onlardan ümit ettiğim kemal-i sadakat ve sebat devam ediyor.

Hem Hüsrevin ve Hafız Alinin mektuplarında isimleri bulunan sebatkar kardeşlerime ve Katip Osman ve Mehmed Zühtü ve Isparta Hafız Alisi ve Sava kahramanlarına birer birer selam ve dua ediyoruz. Şimdi bu mektubu yazarken, Risale-i Nur santralı Sabrinin mektubunu Emin getirdi. Açtık, yağmursuzluk bahsine dair Risale-i Münacatın kesretle yazılması bereketiyle yağmurun gelmesi ve rahmet-i İlahiyenin fakir fukaraya imdat edilmesini yazdığını gördük. Benim için ehemmiyetli bir meseleyi halletti.

Burada da yağmura şedit ihtiyaç vardı. Yağmur gelecek hiçbir alamet hissetmiyorduk. Bu kaht zamanında yağmursuzluk, fakir fukaraya çok ağır gelmişti. Ben, üç defa, namazdan sonra, masum fukaraları ve aç kalan hayvanları Risale-i Nuru şefaatçi yapıp dua ettik. Birden, aynı gece, memulümüzün fevkinde, duanın tam kabulünü gördük. Ben hayretle, bu cüzi duamız, bu külli meseleye ne derece dahli olduğunu bilemedim. Dedim: “Herhalde çok mühim dualara, duamız da, binden bir hissesi olmuş.” Şimdi tahakkuk etti ki; Isparta nuranileri, nurlu manevi duaları, bizi de o rahmetten hissedar eyledi. Hatta o duama arkamdan amin diyenlerden Feyziye, bu manayı, bu hayretimi de ona şimdi söyledim. Evvelce söyleseydim, onun hüsn-ü zannını tadil edemeyecektim. Çünkü o, Üstadına en büyük hisse veriyor.

Sabrinin mektubunda, Sıdık Süleyman ve Barladaki kardeşlerimizin selamları ve eski alakalarını tam muhafaza eylemeleri, Barladaki hayatımı tahassürle hatırlattırdı. Ben de onlara çok selam ederim.

Mübarek Hüsrev, mektubunda, has kardeşlerimizden Refet, Rüştü, Katip Osman, Osman Nuri, atıf ve Feyzinin bir yadigar-ı tahattur olarak, birer nüsha yazılarını bizlere hediye edilmelerini yazıyor. Cenab-ı Hak, onlara, yazdıkları herbir harfe mukabil bin hasene versin. amin.

– 155 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Her vakit ihtiyat iyidir. Zaten İmam-ı Ali de kerametkarane bize ihtiyatı tavsiye ediyor. Şimdi, Şark tarafında yeni bir hadise: Bir şeyh tarafından, kendi müridleri ve halifeleri vasıtasıyla din lehinde, eskiden beri meşhur olmuş Şeyh Ahmed namında türbedar-ı Nebevi tarafından vasiyetname-i Peygamberi (a.s.m.) namında bir eser, o havalide gezmiş, intişar etmiş. Oralarda çalışan kahraman Selahaddini bir derece ihtiyata sevk edip, bütün siyasetlerin fevkinde ve siyasetlere tenezzül etmeyen Risale-i Nur cereyanı, öyle siyasete temas edebilen cereyanlarla iştiraki görünmemek için, daha ziyade ihtiyat ve tevakkufa mecbur olmuş. Bugün, beş ay, Ankaraya bir vazifeyle gitmek için buraya geldi. Bir hafiye onu takip edip o da arkasından girdi. Ben o casusa, Selahaddin kalktıktan sonra, dedim ki:

Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirtleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nuru alet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.

Evvela: Kuran bizi siyasetten men etmiş, ta ki elmas gibi hakikatleri, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.

Saniyen: Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi sekiz masum biçare, çoluk çocuk, zaif, hasta, ihtiyarlar var. Bela ve musibet gelse, o sekiz masumlar o belaya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlal tarzında, neticenin husulü de meşkuk olduğu halde girmek, Risale-i Nurun mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirtlerini men etmiş.

Salisen: Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükumet, ne şekilde olursa olsun, Risale-i Nura eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adavet etmek, en dinsizleri de, onun dindarane, hakperestane düsturlarına taraftar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hakimiyet-i İslamiyeye hıyanet ola.

Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halas olmak için, beş esas lazım ve zaruridir.

Birincisi: merhamet.

İkincisi: hürmet.

Üçüncüsü: emniyet.

Dördüncüsü: haram ve helalı bilip haramdan çekilmek.

Beşincisi: serseriliği bırakıp itaat etmektir.

İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası temin edip, hem asayişin temel taşını tesbit ve temin eder. Risale-i Nura ilişenler katiyen bilsinler ki, onların ilişmesi, anarşilik hesabına, vatan ve millete ve asayişe düşmanlıktır. İşte bunun hülasasını o casusa söyledim. Dedim ki:

“Seni gönderenlere böyle söyle. Hem de ki: On sekiz senedir bir defa kendi istirahati için hükumete müracaat etmeyen ve yirmi bir aydır dünyayı hercümerc eden harplerden hiçbir haber almayan ve çok mühim makamlarda çok mühim adamların dostane temaslarını istiğna edip kabul etmeyen bir adama, ondan korkup, tevehhüm edip, dünyanıza karışmak ihtimaliyle evhama düşüp tarassutlarla sıkıntı vermekte hangi mana var? Hangi maslahat var? Hangi kanun var? Divaneler de bilirler ki ona ilişmek divaneliktir” dedik. O casus da kalktı gitti.

Umum kardeşlerimize, hususan erkanlara ve matbaacılara, hususan Hizb-i Nuriyenin naşirleri olan Hafız Ali, kahraman Tahiri ve Hafız Mustafa ve rüfekalarına birer birer selam ediyoruz.

– 156 –

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,

Cenab-ı Hakka hadsiz şükrediyorum ki, bu acip zamanda, sizin gibi halis, muhlis, mahviyetli, fedakar kardeşleri bize ihsan eylemiş.

Bu defa Hüsrevin, Hafız Alinin, Hafız Mustafanın, Küçük Alinin birbirine hitaben yazdıkları dört mektuplarını okudum. En derin kalbimde bir sürur, bir hiss-i şükran, bir memnuniyet hissettim. Bu çok kıymettar kardeşlerimin ne derece ali himmet ve yüksek ruhlu, Risale-i Nur hizmetinde ne derece fedakar olduklarını anladım. Ve Risale-i Nur böyle kuvvetli ve halis ellere tevdi edildiğinden, bize kati kanaat verdi ki, Risale-i Nur mağlup olmayacak. Bu kuvvetli tesanüt onu daima yaşattırıp parlattıracak.

Evet, kardeşlerim, sizler, ihlas sırrını tam muhafaza ediyorsunuz. Bu kadar esbab-ı tefrika içinde vahdetinizi muhafaza, hakikaten bir harikadır. Hafız Alinin hakikaten müstesna bir mahviyet ve tevazuu içinde ihlası ve fena filihvan düsturunu muhafaza etmesi ve Hüsrevin hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirayeti ve Hafız Ali gibi yüksek ihlası ve mahviyeti, Hafız Mustafanın hizmet-i Nuriyede büyük iktidarı içinde kuvvetli bir sadakati ve fedakarane teslimiyeti ve hem Abdurrahman, hem Lütfü, hem Hafız Ali manasını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali, Risale-i Nur hizmetini dünyada herşeye tercihan hayatının en büyük maksadı yapması ve sebeb-i ihtilafa karşı kuvvetli mukavemeti bulunduğunu bu dört mektubunuz bana bildirdi.

Aynı sistemde, meselede alakadar kahraman Tahiri ve kahraman Rüştünün dahi aynı hakikatte ve aynı ahlakta bulunduklarını hiç şüphe etmiyoruz. Bu altı rüknün, bu muvakkat sarsıntıdan, hakiki bir tesanütle birbirine el ele, omuz omuza, baş başa vermesi, altı yüz, belki altı bin kıymet-i maneviyeyi alıyor diye, Cenab-ı Hakka Risale-i Nur hesabına hadsiz şükür ediyoruz ve sizi de tebrik ediyoruz. Isparta içindeki has ve halis kardeşlerimizden, bu ahir mektuplarda, Mehmed Zühtü, Isparta Hafız Alisinden haber alamadığımdan merak ettim. Rahatsız değiller mi?

Sandıklı tarafından, kemal-i şevkle ve ciddiyetle faaliyette bulunan Hasan atıf kardeşimizin bir mektubundan anladım ki, orada, perde altında faaliyetini durdurmak için bazı hocalar, bir kısım tarikata mensup adamları vasıta edip fütur veriyorlar. Halbuki mesleğimiz, müsbet hareket etmektir. Değil mübareze, belki başkaları düşünmeye de mesleğimiz müsaade etmiyor.

Hem, müşterileri de aramaya mecbur değiliz. Müşteriler yalvarmalı. O kardeşimiz, hakikaten halis ve tam sadık; kalemi gibi kalbi, ruhu da güzel; fakat birden herşeyi mükemmel ister, onun için biraz sıkıntı çeker. Mümkün olduğu kadar hem ihtiyat etsin, hem mübtedi hocalara mübareze kapısını açmasın. İnşaallah Cenab-ı Hak onu muvaffak eder. O mıntıkada kendi gibi halis rükünleri bulur; belki de bulmuş.

Biz, başta onu ve onun etrafındaki Risale-i Nur şakirtlerini tebrik ediyoruz. Onların az hizmetlerine çok nazarıyla bakıyoruz. Ben buradan onlarla muhabere ve müşavere edemediğimden, sizler benim bedelime, o kardeşlerimize hem selamımızı, hem manevi kazançlarımıza, haslar dairesinde, atıfın sadık rüfekası ünvanı altında dahildirler. Her sabah yanımızda manen bulunuyorlar.

– 157 –

Aziz, sıddık, müteyakkız, samimi, müttehid, mübarek kardeşlerim,

Ben de sizi tebrik ediyorum ki, şeytan-ı cinni ve insinin desiselerini akim bıraktınız. Cenab-ı Hak sizi bu hizmet-i Nuriyede daima muvaffak eylesin, amin. Ve sizden ebeden razı olsun, amin.

Eskide, bir zaman Barlada, bütün tarikatların şecere-i külliyesini tanzim ve istinsah etmek için Hafız Ali ile Hüsrev o vakit o işte bulundular, çalıştılar. Ta o vakitte bu iki zat, ileride Risale-i Nura ehemmiyetli hizmette bulunacaklarını ve başta iki göz gibi, iki bakar bir görür diye kuvvetli bir temenniyle ümit etmiştim. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, o ümidim o zamandan beri tahakkuk etti ve ediyor ve şimdi tam oldu.

Kardeşlerim, sizde vuku bulan küçücük kusurları çok izam etmeyiniz. Yalnız ben değil, belki zannediyorum ki, hakikate muttali olan herkes tasdik eder ki, Isparta ve havalisindeki Risale-i Nur şakirtlerinde fevkalade bir sadakat ve sebat ve uhuvvet ve ihlas ve kahramanlık var ki, bu acip zamanda binler esbab-ı fesat ve ifsat içinde vahdetlerini ve ittifaklarını ve hizmette ciddiyetlerini muhafaza ediyorlar.

Bu kadar fırtınalı hadiseler içinde Risale-i Nuru muattal bırakmadınız, söndürmediniz; belki öyle parlattırdınız ki, bizi de ışıklandırıp gayrete getirdiniz. Ve bilhassa bahar mevsiminde, umumi gaflette ve derd-i mAyşetin verdiği dehşetli bela içinde böyle kemal-i şevk ve gayretle Risale-i Nura çalışmak, hakikaten bir inayet-i İlahiyedir. Sizleri bütün ruhumuzla tebrik ediyoruz. Ve kalemlerini bizim hesabımıza çalıştırmaya karar veren altı müttehid, kahraman bir ruh, altı ceset ve altı yeni Said yerinde ve yirmi bir kardeşimi, yirmi bir Abdurrahman ve Abdülmecid yerinde kabul ediyorum. Cenab-ı Hak, o kalemlerin siyah nur olan mürekkeplerini, hadis-i sahihin nassıyla, herbir dirhemini, yüz dirhem şehid kanı kıymetinde yevm-i haşir ve mizanda defter-i hasenatlarına ilave eylesin. amin.

Nakkaş Mehmed ve asımın varisi Babacan, hem hayatta, hem Risale-i Nur hizmetinde bulunmaları beni mesrur eyledi.

– 158 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Merhum Mehmed Zühtünün vefatı, hakikaten Risale-i Nur cihetinde büyük bir zayiattır. Fakat, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, o mübarek zat, az bir zamanda Risale-i Nura pek çok hizmet eylemiş. Kırk elli sene vazife-i Nuriyesini, sekiz-on senede tamamıyla yapmış. Ve manen içimizde, dairemizde, o fevkalade hizmetiyle, parlak bir surette yaşıyor. Hasenat cihetinde ölmemiş; daima defter-i amaline, daha kesretli hasenat yazılıyor.

Hatta ben de, eskide, sarih ismiyle bir kaç defa, “Risale-i Nur talebesi” ünvanıyla yüzer defa onu ve onu Risale-i Nura veren merhum pederini manevi kazançlarıma şerik ettiğim gibi; şimdi sarih ismiyle bazı gün elli defaya yakın hissedar oluyor. Demek, onun hayat kazancı ziyadeleşmiş. Cenab-ı Hak, onun akaribine sabr-ı cemil ve ona mağfiret-i kamile ihsan eylesin. amin.

O mübarek, kalemini bize vermişti; ben de onu, hem Abdurrahman, hem Abdülmecid yerinde kabul etmiştim. Onu vefat etmemiş gibi, daima kalemi işler hükmünde kabul ediyoruz. İki yüze yakın masumları hanesinde, Kuranı ve Risale-i Nuru ders veren o mübarek zat, aynen Abdurrahman gibi, az bir zamanda uzun bir ömrün vazifesini çabuk görmüş, bitirmiş, gitmiş. Kardeşimiz Katip Osmanın onun hakkında yazdığı parlak fıkra Lahikaya girdi. Hakikaten o zat, o fıkraya layıktır. İnşaallah Ispartada o sistemde çoklar daha çıkacak, bu acıyı unutturacak. Benim tarafımdan onun validesini ve çocuklarını taziye ediniz.

Risale-i Nurun gayet ehemmiyetli bir şakirdi olan Hulusi Beyin ehemmiyetli mektubunu gördüm. Elhak, o kardeşimiz, birinciliğini daima muhafaza ediyor. Ben onu daima kalem elinde, Risale-i Nurun işi başında biliyorum. Hem bütün muhaberelerimde birinci safta muhataptır. Onun suallerine yazılan Mektubat risaleleri ve onun yazdığı samimi mektupları, onun yerinde pek çok insanları Risale-i Nur dairesine celbetmiş ve ediyor. O, dediği gibi, bizden uzak değil. Hergün çok defa beraberiz. Muhaberemiz hiç kesilmemiş. Sizlerle konuştuğum vakit Hulusiyi içinde buluyorum. Sabri, nasıl onun hesabıyla benimle konuşuyor; benim bedelime de onunla konuşsun.

Umum kardeşlerimize birer birer selam ederiz.

– 159 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin çok mübarek ve çok faideli olan nurani hediyelerinizi ve elmas kalemlerin yadigarlarını aldık. Cenab-ı Hak, onları yazan o kalem sahiplerine, herbir harfine mukabil on rahmet eylesin, amin. Bu nurlu İhtiyar Risalelerinin bir nevi kerameti şudur ki:

Emanet kapıya gelirken, sekiz seneden beri yalnız iki defa yanıma gelen buranın ihtiyar müftüsü, belediye reisiyle hilaf-ı memul bir surette gelmeleri anında, Emin de emaneti kapıya getirmesi; hem aynı günde, İhtiyarlar emaneti geldiği vakit, bu şehirde, Risale-i Nurun ümmi ihtiyarların başında iki gayet ihtiyar zat, ayrı ayrı yerden, her ikisi ellerinde birer parça yoğurt teberrük getirmeleri; ve aynı günde Isparta kahramanlarının bir mümessili ve yanımıza yalnız üç defa gelen Hilmi Bey, bir günlük mesafeden gelirken, hilaf-ı memul olarak, emanet ellerimizde iken, güya hediyenin seyrine gelmiş gibi girmesi; hem aynı vakitte, bir iki keramet-i Nuriyeye medar Hayri isminde bir şakirt ve Risale-i Nurun ehemmiyetli bir şakirdi ve Daday kasabasından gelen Fuad ile beraber girmeleriyle, elimizdeki emanetlerden, İstanbulda okutmak için üç nüshayı Fuadın alması, elbette tesadüfi ve ittifaki değil, belki bu İhtiyarlar emanetine bir hüsn-ü istikbaldir ve bu havalide hüsn-ü tesirine bir işarettir.

Kardeşlerim,

Erkan-ı sitteden iki Ali ile Tahiri ve Hafız Mustafa, bu iki üç senede ve bilhassa bu havalide bana yardımları ve fütuhatları, ya fevkalade ihlaslarından veya yüksek iktidar ve faaliyetlerinden o derecededir ki, bu vilayette Risale-i Nur şakirtlerini ebeden minnettar edip, Risale-i Nuru dahi buralarda ebeden yerleştirdiler. Cenab-ı Hak, onlardan ve sizlerden ebeden razı olsun. amin.

Kalemlerini ümmiliğime yardım veren medrese-i Nuriyenin üstadı Hacı Hafız ve mahdumu ve iki kardeş Mustafa ve Salih ve iki kardeş Ahmed ve Süleyman ve beş kardeş beraber talebe olup, üçü bize yardım etmeleri ve Babacan da, asımın ruhunu şad edip, o sistemde yardımımıza koşması ve Zekai de Lütfünün ruhunu mesrur edip, eski Zekai gibi vazifesine sarılması ve Marangoz Ahmed ve Katip Osman ve Mehmed Zühtü (afallahu) ve Nuri ve Tenekeci Mehmed gibi, eski kıymettar hizmetleriyle Ispartayı nurlandıran diğerleri gibi, Kastamonunun tenvirine de koşmaları ve şimdi tanıdığım Mustafa ve Mustafa ve Mustafa ve Eyyüb, kalemleriyle, eski dost gibi ümmiliğime yardım etmeleri, elbette, şüphesiz فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ müjdesini tam tasdik ederler.

– 160 –

Aziz, sıddık, mücahid kardeşlerim Hasan atıf ve sadık rüfekası,

Evvela: Bu şuhur-u selase-i mübarekenizi tebrik ediyoruz. Sizin kalemlerinizin yadigarları ve Risale-i Nurdan ayrılmamak ve sebat etmek senetleri olan yazılarınızı ve dininizi dünyanın çok fevkinde tutmanıza işaret veren dünya sureti üstündeki çizgilerinizi ve iman hizmetinde daima sebat etmenize, vesikalar hükmündeki imzalarınızı, kemal-i memnuniyetle aldık, kabul ettik. Cenab-ı Hak sizlere, hazine-i rahmetinden onların hurufatı adedince defter-i amalinize haseneler yazsın. amin.

Aziz kardeşlerim,

Bu defa yazılarınızda İhlas Risalelerini gördüğüm için, sizi o gibi risalelerin dersine havale edip, ziyade bir derse ihtiyaç görmedim. Yalnız bunu ihtar ediyorum ki, mesleğimiz, sırr-ı ihlasa dayanıp, hakaik-i imaniye olduğu için, hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve tarafgirliğe ve mübarezeye sevk eden halattan tecerrüt etmeye mesleğimiz itibarıyla mecburuz. Binler teessüf ki, şimdi müthiş yılanların hücumuna maruz biçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısırması gibi cüzi kusuratı bahane ederek, birbirini tenkitle, yılanların ve zındık münafıkların tahribatlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım ediyorlar.

Gayet muhlis kardeşimiz Hasan atıfın mektubunda, bir ihtiyar alim ve vaiz, Risale-i Nura zarar verecek bir vaziyette bulunmuş. Benim gibi binler kusurları bulunan bir biçarenin, ehemmiyetli iki mazeretine binaen bir sünneti (sakal) terk ettiğim bahanesiyle şahsımı çürütüp, Risale-i Nura ilişmek istemiş.

Evvela: Hem o zat, hem sizler biliniz ki: Ben, Risale-i Nurun bir hizmetkarıyım ve o dükkanın bir dellalıyım. O ise (Risale-i Nur), Arş-ı azamla bağlı olan Kuran-ı Azimüşşanla bağlanmış bir hakiki tefsiridir. Benim şahsımdaki kusurat, ona sirayet edemez. Benim yırtık dellallık elbisem, onun baki elmaslarının kıymetini tenzil edemez.

Saniyen: O vaiz ve alim zata benim tarafımdan selam söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zatı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hatta tecavüz edilse de bedduayla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yılanlar var.

Hem elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa, ilimden gelen enaniyeti de varsa, enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا düsturunu rehber edininiz.

Hem, Hasan Avni ismindeki zat, madem evvelce Risale-i Nura girmiş ve yazısıyla da iştirak etmiş, o daire içindedir. Onun fikren bir yanlışı varsa da affediniz.

Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acip zamanda, imanı bulunan ve hatta fırak-ı dalleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allahı tanıyan ve ahireti tasdik eden hristiyan bile olsa, onlarla medar-ı niza noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsi hizmetimiz iktiza ediyor.

Ve Risale-i Nurun alem-i İslamda intişarına karşı hayat-ı içtimaiye ve siyasiye cihetinde maniler çıkmamak için, Risale-i Nur şakirtleri musalahakarane vaziyeti almaya mükelleftirler.

Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de, iştirak edenleri tenkit etmeyiniz. Gerçi, İmam-ı Rabbani demiş ki: “Bida olan yerlere girmeyiniz.” Maksadı, “sevabı olmaz” demektir; yoksa, namaz battal olur değil. Çünkü, Selef-i Salihinden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gelmekte kebaire maruz kalırsa, halvethanesinde bulunması lazımdır.

Salisen: Hasan atıfın mektubunda, cesur ve sebatkar zatlardan—ki “efeler” tabir ediyor—bahis var. Biz, o cesur, sebatkar yeni kardeşlerimizi ruh u canla kabul ediyoruz. Fakat Risale-i Nur dairesine girenler, şahsi cesaretlerini kıymetleştirmek için, sarsılmaz bir sebat ve metanete ve ihvanlarının tesanüdüne cidden çalışmaya sarf edip, o cam parçası hükmünde şahsi cesaretini, hakikatperestlik sıddıkiyetindeki fedakarlık elmasına çevirmek gerektir.

Evet, mesleğimizde, ihlas-ı tammeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki, öyleler, herbiri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş adi bir adam ve yirmi otuz yaşında iken, altmış yetmiş yaşındaki velilere tefevvuk etmişler var.

Hem bir adam, kendi başına cesareti güzel de olsa, bir cemaat-i mütesanideye girdikten sonra, onların istirahatini ve sarsılmamalarını muhafaza etmek için, o şahsi cesareti istimal edemez.
سِيرُوا عَلٰى سَيْرِ اَضْعَفِكُمْ hadis-i şerifinin sırrıyla hareket etmek, hem şimdilik, bu müşevveş vaziyetlerde çok zararlı, hem hocaları, hem ehl-i siyaseti Risale-i Nura karşı cephe almaya ve tecavüz etmeye sebebiyet veren şapka ve ezan meseleleri ve Deccal ve Süfyan ünvanları, Risale-i Nur şakirtleri yabanilere karşı lüzumsuz medar-ı bahis ve münazaa edilmemek lazımdır ve ihtiyat etmek elzemdir ve itidal-i demmi muhafaza etmek vaciptir. Hatta, sizde cüzi bir ihtiyatsızlık, buraya kadar bize tesir ediyor.

Risale-i Nur, bir daire değil; mutedahil daireler gibi tabakatı var. Erkanlar ve sahipler ve haslar ve naşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakat var. Erkan dairesine liyakatı olmayan Risale-i Nura muhalif cereyana taraftar olmamak şartıyla; daire haricine atılmaz. Hasların hasiyeti, bulunmayan, zıt bir mesleğe girmemek şartıyla talebe olabilir. Bida ile amel eden, kalben taraftar olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için, az bir kusurla düşman sınıfına iltihak etmemek için, dışarıya atmayınız. Fakat Risale-i Nurun erkanlarında ve haslarındaki esrarlar ve nazik tedbirlere onları teşrik etmemek gerektir.

– 161 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu iki günde iki küçük hadiseler, dört beş meseleleri tahattur ettirdi.

Birincisi: Salahaddin Ankaradan yazıyor ki, tarikat aleyhinde tecavüze başlamışlar. Hem Ankarada, hem Şarkta o meselede tevkifat varmış. Risale-i Nur şakirtleri, her tarafta inayet-i Rabbaniye altında mahfuz kalıyorlar. Onların kuvvetli ihlası ve tesanütleri ve ihtiyatları, o inayeti, haklarında devam ettiriyor.

İkincisi: Bugünlerde herkes sıkıntıdan şekva ediyor. adeta manevi havanın bozukluğundan, maddi ve umumi bir sıkıntı hastalığını vermiş. Hatta bana da birgün sirayet etti. Bizim her derdimize ilaç olan Risale-i Nurla meşgul olanlarda, o sıkıntı hastalığı ya yok veya pek azdır.

Üçüncüsü: Merhum Mehmed Zühtünün vefatı, Risale-i Nurun hizmeti noktasında bizi çok müteessir etti. Fakat birden, geçen sene, Hafız Mehmedin bütün müsadere edilen risalelerini, on gün zarfında, köyündeki Risale-i Nur şakirtleri tarafından yazıp ona vermek, çok merdane taahhütleri hatırıma geldi ve anladım ki, arslanlar yatağı olan Isparta ve havalisi, Mehmed Zühtünün hizmetini muzaaf bir surette yapacaklar ve o boşluğu dolduracaklar.

Dördüncüsü: Lahikaya giren Ispartalı kardeşlerimizin mektuplarının bazılarında, Üstadları hakkında ifratla tavsifat gördüm. Kendime de baktım, o vasıflardan zekatı da bana düşmüyor, benim hakkım değil. Dedim: “Acaba bu hakikatperest kardeşlerim, çok ikazatımla beraber, bu hüsn-ü zan ifratında, hem devamlarında faideleri nedir?” Kalbe ihtar edildi ki: Onlar ve memleketleri ve Isparta havalisi, onların en büyük hüsn-ü zanları derecesinde hüsn-ü zanlarının yümnünü gördükleri için, Beşkazalı Osman-ı Halidi ve Topal Şükrü gibi ehl-i velayete iktidaen, o nokta-i nazardan ifrat etmemişler, bir hakikat görmüşler. Fakat, nasıl keşfiyat tevile ve rüyalar tabire muhtaçtır; hususi hükümler tamim edilse, bir cihette hata görünür. Öyle de, onlar, Risale-i Nurun şahs-ı manevisinin kendilerine ve memleketlerine ettiği faideyi, o şahs-ı manevinin mümessillerinden birisi olan, Üstad dedikleri bu kardeşlerine verip, o memleket hadisesini umumi bir hadise nazarıyla bakıp tamim ederek, müfritane bir hüsn-ü zan suretinde göründü.

Beşincisi: Hatıra geldi ki, Risale-i Nurun eczaları çoktur. Herkes, muhtaç olduğu halde, bütününü elde edemez. Birden, Hüccetullahil-Baliğa mecmuası, hatıra cevap olarak geldi.

Evet, Risale-i Nurdan kesretli mecmualar çıkar ki, herbiri küçük, fakat kuvvetli Risale-i Nur olur. Her muhtacın eline geçebilir. Bu münasebetle, Yirmi Beşinci Sözün zeyillerini düşündüm. Şimdi benim yanımda dört beş nüsha var, zeyilsizdirler. Mübareklerin bu defa gönderdikleri nüshanın zeylinde Rumuzat-ı Semaniye fihristesinden noksan alınmış Sure-i اِذَا جَۤاءَ نَصْرُ اللهِ ve اِنَّۤا اَعْطَيْنَا daki on üç elif, parmakla Fatihada on üç elle işaretleri ve اِنَّۤا اَنْزَلْنَا işareti gibi ehemmiyetli parçalar yoktur.

Dünkü gün اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ ayetine dair Yirmi Dokuzuncu Mektubun ahirinde, seyahat-i hayaliye ve seyr-i kalbi risaleciğini okudum. Ve Birinci Şuada bu ayet, Risale-i Nura işaretini tahattur ettim. Dedim: Bu iki nükte-i Nuriye ve تَغْرُبُ الشَّمْسُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ hüccet, nükte ve haşiyesiyle beraber Mucize-i Kuraniye zeyilleri içine girse münasip olur. Siz dahi münasip görseniz yazılsın. İcaz-ı Kuran nüktelerine ait mühim parça bulsanız ilave edebilirsiniz.

Altıncısı: Seksen küsur sene manevi ve baki bir ömrü kazandırmak sırrını taşıyan şuhur-u selasenizi ve leyle-i Regaibinizi bütün ruhumla tebrik ediyorum.

İki üç gün evvel, Yirmi İkinci Söz tashih edilirken dinledim. Gördüm ki, içinde hem külli zikir, hem geniş fikir, hem kesretli tehlil, hem kuvvetli iman dersi, hem gafletsiz huzur, hem kudsi hikmet, hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var. Bir kısım şakirtlerin ibadet niyetiyle risaleleri, ya yazmak veya okumak veya dinlemekliğin hikmetini bildim. Barekallah dedim, hak verdim.

Bu mektuptaki beş altı meseleyi yazarken, Nur fabrikası sahibi Hafız Alinin mektubuyla, ihlasta ve çalışmakta ve ince düşünmekte mümtaz Hasan atıfın mektubunu aldık. Hafız Alinin mektubunda, Risale-i Nur şakirtlerinde sırr-ı ihlasın ne derece yüksek bir terk-i enaniyet ve hazz-ı nefsiden teberri etmek gibi, ihlasın en yüksek seciyeleri Risale-i Nur şakirtlerinde tezahür ediyor diye bir delil oldu.

Ezcümle: Hafız Ali diyor ki: Hüsrev kardeşimiz kendi kalemiyle yazılan “mucizatlı Kuranı fotoğrafla tabına taraftar olmaması ve demir harflerle müsaade oluncaya kadar beklemeye taraftar olması, onun fevkalade ihlasına ve nefsin huzuzatından teberrisine kati delildir. Çünkü fotoğrafla tab edilse, onun kendi hattı olduğu için, binler Kuran nüshalarını kendi eliyle yazmış gibi alem-i İslamın manevi nazarında ve uhrevi sevap cihetinde büyük ve masumane ve zararsız bir makamı terk edip, ihlasın sırrı için, hazzını unutarak, demir harflere taraftar olmuş. Ve gösterdiği yanlışlar düşmek sebebi ise, demir harflerde üç defa taba girmek noktasında dahi o yanlışlar bulunabilir.

Elhasıl: Hafız Alinin ihlasından gelen ifadesi ve Hüsrevi fevkalade ihlas noktasında takdir etmesi ve Hüsrev de, gayet büyük ve baki bir hissesini bırakıp, benim eskiden beri tekrar ettiğim bir davam—ki, Risale-i Nurun hakiki şakirtleri, hizmet-i imaniyeyi herşeyin fevkinde görür; kutbiyet de verilse ihlas için hizmetkarlığı tercih eder—beni o davada bilfiil tasdik etmesi cihetinden, bütün kuvvetimizle bu gibi kardeşlerimizi tebrik ediyoruz.

Kardeşimiz Hasan atıfın mektubundan anladık ki, hakikaten tam çalışıyor. Kendi tabiriyle, Risale-i Nurun mücahidlerinin ve efelerinin kalem yadigarlarını bize hediye olarak irsal ettiğine mukabil deriz: Cenab-ı Hak, ebeden onlardan razı olsun. Ve daha çok manidar yazdığı cümleler içinde, bir parça ehl-i bidaya şiddet gördüm. Zaman, zemin, Risale-i Nurun müsbet mesleği, ehl-i bida ile değil fiilen, belki fikren ve zihnen dahi meşgul olmaya müsaade etmez. İhtiyat her vakit lazım. O halis kardeşimiz, inşaallah oralarda kendi gibi çok halis şakirtleri yetiştirecek. Biz buradaki duamızda, atıfla beraber oradaki bütün rüfekalarını teşrik ediyoruz. Ben bizzat onlarla muhabere etmek istiyorum. Fakat madem Isparta o vazifeyi daha mükemmel yapıyor; o vazifeyi onlara bırakıyorum.

Hafız Alinin mektubunun ahirinde, medrese-i Nuriye kahramanlarından ve Hüsrev sisteminde Ahmed ve kardeşi Süleyman hakkında takdiratı bizi mesrur eyledi. Zaten o, medrese-i Nuriye şakirtleri, benim nazarımda, eskiden beri bir gaye-i hayalim olan Medresetüz-Zehranın talebeleri suretinde düşünüyordum. Ve derdim: “Onlar, bunlar oldu. Veya bunlar, onların dümdarlarıdır.”

– 162 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin Miracınızı tebrik ve Mirac Sahibinin (a.s.m.) sünnet-i seniyesine sizi ve bizi tam muvaffak eylemesine rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz. Size, bu bir iki gün zarfında, nazar-ı dikkati celb eden bir iki küçük meseleyi yazıyorum.

Evvela: Risale-i Nur şakirtlerinin bir kısmı bekar kalmaklığın çok sebeplerinden bir sebebini gösteren bir hadise. Bugünlerde, gençlik darbesini yiyen ve bekar kalan ve teselli bulmak için Risale-i Nurla alakadarlığa çalışan ve mühim bir mektepte ders almaya meşgul ve ehemmiyetli bir adamın kerimesi bulunan hanıma icmalen bir hakikat söyledim. Belki o havalide bazılara faidesi var diye yazıyorum.

Dedim ki: Madem gençlik darbesini yedin, bir vazife-i fıtriye olan tenasül kanununa daha girme. Çünkü o vazifenin mukabilinde ücret olarak erkeğin aldığı muvakkat lezzet ve keyif bir derece bidayette kafi geliyor. Fakat, biçare kadın, o vazife-i fıtriyede, bir sene ağır yükü çekmeye ve bir-iki sene veledin meşakkatine, beslemesine ve açık saçıklık sebebiyle kocasının nazarında sadakatsizlik ittihamı ve kocasının da gözü dışarıda olmak ihtimali ve ona samimi merhamet etmemesi cihetiyle, daimi sıkıntılara ve vicdani azaplara mukabil, izdivaçta aldığı muvakkat bir keyif ve lezzet, bu bozuk zamanda, ona, o vazifeye mukabil yüzden birisine mukabil gelemiyor. Ve bilhassa, küfüvv-ü şeri tabir edilen, birbirine seciyeten ve diyaneten liyakat bulunmadığından, daha ziyade azap çektirir. Ve bilhassa terbiye-i İslamiye haricinde, Müslüman namı altında olanlar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıklarından, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvediyor, cehennem azabını çektiriyor.

Hem peder, hem valide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil, yalnız veledin dünyada, kemal-i hürmet ve itaatle şefkatlerine ve hizmetlerine bedel, halis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra, salahatiyle ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i amaline hasenat yazdırmak ve on beş seneden evvel masumen ölmüşse onlara kıyamette şefaatçi olmak ve Cennette, onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır.

Şimdi ise, terbiye-i İslamiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden, ondan, belki yirmiden, belki kırktan bir çocuk ancak peder ve validesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkur vaziyet-i ferzendaneyi gösterir. Mütebakisi, endişelerle, şefkatlerini daima rencide ederek, o hakiki ve sadık dostlar olan peder ve validesine vicdan azabı çektirir. Ve ahirette de davacı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvacı olur.

İkinci mesele: Dünkü gün, beş tevafuk-u latifeden kati bir kanaat bize geldi ki, en cüzi ve ehemmiyetsiz işlerimizde de inayetkarane bir dikkat altındayız.

Birincisi: Ben kapıya çıktığım vakit, memulün hilafında, Risale-i Nur şakirtlerinden dört tane Ahmedler, bana alakadar birer maksadı yapacak; birden, beraber kapıya geldiler: iki tane köylerden, ikisi de burada ayrı ayrı mahallelerden.

Hem yine, Risale-i Nurun mühim bir talebesi, Köroğlu Ahmede bir miktar yoğurt, hem teberrük, hem tayin olarak verdik. Daha elinde yoğurdu tutarken, Risale-i Nurun masum talebelerinden Hilminin mahdumu Ahmed, elinde, öteki Ahmede verdiğim miktar yoğurtla kapıyı açtı. Risale-i Nur talebelerinden altı Ahmedin bir günde bu çeşit tevafukatı, tesadüfe benzemez; belki o Ahmedlere nazar-ı dikkati celbeden bir işarettir.

İkincisi: Muhacir, fakir bir kadın benden bir teberrük istedi. Ben de bir gömlek verdim. Beş dakika sonra, aynı isimde bir kadın, bir gömleği bana kabul ettirmek için mühim bir vasıtayı bulup gönderdi. Tevafuk hatırı için kabul ettim.

Hem aynı gün, bazı müstehak zatlara yarı yağımı verirken kap fazla almış, pek azı bana kaldı. Aynen, onlar daha o yağı almadan, benim niyetimde bana kalacak miktar kadar uzak bir köyden, kitaplarımı okumak mukabiline geldi. Onu da o tevafuk hatırı için kabul ettim.

Üçüncüsü: Aynı günde ben, at üzerinde seyahate (gezmeye) giderken, arkamda bir atlı süratle geliyor. İndi, ayağıma, üzengiye sarıldı: tanımadığım bir adam.

Dedim: “Sen kimsin, bu kadar dostluk gösteriyorsun?”

Dedi: “Ben Kuzca hatibiyim.” Halbuki Kastamonuda hiç bu namda bir karye bulunduğunu bilmiyordum. Sonra geldim. İki Ispartalı asker yanıma geldiler.

Birisi dedi: “Ben Kuzca hatibinden sana mektup getirdim.”

Bu acip tevafuk bana, bu iki ayrı ayrı vilayette, hem böyle tevafuk etmeleri, Risale-i Nur hizmetinde sadakatle çalışmalarına bir işarettir.

Bu münasebetle Sabri, Kuzca hatibine, benim tarafımdan çok selam etsin. Onu has talebeler içinde manevi kazançlara şerik ediyoruz. Hususi mektup yazmak adetimiz olmadığından, ona ayrıca mektup yazamadığımızdan gücenmesin. Tatlı bir tevafukun meyvesini, aynı gün daha şirin bir tarzda gördüm. Şöyle ki:

İki asker, kemal-i sevinçle, gayet dostane, “Sen Ispartalısın, bizim hemşehrimizsin.”

Ben de dedim: “Maaliftihar, her cihetle Ispartalıyım. Isparta taşıyla, toprağıyla benim nazarımda mübarektir, benim vatanımdır ve herbiri yüze mukabil, yüzer ve binler hakiki kardeşlerimin meskat-ı resleridir.”

Evet, bu havaliye gelen Ispartalılar asker olsun, başkalar olsun, ekseriyet-i mutlakayla beni hemşehri biliyorlar. Hangisi benimle görüşüyor, “Sen Ispartalı mısın?”

Ben de diyorum: “Maaliftihar, ben Ispartalıyım.” Ve Ispartada o kadar hakiki kardeşlerim ve akariblerim var ki, meskat-ı resim olan Nurs karyesine pek çok cihetlerle tercih ediyorum. Ve büyük Ispartanın bir küçük evladı hükmünde olan Isparit nahiyemize, büyük Ispartanın birtek köyünü tercih ediyorum. O kadar halis, kahraman kardeşleri bana veren Isparta, taşı da, toprağı da bana ve belki Anadoluya mübarek olmuş. İnşaallah hem Anadoluya hem alem-i İslama neşrettikleri Nur tohumları birer rahmete mazhar olur, sümbül verir. Hem gıda, hem ziya, hem deva olup manevi gala ve veba ve zulmü ve zulmeti dağıtır.

Dördüncüsü: Sabık üç tevafuku yazdıktan sonra, büyük Hafız Alinin gayet güzel mektubuyla, Hulusi-i Salis Abdullah Çavuşun manidar mektubu ve Hulusi Beyin ve Katip Osmanın kıymetli mektuplarını aldım. Hafız Alinin mektubunda yazdığı şu fıkra, Konya alimlerinin Risale-i Nuru yazmakta ve takdir etmekte olduklarını ve tefsir sahibi Hoca Vehbinin Risale-i İhlas karşısında mağlubiyetle beraber, Risale-i Nura karşı hayran ve takdirkar olması münasebetiyle, Hafız Ali demiş:

“Risale-i Nurun bir kerametidir, öküze et ve arslana ot atmaz. Öküze ot verir, arslana et verir. O arslan Hocanın en evvel İhlas Risaleleri eline geçmiş.”

İşte, Hafız Alinin bu mektubunu aldığımdan ya altı, ya yedi gün evvel, Karadağdan inerken, birden diyordum: “Yahu, ata et, arslana ot atma; arslana et, ata ot ver.”

Bu kelimeyi beş altı defa hoşuma gitmiş, tekrar ediyordum. Ya Hafız Ali benden evvel yazmış, bana da söylettirdi; veyahut ben evvel söylemişim, ona yazdırılmış. Yalnız bu garip tevafukta bir farkımız var. O, “öküze ot” demiş, ben “ata ot” demişim.

– 163 –

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i imaniyede kuvvetli, metin, ciddi, sarsılmaz, fedakar arkadaşlarım ve seyahat-i berzahiye ve uhreviyede nurani yoldaşlarım,

Sizin, herbir dirhemi yüz dirhem şüheda kanı kadar kıymettar siyah nuru akıtan mübarek kalemlerinizin bu defaki kudsi hediyelerin herbir harfine mukabil, Cenab-ı Erhamürrahimin sizlere bin rahmet eylesin. amin.

Bu gaflet ve sıkıntılı ve usançlı mevsimde ve dünya meşgaleleri içinde bu fedakarane gayretiniz ve sayiniz, hakikaten bir inayet-i hassadır ve bir keramet-i Nuriyedir. Cenab-ı Hak sizlerden ebeden razı olsun. amin.

Elmas kalemlerini, bize yardım için, yirmi bir Abdurrahman ve Abdülmecidlerin bu kadar çabuk nüshaları yetiştirmeleri ve kabri pürnur olan Mehmed Zühtünün, berzahta dahi kalemini bizim hesabımıza istimal etmesi hükmünde, onun metrukatından nüshaların gönderilmesi, bizi derinden derine sürurla şükre sevk etti.

Eski talebeliğim zamanında mevsuk zatlardan, onlar da mühim imamlardan naklederek işittim ki: “Ciddi, müştak, halis talebe-i ulum, tahsilde iken vefat ettikleri zaman, berzahta aynı tahsil misali ve bir medrese-i maneviyede bulunuyor gibi, o aleme muvafık bir vaziyet ihsan ediliyor” diye, o zaman talebe-i ulum içinde çok defa medar-ı bahs oluyordu. Şimdi bu vakitte, talebe-i ulumun en halisleri Risale-i Nur talebeleri olduğundan, elbette merhum Mehmed Zühtü, asım ve Lütfü gibi zatların vazifeleri devam ediyor. Defter-i amallerine hasenat yazmak için, manevi kalemleri inşaallah işliyorlar. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyoruz ki, sizdeki fevkalade gayret ve çalışmak matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Bu defa gönderdiğiniz risaleler çok güzel, çok mükemmel, çok da lüzumlu. Fakat ben sehvetmiştim. On Birinci Lema ile Telvihat-ı Tisayı yazmadığımız halde, yazmışım zannediyordum.

Minhacüs-Sünne bizde var. On bir nükteden ibaret olan On Birinci Lema, Mirkatüs-Sünne ve Telvihat-ı Tisa ile ve ona zeyl olarak dört hatveden ibaret, Risale-i Kaderin zeyli iken, On Yedinci Sözün zeyline giren parça dahi, telvihata zeyil olarak yazılsa münasip olur.

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ayetinin tecellisine bakan bir seyahat-i kalbiye-i hayaliyeye dair iki üç sahifelik Yirmi Dokuzuncu Mektubun ahir kısımlarındaki parça dahi içlerinde bulunsa güzel olur. Şimdi size, musibet yüzünden bir inayet-i hassayı fazla dua etmenize vesile olmak için yazıyorum.

Bugün, dört saat evvel ben, yalnız, Karadağın hali ormanları içinde idim. Gayet titiz bir ata binmiştim. Ben binerken, birden dizgin kayışı koptu. O da fena ürktü, mareke takıldı. Beni öyle fena bir tarzda çiftelerle yere düşürdü. Ben o halde sağ elim, sol ayağım kırılmış gibi ihtimal verdiğim gibi, vaziyet de öyle gösteriyordu. At da başkasının malı. O hali orman içine daldı. Etrafta hiç kimse yok ki, imdada yetişsin. Cenab-ı Hakka hadsiz şükrediyordum; el, ayağım kırılmamış, çok ziyade incinmiş iken, yine şemsiyeyle yürüyebildim. O titiz at da ormana dalıp, yolsuz bir istikamete, benim yürüyüşümle yürüyerek, on beş dakikalık bir mesafeye bir saatte yetiştik. At su içmekte iken, Nuriye isminde bir kadın geldi. Elinde ekmek, bir parça ekmeği ata verip, tutuldu. Ben de Cenab-ı Hakka şükür, o vakit binebildim, odaya geldim. Birden öyle bir tufanlı yağmur oldu; hücremin önünde bir sel olarak gördük. Eğer o su, o Nuriyeye rast gelmeseydi, o hali yerde, o yağmur altında, at da başkasının malı, kaybolmak gibi çok musibetlerden Cenab-ı Hak muhafaza eyledi.

Bu küçük musibette dokuz cihette nimet olduğunu tasdik ettik. Ve bu nevi hıfz u himayet, sizlerin samimi dualarınızın bir neticesi olduğu kanaatindeyiz.

Ve bu dokuz cihetle medar-ı şükran hadise dün aldığımız hediye-i Nuriyenin çok faideli olduğuna işarettir. Çünkü, darb-ı meselde meşhurdur ki: birşeyde zahmet, meşakkat, alamet-i makbuliyettir. Umum kardeşlerimize birer birer selam ve dua ve dualarını istiyoruz.

– 164 –

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,

Bu mübarek eyyam ve leyali-i şerifede mübarek dualarınıza daha ziyade ihtiyacımı göstermek için, bundan evvelki mektupta, titiz atın yüzünden gelen musibet gerçi ondan dokuzu nimete inkılap etti. Ondan birisi:

Eskiden beri bende bulunan kulunç illetine ve romatizma hastalığına iltihak edip, beni yatağa düşürdü. Fakat merak etmeyiniz, ben kalkıyorum, geziyorum. Katiyen, bugün gönderdiğiniz risaleleri tashih ederken kanaatım geldi ki, o musibetin baki kalan ondan birisi, on derece bir nimet hükmünde oldu. Ve on adetten ziyade faidelerinden bir faidesi şudur ki:

Ben tashihatta gerçi usanmıyordum; fakat her tashihte yine ders alıp istifade etmek bir adetimdi. Bazı çok zevk alıyordum. Bu mevsimde dağlarda, bağlardaki güzel sanat-ı İlahiyeyi temaşa zevki, o tashihteki zevkime galebe ediyordu. Bu yeni musibetteki mütemadiyen kendini ihsas eden hastalık, kemal-i zevk ve şevkle, Eyyub ın Lemasıyla, Hastalık Lemasını her nüshada yeniden görüyorum gibi okuyup tashih ediyorum. Katiyen şüphem kalmadı ki, o zahmetli hastalık, o lezzetli, rahmetli vazife-i Nuriye için verilmiş. Gerçi harekatımda namaz ve abdestte sıkıntı veriyor; fakat hastalıkla ubudiyet muzaaf sevabı olduğu gibi, bu tashihat-ı vazife-i Nuriyedeki zevk, o sıkıntıları hiçe indirdi.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ

Saniyen: Sizin nüshalarınızda bazan bir yanlış, bir kaç nüshada aynen bulunur. Demek mana iyi anlaşılmamış, öyle kalmış. Mesela, İktisadın ahirlerinde, Hüsrevin haşiyesinde, beşinci satırında, “Ulema ise, masraflarından, mallarının kıymetini bilmedikleri” cümlesi yanlıştır. Sahihi ise, “Ulema ise, marifetlerinden, mallarının kıymetini bildikleri için.” Hem bu satırın arkasındaki “arkasında” kelimesi yanlış, sahihi, “arasında”dır.

– 165 –

Aziz, sıddık, mübarek, fedakar kardeşlerim,

Dün, altı ehemmiyetli mektuplarınızı aldım. Her mektubunuza uzun bir mektup yazmak cidden arzu ederdim. Hem de hakkınızdır; fakat bu hurufatı yazan Feyzi şahittir ki, altı gecedir altı saat yatamadım. Yalnız bu altıncı gece, bir buçuk saat kadar yatabildim. Onun için, bu ehemmiyetli mektuplara kısacık birer cümleyle iktifa ediyorum.

Evvela: Risale-i Nur santralı ve Hulusi, Hakkı, Süleymanı temsil eden Sabri kardeşim,

Öşür, şeri zekattır. Zekat ise, müstehaklaradır.

Saniyen: Gül fabrikası gülistanlarını ve merhum bedevi bülbüllerini konuşturan Hüsrev kardeş,

Risale-i Nur, Ispartayı, afat-ı semaviye ve arziyeden muhafazasına sebep olduğunu, çok hadisatla beraber, bu yeni zelzele hadisesi ve muarız hocanın dolularla başının tokatlanması, yeni bir hücceti oluyor. Ve Mucizat-ı Kuraniye lahikasını, sizin isabetli fikrinize havale ediyoruz. Hem siz, yazdığınız miktarı gönderiniz. Biz burada tekmil eder, size de sonra haber veririz.

Salisen: Nur fabrikasının sahibi Hafız Ali kardeş,

Senin Risale-i Nura karşı harika ihlas ve irtibat ve itikadın, inşaallah o Nurları o havalide daima parlattıracak. Senin, o büyük zelzelenin gürültüsünü işitmemen ve zelzeleyi hissetmemen, tokadını yiyen hoca gibi, Risale-i Nurun bir nevi kerametidir. Demek, değil şakirtlere zarar vermek, belki inayetkarane, vücudunu da bazı haslara bildirmiyor, korkutmuyor.

Rabian: Bizi ve Kastamonu şakirtlerini kıyamete kadar minnettar eden ve müstesna kalemiyle Risale-i Nurun hemen umumunu bu havaliye yetiştiren ve evlat ve peder ve valideleri ve refikasıyla Risale-i Nura hizmet eden kahraman Tahiri kardeşim,

Cenab-ı Hak, hanenizdeki hemşireme, hem bana şifa ihsan eylesin. Hastalığıma ait bir parça size geliyor. Peder ve validenize de benim tarafımdan deyiniz ki: “Tahiri gibi kahraman bir şakirdi Risale-i Nura yetiştiren ve o vasıtayla defter-i amallerine daima hasenat yazdıran bir şakirdi bize kardeş veren o mübarek zatlar, inşaallah bu saadeti daima idame ettirecekler. Dünyanın cam parçalarını, o elmaslara tercih etmeyecekler. Onlar, hususi duamızda dahildirler.”

Hamisen: Mücahidlerin üstadı ve efelerin hakiki bir nasihi ve Risale-i Nurun halis muhlis bir şakirdi olan Hasan atıf kardeşim,

Senin uzun ve tesirli ve ehemmiyetli mektubun içindeki edibane, gayet ince hissiyatın ve sana mahsus latif tabiratın hoşuma gitti. Kardeşim, mübtedilerin ve hodfuruşların ve mülhidlerin ilişmelerinden teessüratın beni, senin hesabına müteessir etti. Evvelce size yazdığım mektup, inşaallah o teessüratı izale eder. Risale-i Nurun mesleği ise, vazifesini yapar, Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmaz. Vazifesi tebliğdir; kabul ettirmek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir.

Hem, kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek atıfı bulsan, yüzü bulmuş gibidir. Merak etme. Hem, mümkün olduğu kadar hariçten gelen küçük ilişmelere ehemmiyet verme. Fakat ihtiyatla, bu atalet mevsimi ve gaflet zamanı ve derd-i mAyşet iptilası zamanında cüzi bir iştigal de ehemmiyetlidir.

Tevakkuf değil, muvaffakiyetsiz mağlubiyet yok! Risale-i Nurun her tarafta galibane fütuhatı var.

Sadisen: Eski dost ve kardeş ve Risale-i Nurun o zamanda ciddi bir talebesi ve Isparta hayatımda bana hüsn-ü hizmetle samimi bir arkadaş ve himmeti uzun, eli kısa, aziz kardeşim Mehmed Celal,

Seni, o zamandan beri unutmadım. Çok zaman Risale-i Nur dairesinde kalemiyle çalışanlar içinde isminle hissedar oluyordun. Senin yüksek istidadını ve ulüvv-u himmetini Risale-i Nurda istimal etmek arzuluyordum. Demek, derd-i mAyşet, sizi bir derece kayıt altına aldı. Başta mübarek baban, hanenizde bulunanlara bilmukabele selam ediyorum. Ve bilhassa Mehmed Seyrani Hayyata çok selamla beraber, eğer benim orada iken tanıdığım ve Hüsrev sisteminde telakki ettiğim Mehmed Seyrani ise, onun bin selamına selamla mukabele edip, o Seyrani, o zamandan beri Risale-i Nurun bir cüzüne bahsi girdiği ve silinmediği gibi, hatırımda da silinmemiş. Çok defa bekliyordum ki, Seyrani, Hüsrevin arkasında koşup çalışsın. Demek, onu da derd-i mAyşet bağlamış.

Sabian: Risale-i Nurun erkan-ı mühimmesinden Halil İbrahimin on dört yaşındaki evlad-ı manevisi, Risale-i Nur dairesindeki masum şakirtlerin dairesinde inşaallah ehemmiyetli mevkii alacak ve o küçük şahsiyette parlak, büyük bir şakirt ruhu görünüyor. Mektubunda çocukça konuşmamış; gayet müdakkikane büyük bir alim gibi konuşması bizi çok sevindirdi. Maşaallah, barekallah dedirtti.

Saminen: Evvelce haber aldığınız hastalığıma dair bir noksan parça, dualarınıza ve geçen Ramazan gibi manen yardımlarınıza vesile olmak için, o hastalık münasebetiyle yanımıza gelen bazı zatlara söylediğim ve noksan kalmış bir fıkrayı yazıyorum. Şöyle ki:

Halimi soranlara dedim ki: Hem nazar, hem ervah-ı gayr-ı tayyibe cihetinden başıma gelen bu musibet, rahmet-i İlahiyeyle, on adetten bire indi, dokuzu nimet oldu. Baki kalan birisi de, dokuz menfaati oldu.

Birinci menfaati: Hastalıkta her saat ibadeti, dokuz saat ibadet hükmüne getirdi.

İkinci faidesi: On beş hasta risalesini, tam zevkle tashih etmek ve bu hastalık zamanında, hastalara ve muhtaç olanlara çabuk yetiştirmeye sebep oldu.

Üçüncü faidesi: Eski Saidi, Yeni Saide kalb eden eski bir hastalık gibi, şimdi de, Risale-i Nurun parlak bir tarzda intişarı, Yeni Saidi de dünyayla bir derece alakadar ettiği cihetle, o halin zararından kurtulmaya sebep oldu.

Dördüncüsü: Bu mübarek aylarda, pek çok iştiyak ve ihtiyaçla fazla amal-i uhreviyede bulunmak arzusuyla beraber, mevsim ve bazı esbap cihetiyle muvaffak olamayarak fazla müteessir idim. Bu hastalık, tam bu aylara layık bir tarzda, hastalıktan gelen ihlas ve kesret-i sevap cihetiyle azim bir menfaati oldu. Beni gündüzde dağ ve bağları gezmekten men ettiği gibi, gece uyku ve gafletten kurtarıp, kemal-i tazarru ve niyazla geceleri ihyaya sebep oldu.

Beşincisi: Geçenki Ramazandaki hastalık gibi, bu hastalık dahi, fedakar kardeşlerimin şefkatlerini heyecana getirip, benim hesabıma amal-i uhreviyelerinin bir nevi zekatını vermek; nakıs, kusurlu sermayemi, birden ona, belki yüze ve bine çıkarmaya sebep olmasıdır.

Altıncı faidesi: Hastalara, yirmi beş deva-i imani veren risalenin ilaçlarını nefsimde tatbik ederek ayn-ı hakikat olduğunu tasdik edip, asap ve sinirden gelen ziyade hassasiyetimden kıymetsiz, fani işleri lüzumsuz ve endişeli meraktan ve faidesiz ve zararlı alakadan bir derece kurtulmaya sebep olmasıdır.

Umum kardeşler ve hemşirelerimize birer birer selam ve selametlerine dua ve dualarını rica eden kardeşiniz,

Said Nursi

– 166 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Size, hastalığın dokuz faidesinden baki kalan üçünü yazıyorum ki, o hastalığın bir meyvesi sabık Arabi fıkradır.

Yedinci faidesi: Risale-i Nurun ehemmiyetli bir şakirdinin ehemmiyetli bir hatasını tamir etmesidir. Şimdilik bu ehemmiyetli faideyi izah etmek münasip değil.

Sekizinci faidesi: Gayet incedir, izah edilmez; yalnız kısa bir işaret ederiz. Nasıl ki Hüsrev, yazdığı Kuranı, fotoğrafla tabını kabul etmeyerek binler cazibedar Kuranlar kendi hattıyla alem-i İslamda intişarıyla, kutbiyet derecesinde bir mertebe-i ulviyeyi ve yüksek bir şeref-i imtiyazı bırakıp, Risale-i Nur dairesindeki sırr-ı ihlası muhafaza ve hazz-ı nefisten teberri etmiştir. Aynen öyle de, bu hastalık ruhumda öyle bir inkılap yaptı ki, Risale-i Nurun parlak fütuhatını müteşekkirane temaşa etmek ve sevapdarane, mücahidane, bir nevi kumandan hizmetinde bulunmaktan gelen uhrevi zevki ve şerefi ve dünyada uhrevi meyvesini gösteren hizmet-i imaniyenin şahsıma ait lezzeti ve imtiyazı, o sırr-ı ihlas için bırakmak ve kardeşlerime havale etmek ve onların şeref ve zevkleriyle iktifa etmeye nefs-i emmarem dahi muvafakat ederek, dünyanın bu uhrevi ve güzel yüzünde gözünü kapamak ve eceli ve mevti ferahla karşılamaya tam kabul etmesidir.

Dokuzuncu faidesi: Çoktan beri benim hususi bir virdim ve hiç kaleme alınmayan ve mesleğimizin dört esasından en büyük esası olan şükrün en geniş ve en yüksek mertebesini ihata eden ve bende çok defa maddi ve manevi hastalıkların bir nevi şifası olan ve İsm-i azam ve Besmeleyle dokuz ayat-ı uzmayı içine alan ve on dokuz defa şükür ve hamdi azami bir tarzda ifadeyle, tahmidatın adetleriyle o eşyanın lisan-ı haliyle ettikleri hamd ü senayı niyet ederek, o hadsiz hamdlerin yekununu kendi hamdleri içine alarak azametli ve geniş bir tahmidname ve teşekkürname bulunan ve Sekinedeki esma-i sittenin muazzam yeni bir dersini izhar etmeye sebep olmasıdır.

Umum kardeşlerimize birer birer selam ve dua ve beraatlerini tebrik ederiz.

– 167 –

Medar-ı ibret ve hayret bir hadisedir.

Risale-i Nurun erkan-ı mühimmesinden bir zat yazıyor ki: “Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelzeleden birkaç saat evvel, umumi ve herkese göstermek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırıl çıplak olarak alayişle çarşı ve pazarda gezdirerek, o cazibedarlara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken, birdenbire arz, kemal-i hiddet ve gayz ile onların hayasız yüzlerini dehşetli tokatladı, mahvedip zir ü zeber etti. Ve o binayı hak ile yeksan eyledi.”

Ben, dünyanın bu nevi hadiselerinden iki senedir hiç haberim yoktu, bakmıyordum. Fakat bugünlerde hem Hüsrev ve hem Kahraman Çelebi zelzeleden haber vermeleri ve Hüsrev ve rüfekasının kanaatiyle, Ispartanın gürültülü zelzelesi karşısında Risale-i Nuru kuvvetli bir kalkan bulmasıyla hiçbir zarar vermemesi ve Risale-i Nura muarız bir hocanın bütün hasılatını mahveden dolu, o muarıza has kalması, başkasına ilişmemesi bir derece kanaat verir ki, ekser vilayetlere giren ve Adapazara girmeyen Risale-i Nurun ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarını bu derece açık ihanetiyle, Risale-i Nur, onların yardımlarına koşmamış diye, yalnız bu hadiseye baktım.

– 168 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Risale-i Nur dünya işlerine alet olamaz, dünya işlerine siper edilmez. Çünkü, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevi maksatlar onunla kasten istenilmez. İstenilse, ihlas kırılır, o ehemmiyetli ibadet şekli değişir. Yani, çocuklar gibi, döğüştükleri vakit Kuranı başına siper eder. Başına gelen zarar Kurana geldiği gibi, Risale-i Nur, böyle muannid hasımlara karşı siper istimal edilmemeli.

Evet, Risale-i Nura ilişenler tokatlar yerler; yüzer vukuat şahittir. Fakat Risale-i Nur, tokatlarda istimal edilmez ve niyet ve kasıtla tokatlar gelmez. Çünkü sırr-ı ihlas ve sırr-ı ubudiyete münafidir. Bizler, bize zulmedenleri, bizi himaye eden ve Risale-i Nurda istihdam eden Rabbimize havale ediyoruz.

Evet, dünyaya ait harika neticeler, bazı evrad-ı mühimme gibi, Risale-i Nura çokça terettüp ediyor. Fakat onlar istenilmez, belki veriliyor; illet olamaz, bir faide olabilir. Eğer istemekle olsa, illet olur, ihlası kırar, o ibadeti kısmen iptal eder. Çabuk bu hadiseyi teskin ediniz. Yoksa münafıklar istifade edecekler; belki onların parmağı var.

Evet, Risale-i Nurun o kadar dehşetli muannidlere karşı galibane mukavemeti, sırr-ı ihlastan ve hiçbir şeye alet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye bakmasından ve hizmet-i imaniyeden başka bir maksat takip etmemesinden ve bazı ehl-i tarikatın ehemmiyet verdikleri keşf ve keramat-ı şahsiyeye ehemmiyet vermemekten ve velayet-i kübra sahipleri olan Sahabiler gibi, veraset-i Nübüvvet sırrıyla, yalnız iman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın imanlarını kurtarmaktır.

Evet, Risale-i Nurun bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice-i muhakkakası herşeyin fevkindedir; başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor.

Birinci neticesi: Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine giren, imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var.

İkinci neticesi: Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk eden şirket-i maneviye-i uhreviye cihetiyle, herbir hakiki sadık şakirdi binler dillerle, kalblerle dua etmek, istiğfar etmek, ibadet etmek ve bazı melaike gibi kırk bin lisanla tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı Şerifteki hakikat-i leyle-i Kadir gibi, kudsi ve ulvi hakikatleri, yüz bin elle aramaktır.

İşte, bu gibi netice içindir ki, Risale-i Nur şakirtleri, hizmet-i Nuriyeyi velayet makamına tercih eder; keşif ve keramatı aramaz ve ahiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz ve vazife-i İlahiye olan muvaffakiyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstahak oldukları şan ü şeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi, kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekatını onlara bina etmezler. Halisen, muhlisen çalışırlar, “Vazifemiz hizmettir, o yeter” derler.

Ve saniyen: Seksen küsur sene kıymetinde bulunan ve Ramazan-ı Şerifin mecmuunda gizlenen hakikat-i leyle-i Kadri kazanmak için, Risale-i Nur şakirtlerinin şirket-i maneviye-i uhreviyeleri muktezasınca, herbiri, mütekellim-i maalgayr sigası olan اَجِرْنَا، اِرْحَمْنَا، وَاغْفِرْ لَنَا gibi tabiratta, “biz” dedikleri vakit, Risale-i Nurun sadık şakirtlerini niyet etmek gerektir. Ta herbir şakirt umumun namına münacat edip çalışsın. Ve bu biçare ve az çalışabilen ve haddinden çok fazla hizmet ondan beklenen bu kardeşinize, o hüsn-ü zanları yanlış çıkarmamak için, geçen Ramazan gibi yardımınızı rica ediyorum.

– 169 –

Birden hatıra gelen bir meseledir.

Her şeyde, her musibette, hususan beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, Risale-i Kaderde beyan edildiği gibi, iki sebep var.

Biri: Zahiren esbaba bakan beşerdir.

Diğeri: Kader-i İlahidir.

Beşer, zahiri esbaba bakar; bazan yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder. İşte, bugünlerde elim bir endişeyle Risale-i Nur dairesine temas eden üç mesele, adalet-i kaderiye noktasında manevi suale cevaben ihtar edildi.

Birinci sual: Neden fedakar, yüksek bir şefkati taşıyan valide, bu zamanda, veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi, kader müsaade eyledi?

Gelen cevap şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarf etmeleridir ki, “Evladım şan ü şeref rütbesinde memuriyet kazansın” diye, bütün kuvvetleriyle, evlatlarını dünyaya, mekteplere sevk ediyorlar. Hatta, mütedeyyin de olsa, Kurani ilimlerin okunmasından çekip dünyayla bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkum etti.

İkinci sual: Risale-i Nurla münasebettar bazı zatlara acıdım. “Neden pederinin malından hakkı iki sülüs iken, o haktan kısmen mahrumiyete kader-i İlahi neden müsaade etti?”

Gelen cevap: Şu asırda, öyle acip bir aşılamakla, ebeveynine hürmet ve peder ve validesinin şefkatlerine mukabil, bila kayd ü şart kemal-i hürmet ve itaat lazım iken, ekseriyetle o hakiki hürmet ve itaat bozulduğundan, iki sülüs almaktan zulmen mahrum edildiler. Kader, bunların kusuruna binaen müsaade etti. Kızlar ise, gerçi başka cihetlerde kusurları çok, fakat zafiyetlerine binaen himayetkar ve şefkatkar ellere ziyade muhtaç bulunduklarından, hürmetlerini peder ve validelerine karşı ihtiyaçlarını hassasiyetle bir cihette ziyadeleştirdiklerinden, beşerin zalim eliyle, kardeşlerinin kısmen haklarını, muvakkaten onlara vermeye müsaade etti.

Üçüncü sual: Bazı mütedeyyin zatların, dünyadar haremleri yüzlerinden ziyade sıkıntı çekmeleri nedendir? Bu havalide bu nevi hadiseler çoktur.

Gelen cevap: O mütedeyyin zatlar, diyanetlerin muktezası böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti.

Mütebakisi, bir mübarek hanımın şuursuz müdahalesiyle geri kaldı.

– 170 –

Evvela: Bu mübarek Ramazan-ı Şerifteki dualar, ihlası bulmak şartıyla, inşaallah makbuldür. Fakat maatteessüf, ekseriyetçe Risale-i Nur şakirtlerinin nazarlarını dünyaya çevirmek ve huzur-u kalbi bozmak için, bazı taarruzlar yüzünden o ihlas, o huzur-u tam bir derece zedelenir. Merak etmeyiniz, herşeyi Cenab-ı Hakka havale edip öyle taarruzlara ehemmiyet vermeyin. atıfa da yazınız, merak etmesin ve müteessir olmasın. O da bir kaza-i ilahidir. İnşaallah, Sava Hafız Mehmedin hadisesi gibi, Risale-i Nurun lehine dönecektir.

Hem atıfın parlak hizmeti tevakkufa uğraması ve gerilemesi ve merhum Mehmed Zühtü Bedevinin, yüksek ve geniş hizmetinin perdelenmesini, düşünmesi beni ziyade mahzun ettiği hengamda, elime bir mektup verildi. O mektup, o endişemi izale etti. Risale-i Nur hizmetinde bir kapı kapansa, daha mühim kapılar açılır diye kaide, yine hükmünü icra etti ki, Sabri gibi Risale-i Nurun gayet büyük bir rüknünün büyük amcası ve Risale-i Nurun bir kahramanı olan Tahirinin eniştesi ve Risale-i Nurun saff-ı evvelinde ve şakirtlerinin başında bir zaman nazırlık vazifesini gören ve şimdiye kadar da Risale-i Nur hakkında kalbini bozmayan Büyük Hafız Zühtünün samimi kemal-i sadakat ve ihlası gösteren mektubuyla, ve Hulusi-i Salis Abdullah Çavuşun haşiyesinde tasdikle, bu eski ve yeni gayyur kardeşimiz Büyük Zühtü, resmiyete bakmayarak, Risale-i Nurun mühim vazifelerinden olan masumlara Kuran dersini vermekle gösterildi ki, merhum Zühtü Bedevi yerine, bu Büyük Zühtüyü yeni veriyor. Ve atıfın tevakkufu yerine, bu müdakkik ve muktedir ve hatip Büyük Hafız Zühtüyü faaliyete getirdi. Cenab-ı Hakka şükrediyoruz. Bugünden itibaren, Risale-i Nurun has şakirtleri içinde şirket-i maneviye-i Nuriyeden hissedar olmasını ve ismiyle duaya girdiğini selamımla beraber tebliğ ediniz.

– 171 –

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نَعْمَۤائِهِ

Risale-i Nurun silsile-i keramatından Mucizat-ı Ahmediye ve kerametli Yirmi Dokuzuncu Söz ve İşaratül-İcazın himayetkarane ve mucizane yeni bir kerametleri şudur ki:

Bu Ramazan-ı Şerifin başında doktorun ihbarıyla ve kuvvetli emarelerin delaletiyle ve birden hararet kırk dereceden geçmesiyle tebeyyün eden, zehirlemekten gelen şiddetli hastalık hengamında, kardeşimiz atıfın habbe gibi hadisesini, hariç valiler kubbe yaparak, buranın hem adliye, hem zabıta, hem vilayete şifrelerle Risale-i Nur aleyhine sevk edildiği aynı zamanda, iki saat evvel, Mucizat-ı Ahmediye İstanbuldan koşup imdada gelmiş. Masada iken, Yirmi Dokuzuncu Söz ve kerametli İşaratül-İcaz, Tosya kasabasından imdada gelmiş gibi, aynı vakitte yaldızlı ciltleriyle masa üzerinde dururken, onların müsadere endişesi ve elliden ziyade sair risalelerin de namazsız ellerin zaptına geçmek ihtimali ve şiddetli hastalığın konuşturmamak vaziyetiyle beraber, Risale-i Nurun o üç kerametli risaleleri, öyle harika bir himayet ve muhafazaya vesile ve o zehirlendirmeye panzehir ve tiryak oldu ki, bu hale muttali olan bizler, şimdi de hayretteyiz. Güya hiçbir hastalık yokmuş gibi, gayet kuvvetli, hem şiddetli tokatlar vurarak, o düşmanlık vaziyeti dostluğa çevrildi.

Hem adliyenin büyük memurları ve taharri komiserleri, şiddetli taharri ve müsadere için geldikleri halde, elliden ziyade kitaplardan hiçbirine el uzatmadan, yalnız o risalelerin kerametlerini kısmen dinleyerek onların manevi himayeti altında muhafaza edildi. Yalnız Müdafaat ve On Altıncı Mektup ve Ramazaniye Risalesini mütalaa etmek için biz verdik.

Üçüncü günde, daha şiddetli arama ve taharri etmek, zabıtanın siyasi komiseri bir taharri komiseriyle geldiği vakitten iki üç saat evvel, üç kerametli risalelerin kumandasında bütün risaleler, kendilerini ellere vermemek için ortada görünmediler. Bütün iki saat o taharri neticesinde, Ankaradan gelen bir Ramazan tebrikiyle, bir Ramazaniye Risalesini elde ettiler. Mütalaadan sonra iade etmek vaadiyle aldılar. Bütün bu halat, yüksekte duran Mucizatlı Kuran-ı Azimüşşanla beraber, icazlı Hizb-i Kuraninin nüshaları ve Hizb-i Nurinin risaleleri, bu harika vaziyeti gösterdiler.

Cenab-ı Hakka, onların hurufatı adedince ve şehr-i Ramazanın dakikalarının aşireleri sayısınca hamd ü sena ediyoruz. Elhamdü lillahi ala külli hal.

Hem hastalıktan gelen teessür ve atıfın hadisesiyle kalbime gelen teellüm ve onlara acımak ve Ispartaya sirayet etmek endişesinden neşet eden sıkıntı ve bu mübarek şehirde Risale-i Nurun سِرًّا تَنَوَّرَتْ perdesi altına girmesi ve üçüncü günde, o iki taharriden sonra, akşama kadar gelen ve gidenlerin mütemadiyen tarassut edilmesi ve Eminin hanesi de birşey bulunmadan taharri edilmesi cihetiyle ziyade muztarip ve müteellim iken, Cenab-ı Erhamürrahiminin rahmetiyle, şimdiye kadar devam eden inayet-i İlahiye himayeti ve rıza, teslim, tevekkül ve ihlasın verdikleri teselli, bütün o müziç şeyleri akim bıraktı. Kemal-i ferah ve istirahatle “Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler” deyip, kemal-i teslimiyetle müsterih olduk. Siz de öyle olunuz, fütur getirmeyiniz.

Umum kardeşlerimize birer birer selam ve dua ederiz.

Hastalık devam ediyor, fakat tahammül haricinde değil. O musibet de, Risale-i Nurun parlak neşriyatına tevakkuf vermemek içindi.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursi