"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Kastamonu Lahikası 1. Kısım

– 1 –

بِاسْمِ مَنْ ﴿ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ ﴾ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ رَسَۤائِلِ النُّورِ الْمَكْتُوبَةِ وَالْمَقْرُوئَةِ وَالْمُتَمَثِّلَةِ فِى الْهَوَۤاءِ اِلٰى يَوْمِ الْقِيَامِ، اٰمِينَ

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim ve hizmet-i Kuraniye ve imaniyede ihlaslı ve kuvvetli ve şanlı arkadaşlarım,

Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ve hamd ederim ki, İhtiyarlar Risalesindeki ümidimi ve Müdafaat Risalesindeki iddiamı sizinle tasdik ettirdi.

Evet, لِلّٰهِ الْحَمْدُ بِعَدَدِ الذَّرَّاتِ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ sizinle otuz bine mukabil gelen otuz Abdurrahmanı, belki yüz otuz, belki bin yüz otuz Abdurrahmanı Risaletün-Nura ihsan etti. Hem unutulmayan, her vakit yanımda bulunan kardeşlerim, Risale-i Nura sizin gibi pek ciddi sahip ve muhafız ve varis ve hakikatbin ve kıymetşinas zatların benim yerimde benden daha kuvvetli, ihlaslı olarak vazife-i Kuraniye ve imaniyede çalıştıklarını gördüğümden, kemal-i ferah ve sürur ve itminan ve istirahat-i kalble ecelimi ve mevtimi ve kabrimi karşılıyorum, bekliyorum.

Ben, sizi yazılarınızda ve hatırımdan çıkmayan hidematınızda günde müteaddit defalar görüyorum. Ve size olan iştiyakımı tatmin ediyorum. Siz de bu biçare kardeşinizi risalelerde görüp sohbet edebilirsiniz. Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekan mani olmaz; manevi radyo hükmünde biri şarkta, biri garpta, biri dünyada, biri berzahta olsa da rabıta-i Kuraniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.

Maşaallah, barekallah “Keramat-ı Aleviye”nin Risaletün-Nura imzasını bu zamanda tam tasdik ettiren keramat-ı kalem-i Alevi (Ali) ve Kurana çok kıymettar hizmeti ve Mucizat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) harika bir kerametini gözlere gösteren ve Kuranın altın bir anahtarı olan kalem-i Hüsrevi, değil yalnız bizleri, belki ruhanileri ve melekleri de sevindiriyorlar.

Bu defa, elmas kalemli Mübarekler tarafından bir sual var. Şimdilik cevap elimde değil. Eğer elime verilse, size gelir. Hergün hatırımda bulunan Rüştü, Refet, Süleyman, B. M. ve H. K. ve Abdullah ve sair isimlerini beyan etmediğim kıymettar kardeşlerimle hususi konuşmadığımdan gücenmesinler. Çünkü hizmetinizin azameti ve ehemmiyeti ve muarızların kuvveti ve şeytaneti nispetinde ihtiyata ve dikkate mecburuz.

Hafız Ali ile Hüsrevin birbirleriyle ciddi bir mahviyet içinde kardeşlik irtibatları, Risale-i İhlasın tam sırrına mazhar olduğunuzu bana ihsas etti, ümitlerimi fevkalade kuvvetlendirdi.

Ben daha ziyade yazacaktım, fakat şimdi birisi postahaneye gitmek üzere olduğu için acele ettiğinden kısa kestim.

Duanıza muhtaç

س. ع.

– 2 –

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kuraniyede kuvvetli, dirayetli arkadaşlarım,

Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı maneviye göre olur. Maddi ve ferdi ve fani şahsın mahiyeti nazara alınmamalı. Hususan benim gibi bir biçarenin kıymetinden bin derece ziyade ehemmiyet vermekle, bir batmanı kaldırmayan zaif omuzuna binler batman ağırlığı yüklense, altında ezilir.

Lillahilhamd, Risaletün-Nur, bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mucize-i Kuraniye olduğunu çok tecrübeler ve vakıalarla körlere de göstermiş. Ona ait medh ü senanız tam yerindedir; fakat bana verdiğinizden, binden birine de kendimi layık göremem. Yalnız, pek büyük bir nimete ve muvaffakiyete sizin gibi hakikatli talebelerin iştirak ve say ve gayretleriyle mazhariyetim noktasında, Risale-i Nur hesabına ebede kadar iftihar ederim.

Nur iskele memuru Sabri kardeş, Sabri, Süleyman ve Hüsrev üçünüz sohbetinde, benim de iki cihette, belki üç cihette iştirakim var.

Nur fabrikası nam sahibi Hafız Ali kardeş,

Fevkalade mektubun, ehemmiyetsiz şahsiyetim hariç kalmak şartıyla, bana harika göründü. Senin halis ve yüksek dirayetin terakkide olduğunu gösterdi. Bana, “İşte çok Abdurrahmanları taşıyan bir Ali” dedirdi.
Mustafalar, Küçük Ali, mübarek ve münevver kardeşler,

Mektubunuz Büyük Alinin mektubu gibi acip bir hakikati ifade eder. O hakikat, Risale-i Nur hakkında haktır. Fakat benim haddim değil ki, o hududa gireyim.

Evet, عُلَمَۤاءُ اُمَّتِى كَأَنْبِيَۤاءِ بَنِۤى اِسْرَۤائِيل ferman etmiş. Gavs-ı azam Şah-ı Geylani, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi hem şahsen, hem vazifeten büyük ve harika zatlar, bu hadisi, kıymettar irşadatlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan, hikmet-i Rabbaniye onlar gibi feridleri ve kudsi dahileri ümmetin imdadına göndermiş.

Şimdi ise, aynı vazifeye, fakat müşkilatlı ve dehşetli şerait içinde, bir şahs-ı manevi hükmünde bulunan Risaletün-Nuru ve sırr-ı tesanüdle bir ferd-i ferid manasında olan şakirtlerini bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koşturmuş. Bu sırra binaen, benim gibi bir neferin ağırlaşmış müşiriyet makamında ancak bir dümdarlık vazifesi var.

Refet kardeş,

Seninle hiç olmazsa her dört günde bir kere görüşmeye ihtiyaç ve iştiyakım varken, dört sene sonra hususi görüşebildik. Senin gibi hem kıymettar, tesirli diliyle ve kuvvetli, letafetli kalemiyle Risaletün-Nura çok ehemmiyetli hizmet edenler her vakit hatırımda manevi muhataplarım ve hayalen yanımda hazır arkadaşlarımdırlar. Risaletün-Nurun fevkalade tesirli intişarı nazar-ı dikkati celb etmesinden, şimdilik ziyade ihtiyat lazımdır. İktisat Risalesiyle Çocukların Taziyenamesi risaleleri gönderilse münasiptir.

Umum kardeşlerime, hususan haslarına birer birer selam ve dua ederim. Ve o mübarek ve kıymettar arkadaşlarımın hatırları için hem akrabalarını, hem karyelerini kendi akrabam ve karyem içine alıp öylece dua ederek manevi kazançlarıma teşrik ediyorum.

– 3 –

Aziz, sıddık, fedakar vefakar kardeşlerim,

Sizlerle muhabere edemediğimin sebebi, fevkalade bir dikkat ve tazyik ve tecrid altında bulunduğumdur. Halık-ı Rahimime hadsiz şükürler olsun ki, kuvvetli bir sabır ve tahammülü ihsan ederek suikasıtlarını akim bıraktı. Burada müfarakat zamanımın herbir ayı bir sene haps-i münferid hükmünde ezici olduğu halde, dualarınız berakatıyla, inayet-i İlahiye her günümü bir ay kadar mesudane bir ömre çevirdi. Benim istirahatim cihetinde merak etmeyiniz; rahmetin iltifatı devamdadır.

Sabri kardeş,

Sabırlı ol; ehemmiyetsiz ve zararsız olan vehmi ve asabi hastalığına ehemmiyet verme. Şifaya dua edilmekle beraber, zararsız, hatarsızdır. Çünkü, eğer hatarat, seyyie ise, nasıl ki ayinede temessül eden pislik, pis değil; ve ayinedeki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin ayinelerinde rızasız, ihtiyarsız gelen pis ve çirkin ve küfri hatıralar zarar vermezler. Çünkü ilm-i usulde tasavvur-u küfür, küfür değil; ve tahayyül-ü şetm, şetm olmaz. Hasene ise, nurani olduğundan, tasavvur ve tahayyülü dahi hasenedir. Çünkü ayinede nuraninin timsali ziya verir, hasiyeti var; kesifin misali ölüdür, hayatsızdır, tesiri yoktur. Eğer sair teellümat-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbani bir kamçıdır. Çünkü, emn ve yesin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz—bast haletleri celal ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.

Şamlı Tevfikin ihtiyatını takdir etmekle beraber, eski kıymettar hizmetlerinin onun defter-i amaline daimi bir surette yazı yazmaları için, o dahi daimi çalışması gerekti. Şükür yine, elmas kalemiyle vazifesine başlaması, ruhumu ümitler ve iştiyaklarla neşelendirdi, Barla hayatını hasretle hatırlattı.

Sabri kardeş,

İmamet vazifesinde Risaletün-Nura zarar yok; ruhsatla amel niyetiyle şimdilik çekilme.

Hüsrev kardeş,

Beşinci Şuanın kıymetini tam beyan ve takdirin beni çok mesrur etti. İkinci defa yaldızlı bir Kuranı yazdığın, beni fevkalade müferrah etti. Hem, benim için de yeni risaleleri mübarek kaleminle istinsah ettiğin, beni minnettarlık hissinden mesrurane ağlattı.

Rüştü ve Refetin sıhhatleri ve kemal-i sadakat ve sebatları hazin endişelerimi izale etti. Isparta talebeleri hatırları için, ben Ispartayı kendi karyem (Nurs) ile beraber duamda dahil ediyorum. Hatta emvatına, Nurs emvatı gibi dua ediyorum, hakiki vatanım ve memleketim nazarıyla o vilayete bakıyorum.

Makinesi kuvvetli Ali kardeş,

Sizlerin halisane ve ciddi faaliyetinizden, Risale-i Nura sizler gibi sarsılmaz çok talebeler zuhur ve devam ettiklerini ümit ederdim. Bildiğim Abdullah gibi ve bilmediğim umum kardeşlerime selamımı ve bütün manevi kazançlarıma onları teşrik ettiğimi tebliğ ediniz. Muhaberemde isimlerini yazmadığım ve hatırımda yazdığım kıymettar kardeşlerimle çok alakadarım.

Kardeşlerim, çok ihtiyat ediniz, münafıklar çoktur. Mümkün oldukça risalelerin buradan irsal edildiğini söylemeyiniz; ta Risale-i Nur hizmetine zarar gelmesin. Maatteessüf, ben burada bütün bütün yalnız kaldığım için, çok ehemmiyetli hakikatler yazılmadan, kaydedilmeden geldiler ve gittiler. Kuleönünün halis ve ciddi ve mübarek çalışkanlarına ve İslam köyünün sadık ve gayretli ve kesretli talebelerine ve Barlada vefadar ve kıymetli dostlarıma ve bilhassa Eğirdirde fedakar ve vefadar Hakkı ve Mehmed gibi kardeşlerime ve sair umum ihvanıma binler selam ve dualar.

Dualarınıza kuvvetli itimat eden ve çok muhtaç bulunan kardeşiniz

Said Nursi

– 4 –

Aziz, sıddık ve fedakar ve vefakar kardeşlerim ve hizmet-i Kuraniye ve imaniyede kuvvetli ve kıymetli ve çalışkan ve muktedir arkadaşlarım,

Bu dünyada benim için medar-ı teselli sizlersiniz ve hakkınızda büyük ümitlerimi doğru çıkardınız. Cenab-ı Hak sizden ebeden razı olsun. amin.

İrsalatınız ve bilhassa Onuncu Söz buraya o derece faide verdi ki, herbir sahifesine mukabil, elimden gelseydi, büyük bir hediye verirdim. Çoktan beri göremediğim için, ben hangisini okursam “En birinci budur” derdim. Ötekine bakardım, “Bu birincidir.” Daha öbürüsüne baktıkça hayret ederek kati kanaatim geldi ki, Risaletün-Nurun kitapları birbirine tercih edilmez. Herbirinin kendi makamında riyaseti var. Ve bu zamanı tenvir eden bir mucize-i maneviye-i Kuraniyedir.

Evet, bu asrın ehemmiyetli ve manevi ve ilmi bir mürşidi olan Risaletün-Nurun heyet-i mecmuası, sair şahsi büyük mürşidler gibi kendine muvafık ve hakikat-i ilmiyeye münasip olarak, birkaç nevide ve bilhassa hakaik-i imaniyenin izharında, intişarında azim kerametleri olduğu gibi, üç keramet-i zahiresi bulunan Mucizat-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve ayetül-Kübra gibi çok risaleleri dahi herbiri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emareler ve vakıalar bana kati bir kanaat vermiş. Hatta sekeratta bulunan talebelerine imanını kurtarmak için bir mürşid gibi yetiştiğine, müteaddit vakıalar şüphe bırakmıyor. “Bir saat tefekkür, bir sene ibadet-i nafile hükmünde…” Bir misali, Nurun Hizb-i Ekberidir diye müşahede ettim ve kanaat getirdim.

Sizlere Risaletün-Nurun Hizb-i Ekberini ve Kuranın Hizb-i azamını göndermek isterdim. Fakat Hizb-i azam çok uzun olduğundan daha yazdıramadım. Hizb-i Ekber ise, tercüme etmek istedim, şimdilik vazgeçtim. Sizin gibi kardeşlerin tercümeye muhtaç olmadığınızı düşünüp, yalnız Arabi suretini göndereceğim, inşaallah.

Sizlere evvelce ayetül-Kübranın Birinci Makamının hülasası namıyla gönderdiğim parça, o Hizbin esasıdır. İhtiyarsız, o esasa küçük fıkralar ve bazı kayıtlar ilave edildiği vakit, birden başka bir şekil aldı; inkişaf ve inbisat ederek ayetül-Kübranın misal-i müsağğarı gibi şehadet-i tevhidiyesi parladı; manaları ziyalandı, ruhuma, kalbime, fikrime büyük bir inşirah vermeye başladı. Ben de en yorgunluk ve usanç zamanımda onu mütefekkirane okudum, büyük zevk ve şevk hissettim.

– 5 –

Bir suale cevap olarak yazdığım bir fıkrayı, size de faidesi olur ihtimaliyle beyan ediyorum:

Evliya divanlarını ve ulemanın kitaplarını çok mütalaa eden bir kısım zatlar taraflarından soruldu: “Risaletün-Nurun verdiği zevk ve şevk ve iman ve izan onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?”

Elcevap: Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkan-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkanına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has müminlere ve fertlere hitap ederler; bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar.

Risaletün-Nur ise, Kuranın bir manevi mucizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak burhanlarla imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilaç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.

O divanlar derler ki: “Veli ol, gör; makamata çık, bak, nurları, feyizleri al.”

Risaletün-Nur ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör. Yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.”

Hem Risaletün-Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve halistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı manevi-i dalalet karşısında tek başıyla galibane mukabele eder.

Hem Risaletün-Nur, sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez; ve evliya misilli yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i alaya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.

– 6 –

Aziz, tam sıddık kardeşlerim,

Benim, bu dünyada medar-ı tesellim ve sürurum sizlersiniz. Eğer sizler olmasaydınız, bu dört sene azaba dayanamazdım. Sizin sebat ve metanetiniz, bana da kuvvetli bir sabır ve tahammülü verdi. Birden hatıra gelen dört nokta:

Birincisi: Kardeşlerim, bu zelzele benim itikadımda “şakk-ı kamer” gibi bir mucize-i Kurandır; en mütemerridi dahi tasdike mecbur eder bir vaziyete girdi.

İkincisi: Eski zamandan beri hiçbir cemaat, Risale-i Nurun şakirtleri kadar hak ve hakikat mesleğinde pek çok iş görmekle beraber, pek az zahmetle kurtulmamışlar. Bizim hizmetimizin ondan birini yapanlar, zahmetimizin on mislini çekmişler. Demek biz, daima “Şükür ve elhamdülillah” dedirten bir haldeyiz.

Üçüncüsü: Ben gönderilen risaleleri mütalaa ettim. Bir kısım hakikatleri mükerrer gördüm. Makam münasebetiyle tekrar edilmiş. Benim arzu ve belki ihtiyarım olmadan niçin böyle olmuş, kuvve-i hafızama gelen nisyandan sıkıldım. Birden, şiddetli bir ihtarla “On Dokuzuncu Sözün ahirine bak” denildi. Baktım, risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) mucize-i Kuraniyesinde tekraratının çok güzel hikmetleri, tam tefsiri olan Risaletün-Nurda tamamıyla tezahür etmiş. O tekrarat, o hikmetler için tam yerinde ve münasip ve lazım olmuş.

Hem Lütfü, hem Abdurrahman, hem Hafız Ali hükmünde Küçük Ali sizin namınıza da Yirmi Dokuzuncu Lema-i Arabiyenin tefsir ve tercümesini istemiş. Benim şimdi onunla meşgul olmaya ne vaktim var ve ne de halim müsaade eder. İnşaallah ileride Risaletün-Nurun başka bir şakirdi o vazifeyi yapacak.

Hem Yirminci Mektupla Otuz İkinci Söz bir derece o Lemayı izah ederler. Ali iki defa تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا sırrıyla, perde altında gizli parlamasına işareti, bizi ihtiyata sevk ve emreder.

Bir meseleye gayet kısacık bir remizle zekavetinize, fehminize havale ediyorum:

Sual: “Yerin korkudan titremesi ve hiddeti neden Rusa gelmiyor ve yalnız…?”

Cevap: Çünkü nesholup tahrif olmuş bir dine karşı dinsizlikle ihanet başka. Ve hak ve ebedi bir dine karşı ihanet ise, yeri titretiyor, kızdırıyor.

Mukaddeme-i haşriyenin makamatını istiyorsunuz. Şimdiki vaziyetim hiçbir vecihle müsaade etmediği gibi, haşre dair yazılan hakikatler, burhanlar umuma nispeten ihtiyaca tam kafi olduğundan, çabuk yazmasına manen icbar edilmiyorum. Bir parça tehir edildi ve tacil edilmedi. Hem ben burada kayıtlar altındayım, اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ وَالسُّرُورِ

– 7 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Aziz, sebatkar, fedakar, sıddık kardeşlerim,

Evvela: Gelecek bayramınızı tebrik ederim. وَالْفَجْرِ وَلَيَالٍ عَشْرٍ kasem-i Kuraniyle fevkalade kıymetleri tahakkuk eden o mübarek gecelerde ve seherlerde mübarek kardeşlerimin mübarek duaları hem bana, hem ehl-i imana çok bereketli ve nurlu olmasını rahmet-i Rahmandan niyaz ederim.

Saniyen: Size bir küçük sehvin büyük bir nükte-i gaybiyesiyle, karşı sahifedeki haşiyeyi, mevkilerinde yazmak için gönderdim.

Salisen: Hulusinin bir gailesi var diye hissediyorum. Merak etmesin, Risale-i Nurun şakirtlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himayet ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde şükürle, metanetle mukabele edilmek gerektir. Hem o, hem sizler bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz.

Rabian: Risaletün-Nur, kendi kendine Kuranın himayeti ve hıfz-ı Rabbani altında intişar ediyor. İmam-ı Ali iki defa sırren, sırren demesi işaret eder ki, perde altında daha ziyade feyiz ve nur verir. Sizin gibi kardeşlerim, zamanın sarsıntılı hadisatına karşı—şimdiye kadar gibi—yine tam mukavemet eder ümidindeyim. مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ düsturumuz olmalı.

– 8 –

Aziz kardeşlerim,

Bilmukabele bayramınızı tebrik ederim.

Sıhhatimi soruyorsunuz. Buranın çok şiddetli kışı ve odamın çok soğuğu ve üç hazin gurbetin tesiri ve üç asabi hastalığın sıkıntısı ve bütün bütün yalnızlıkla kabil-i tahammül olmayacak çok zahmetlere maruz olduğum halde, Halıkıma hadsiz şükrederim ki, her derdin en kudsi dermanı olan imanı ve iman-ı bilkaderden, kazaya rıza ilacını imdadıma gönderdi, tam sabır içinde şükrettirdi.

– 9 –

Aziz ve sıddık ve halis kardeşlerim,

Rabb-i Rahimime hadsiz şükür olsun ki, sizin gibileri Risaletün-Nura sahip ve naşir ve muhafız halk etmiş; benim gibi aciz bir biçarenin zaif omuzundaki ağır yükü çok hafifleştirmiş.

Kardeşlerim, bu defa üç mektubunuzda birden üç Hulusi, üç Sabri, üç Hakkı gibi kıymettar dokuz kardeşi gördüm. Hapiste, Abdurrahmanın pederi yerinde benim elbiselerimi yamalayan Hakkının, ciddi ve hakikatli uhuvvetini ve talebeliğini tahminimden daha ileri terakki ettiğini bildim, çok mesrur oldum.

Sabri kardeş,

Beni saran ve bağlayan ağır kayıtlara ehemmiyet vermiyorsun. Halbuki buradaki evhamlı ehl-i dünya benimle pek fazla meşgul ve alakadardırlar. Hatta… hatta… hatta… Her neyse…

Hem benim hakkımda, bin derece haddimden ziyade hüsn-ü zanla kıymet ve makam vermek, yalnız Risale-i Nur namına ve onun hizmeti ve Kuran elmaslarının dellallığı hesabına kabul olabilir. Yoksa, hiç ender hiç olan şahsım itibarıyla kabule hakkım yok. Parlak ve çalışkan kalemiyle hem Risaletün-Nurun, hem bizim hatıralarımızda çok ehemmiyetli mevki tutan ve yerleşen Hafız Tevfikin yazdığı ayetül-Kübra risalesini münasip gördüğünüz zamanda gönderirsiniz. Dokuz sene yazılarıyla mesrurane ünsiyet eden gözlerim, hasretle o yazıları görmek istiyor.

Kıymettar Hulusi ve Hakkı gibi kardeşlerim,

Hakkının dediği gibi, Sabrinin mektuplarını aynen onların yerine kabul olmuş; o cihette Hulusi ile muhabere kesilmemiş, devam ediyor. Hadsiz şükür ve hamd ü sena olsun ki, Risaletün-Nur gittikçe parlak, harikane fütuhat-ı imaniye yapar. Kendi kendine, inşaallah her görenin kalbinde yerleşir, muannidleri susturur. Bir hıfz-ı gaybi altında düşmanları şaşırtmış kör gözleri onu görmüyor. İzini bulamadığı halde, parlak faaliyetini müşahede ediyorlar. Bu vakit pek ziyade ihtiyat lazım.

– 10 –

Aziz, sıddık, kıymettar kardeşlerim ve hizmet-i Kuraniyede metin, ciddi, çalışkan arkadaşlarım,

Yeni bir medar-ı keramet ve inayet ve sürur olan mektubunuzu aldım. Ve Risaletün-Nura ait bir ikram ve inayet-i İlahiyeyi gösterdi. Şöyle ki:

Bundan dört beş gün evvel, şiddetli bir taharriyle menzilim teftiş edildi. Her tarafa baktıkları halde, hıfz-ı İlahiyle, bizi mahzun edecek birşey bulamadılar. Yalnız İktisat, Hastalar, İstiaze gibi altı yedi risaleyi zararsız buldular. Sonra da Hüsrevin ezan meselesi gibi müsadere kaidelerine tam muhalif olarak noksansız iade ettiler. Ben o hadiseden size endişe edip, dağdan dönerken Abdülmecid, Sabri, Hüsrev, Hafız Ali ile beraber konuşmak, “Acaba size de bir taarruz var mı?” diye sormak istedim. Ve lisanla bağırdım, geldim. Birden Emin kapıyı açtı, dördünüzün mübarek mektuplarınızı verdi. Her ikimiz bu ikram ve taharrideki keramet-i hıfziyeyi ve Hüsrevin hilaf-ı memul öyle bir istida, öyle bir netice vermesindeki inayet-i Rabbaniyeye aynı zamanda muvafık gördük ve “Risaletün-Nur her vakit inayete mazhardır” diye şükrettik.

Aziz kardeşlerim,

Fihrist bakiyesinin telifi size havale edilmişti. Taksimül-amal tarzında yapsanız iyi olur.

Maşaallah, barekallah, kalemlerinizin mükemmel çalışmaları devam etmekle beraber tezayüd etmeleri ve hususan Savda birden çoğalması…

Hacı Hafıza ve köyüne bin barekallah; bizi fevkalade mesrur etti. Ve Hüsrevin tevafuklu yazıları, hususan yaldızlı Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.) nüshası ve Büyük ve Küçük Alilerin risaleleri buralarda tatlı, hem çok fütuhatı var. İnşaallah o mübarek kalemlerin daha çok fütuhatı olacak ve göreceğiz.

– 11 –

Aziz kıymettar, sadık ve sebatkar kardeşlerim,

Fihristeyi, taksimül-amal tarzında mütesanid heyetinizin şahs-ı manevisine tevdiiniz çok güzeldir. Tam ve daimi bir üstad buldunuz. O manevi üstad, bu aciz kardeşinizden çok yüksektir; daha bana ihtiyaç bırakmıyor.

Sabri kardeş, senin rüyan mübarektir ve manidardır. İnşaallah zaman onu tabir edecek.

Kardeşlerim, sizin hatırınız ve askerliğiniz endişesi için hadisat-ı zamana baktım, kalbime böyle geldi:

Menfi esasata bina edilen ve Karun gibi اِنَّمَۤا اُوتِيتُهُ عَلٰى عِلْمٍ deyip, ihsan-ı Rabbani olduğunu bilmeyip şükretmeyen ve maddiyun fikriyle şirke düşen ve seyyiatı hasenatına galip gelen şu medeniyet-i Avrupaiye öyle bir semavi tokat yedi ki, yüzer senelik terakkisinin mahsulünü yaktı, tahrip edip yangına verdi.

Avrupa zalim hükumetleri zulümleriyle, Sevr Muahedesiyle alem-i İslama ve merkez-i Hilafete ettikleri ihanete mukabil öyle bir mağlubiyet tokadını yediler ki; dünyada dahi bir cehenneme girip çıkamıyorlar, azapta çırpınıyorlar.

Evet, bu mağlubiyet, aynen zelzele gibi, ihanetin cezasıdır. Burada çok zatlar katiyen hükmediyorlar ki, Risaletün-Nurun iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonu vilayetleri sair yerlere nispeten afat-ı semaviyeden mahfuz kaldıklarının sebebi, Risaletün-Nurun verdiği iman-ı tahkiki ve kuvvet-i itikadiyedir. Çünkü böyle afatlar, zaf-ı imandan neşet eden hataların neticesidir. Hadisçe, sadaka belayı def ettiği gibi, o kuvve-i imaniye dahi o afata karşı derecesiyle mukabele ediyor.

– 12 –

Aziz ve sıddık ve sadık ve fedakar ve vefadar kardeşlerim,

Sizin bu defaki manevi ve nurlu hediyeniz benim nazarımda Cennetül-Firdevsten bir desti ab-ı kevser hediyesi, alem-i bekadan bize gelmiş gibi ruhum inşirahla doldu; bütün duygularım sürurla şükrettiler. Size uzun bir mektup yazmak arzu ediyorum, fakat zaman ve halim müsaade ve muvafakat etmediğinden, kısa kesmeye mecbur oldum. Yalnız, o hediyelerin hususi sahiplerine maşaallah, barekallah, veffakakümullah, esadekümullah derim.

Bilhassa Yirmi Yedinci Mektubun medresesinde mütehassirane müştak bulunduğum kardeşlerimle maziye gidip tekrar görüştüm ve mükerreren ayrı ayrı görüşüyorum.

Otuz birinci ayetin birinci mukaddemesi olan وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضٰى cümlesi, bin beş yüz küsur olan makam-ı cifrisiyle, ehl-i dalalet tarafından aşılanan manevi hastalıkların kısm-ı azamı, Risaletün-Nurun Kurani ilaçlarıyla izale edilebilir diye işaret etmekle beraber; maatteessüf iki yüz sene kadar dünyanın ömrü baki kalmışsa, bir fırka-i dalle dahi devam edeceğine ima ediyor.

فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا cümlesi, mana-yı işarisinde, ikinci emarenin birinci noktasında sin harfi sad harfinin altında gizlenmesi ve sad görünmesinin iki sebebi var.

Birisi: Said, tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır; ta ki Risaletün-Nuru bulandırmasın, tesirini kırmasın.

İkincisi: Şimdiki bataklığa ve manevi tauna sukutun sebebi ise, terakki fikrinden neşet ettiği cihetle, onların hatalarını gösterip, suud ve terakki, Müslüman için ancak İslamiyette ve imanlı olmakta olduğuna işaret etmektir.

– 13 –

Kardeşlerim, bugünlerde biri Risaletün-Nur talebelerine, diğeri bana ait iki mesele ihtar edildi. Ehemmiyetine binaen yazıyorum.

BİRİNCİ MESELE: Birinci Şuada iki üç ayetin işaratında, Risaletün-Nurun sadık talebeleri imanla kabre gideceklerine ve ehl-i Cennet olacaklarına dair kudsi bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük meseleye ve çok kıymettar işarete tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim, çoktan beri muntazırdım. Lillahilhamd, iki emare birden kalbime geldi:

Birinci emare: İman-ı tahkiki ilmelyakinden hakkalyakine yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: “Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.” Bu nevi iman-ı tahkiki ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.”

Bu iman-ı tahkikinin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kamile ile keşif ve şuhud ile hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudidir.

İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhani ve Kurani bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakin derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakinle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir.

Bu ikinci yol, Risaletün-Nurun esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risaletün-Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler.

İkinci emare: Risaletün-Nurun sadık şakirtleri, hüsn-ü akıbetlerine ve iman-ı kamil kazanmalarına o derece kesretli ve makbul ve samimi dualar oluyor ki, o duaların içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkan veremiyor.

Ezcümle: Risaletün-Nurun bir hadimi ve birtek şakirdi, yirmi dört saatte, Risaletün-Nur talebelerinin hüsn-ü akıbetlerine ve saadet-i ebediyeye mazhar olmalarına yüz defa Risaletün-Nur talebelerine ettiği duaları içinde hiç olmazsa yirmi otuz defa selamet-i imanlarına ve hususi hüsn-ü akıbetlerine ve imanla kabre girmelerine, aynı duayı, en ziyade kabule medar olan şerait içinde ediyor.

Hem Risaletün-Nurun talebeleri bu zamanda her cihetten ziyade hücuma maruz olan iman hususunda, birbirine selamet-i iman hakkındaki samimi, masum lisanlarıyla dualarının yekunu öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet onun reddine müsaade etmezler. Faraza, mecmuu itibarıyla reddedilse, tek bir tane onların içinde kabul olunsa, yine her biri selamet-i imanla kabre gireceğine kafi geliyor. Çünkü herbir dua umuma bakar.

İKİNCİ MESELE: Yirmi sene evvel tab edilen Sünuhat Risalesinde, hakikatli bir rüyada, alem-i İslamın mukadderatını meşveret eden ruhani bir meclis tarafından bu asrın hesabına Eski Saidden sordukları suale karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik tezahür etmiştir. O zaman, o manevi meclis demiş ki: “Bu Alman mağlubiyetiyle neticelenen bu harpte Osmanlı Devletinin mağlubiyetinin hikmeti nedir?”

Cevaben Eski Said demiş ki: “Eğer galip olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla alem-i İslam, hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevaki-i mübarekeye, Anadoluda tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnayet-i İlahiyeyle onların muhafazası için kader mağlubiyetimize fetva verdi.”

Aynen bu cevaptan yirmi sene sonra, yine gecede, “Bitaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hindi de kurtararak, bizimle ittihada getirmek, siyaset-i alemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken, şüpheli, dağdağalı, faidesiz bir düşmana (İngiliz) taraftarlık göstermekle muzaaf bir surette ve zararlı bir yolu tercih etmek, böyle zeki, belki dahi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?” diye sual benden oldu.

Gelen cevap, manevi canipten geldi. Bana denildi ki: “Sen, yirmi sene evvel manevi suale verdiğin cevap, senin bu sualine aynı cevaptır. Yani, eğer galip tarafı iltizam edilseydi, yine mimsiz medeniyet namına galibane mümanaat görmeyecek bir tarzda, bu rejimi alem-i İslama, mevaki-i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslamın selameti için bu zahir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler.”

– 14 –

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,

Sizlerin bu bayram manevi hediyeniz, bayramımı öyle bir tebrik etti ki, binler kederim olsaydı silerdi. Bin barekallah! Böyle bir zamanda böyle ihlaslı sadakat, liveçhillah uhuvvet ve fisebilillah muavenet, ancak ali-himmet Sıddıkinlerde bulunur. Halık-ı Zülcelale hadsiz hamd ve şükür olsun ki, sizin gibileri, Kuran-ı Hakime hadim ve Risale-i Nura şakirt eylemiş.

Hüsrev kardeş,

Senin, umum kardeşlerin namına bayram tebriki hesabına, başta Kuranın baştaki çok şirin ve güzel cüzleri olarak Mektubatın kısm-ı azamını hediye etmekliğiniz, bin tebrik hükmünde oldu. Bin Barekallah!
Küçük Ali kardeşim,

Senin, büyük manevi hediyen beni cidden şaşırttı, çok mütehayyir etti. O mükemmel yazılar, Büyük Alinin, yoksa Küçük Alinin mi, bilemedim. Benim için yeniden dünyaya bir Abdurrahman, bir Lütfü gelmiş gibi, Büyük Hafız Alinin sisteminde bir kahraman yardımcı ve iki mübarek ve halis ve kıymettar Mustafaların elinde bir elmas kılıç, buranın fethinde benim gibi bir acizin muavenetine koşuyor gördüm. Maşaallah, büyük Hafız Alinin nurani ve büyük fabrikası Kuleönünü de içine almış gibi, aynı kalem, aynı tarz, aynı iktidar göstermişsin. Risale-i Nurun tam kametine yakışacak nakışlar, murassa elbise giydirmişsiniz.

– 15 –

Aziz , sıddık kardeşlerim,

Bayramınızı tebrik ve hizmetinizi takdir ve muvaffakiyetinize dua ederek Halık-ı Rahime hadsiz şükrederim ki, sizler gibi sebatkar ve fedakar kardeşleri Risaletün-Nura sahip ve naşir yapmış. Ben sizleri düşündükçe, ruhum inşirah ve kalbim ferahlarla dolar. Daha dünyadan gitmek benim için medar-ı teessüf olamaz. Sizler kaldıkça ben yaşıyorum diye, mevte, dostane bakıyorum, ecelimi telaşsız bekliyorum. Allah sizden ebeden razı olsun. amin, amin, amin.

– 16 –

Kardeşlerim,

Size latif bir hikaye:

Bir zaman, Barlada bir zat, ağaçtan bir kutuda, cevizli bir tatlı bana göndermişti. Mukabilini verdiğim o bir buçuk kilo lokmalardan hergün altışar tane ben kendim yerdim ve bazan o kadar ve daha ziyade başkalara teberrük olarak verirdim. Sıddık Süleyman bu hadiseyi belki tahattur eder. Bir aydan ziyade devam etti. Sonra, merhum Galip Beyle hesap ettik, onun beş altı misli bereket içinde olduğuna kanaatimiz geldi. Ben o vakit dedim: “Bu zatta ehemmiyetli bir bereket, bir ihlas var.”

Şimdi tahmin ve tahatttur ediyorum ki, o zat Hacı Hafız imiş. O acip bereketin şimdi sırrı çıkmış. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

Nur fabrikasının sahibi Hafız Alinin ve Mübareklerin köyleri ortasında, duada, Sav köyü mevki almış. Tam bir senedir ahya yüzünden emvat dahi hisse alıyorlar.

Risaletün-Nurun hizmetinde ekser şakirtleri birer nevi keramet ve ikram-ı İlahi hissettikleri gibi, bu aciz kardeşiniz çok muhtaç olduğu için, çok nevilerini ve çeşitlerini hissediyorum. Ve bu sıralarda bu havalideki şakirtler, yeminle itiraf ediyoruz ki, “Biz Nurun hizmetinde çalıştıkça hem mAyşetçe, hem istirahat-i kalbce bir genişlik, bir ferah zahir bir surette hissediyoruz.” Ben kendimce o kadar hissediyorum ki, nefis ve şeytanım dahi o bedahete karşı hayret ederek sustular.

Biliniz ki, bir seneden ziyadedir, ben duada, Risaletün-Nurun şakirtlerinin risalelerle alakadar olan ezvaç ve evlat ve valideynlerini dahi dahil ediyorum. Bunun bir sebebi, başta Sabri olarak, orada burada bazı zatlar, çoluk ve çocuklarıyla daireye girmeleridir.

Adalet-i İlahiye, İslamiyete ihanet eden mimsiz medeniyete öyle bir azab-ı manevi vermiş ki, bedeviliğin ve vahşiliğin derecesinden çok aşağıya düşürtmüş. Avrupanın ve İngilizin yüz sene ezvak-ı medeniyesini ve terakki ve tasallut ve hakimiyetin lezzetlerini hiçe indiren mütemadi korku ve dehşet ve telaş ve buhran yağdıran bombaları başlarına musallat etmiş.

İşte böyle bir zamanda en lüzumlu, en ehemmiyetli, en birinci vazife imanı kurtarmak olduğundan, bu zamana ve bu seneye bakan beşaret-i Kuraniye ve فَضْلاً كَبِيرًا فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُ ayetlerin müjdesi en büyük bir fütuhat suretinde Risaletün-Nurun manevi fütuhat-ı imaniyesini gösteriyor.

Evet, bir adamın imanı, ebedi ve dünya kadar bir mülk-ü bakinin anahtarı ve nurudur. Öyleyse, imanı tehlikeye maruz her adama, bütün küre-i arzın saltanatından daha faideli bir saltanat, bir fütuhat kazandıran Risaletün-Nur, elbette bu ayetlerin, bu asırda, bu beşaretlerinin kasti bir medar-ı nazarlarıdır.

Nur ve gül fabrikalarının hademe ve sahipleri, insanın başında iki göz gibidir; zahiren ikidir, fakat bir görürler. Ahvel (şaşı) gözlü, iki görür. Lillahilhamd bu iki cereyan-ı nurani kemal-i ittihaddadırlar.

– 17 –

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ دَقَائِقِ الْفِرَاقِ

Aziz, mübarek, sıddık, sadık, ruhum, canım kardeşlerim,

Sizin beni çok mesrur eden son mektubunuza Isparta yoluyla cevap vermediğimin sebebi, benim, Isparta merkeziyle olan münasebetime buraca çok dikkat edilmesidir. Hem, öteki yolda size gelinceye kadar Risaletün-Nurun müteaddit merkezlerinin istifadesidir.

Hüsrev kardeş, son mektubumda demişim: Hüsrevlerin valideleri sebebiyet verdiler ki, bir seneden ziyade bir vakitten beri bütün talebelerin peder ve valideleri duaya dahil olmuşlar. Sakın yanlış zannetmeyiniz. Senin validen gibi, on seneden beri Risaletün-Nurun has şakirtlerinin dairesinde bulunan orada çok ahiret hemşirelerim var. Onlar, yeniden başkalarının duaya dahil olmalarına sebep olmuşlar demektir.

Size Risaletün-Nurun kerametinin bu havalide zuhur eden çok tereşşuhatından bir iki hadise beyan ediyorum.

Birisi: Hatip Mehmed namında ciddi bir ihtiyar talebe, İhtiyarlar Risalesini yazıyordu. Ta On Birinci Ricanın ahirlerinde ve merhum Abdurrahmanın vefatının tam mukabilinde kalemi, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ yazıp ve lisanı dahi لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ diyerek hüsn-ü hatimenin hatemiyle sahife-i hayatını mühürleyip, Risaletün-Nur talebelerinin imanla kabre gireceklerine dair olan işari beşaret-i Kuraniyeyi vefatıyla imza etmiş. Rahmetullahi aleyhi rahmeten vasiaten.

İkincisi: Sizin telifiniz olan Fihristenin tashihinde, bir müstensihin noksan bıraktığı bir sahifeyi, Tahsine dedim: “Yaz” O da yazmaya başladı. Sim siyah bir mürekkepten ve temiz kalemle birden yazdığınız ikinci cilt fihristenin makbuliyetine hüccet olarak o siyah mürekkep güzel bir kırmızı suretini aldı. Ta yarım sahife kadar bu garip hadiseye taaccüp edip bakarken, o mürekkep simsiyaha döndü. Sahifenin öteki yarısı, aynı kalem, aynı hokka tam siyah yazıldı. Bir zaman Barlada, bağlardaki köşkte, Şamlı Mesud ve Süleymanın müşahedesiyle aynı hadiseyi başka şekilde gördük. Şöyle ki:

Ben, sevmediğim için siyah bir mürekkebi kısmen döktüm. Birden, mütebakisi, çok beğendiğim güzel bir kırmızıya tahavvül etti. Risaletün-Nurun katiplerini şevklendirdi. Gözümüze silsile-i kerametin bir ucunu ve bir tereşşuhunu gösterdi.

– 18 –

ahiret kardeşlerime mühim bir ihtar

İki maddedir.

Birincisi: Risale-i Nura intisap eden zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, “Risale-i Nur talebesi” ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevi kazançlarımda hissedar olmakla beraber, benim gibi dua eden kıymettar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.

Hem, dört vecihle dört nevi ibadet-i makbule hükmünde bulunan kitabetinde, hem imanını kuvvetlendirmek, hem başkalarının imanlarını tehlikeden kurtarmasına çalışmak, hem hadisin hükmüyle, bir saat tefekkür bazan bir sene kadar bir ibadet hükmüne geçen tefekkür-ü imaniyi elde etmek ve ettirmek, hem hüsn-ü hattı olmayan ve vaziyeti çok ağır bulunan Üstadına yardım etmekle hasenatına iştirak etmek gibi çok faideleri elde edebilir. Ben kasemle temin ederim ki, bir küçük risaleyi kendine bilerek yazan adam, bana büyük bir hediye hükmüne geçer; belki herbir sahifesi bir okka şeker kadar beni memnun eder.

İkinci madde: Maatteessüf, Risale-i Nurun, imansız ve emansız cin ve insi düşmanları onun çelik gibi metin kalelerine ve elmas kılıç gibi kuvvetli hüccetlerine mukabele edemediklerinden çok gizli desiseler ve hafi vasıtalarla, haberleri olmadan yazanların şevklerini kırmak ve fütur vermek ve yazıdan vazgeçirmek cihetinde şeytancasına hücum edip darbe vuruyorlar. Hususan burada ihtiyaç pek çok ve yazıcılar çok az ve düşmanlar çok dikkatli, kısmen talebeler mukavemetsiz olduğundan, bu memleketi o Nurlardan bir derece mahrum ediyor.

Benimle hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam hangi risaleyi açsa, benimle değil, hadim-i Kuran olan Üstadıyla görüşür ve hakaik-i imaniyeden zevkle bir ders alabilir.

– 19 –

Manevi bir ihtarla bir iki ince meseleyi size yazıyorum.

BİRİNCİSİ

Geçen Ramazan-ı Şerifte, Ehl-i Sünnetin selamet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik aşikare kabulleri görünmemesine hususi iki sebep ihtar edildi.

Birincisi: Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslamın fevkalade safderunluğu ve dehşetli canileri de alicenabane affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevi ve maddi hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüp eden musibet-i ammenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; “Biz buna müstehakız” derler.

Evet, elması bildiği (ahiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i katiye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şeriye var. Yoksa, küçük bir ihtiyaçla veya hevesle veya tamah ve hafif bir korkuyla tercih edilse, eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokata müstehak eder.

Hem alicenabane affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afüvkarane bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur.

İkinci sebep: Yazmaya izin olmadığından yazılmadı.

İKİNCİ MESELE

Kardeşlerim, Eskişehir hapishanesinde, ahirzamanın hadisatı hakkında gelen rivayetlerin tevilleri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim ve ehl-i iman onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım. Bir iki sahife yazdım; perde kapandı, geri kaldı.

Bu beş senede, beş-altı defa aynı meseleye müteveccih olup muvaffak olamıyordum. Yalnız o meselenin teferruatından bana ait bir hadiseyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:

Hürriyetin bidayetinde, Risale-i Nurdan çok evvel, kuvvetli bir ümit ve itikatla, ehl-i imanın meyusiyetlerini izale için, “İstikbalde bir ışık var; bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordum. Hatta, Hürriyetten evvel de talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayatımda merhum Abdurrahmanın yazdığı gibi, Sünuhat misillu risalelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum” diye, dehşetli hadisata karşı o ümitle dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset aleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslamiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Halbuki, hadisat-ı alem beni o gaybi ihbarda ve beşarette bir derece tekzip edip ümidimi kırardı.

Birden bir ihtar-ı gaybiyle kati kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki:

“Ciddi bir alakayla senin eskiden beri tekrar ettiğin Bir ışık var, bir nur göreceğiz diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle, alem-i İslam hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nurdur. Bu ışıktır, seni şiddetle alakadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül ve tahmininle geniş dairede, belki siyaset aleminde gelecek mesudane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.

“Evet, otuz sene evvel bir hiss-i kablelvukuyla hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir perdeyle siyah bir yere bakılsa karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.”

– 20 –

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ عُمْرِكُمْ فِى الدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةِ، اٰمِينَ

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kuraniyede muktedir, kuvvetli arkadaşlarım,

Bu defa memulüm fevkindeki kaleminizle manevi hediyeniz ispat etti ki, ihtiyar, zaif, aciz bir Said yerine genç, kavi, iktidarlı çok Saidler sizlerde vardır. Aynı ruh, aynı ifade, aynı iman… Hadsiz şükür ve sena olsun ki; Rabb-i Rahim sizleri Risale-i Nura hami, naşir, sahip, şakirt eylemiş. Bizlere pek çok ağır müşkilat içinde kudsi hizmete muvaffakıyet ihsan etmiş. Zaman ve zemin, sizlerle çok müştak olduğum uzun konuşmayı hoş görmediği için, kısa kesip ruh u canımla herbirinize binler selam. Maşaallah, barekallah derim.

Bu mübarek şuhur-u selasede duanıza çok muhtaç kardeşiniz

Said Nursi

– 21 –

Ahirzamandan haber veren mühim bir hadis لاَتَزَالُ طَۤائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتّٰى يَاْتِىَ اللهُ بِاَمْرِهِ
Ramazan-ı Şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadis-i şerif hatırıma geldi. Belki, Risale-i Nur şakirtlerinin taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi.

لاَتَزَالُ طَۤائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى —şedde sayılır, tenvin sayılmaz—fıkrasının makam-ı cifrisi bin beş yüz kırk iki (1542) ederek nihayet devamına ima eder.

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ

ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ—şedde sayılır—fıkrası dahi, makam-ı cifrisi 1506 edip, bu tarihe kadar zahir ve aşikarane, belki galibane, sonra ta kırk iki (42)ye kadar gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın ima eder. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ

حَتّٰى يَاْتِىَ اللهُ بِاَمْرِهِ 6—şedde sayılır—fıkrası dahi, makam-ı cifrisi 1545 olup kafirin başında kıyamet kopmasına ima eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ Ca-yı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bilittifak bin beş yüz tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına manidar, makul ve hikmetli bir surette bin beş yüz altı (1506)dan ta 42ye, ta 45e kadar üç inkılab-ı azimin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır.

Bu imalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kati tarzda kimse bilmez; fakat, böyle imalarla bir nevi kanaat, bir galip ihtimal gelebilir. Fatihada صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ ashabının taife-i kübrasını tarif eden اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ fıkrası, şeddesiz bin beş yüz altı (1506) veya yedi (7) ederek, tam tamına ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ fıkrasının makamına tevafuku ve manasına tetabuku ve şedde sayılsa لاَتَزَالُ طَۤائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى fıkrasına üç manidar farkla tam muvafakatı ve manen mutabakatı, bu hadisin imasını teyid edip remiz derecesine çıkarıyor. Ve müteaddit ayat-ı Kuraniyede صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ kelimesi, bir mana-yı remziyle Risaletün-Nura manaca ve cifirce ima etmesi remze yakın bir ima ile, Risaletün-Nur şakirtlerinin taifesi, ahirzamanda o taife-i kübra-i azamın ahirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işaret eder diye defaten birden ihtar edildi. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ

– 22 –

Aziz kardeşlerim,

Bu saatte ben Kuran okurken, Risale-i Nurla ziyade alakadar olan Sure-i İbrahimde bir ayet beni meşgul ederken, Emin, size göndereceği mektubu getirdi ve dar vaktimizde bu geniş ayetin denizinden ancak bir katrecik bu parçaya girebildi. Birkaç dakika zarfında yazdık, vakit bulamadık, kusura bakmayınız.

– 23 –

بِاسْمِ مَنْ ﴿ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ ﴾ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ

Aziz, sıddık, vefadar, sebatkar kardeşlerim,

Cenab-ı Hakka yüz binler şükür ve hamd olsun. Sizin gibi sadık, ciddi, faal zatları Risale-i Nurun etrafında toplayıp bağlamış; iman ve Kuran hizmetinde kuvvetli ve nurlu kalemlerini çalıştırtıyor.

Kardeşlerim, bu defa irsalatınız o kadar beni memnun ve minnettar etti ki, herbir sahifesi bir kıymettar hediye ve güzel bir mektup hükmünde göründü, hüzünlerimi, gamlarımı izale edip ve kalbimi sürur ve sevinçle doldurdu. Cenab-ı Erhamürrahimin onların hurufları adedince size rahmet etsin ve sizden razı olsun.

Hafız Ali kardeşim,

Bir zaman Barlada Cuma gecesinde dua ederken, senin “amin” sesini iki defa sarihan işittim. Arkama baktım, dedim: “Hafız Ali ne vakit gelmiş?”

Dediler: “O burada yoktur.”
Ben şimdi o vakıadan diyebilirim ki, üç dört saat mesafeden duama aminini işittirmesi, otuz günlük mesafeden buradaki zaif davet ve duama kuvvetli ve tesirli bir amin hükmünde olan yazıların imdadıma yetişmesi çok manidar bir tevafuktur.

Sıddık Sabri,

Senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman bir hiss-i kablelvuku ile kalbime geldi: Bu zat mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın. Allah senden ebeden razı olsun.

Abdülmecide, Beşinci Şuayı haber vermiştim, cevap gelmedi. Belki ihtiyaten sükut ettiler, göndermedim. Siz, evvelce muhabere ediniz, sonra gönderebilirsiniz. Eğer Hastalar Risalesini bana gönderirseniz, İhtiyarlar Risalesi de beraber olsa daha iyi olur. Mektubunuzda selam gönderen vefadar kardeşlerime binler selam.

Bugünlerde manevi bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size bir kısa hülasasını beyan edeyim. Biri dedi:

Risale-i Nurun iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve külli techizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kafi iken, neden bu derecede hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?

Ona cevaben dediler:

Risale-i Nur, yalnız bir cüzi tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki külli bir tahribatı ve İslamiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit aletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumi ve efkar-ı ammeyi ve umumun, bahusus avam-ı mümininin istinadgahları olan İslami esaslar ve cereyanlar ve şeairler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi Kuranın icazıyla o geniş yaralarını, Kuranın ve imanın ilaçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.

Elbette böyle külli ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakkalyakin derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerrep ilaçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki, bu zamanda, Kuran-ı Mucizül-Beyanın icaz-ı manevisinden çıkan Risale-i Nur, o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır, diyerek uzun bir mükaleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum.

Bu hadise münasebetiyle yine bugünlerde hatırıma gelen bir vakıayı beyan ediyorum.

Ben, namaz tesbihatının ahirinde otuz üç defa kelime-i tevhidi zikrederken, birden kalbime geldi ki: hadiste, “Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibadet hükmüne geçer.” Risale-i Nurda o saat var; çalış, o saati bul, ihtar edildi. adeta ihtiyarsız bir surette, Kuranın ayetül-kübrasının iki tefsiri olan iki ayet-i Kübra risalelerinden mülahhas tefekküri bir tekellüm, tam bir saat devam etti. Baktım, size gönderdiğim ayetül-Kübra risalesinin Birinci Makamın hülasasından müntehap güzel bir sırrını hülasa ile, Yirmi Dokuzuncu Lema-i Arabiyeden müstahreç nurlu, tatlı fıkralardan terekküp ediyor.

Ben, kemal-i lezzetle, her gün tefekkürle okumaya başladım. Birkaç gün sonra hatırıma geldi ki: Madem Risale-i Nur bu zamanın bir mürşididir, talebelerine bir vird-i ekber olabilir diye kaleme aldım. Ve bütün risalelerin hususi menbaları, madenleri olan binden ziyade ayat-ı Kuraniyeyi, kendi Kuranımda, evvelce işaretler koyup bir Hizb-i azam-ı Kurani yapmak niyet etmiştim. Şimdi bu Hizb-i azam ve bu Vird-i Ekber, Risale-i Nur mensuplarına bazı eyyam-ı mübarekede okunması için bir zaman size de göndermek hakkınız var. İnşaallah bir zaman sonra size gönderilecek. Bazı kelimelerini tercüme ve bir kısım kayıtlarını tefhim için vakit bulsam, gayet kısa haşiye gibi birşeyi yazacağım.

Umum kardeşlerime ve hizmet-i Kuraniyede bütün arkadaşlarıma hasret ve iştiyakla binler selam.

Dualarınıza muhtaç

Said Nursi

– 24 –

Aziz kardeşlerim,

Sizlere hergün birer uzun mektup yazmak hakkınız varken, maatteessüf üç seneden beri size göndermek için yazdığım bir mektup şimdiye kadar bekliyor, eski sakomun cebinde duruyor. Demek Risale-i Nur, ehl-i dünya dinsizlerine çok dehşet vermiş ki, dünyalarına karışmadığım halde bu tazyikatı yapıyorlar. Her neyse… Hiç unutamadığım sebatkar, ciddi kardeşlerime, hususan ikinci vatanım Barladaki vefadar sıddıklara pek çok selam ve dua ederim. Binler hasret ve iştiyakla sizleri düşünen ve her yirmi dört saatte belki yüz defa duayla tahattur eden ve duanıza muhtaç olan,

Said Nursi

– 25 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ

Ey fedakar kardeşlerim,

Sizinle dört beş kelime konuşacağım.

Birincisi: Bu defaki mektuplarınızın verdiği şevk ve sürurla derim ki: Ben, hizmet-i Kuraniyedeki tam sadakat ve gayret ve sebat ve metanetinizi gördükten sonra tam bir istirahat-i kalble mevti ve eceli kabul eder, arkamda siz varsınız yeter diyerek dünyadan sürurla vedaya hazırım.

İkincisi: Burada, ayetül-Kübranın birinci tebyizi, aynen bir sene sonra, oradaki birinci tebyizi gibi, ayetül-Kübranın namına tevafuku var. İki tevafukun tetabuku tesadüfe havalesi imkansız bir keyfiyet olmakla, kalemi zülfikar-misal zatın kalemiyle, otuz üç kelime-i tevhidin tevafukundaki gaybi imzayı cidden tenvir ve tasdik eder.

Dördüncüsü: Ben, üç senedir burada herşeyden tecrit edildim. Tahammülsüz tazyik altında bulunduğumdan, sizinle muhabere edemedim. Burada emsalsiz bir evham hükmediyor. Mümkün olduğu kadar, “Eşratüs-Saat” buradan gönderildiğini demeyiniz; belki “Onun bir eseridir, başka yerden elimize geçmiş” deyiniz.

– 26 –

بِاسْمِ مَنْ ﴿ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ ﴾ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُه

Aziz ve vefadar ve fedakar, sadık kardeşlerim,

Bu defa çok kıymettar ve fevkalmemul manevi hediyenizden küçücük üç dört mesele hatıra geldi.

Birincisi: Üçüncü keramet-i Aleviyede, “Risalelerde yalnız iki zeyil vardır” demesi, risale şekline girmiş olan zeyillere zeyil diyor. Sair zeyiller ise; hatimeler, ilaveler, haşiyeler hükmünde görmüştür.

İkincisi: İki ayetül-Kübranın vird-i ekberinde hatırıma gelmediği halde, ehemmiyetli kısımlarını Yirminci Mektupla Otuz İkinci Söz, bana ihtiyaç bırakmayacak derecede beyan ve tercüme ettiklerinden, niyet ve vaad ettiğim halde tercümesinde istihdam edilmedim.

Üçüncüsü: Risale-i Nurun benden ayrılması ve ben de daire-i tenviriyesinden uzak düştüğümden, bu havali ve Eskişehir gibi sair yerleri de onun ehemmiyetli ve lüzumlu bir kısım hakikatlerinden hissedar etmek için, inayet-i İlahiye, yeni yazılıyor gibi tekrarla o kısım hakikatlerin, fakat letafetli başka tarzlarda izah edilmelerinde, adeta ihtiyarım olmadan beni istimal ettiğini bildim, çok şükrettim.

Bu defa hediyelerinize mukabil, elimden gelseydi yalnız maddi fiyatına göre herbir risaleye on lira ve Yirmi Beşinci Söze, yirmi beş altın, belki elmas ve Yirmi Dokuzuncu Söze, yirmi dokuz yakut verirdim. Öyleyse, verilmiş gibi kabul ediniz.

Evet, tevafukta muvaffakiyetli olan “kalem-i ulvi” keramet-i Aleviyeye göze görünür güzel bir delil göstermiş. Yüz bin maşaallah! Hüsrevin çok şirin ve fevkalade yazdığı Hastalar Leması ile Esma-i Sitte Leması, benim nazarımda elmasla yaldızlı yazılan ve onlar kadar uzun iki mektub-u sadakat-medar hükmünde bana göründü, Risale-i Nura çok ehemmiyetli hizmetlerini gözyaşıyla hatırlattı. Ve Firdevsi hediyenizdeki risalelerin harfleri adedince, Cenab-ı Erhamürahimin sizlere rahmet, bereket, saadet ihsan eylesin. amin.

Yorulmaz, usanmaz, ciddi, samimi Hafız Ali kardeş,

Tevafukta, muvaffakiyetli kaleminle yazılan İcaz-ı Kuranın ahirinde senin hakkında اَللّٰهُمَّ وَفِّقْهُ فِى خِدْمَةِ الْقُرْاٰنِ وَاْلاِيمَانِ olan dua bu defa şüphem kalmadı ki, tam kabul olmuş.

Umum kardeşlere birer birer selam.

Said Nursi

– 27 –

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ رَسَۤائِلِ النُّورِ وَمَعَانِيهَا الْمُتَمَثِّلَةِ فِى الْهَوَۤاءِ وَفِى اْلاَفْهَامِ اِلٰى يَوْمِ الْقِيَامِ

Aziz, sıddık ve sadık kardeşlerim,

Bu defa pek çok alakadar olduğum zatların dört adet mektupları beni o kadar mesrur etti ve Risale-i Nur hesabına o kadar memnun eyledi ki, güya yeniden o kahraman arkadaşları buldum diye sürur yaşları çok hüzünlerimi sildi.

Evet, dört mektuba dört cevap yazmak isterim ve hakkınızdır; fakat samimi ittihadınıza binaen bir ile iktifa edildi. Ayrı ayrı beş altı küçük meseleleri beyan ediyorum.

Birincisi: Eskiden beri, “İman kurtarmak zamanıdır” dediğimiz ve ihtiyarım olmadan tekrarla erkan-ı imaniyeye dair burhanlardan tahşidat-ı azimeyi yaptığımız çok haklı ve lüzumlu olduğunu zaman gösterdi. Size, bir ay evvel manevi bir muhaverede Risale-i Nurun azim tahşidatına dair gayptan gelen bir cevabı yazmıştım. Bazı zatlar o fıkrayı ayetül-Kübra Risalesinin ahirine ilhak ettiler.

İkincisi: Şamlı Tevfik kardeş, senin mektubun beni derinden derine hem müteessir, hem müferrah eyledi. Sende bir hayırlı tahavvülat bulunduğunu ihsas etti.

Merhum Hafız Ahmedin akrabasına benim tarafımdan taziyeyle beraber de ki: Bir iki ay evvel birden bire dua ederken, en has akraba ve en halis talebelerin dairesine Hafız Ahmed girdi, “Benim de bu dairede hakkım var” dedi gibi hissettim. Onu o has daire içinde her vakit manevi kazançlarıma hissedar olmak için bıraktım ve öyle de kalacak inşaallah. Ve anladım ki, ikiniz bidayeten, beraber Risale-i Nura hizmetiniz içindir.

Barlada bütün dostlara selam.

Üçüncüsü: Sabri kardeş, kıymettar Hulusinin mektubu hem Hulusinin, hem Beşinci Şuanın ehemmiyetini ve kıymetlerini gösterdiğinden çok beğendim. Evet, Beşinci Şua, umumun ve bilhassa ehl-i ilmin imanlarını tashih edip kurtarıyor.

Hem sen, hem Hüsrev, Halil İbrahimden bahsediyorsunuz. O zat, Risale-i Nurun ehemmiyetli bir talebesi ve iktidarlı bir naşiridir, hem haslardandır. Sabık hadisemizden tam bir ihtiyat ve ciddi bir alakadarlık dersini aldığı kanaatindeyim. Selamımı ona ve rüfekasına tebliğ ediniz.

Dördüncüsü: Hüsrev kardeş, senin mektubun benim meraklarıma (Hasan, Mustafalar gibi) bir şifa ve arzularıma bir deva (Mucizat-ı Ahmediye gibi) ve ümitlerime bir ziya (Refet, Konyalı Sabri gibi) hükmüne geçti.

Hem, Risale-i Nurun muhterem bir talebesi ve has dairesinde bulunan ahiret hemşirem validenizin hastalığı ve ihtiyarlığı seni Ispartaya celbi, hayırdır. Elbette sen ona, Hastalar ve İhtiyarlar risalelerini okumuşsun. O risaleler, benim bedelime onun keyfini sorup teselli versinler.

Ben, oradaki talebeleri ve dostları duayla çok tahattur ediyorum. Onları unutamıyorum.

Umum kardeşlerime birer birer selam ve dua ediyorum.

Said Nursi

– 28 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حَاصِلِ ضَرْبِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ رَمَضَانَ فِى حُرُوفِ مَا كَتَبْتُمْ مِنَ الرَّسَۤائِلِ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hem mübarek Ramazanınızı, hem inşaallah hakkınızda bin ay kadar meyvedar leyle-i Kadrinizi, hem saadetli bayramınızı, hem çok kıymettar hizmetinizi bütün ruhumla tebrik ve tesid ederim.

Kardeşlerim, bu defa kudsi kalemle hediyeleriniz o kadar beni minnettar ve mesrur etti ki, güya dünyayı ışıklandıracak bir Nur fabrikası ve mazi ve istikbali rayiha-i tayyibesiyle muattar edecek bir gül fabrikası semadan bizim imdadımıza gönderilmiş ve benim arkamda kuvvetüz-zahr olarak duruyor ve mütemadiyen çalışıyorlar diye mesrur oluyorum. Yüz binler Elhamdülillah!

Sabri kardeş, senin fasılalı iki mektubun, hizmetinin makbuliyetine iki şahid-i gaybi gösterdi. Senin tabirinle Nur fabrikasına ben de “Elfü elfi maşaallah, barekallah, veffekakellah” derim. Sen ile Sıddık Süleyman, benim nazarımda ve fikrimde ve duamda daima beraber bulunduğunuzdan, seninle konuştuğum vakit, omuz omuza ikinizi beraber görüyorum. Masum ve mübarek çocuklarınız duadan hissedardırlar.

Hafız Ali kardeş, senin mektubundaki tevazuun ve ihlasın ve Hüsreve ait medhin ve Risale-i Nur talebeleri birtek vücut hükmündeki kanaatin, senin hakkında büyük bir ümidimi ve hüsn-ü zannımı tam kuvvetlendirdi. Risale-i Nurun iki Lütfüleri ve Mustafaları ve Hafız Alileri, Küçük Sabri olan Nureddin ile beraber has talebeler dairesinde, Ramazan feyzine, manevi kazançlara inşaallah hissedar kabul edildi. Herbir sahifelerini birer kıymettar hediye hükmünde olan nüshaların yüzünden, ben sana çok, hem pek çok borçlu kaldım.

Hüsrev kardeş, kasem ederim, benim elimden gelseydi, yalnız bu defa altın yaldızla yazdığın Mucizat-ı Ahmediyeye mukabil herbir sahifesine, yalnız maddi bir ücret olarak birer altın hediye edecektim. Hakikaten ebedi bir gül fabrikasına katip tayin edildiğinize kanaatim katiyet kesb etti. Rabb-i Rahime hadsiz hamd ü sena olsun. Tasavvurumda Hüsrev, Rüştü birtek isim gibi olmuş. İkinizi, Risale-i Nura ait herşeyde beraber biliyorum ve buluyorum.

Size اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا ayetine ait ve birden hatıra gelen ve Sabrinin iki mektubunun daha gelmeden manevi tesiriyle yazılan bir tetimmeyi gönderdim. Bir derece mahremdir, has ve eminlere mahsustur. Şamlı Tevfik, ayetül-Kübra Şuaını, Hafız Alinin otuz üç لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ ile tevafuklu tarzda bana yazsa iyi olur. Kardeşlerime birer birer selam.

Duanıza muhtaç

Said Nursi

– 29 –

Aziz kardeşlerim,

Temadi eden tahribat-ı maneviye karşısında, lillahilhamd, gittikçe Risale-i Nurun mucizane mukavemeti ve satveti ve kıymeti tezayüt ediyor. Dalaletin temel taşı ve nokta-i istinadı olan tabiat tağutunu dağıtıp, Kuran elinde bir elmas kılıç olarak her tarafta nurları saçar, zulümatı dağıtır. Fakat dalaletlerin envaı çoktur. O nispette risalelerin dahi ayrı ayrı meziyetleri, ehemmiyetleri var. Eğer kolay ise, Tabiat Lemasını da bize gönderiniz.

– 30 –

Eminle Feyzinin sordukları bir suale Üstaddan aldıkları cevap

Sual: Bize verdiğiniz cevapta diyorsunuz: Siyasi geniş daireleri merakla takip eden, küçük daireler içindeki vazifelerinde zarar eder. Bunun izahını istiyoruz.

Elcevap: Üstadımız diyor ki:

Evet, bu zamanda merakla radyo vasıtasıyla ciddi alakadarane küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddi ve manevi pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır, manevi bir divane olur; ya kalbini dağıtır, manevi bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır, manevi bir ecnebi olur.

Evet, ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir merakla mütedeyyin iken ami bir adam, beride ilme mensubiyeti varken, eskiden beri İslam düşmanı olan bir kafirin mağlubiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve al-i Beytten seyyidler cemaatinin bir kafire karşı mağlubiyetinden mesruriyetini gördüm. Böyle ami bir adamın alakası, bir geniş daire-i siyaset hatırı için böyle kafir bir düşmanı, mücahit bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acip bir misali değil midir?

Evet, harici siyaset memurları ve erkan-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesaili, basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslamiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merakla, onlara göre malayani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.

Evet, herbir adam vatanıyla, milletle, hükumetle alakadardır. Fakat bu alakadarlık, muvakkat cereyanlara kapılıp millet ve vatanı ve hükumetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tabi etmek, belki aynını telakki etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye, ve hakeza, çok dairelerden hakiki vazifedar olduğu hizmet ve alaka ve merak on, yirmi, belki yüzdür. Bu ciddi ve lüzumlu bu kadar alakaların zararına olarak, o birtek lüzumsuz ve ona göre malayani olan siyaset cereyanlarına feda etmek divanelik değil de nedir?

Üstadımızın bize gayet aceleyle verdiği cevabı bu kadar. Biz de, o acele ifadeyi acele kaydettik; kusura bakmayınız.

Biz de bütün kuvvetimizle bunu tasdik ediyoruz. Çünkü bunu kendimizde ve gördüğümüz dostlarımızda tecrübelerle müşahede ettik. Hatta çokları meraklarından, cemaati, belki de namazı terk eder derecede ifratla, tam namaz vaktinde konuşan radyoyu dinleyip, mimsiz medeniyetin sefahat ve dalalet ve İslama ettiği ihanet cezası olarak mütemadiyen başına gelen tokatlarına ve boğuşmalarına ve geniş siyaset dairelerine alakadarane dikkat etmekle ve nefsi, zehirli ve başı sarhoş şahıslardan, radyodan ders almak, kudsi ve mühim vazifelerine de tam zarar ediyorlar.

Risale-i Nur şakirtlerinden

Feyzi, Emin

– 31 –

Ahmed Nazifin bir fıkrasıdır.

Kıymetli Üstadım,

Yüksek şahsiyetinizin aczi ve fakrı içinde inayet-i Rabbaniye ve rahmet-i İlahiyeyle Kuran-ı Mucizül-Beyanın icazlarını güneşin parlak ve keskin şuaları gibi kalblerimize nüfuz ettiren ve hakaik-i diniye ve imaniyenin, dalalete yüz tutan zaif ve aciz müminlerin halası ve selameti ve hidayete çıkarılmasına hadim ve kudsi Risale-i Nurun, elbette bir hadi ve bu zamanın muhtaç bulunduğu bir sahib-i zuhur namını taşıyacağı şüphesizdir. Binaenaleyh, hem Kuranın tercümanı ve dellalı ve hem de bu Risale-i Nurun müellif ve hadim-i yeganesi bulunmanız, hem de aciz ve fakir bir nefer iken manevi hizmetinizle müşiriyet derece-i aliyesine terfi ve tefeyyüze istihkak kesb etmiş bulunmanızdadır ki, Alim-i Mutlak, Hakim-i Mutlak, Kadir-i Mutlak olan Zülcelal Hazretleri, bu kudsi vazife-i aliyeyi, kıymetsiz gördüğünüz, çok kıymetli ve faziletli ve feyizli ve ali derecelerde yüksek bir dellala tevdi ve nasip ve bilhassa memur etmiştir. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

Biz aciz ve asi ve günahkar hizmetkarlarınızı dahi lütuf ve keremiyle irşada ve hidayete siz Üstadımızı rehber ve mürşid ve vasıta buyurmuştur ki, ebedi minnet ve şükranlarımızı edadan aciz bulunuyoruz.

İşte, Üstadım, çok kıymetli arkadaşımız ve hizmet-i Kuraniyede kıymetli refikimiz ve şerikimiz Küçük Hüsrev Mehmed Feyzinin mektubundan, başka yerde ve mahalde mevsimsiz olduğunu idrak ederek, bu hakiki kelimeyi ve mübarek ism-i şerifi Risale-i Nura dahi henüz zahiren takmak haddim değildir ve istimalinden hazer ediyorum. Çünkü Üstadımın izin ve müsaadesi olmadıkça bu gibi lakapların kıymeti olamaz. Ancak Risale-i Nurdan aldığım ilham üzerine muhitimizde birinciliği ihraz eden bir kardeşimiz olan Feyzinin mektubunda bahsedilmesi, sırf hüsn-ü niyet ve fart-ı merbutiyet ve sadakatten ve ihlastan doğmuştur.

Bu izharın hatasından hadis olan meşguliyetinize sebebiyet verdiğimden çok müteessir oldum, af buyurunuz. İkaz ve irşad edici nimet ve himmet, itabınızla af buyurulmasını ve Risale-i Nurun manevi tokatlarından muhafaza edilmekliğimizi kemal-i hulusla istirham eylerim.

Aziz ve kıymetli Üstadım,

Cenab-ı Hakkın lütuf ve keremiyle ve hadsiz ihsanıyla intisaben hizmet-i kudsiyesinde bulunduğum Risale-i Nurun maddi ve manevi pek çok kerametlerini ve bereketlerini aynelyakin görmüş ve lezzetini tatmış olan bu aciz hizmetkarınızın noksanlarını, hüsn-ü niyete ve hulus-ü kalbine bağışlamanızı rica ederken, bu mübarek Risale-i Nurun pek çok kerametlerinden birkaçını arz ediyorum. Şöyle ki:

Risale-i Nur tercümanı ve müellif ve sahibi bulunan zat, bin üç yüz yirmi dört (1324) ve yirmi beş (25) Rumi senelerinde, İstanbulda iştiharla, “Bediüzzaman” namı ve lakabı altında matbuatın sitayişle neşriyatından mütehassis olarak, o zaman on yedi yaşımda bulunduğum ve çok cahil ve çocukluk devresinde iken, bu mübarek isim kalbimde yer tutmuş. Ve bu kalbi muhabbet hürmeti için olacak ki, bin üç yüz yirmi altı (1326) senesinde Üstadın, Bediüzzaman Said-i Kürdi lakabı altında Karadeniz seyahatinde iki hizmetkarıyla İneboluyu ziyaret ederek, o zaman İnebolunun meşhur ulemasından Hacı Ziya ve diğer ulema arasında vapura teşyi edildiği sırada tesadüfen çarşıda karşılaştığım ve çok derin muhabbet hissiyle bu mübarek zata selam durarak mütebessim ve nurani simalarıyla ve keskin nazarlarıyla selamlarına ve manevi nazarlarıyla iltifatlarına mazhar olduğum günden beri artan muhabbet ve alakamı, otuz senelik hatırımdan katiyen silinmediğini aynelyakin görüyordum.

Tahminen ve takriben altı sene evvel bir gazete sütununda Ispartada halkın fazla alaka göstermesinden, din ve iman telkin etmesinden ürken ehl-i dünya tarafından tevkif edildiğini teessürle okumuştum. Otuz senelik uzun bir zaman içinde bir defa böyle acı haber aldığım halde, akıbetinden katiyen başka bir malumat edinememiştim. On seneden beri Cenab-ı Rabbül-alemin Hazretlerinden niyazımda, daima beş vakit dualarımda, “Ya Rab, bana bir mürşid-i kamil ihsan buyur” niyazında iken, bundan üç sene evvel, yani Hicri bin üç yüz elli yedi (1357) ve miladi bin dokuz yüz otuz sekiz (1938) senesinde, İneboluda bir kahvede, Kastamonulu bir zavallı sarhoşun sitayişle bahsettiği bir zatın Kastamonuda mevcudiyeti ve menfi olarak bulunduğunu işittim.

Dikkat ettim ve tahkik ve tamik ettim. Anladım ki, otuz senedir kalbimde saklı olarak taşıdığım o zamanki Said-i Kürdi olduğunu hayretle öğrendim. Ve kalbimdeki sevgi günler geçtikçe ateşlendiğini hissettiğimden, her tehlikeyi göze alarak ziyaret edip mübarek ellerini öpmek lazım ve şart olduğunu bildim. Ve ziyaretimde, eski Saidin ism-i mübarekleri Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nurun müellifi ve sahibi olarak buldum. Kemal-i aşk ve ihlasla sarıldım. Ve benim yegane mürşidim ve rehberim ve büyük üstadım o Risale-i Nurdur dedim. Ve bana bu hadsiz ihsanatı hidayet ve inayet buyuran Cenab-ı Hakka, Kuran-ı Hakimin harfleri adedince şükrederek, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى dedim.

Risale-i Nura intisap etmezden evvel, maddi ve dünyevi her işlerimizde ve ticarethanemizin kazançlarında ve şahsi ve hususi işlerimizde Risale-i Nura intisaptan sonraki harikulade farkları ve bereketleri görmekle beraber, en büyük bir ticaret veya mesut bir zenginin, müferrah ve serbestliğinden daha fazla ferah ve sürur ve serbest ve yaşayış tarzında sıhhat ve afiyetle—elhamdü lillah—mesudane imrar-ı hayat eylemekte olduğumuzu ve Risale-i Nurun kudsi lütuf ve kerametlerine medyun bulunduğumuzu itiraf ve tasdik ederiz.

Üstad Hazretlerinin mezuniyet-i hususiyesiyle, Risale-i Nur namına neşriyat ve hakaik-i imaniye noktasında, bilhassa ibadet ve namaz hakkında şahsımın cahil ve aciz, nakıs, iktidarsız vaziyetimle vaki olan ve olacak bulunan telkinat-ı diniyedeki kuvvetli ikna ve müessir hitabelerin asar-ı fiiliyesini aynen müşahede ettiğimi, Üstadım Risale-i Nur namına kemal-i fahirle, birçok namazsız Müslümanları—elhamdü lillah—namaza ve camilere devama muvaffak bulunmak gibi kudsi hizmetlerin asar-ı fiiliyesinden, Risale-i Nurun büyük harika kerametinden tulu ettiğini ve etmekte olduğunu tasdik ederiz.

Bu içinde bulunduğumuz Alman ve İngiliz harbinin bidayetinden devamı müddetince hadsiz zındıka ve münafıkların hiç yoktan, sebepsiz olarak, şahsıma bir isnadat olsun için, gerek münevver fikirli alim ve gerekse cahil mülhid, hemen hemen birkaç dostlarım müstesna, memleket halkı ve kudsi hizmetimden küstürmek için şeytan-ı aleyhi mayestehık bütün memleket halkını iğfal ederek aleyhime tahrik etmiş olacaktır ki, “Nazif, muhalif bir siyasetle ittihad-ı İslama taraftar eder, siyaset propagandası yapıyor” zihniyetini şiddetle aleyhimde, memleket halkına ve erkan-ı hükumete kadar sirayet ettiriyorlar. Ve bütün şeytanların tecessüsleri tahrik edilmiş. Güya aleyhtarlarım benden bir intikam almak hasebiyle gıyabımda, hem müthiş cereyanı şiddetlendirmek için kendilerince menfur telakki ettikleri “Almancı” namıyla hakaretlere maruz bırakmaktan çekinmediler. Halbuki ben, lillahilhamd, Risale-i Nurun irşadıyla, hakaik-i imaniye ve Kuraniyeyi bütün kainatın fevkinde gördüğümden ve itikad ettiğimden, değil küre-i arzdaki cereyanlara, belki bana verilse de, bütün dünya saltanatına da alet edemem. Ben, yalnız hakikatçi ve imancı ve Kurancı Risale-i Nurun bir hadimiyim. Kaç senedir bütün bu hücumlarıyla beraber, iki eser-i inayet var.

Birisi: Risale-i Nurun neşriyatındaki hizmetime zarar verilmediği gibi fevkalmemul muvaffak olduk.

İkincisi: Her ne vakit şiddetli hücum edileceği zaman Üstadımızdan dikkat emrini alıyorduk. Hem de, Risale-i Nurun aşikar bir kerametindendir ki, bin üç yüz elli dokuz (1359) sene-i hicri Ramazan-ı Şerifin on veya on ikinci günlerinde, Allah rahmet etsin, vefat eden kardeşlerimizden Hatip Mehmed namındaki zat, Yirmi Altıncı Lema olan İhtiyarlar Risalesini yazarken hasta olarak yazmaya kadir olmadığından la ilahe illa Hu kelime-i tevhidi yazarak bıraktığı, ziyaretine gelen diğer kardeşimiz ve faal arkadaşımız, Feyzi Mehmed Efendiye ikmalini rica ederek dünyaya veda ve ebedi hayatına, inşaallah bu kelime-i tayyibe ile hayatının sonunu mühürleyerek imanlı olarak kabre girdiğini izhar ve Risale-i Nurun talebelerine açık bir müjde ve tebşiratta bulunmuştur.

İşarat-ı Kuraniyenin, yirmi altıncı ayetinin فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدِينَ sırrıyla, “Risale-i Nur talebeleri imanla kabre gireceklerdir” tebşiratının sıdkını gösteren bu açık kerametin ve tebşirat-ı azimenin bütün kardeşlerimize tamim olunmasını, Risale-i Nurun derece-i ulviyetini ve hadimlerinin mükafatlarının ne zaman ve ne suretle verilmekte olduğunu aynelyakin bilinmek ve görülmek üzere şu hakikat muvafık ise İşarat-ı Kuraniye Risalesine tahşiye olunmasını rica ederim, kıymetli Üstadım.

Risale-i Nur şakirtlerinden

Ahmed Nazif Çelebi

– 32 –

(Risale-i Nur şakirtlerinden Hilmi ve Çaycı Emin ve Tahsinin fıkrasıdır. Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları içine girmeye münasip görüldü.)

Bugünlerde casuslar tarafından ziyade bir hassasiyetle risalelere bakıldığından, inayetin himayeti dahi, bir nevi hassasiyetle ikramını gösterdi. Gayet cüzi bir nümunesi şudur ki:

Risale-i Nur şakirtlerine, mAyşet cihetinde bir ikram-ı İlahi ve küçük, fakat şayan-ı hayret ve gayet latif bir tevafuk, bir vakıa ve Risaletün-Nur hizmetinin şüphesiz bir kerametidir. Evet, Risale-i Nurun bir silsile-i kerametinin bir menbaı olan tevafuk, bu vakıada, o cinsten altı adet tevafukatın ittifakı ise, tesadüf ihtimalini köküyle keser diye hükmettik. Şöyle ki:

Birkaç günden beri Üstadımızın ziyaretine gitmediğimizden, kardeşim Emin ile beraber Üstadımızın ziyaretine gittik. İkindi vakti beraber namaz kıldıktan sonra bize emretti ki: “Size yemek yedireceğim, burada tayınınız var.” Mükerreren, “Yemezseniz bana dokuz zarar olur” dedi. “Çünkü yiyeceğinize karşı Cenab-ı Hak gönderecek.”

Yemek yemekten affımızı rica ettikse de, emretti ki: “Rızkınızı yiyin; bana gelir.” Emrini kırmamak için, lütuf buyurduğu tereyağı ve kabak tatlısını ekmekle yemeye başladık. Daha sofrada iken, ümit edilmeyen bir vakitte, bir tarzda ve aynı vakitte bir adam geldi. Elinde yediğimiz kadar taze ekmek, aynı yediğimiz miktar (fındık kadar) tereyağı ve diğer elinde bize verilenin tam misli kabak tatlısı olarak kapıyı açtı. Artık taaccüp edilerek, hiçbir cihette tesadüfe mahal kalmayarak, Risale-i Nur şakirtlerinin rızkındaki bir bereket-i Rabbaniyi gözümüzle gördük. Üstadımız emretti: “İhsan on misli olacak. Halbuki bu ikram tam tamına mislidir. Demek, tayın ciheti galebe etti. Tayın temini ise, mizanla olur.”

Sonra aynı akşamda, sadaka ciheti dahi hükmünü gösterdi. Biz gördük ki, ekmek on misli ve tereyağı tatlısı o da on misli ve kabak tatlısını çok sevmediği için kabak, patlıcan turşusu on misli, memulün hilafına, Risale-i Nurdan İkinci Şuaın bir hafta mütalaasına mukabil bir manevi ücret olarak geldi, gözümüzle gördük. Demek, kabak tatlısının tatlılığı, tereyağı—un helvasına girdi, kendisi turşuda kaldı.

Risale-i Nur şakirtlerinin, hüsn-ü hizmetine acele bir mükafat gördükleri gibi, hizmette kusur edenler dahi tokat yedikleri—Ispartada olduğu gibi—burada dahi gözümüzle gördük. Pek çok vukuatından yalnız beş-altısını beyan ediyoruz.

Birincisi: Ben, yani Tahsin, birgün, yeni açtığımız bir dükkan meşgalesiyle bana emrolunan vazife-i Nuriyeyi tembellik edip yapamadım. Aynı vakitte şefkatli bir tokat yedim. Dükkanda otururken birisi bana geldi, emanet olarak yüz lira tebdil olmak için bana verdi. Bu paranın sahibine, Allah için bir hizmet yapmak üzere tebdil için maliye sandığına gittim. Bu paraları sayarken, aralarında bir kalp lira bulundu. Bu yüzden ifadeye ve sual ve cevaba ve muahazeye maruz kaldığım gibi, evimizi de taharri etmek icap etti. Beni mahkemeye verdiler. Fakat bu terbiye ve şefkat tokatı olmak cihetiyle, yine Risale-i Nur kerametini gösterdi, zararsız kurtulduk.

İkincisi: Üstadımıza ve Risale-i Nura dört beş sene bazan hizmet eden ve okutturan ve cidden taraftar bulunan bir zat, birden birgün elinde dine ait bir gazeteyle geldi. Risale-i Nurun mesleğine muhalif bir cereyanın sahiplerine taraftarane bir tavır gösterdiği zaman, Üstadın canı çok sıkıldı. Bir iki gün sonra şiddetli, fakat şefkatli bir tokat yedi. Bir doktor ona dedi ki: “Eğer ameliyat yaptırmazsan yüzde yüz ölüm var.” O da bilmecburiye ameliyat yaptırdı. Fakat şefkat ciheti imdada yetişti, çabuk kurtuldu.

Üçüncüsü: Bir memur, Risale-i Nuru kemal-i iştiyakla okurdu. Üstadla görüşmeye ve tam ders almaya çok çalışıyordu. Birden bir komiser tarafından ona evham verildi. O da görüşmeyi ve okumayı bırakıp başka bir şehre giderken, birden sebepsiz bir tarzda bir ayağı kırıldı, bir ay çekti. Yine şefkat yar oldu ki, şimdi tekrar okumaya şevkle başladı.

Dördüncüsü: Ehemmiyetli bir zat Risale-i Nuru kemal-i takdirle hem okur, hem yazardı. Birden sebatsızlık gösterdi, şefkatsiz bir tokat yedi. Gayet meftun olduğu refikası vefat eyledi. İki oğlu da başka yere gitmesiyle acınacak bir hale girdi.

Beşincisi: Dört senedir Üstadın çarşı işinde hizmet eden bir zat, birden sadakati bırakıp mesleğini değiştirdi. Birden şefkatsiz bir tokat yedi. Bir senedir daha çekiyor.

Altıncısı: Bir hocaya ait bir hadisedir. Belki helal etmez. Biz de onu görmüyoruz. Tokatı şimdi kaldı.

Bu vukuat nevinden hem çok var. Hem Risale-i Nura karşı kusura binaen, katiyen tokat olduğuna şüphemiz kalmadı.

Tasdik eden Risale-i Nur şakirtleri
Hilmi, Emin, Tahsin

Evet, ben de tasdik ederim
Said

– 33 –

Hem Risale-i Nurun suhulet-i intişarının bir kerametini, bu mektubu yazdığımız zamanda ve yemekteki keramet dakikasında gözümüzle gördük. Şöyle ki:

Ehemmiyetli yedi sekiz risale ve İşarat-ı Kuraniye Şuaını mühim bir mektupla beraber bir torbada, ehemmiyetli bir kardeşimize, bir şehre göndermiştik. Şoför o paketi düşürmüştü. Böyle bir zamanda böyle eserleri, münafıklar ve casuslar haber almadan, emin bir elle beş gün sonra elimize geçmesi, kati kanaatimiz geldi ki, bir inayet bizi himaye ediyor.

Hem Risale-i Nur hakkında inayet-i Rabbaniyenin latif bir himayeti de şudur ki:

Karanlık bir vaziyette, korkutan bir zamanda, casusların ve taharri memurlarının evhamları ve tecessüsleri Üstadımızın menzilini sarması dakikasında, bir fare, Üstadımızın çorabını aldı. Ne kadar aradık, hiçbir yerde bulamadık. O farenin yuvasını gördük; kabil değil ki o çorap girsin. İki gün sonra gördük ki, o hayvan o çorabı getirmiş, öyle yere ki, saklanmış ve muhteviyatları unutulmuş olan mahrem mektuplar ve evrakların tam yanında bırakmış. Halbuki iki defa oraya bakmıştık, görememiştik. Hem o çorabı o yere getirmek, soba borusuna çıkıp yukarıdan olur. Gayet kurnaz ve zeki bir adam ancak o işi yapar. Hiçbir cihette tesadüf ihtimali kalmadığından, Üstadımız dedi: “Bu mektupları oradan kaldıracağız.”

Biz onlara baktık, gerçi siyasetle alakaları yoktur. Fakat vehham casuslara, aleyhimizde habbeyi kubbe yapmaya ehemmiyetli bir vesile olurdu. Biz hem onları, hem daha bahaneye medar olabilen başka şeyleri kaldırdık. O heyecanımızdan casuslar haber alıp anladılar ki, hazırlandık. Daha hücum etmeden, yalnız ikinci gün Emin, elinde bir torbayla menzile girdi. Tam arkasında karakol komiseri, gizli, hissettirmeden girdi. Eminin elinde, kitap yerine yoğurt torbasını gördü, tavrını değiştirdi. Her neyse…

Elhasıl: Risale-i Nurun intişarına karşı gelen bütün düşman ve casuslara mukabil bir tek fare çıktı, planlarını zir ü zeber etti.

Hilmi(Evet), Tahsin(Evet), Emin(Evet), Tevfik(Evet), Said(Evet)

(Mehmed Feyzi o zaman askerdi, yoktu. Yoksa birinci imza onun hakkıydı.)

– 34 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim,

On Dokuzuncu Sözün ahirinde Kurandaki tekrarın ekser hikmetleri, Risale-i Nurda dahi cereyan eder. Bilhassa ikinci hikmeti tam tamına vardır. O hikmet şudur:

Herkes her vakit Kurana muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kuranı okumaya muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kuraniye ekser uzun surelerde derc edilerek, herbir sure küçük bir Kuran hükmüne geçmiş. Demek, hiçbir kimseyi mahrum etmemek için haşir ve tevhid ve kıssa-i Musa (a.s.) gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.

Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, bazı ince hakaik-i imaniye ve kuvvetli hüccetleri müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ederdim. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kati bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nura muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Elde etse de tamam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i camiayı elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu meseleleri onda okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalaasını tekrar eder.

İkinci bir nokta: ayetül-Kübradan çıkan “Virdül-Ekber” namındaki Arabi risaleciğin ahirinde, Risale-i Münacatın başındaki ayetin tefsiri diye Arabi kısımları ilave edilse, beraber okunsa münasiptir. Biz de nüshamızda yazdık.

Üçüncü nokta: Aziz kardeşlerim, çok defa kalbime geliyordu. “Neden İmam-ı Ali Risale-i Nura ve bilhassa ayetül-Kübra risalesine ziyade ehemmiyet vermiş?” diye sırrını beklerdim. Lillahilhamd, ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki:

Risale-i Nurun mümtaz bir hasiyeti, imanın en son ve en külli istinad noktasını kuvvetli ve kati beyan olduğundan, bu hasiyet ayetül-Kübra risalesinde fevkalade parlak görünüyor. Ve bu acip asırda, mübareze-i küfür ve iman en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor. Mesela, nasıl ki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sahrada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburunun imdat ve kuvve-i maneviyesini fevkalade takviye için her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgahını kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cemiyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeye çalıştığı bir hengamda, Hızır gibi biri çıkar, o tabura der: “Meyus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlup edilmez muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz. Senin şimdilik mağlubiyetinin bir sebebi, bir cemaate ve bir şahs-ı maneviyeye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, herbir neferin, istinad noktaları olan dairelerinden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviyeyle bir şahs-ı manevi ve bir cemiyet hükmüne geçsin” dedi ve tam kanaat verdi.

Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle, cemiyet ve komitecilik mayasıyla bir şahs-ı manevi ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman alemindeki vicdan-ı umumi ve kalb-i külliyi bozuyor. Ve avamın taklidi olan itikadlarını himaye eden İslami perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, ananeyle gelen hissiyat-ı mütevariseyi yandırıyor. Herbir Müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya meyusane çabalarken, Risale-i Nur Hızır gibi imdada yetişti.Kainatı ihata eden son ordusunu gösterip ve ondan mukavemetsuz maddi, manevi imdat getirmek hizmetinde harika bir emirber nefer olarak ayetül-Kübra risalesini İmam-ı Ali keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.

Temsildeki sair noktaları tatbik ediniz, ta o sırrın bir hülasası görünsün.

Said Nursi

– 35 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ الرَّسَۤائِلِ الَّتِى كَتَبْتُمْ وَتَكْتُبُونَ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Onuncu Şua namında yazdığınız Fihristenin ikinci kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümit verdi ki: Risale-i Nur, benim gibi aciz ve ihtiyar ve zaif bir biçareye bedel, genç, kuvvetli çok Saidleri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risale-i Nurun tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki:

Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettimse de çalıştırılamadım.

Evet, Risale-i Nur size mükemmel bir mehaz olabilir. Ve ondan erkan-ı imaniyenin her birisine, mesela Kuran kelamullah olduğuna ve icazi nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hakeza, mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-i aliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş; başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve talimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ile ve Dokuzuncu Şuanın Dokuz Makamını tekmille ve Risale-i Nuru tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek.

Risale-i Nurun samimi, halis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevi, size baki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.

Buradan oraya gelen mektupları, Mübareklerin Heyeti bir risale şeklinde toplanmasını ve Hüsrev de cüzi ve hususi bazı cümlelerini ve lüzumsuz bazı fıkralarını tayyetmeyi, Hafız Ali ve Sabriye havale etmiş olduğunu yazıyorsunuz. O, Risaletün-Nur hakkında kerametli ve dikkatli ve isabetli ve keskin Hüsrevin nazarı doğrudur. Baki bir eserde muvakkat ve cüzi ve hususi kelimeler tayyedilse daha iyidir.

Bu defaki mektubunuzda kerametkarane üç nokta gördük:

Birincisi: Buranın bir Hüsrevi olacak derecede ihlas ve irtibat ve iktidarı gösteren Küçük Hüsrev Mehmed Feyzi isminde Risaletün-Nurun çalışkan bir talebesi askerden gelip, daha ikinci defa görüşüldüğü vakit, mektubunuzda Feyzi ismini gördük, dedik: Bu Risale-i Nurun şakirtleri birbirinden ne kadar uzak olsa da, birbirine pek yakındır ki, böyle birden hissedip yazdılar.

İkincisi: Bu Küçük Hüsrev Feyzi, bu ahirlerde İstanbulda iken Risale-i Nur hesabına zihnime dokundu. Müteessir oluyordum. “Acaba rahatsızlığı var mı?” Birden zihnim yüzünü ondan çevirdi, Hafız Ali ile şiddetli meşgul oldum. Anladım ki teessür verecek var. Fakat Risale-i Nurun faal merkezi olan Hafız Ali cihetinde olacak. Hafız Aliye şifa duasına başladım, devam ettim. Ve mektup gelmeden evvel Feyziden sordum: “Sen bir hastalık çektin mi?” O dedi: “Yok.” Dedim: “Öyleyse Ispartada Risale-i Nurun ehemmiyetli ve kuvvetli bir rüknünün bir rahatsızlığı var. Fakat hayalim hakikatin suretini şaşırmış.” Sonra mektubunuz geldi, hakikat anlaşıldı.

Üçüncüsü: Bundan yirmi gün evvel, eyyam-ı mübarekeden sonra hatırıma geldi ki, vazifedarane kalemi her gün istimal etmeyenler, Risale-i Nur talebeleri ünvan-ı icmalisinde her yirmi dört saatte yüz defa hissedar olmak yeter diye, hususi isimlerle has şakirtler dairesi içinde bir kısmın isimleri muvakkaten tayyedildi. Kardeşimiz Hakkı Efendi de onların içinde idi. Birkaç gün öyle devam etti. Sonra birden hiç sebep hissetmeden yine Hakkı, Hulusiye arkadaş oldu. İsmiyle, resmiyle has dairesine girdi. Hakkının “Beni duadan unutmasın” diye, mektubunuzdaki fıkranın yazıldığı aynı zamanda, hususi duayı kazanmış hesabıyla tahmin ettik. Hatta bugünlerde bunun gibi inayetin çok lemaları var. Emin, bunları havadis-i yevmiye diye bir fıkra yazacak. Belki size de gönderecek.

Risale-i Nurun oradaki küçük talebeleri ve istikbalde kıymetdar şakirtleri olanlar, şimdi de talebeler dairesinde olarak hissedardırlar. İstanbulda Mehmed Feyzi, Eski Saidin risalelerini ararken, aynı günde kahraman Rüşdü, bir dükkanda mevcudunu toplamış, almıştı. Küçük Hüsrev müteessir olarak başka yerde aramış, İşaratül-İcazı bulmuş. Tahminen demiş ki: “Bana sebkat eden herhalde benden ilerideki Ispartalı kardeşlerimdir.” Her neyse… Bu İşaratül-İcaz nüshasını Hafız Ali ve Sabrideki nüshalarda bulunan keramet-i tevafukiyeyi yazdırmak istiyor. En kolay bir çaresi, küçük bir defterde, her sahifesinde tefsirin bir sahifesine mukabil huruf-u hecanın (elif ve ta ve saire) kaydederseniz, gönderirseniz iyi olur. Kolayını bulmazsanız kalsın.

Umum kardeşlerime birer birer selam ve bilhassa risalelerle çok meşgul olanlara selam ve dualar ederim ve dualarını beklerim.

Kardeşiniz

Said Nursi

– 36 –

Emin ve Küçük Hüsrev Feyzinin bir fıkrasıdır.

Hizmet-i Kuraniyede bizi sebkat eden sadık, halis, metin, vefakar kardeşlerimizden mübarek Hüsrev ve Rüşdü gibi zatlar, Risale-i Nur hadimlerine, vazifelerinin makbuliyetine bir emare olarak ihsan olunan bereket hakkında müteaddit fıkralar yazmışlar. Biz de, bu kardeşlerimizin fıkraları gibi bu yakın zamanlarda beraber tezahür eden, gördüğümüz bazı hadisatı kaydedeceğiz. Nümune için yalnız bir kısmını beyan ederiz.

Birisi şudur ki: Bu yakında Üstadımızla beraber kıra çıkmıştık. Çay yapılmasını, hem ikişer çay, hem üçer şekerle içilmesini emir buyurdular. Hepimiz, üçer şekerle ikişer çay içtik. Yalnız Emin kardeşimiz bir şeker kendisine noksan olarak içmiş. Akşam üzeri, Risale-i Nurun menba-ı intişarı olan Üstadımızın odasına geldik. Emin, şeker kutusuna sarf olunan şekerleri koymak istemiş, fakat kutu sekiz şekerden fazla almamış. Emin, “Fesübhanallah” der. “On yedi şeker yerine kutu sekiz şekerle dolsun.” diye taaccüp ettik. İşte bu vakıa, bize şuhud derecesinde kanaat verdi ki, bu sır, Risale-i Nura, hadimlerine bir inayet-i İlahiye ve bir iltifat-ı Rabbaniyedir.

İkincisi: Yine aynı günde ben, yani Mehmed Feyzi, evvelce yazıp Üstadıma teslim ettiğim Hücümat-ı Sitte risalesini bana vermek için sakladığı yerden ararken, fevkalmemul bir surette, bulunmaz. Birden o anda, adetlerinin hilafına olarak, hiç vuku bulmamış bir tarzda, bir hadise zuhuruyla gözlüklerini bırakarak merdiven tarafına müteveccih olurlar. Aynı vakitte Risale-i Nurun intişarına ve hizmetine zarar vermek niyetiyle casus bir adamın merdivene doğru, zahiren ziyaret maksadıyla yürüdüğü görülür. Üstadın telaşlı olduğunu hisseder. Üstad, onun nazarını öteki hadise-i bedeniyeye çevirir, ona der: “Görüyorsun ki ben mazurum, ziyareti başka güne bırak.” O da döner, gider. Hem Mehmed Feyzi, hem Hücümat-ı Sitte, hem başka işlerimiz o tecessüsten kurtuldu.

Evet, Hücümat-ı Sitte saklandığı muayyen yerinde fevkalade bir surette kaybolması, ehemmiyetli bir hadisenin önünü aldı. Üstada arız olan bu hilaf-ı adet halet ve o risalenin muayyen yerinde bulunmaması katiyen tesadüfe hamledilmez. Bir hafta sonra o risaleyi hilaf-ı memul bir yerde bulduk. Üstadımın emriyle Emin kardeşime ehemmiyetli bir surette okudum. Üstad bize izahat veriyordu. O vakte kadar böyle mühim ve tesirli ders almamıştık. Demek bu iki mühim sırra binaen risale kendini göstermedi. İşte bu hadise, Risale-i Nurun ihlaslı ve sadık şakirtleri her vakit bir hıfz ve inayet altında ve daima himayet altında olduklarına şüphe bırakmıyor.

Üçüncüsü: Üstadımızın bir okka (yani kilo) peyniri vardı. Ekser günlerde o peynirden hoşuna gittiği için, bir iki defa yiyordu. Hem bize de yediriyordu. Hem yemeksiz olduğu ekser vakitlerde ondan yediği halde, altı ay kadar devam ettiğini ve halen de, yüz dirhem kadar o peynirden bulunduğunu, ben—yani daimi hizmetçisi Emin—ve ben—yani talebesi ve hizmetçisi Küçük Hüsrev—yakinen görüp tasdik ediyoruz. Fakat bu hadise-i bereketin ifşasından sonra, evvelce görülmeyen dibi görünmeye başladı, noksaniyetini gösterdi. Evet, bereket hususunda şayan-ı hayret bir hadisedir. Hem yarım kilo bir tereyağı, ekser günlerde fazlaca sarf olduğu halde, elli güne yakın devamı, şüphesiz bir bereket içine girmiş.

Yine aynen Ramazan Bayramında Üstadın rızası olmadığı halde, Tahsin ve ben—yani Emin—bir kilo ince şeker getirmiştik. Ekseri yoğurt ve süt ve tatlı kabağa ve sair şeylere, bazan yirmi otuz dirhem kadar kattıkları halde, iki aydan fazladır o şekerden yüz dirhemden fazla kalması, elbette bereket sebebiyledir.

Hem bu havalideki şakirtler, herkes cüzi-külli hissetmiş ve itiraf ediyorlar ki: Risale-i Nura çalıştığımız zaman, hem rızkımızda bereket ve suhulet, hem kalbimizde bir inşirah ve ferah zahiren hissediyoruz. Ezcümle ben-yani Emin-kendim itiraf ediyorum ki, Risale-i Nur dairesine girmezden evvel, bütün sene çalışırdım. Ne vakit Risale-i Nur dairesine girdim; senede üç dört ay kadar ancak çalışabildiğim halde, evvelkinden daha müferrah ve daha mesut bir halde yaşamaklığım, yüzde yüz Risale-i Nur hizmetinin bereketiyle olduğuna hiç şüphe yok.

Hem ezcümle, Üstadımız diyor ki: “Benim de kanaat-ı katiyem çok tecrübelerle gelmiş ki, ben Risale-i Nurun tashihatıyla meşgul olduğum zaman, pek zahir tarzda, hem rızkımda bereket, hem kolaylık görüyorum. Her ne vakit çalışmazsam o hali görmüyorum.”

Hem Üstadımız diyor ve biz de tasdik ediyoruz: “Ben son zamanda anladım ki, şimdiye kadar hem ben, hem dostlarım bu hakikatin suretini başka şekilde görmüşüz. Şöyle ki: Hapishanede bir tek ekmek, sekiz ve bazan on gün bana kafi geldiği halde, burada aynen o tarzda yaşıyordum. Hem ben, hem kardeşlerim, bunu benim az yemek ve iştahsızlığıma veriyorduk. Halbuki, çok emarelerle katiyen anladık ki, o acip hal bereket neticesiymiş. Birkaç defa sekiz günde bana kafi gelen bir ekmeği, aynı iştahla çalışmadığımdan berekete mazhar olmadığım zaman iki günde, bazan bir buçuk günde bitiriyordum. Demek, bu on altı, on yedi seneden beri benim mükemmel tayınatım, Risale-i Nurun hizmetinden gelen bir bereketten idi.

Evet, aynelyakin derecesinde bize de kanaat gelmiş ki, bu kesretli hadisat-ı bereket, Kuran-ı Mucizül-Beyanın icaz-ı manevisinin bir şuaıdır. Manen der:

“Ey Kuranın şakirtleri! Sizleri vazife-i mukaddesenizden ekseriyetle geri bırakan, mAyşet telaşesidir. Bu ise, Kuranın feyziyle, bereket nevinde size veriliyor. Vazifenize bakınız.”

اَللّٰهُمَّ يَسِّرْ لَنَا خِدْمَةَ الْقُرْاٰنِ بِنَشْرِ رَسَۤائِلِ النُّورِ بِحُرْمَةِ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ وَحَبِيبِكَ اْلاَكْرَمِ، اٰمِينَ

Hem hadisat-ı bereketin aynı zamanında, Risale-i Nurun bir kerameti olarak, bir şakirdinin binlerce lira kıymetinde hanesini, ona pek yakın dehşetli bir yangından fevkalmemul bir surette Risale-i Nurun bereketiyle kurtulması ve Risale-i Nur tercümanına ahiret cihetinde çok alakadarlık gösteren bir hanım, o dehşetli yangında yanan hanenin üçüncü katında bulunan elmas ve mücevherat ve altınlarını kurtarmak için koşup çıktığı vakit, ateş her tarafı sarmış, mücevheratını kurtaramadığı gibi, kendi nefsini de bütün bütün tehlike-i katiyede gördüğü dakikada, Risale-i Nur tercümanı, o ateşten talebesinin hanesini kurtarmasına şiddetli dua ederken, o biçare hanım hatırına gelmiş; “Acaba o yangında o ahiret hemşirem bulunmasın?” diye ona da Risale-i Nuru şefaatçi yaparak dua etmiş. “Ya Rabbi, ona merhamet eyle” niyaz etmiş. Aynı zamanda, o hanım pencereyi kırmış, kendini iki kat yükseklikten avluya atmış, fevkalade bir surette ne incinmiş, ne de bir yeri kırılmış. Hem, bakırı ve demiri eriten o dehşetli ve şiddetli yangından, bütün konak yandıktan sonra bütün mücevheratı ve altını, hiçbiri zayi olmayarak, bozulmayarak bir un onu muhafaza etmiş, bulmuş, almış. Risale-i Nurun bereketinden, hem canını, hem malını kurtarmış. Hem mezkur hadisat zamanında vuku bulması münasebetiyle, Risale-i Nurun kerametkarane iki tokatı, aynı anda, vazifece ehemmiyetli iki mütecaviz ve muacciz iki adamın tecavüz ve taciz anında birinin kafasına, diğerinin ciğerine vurması,Haşiye bizde hiçbir şüphe bırakmadı ki, hizmet-i Kurandaki inayet-i Rabbaniyenin bir hıfz ve himayet sillesidir. “Artık yeter, durunuz! Tokata müstehak oldunuz” diye manen söylemesidir.

Risalet-ün-Nur Şakirdlerinden

Emin ve Feyzi

– 37 –

(Otuz bir, otuz ikinci ayetlerin Risale-i Nura işaretlerini istihrac etmeye muvaffak olan Ahmed Nazif ve oğlu Salahaddin, Risale-i Nurun ehemmiyetli şakirtlerinden olduğundan, Salahaddinin şu fıkrası, Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları içine girmeye layıktır.)

Bin üç yüz elli sekiz (1358) senesi, Danzigden çıkan bir kıvılcım, Avrupa içerisine süratle yayılarak büyük bir yangın halini aldığından, bütün milletler seferi vaziyetinde bulunduğundan Türkiye de kısmi seferberlik yaptı. Bin üç yüz elli dokuz (1359)da 27, 28, 29 doğumluları silah altına aldı. Bu meyanda, Risale-i Nur talebelerinden Mehmed Feyzi ve ben gibi küçük talebeler de, bir hikmete binaen askere alınmıştı. Üstadımız, yalnız altı yedi ay kadar, Risale-i Nurun intişarı hususunda başka muhitte bulunmamız icap ettiğinden, kalb, fikir ve avucunu Cenab-ı Hakkın rahmetine açtığı manen anlaşıldığından, bu duasının kabulü Risale-i Nurun mühim bir kerameti neticesi olarak başka muhite askerlik vazifesi içinde, Risale-i Nura hizmet için gönderildik. Altı yedi ay sonra, Feyzi ve Salahaddin vazife-i neşri yaptıktan sonra, mezkur kuraların, en tehlikeli bir zamanda Alman orduları Romanyayı işgal, Bulgaristanı tazyik, İtalya da Yunanistanla harp ettiği bir sırada terhisleriyle, o keramet anlaşılmıştır.

Hem Salahaddin, emsalinden bir ay sonra ordudan sevk edilmesi, İneboluda emsalleriyle beraber bulunmadığı memleket halkından bazı kimselerin gözüne batarak, müteaddit ihbaratta bulunmaları üzerine, askerlik şubesi tarafından reis, polis vasıtasıyla babasını şubeye celple oğlunun nerede olduğu sorulduğunda, oğlundan bir gün evvel gelen telgrafı göstererek, İzmit Deniz Alayına mürettep olduğunu ve oğlunun kasten gitmediği, bir ay ticarete gittiği anlaşılmasıyla, babası Ahmed Nazif serbest bırakılmasıdır. Hem maden direğine yazılıp askerlikleri tehir edilenler içinde, hergün benimle görüşen katip bir arkadaşım, beni unutup kaydetmediği, sonra da o tecil edilenler hem askere alındığı, hem de fena nazarıyla bakıldığı ve Salahaddin o nazardan kurtulmasıdır. Hem Salahaddinin mürettep olduğu alaya, on beş gün geç iltihak etmesinden dolayı bir ceza verilmeden ve hiçbir tavsiyeye muhtaç kalmadan alay yazıcısı olarak alınması, hem Salahaddinin terhislerinde bakaya erlerin üç gün dahi olsa, mahkemeye verildiği halde, kendisinin bir ay bakaya kaldığı halde bir ceza gelmeden terhis ve alay kumandanı ve yaverinin teessüründen gözleri yaşararak ayrılışı, Risale-i Nura ait bir keramet olduğu bizce kati kanaat gelmiştir.

Hem bir vakit Tosyadan Kastamonuya gelirken, beraberimde Risale-i Nurun Lema ve Şuaları vardı. Haşre ait bir mebhas okuyordum. Kamyon yokuşları tırmanıyordu. Havanın ve makinenin harareti bana ağırlık ve fikrime de “Bu Risale-i Nur muazzam bir mucize-i Kuraniyedir. Başka sahada mucize gösterebilir mi? Halbuki mucize, Enbiya aleyhimüsselama mahsustur. Resulallah aleyhissalatü vesselamdan sonra mucize gösterilmeyecektir” mülahazası esnasında kamyon müthiş sadmelerle üç takla, yirmi beş otuz metreden aşağıya yuvarlandık. Şehadet getiriyordum. Yaralı mıyım diye kendimi yokladım. Yüz bin şükür, hiçbir yaram yok. Korkarak doğruldum. Şoförün kafası, gözü parçalanmış, “ah, of” çekiyor. Etrafımı tetkik ettim; şoför tarafındaki kapı ve camlar hurdahaş olmuş. Benim tarafımdaki ince cam bile kırılmamış. O anda bunun büyük bir keramet olduğunu, mucize olmadığını ve bir daha böyle maceralı şeyleri tefekkür etmemek için kerametkarane gaybi bir tokat olduğunu anladım.

Risale-i Nur şakirtlerinden

Salahaddin Çelebi

– 38 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ مَۤا اَرْسَلْتُمْ لَنَا

Aziz kardeşlerim,

ahirzamana işaret eden hadisin ahirinde:

مَثَلاً كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَة 4 ayetine dair iki dakika içinde ve hadisin işaretini tashih anında, ani olarak mücmelen hatıra gelen işaret-i gaybiyenin gayet acelelikle tevafuk-u cifrisinde, zararsız bir küçük sehiv vuku bulmuştu. O vakitten beri daha ona dikkat etmemiştim.

Bu defa, cidden ve hakikaten Mübarekler Heyetinin cem ve telif ettikleri Lahika Risalesinin o ayete dair fıkranın kitabetinde bir kasdi sehiv gördüm. O ihtardarane kasdi sehiv, benim kusurkarane sehvimi bildirdi. O çok müdakkik ve çok Mübarekler Heyetine beni çok minnettar ve mesrur eyledi. Şöyle ki:

كَلِمَةً طَيِّبَةً 5makamı, bin iki (1002) diye sehven yazılmıştı. ط sayılmamış; doğrusu bin on birdir (1011). Risaletin-Nurun makamına on üç farkla tevafuk etmekle beraber, izafeden tavsife geçse رِسَالَةٌ نُورِيَّةٌ 6 olur. Bir ى ve ﻫ ilave olur ve şedde gider, bir ن noksan olur. Fakat طَيِّبَةً 7 deki tenvin, bir derece vakf olduğundan sayılmazsa, tam tamına bir tek farkla medde sayılmazsa, farksız olarak tevafuk eder.

Hem, mana cihetiyle iki ayet, iki cereyana işaretleri ve münasebetleri ve tetabukları çok kuvvetli bulunduğundan, nakıs bir tevafuk ve zaif bir emare dahi kafidir.

Hem böyle makamlarda, böyle büyük yekunlerde bu gibi küçük farklar zarar vermez. Ben tahmin ederim, bu sehiv, beşinci ayetin işaretindeki sehiv gibi ehemmiyetli bir kısım işarat-ı gaybiyenin anahtarı olacak. Ve bu muazzam ayet, otuz üçüncü ayet olmasına bir işaret idi. İnşaallah istikbalde bir kardeşimiz o hazineyi açacak.

– 39 –

Bugünlerde, tefsirin ve Onuncu Sözün tevafukatına baktım. Kendi kendime dedim ki: Bu ziyade tafsilat israftır. Ehemmiyetli meseleler çoktur, vakit zayi olmasın.

Birden ihtar edildi ki: O tevafuk altında çok ehemmiyetli bir mesele vardır. Hem madem tevafukta bir inayet-i hassa ve iltifat-ı rahmani Risale-i Nura karşı tezahür etmiş, o iltifata karşı hiss-i şükran ve memnuniyet ve müteşekkirane sevinç ne kadar ifratkarane de olsa israf olamaz. Bu ihtar mücmelini iki cihetle izah edeceğim.

Birincisi: Herşeyde—ne kadar cüzi de olsa—bir kast ve iradenin cilvesi bulunmasıdır; tesadüf, hakiki olarak olmamasıdır. Evet, kesretin en çok dağınık ve en ziyade tesadüfe verilen kelimattaki hurufatın vaziyetleridir. Hususan kitabette, madem hiç münasebeti olmayan ve ihtiyar-ı beşeri karışmayan hurufatın vaziyetlerinde bir tenasüp, bir nizam bulunuyor; elbette bir irade-i gaybiye tahtında vaziyetler veriliyor.

Hiç birşey daire-i ilim ve kudretinden hariç olmadığı gibi, daire-i irade ve meşietinden dahi hariç değildir ki, böyle cüzi ve dağınık şeylerde dahi bir tenasüp gözetiliyor ve tanzim ediliyor. Ve o tanzim içinde ve irade-i amme cilvesinde, bir inayet-i hassa suretinde, Risale-i Nura bir imtiyaz nevinde hususi bir teveccüh ve iltifat görülmüş. Ben, bu derin meseleyi görmek için İşaratül-İcaz tefsirinin tevafukatına dikkat ettim; kati bir kanaatle o sırrı bildim ve hissettim.

İkinci cihet: Nasıl ki çok mübarek ve kudsi, büyük bir zat, gayet fakir ve muhtaç bir adama, ümit edilmediği bir tarzda, iltifatkarane, bir kapta, bazı kağıtlara sarılı bir hediye ihsan etse, elbette o biçare adam, o pek büyük zata karşı hediyenin binler mislinden fazla teşekkür etmek ister. Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan o hediyeyle gösterilen iltifatına karşı ne kadar teşekkürde israf ve ifrat etse de makbuldür. Ve o çok mübarek zatın o hediyesine sardığı kağıtları da teberrük deyip şeker gibi yese, hatta o hediye içindeki cevizlerin sert kabuklarını da teberrük diye ekmek gibi yutsa ve o hediyenin kabını mübarek bir kitap gibi öpse ve başına koysa, israf olmadığı gibi; aynen öyle de, Risale-i Nur yüzünde irade-i amme, inayet-i hassa, iltifatını tevafuk zarfıyla ihsan edilmiş. Elbette tevafuka dair tafsilat, tasvirat, fiili teşekküratın bir nevidir ve sevincin ve minnettarlığın heyecanlı tereşşuhatıdır. Kusura bakılmaz. Evet, böyle bir zatın iltifatını gösteren maddi kırk para ihsanına karşı kırk bin teşekkür edilse israf değil.

İkinci mesele: Ben hem kendimde, hem bu yakındaki Risale-i Nur talebelerinde şuhur-u muharremeden sonra bir yorgunluk ve şevkte bir fütur görüyordum. Sebebini vazıhan bilmiyordum. Şimdi, eskide söylediğim tahmini sebep, hakikat olduğunu gördüm. Şöyle ki:

Nasıl maddi hava fena ise, fena tesir ediyor; manevi hava da bozulsa, herkesin istidadına göre bir sarsıntı verir. Şuhur-u selase ve muharremede alem-i İslamın manevi havası, umum ehl-i imanın ahiret kazancına ve ticaretine ciddi teveccühleri ve himmetleri ve tenvirleri o havayı safileştiriyor, güzelleştiriyor, müthiş arızalara ve fırtınalara mukabele ediyor. Herkes o sayede ve sayesinde derecesine göre istifade eder. Fakat o şuhur-u mübareke gittikten sonra, adeta o ahiret ticaretinin meşheri ve pazarı değiştiği gibi, dünya sergisi açılmaya başlıyor. Ekser himmetler, bir derece vaziyeti değişiyor. Havayı tesmim eden buharat-ı müzahrefe o manevi havayı bozar. Herkes derecesine göre ondan zedelenir.

Bu havanın zararından kurtulmak çaresi, Risale-i Nurun gözüyle bakmak ve ne kadar müşkilat ziyade leşse, kudsi vazife itibarıyla daha ziyade ciddiyet ve şevkle hareket etmektir. Çünkü başkaların füturu ve çekilmesi, ehl-i himmetin şevkini, gayretini ziyade leştirmeye sebeptir. Zira, gidenlerin vazifelerini de bir derece yapmaya kendini mecbur bilir ve bilmelidirler.

– 40 –

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ تَوَافُقَاتِ الْكَلِمَاتِ وَحُرُوفَاتِهَا فِى كِتَابِ الْكَۤائِنَاتِ

Aziz, sıddık, alicenap kardeşlerim,

Nur ve Gül fabrikalarının vaziyetlerinden, bu acip zamanda ne tarzda olduğunu haber vermiyorsunuz. Halbuki, bu dünyada en ziyade alakadar olduğum onlardır. Her neyse… Bu defa hakikatlerin yemişleri nevinde ve Risale-i Nur talebelerinin medar-ı teşviki olan letaif-i tevafukiyeden birisini, Feyzinin sebebiyle ve arzusuyla size gönderildi. Şöyle ki:

Birgün tashihat işim yoktu. İşaratül-İcazın ت tevafuku hakkında yanlışım ve sehvim hatırıma geldi. Bir keffaretüz-zünub aradım. Birden, Lafzullahın başı olan elif, Risale-i Nurun bir muhtasar fihristesi ve çekirdek-i aslisi olan İşaratül-İcazda ve resail-i sairede kerametkarane vaziyetler gösterdiğini düşündüm. Acaba Lafzullahın ل ve ﻫ harfleri dahi ne vaziyet gösterecek diye baştan aşağıya kadar bütün İşaratül-İcazı, sahifelerdeki satırbaşları ve nihayetlerini saydım. ل ve ﻫ nın elif gibi kerametkarane vaziyetini gördüm. Belki inşaallah, tevafukta sehivden gelen kusurlarıma ve yanlışlarıma bu da bir küçük keffaretüz-zünub olur.

Evvelki mektupta, İşaratül-İcazda, sair hurufatın mecmuu başka bir tarzda ehemmiyetli bir vaziyet-i harikaları bulunduğuna bir işaret, bir uç, bir emare gördüğümüzü size yazmıştık. Fakat o geniş sırrı tamamen görmek çok zamana muhtaç olduğundan, çok ehemmiyetli vazifeler şimdilik onunla iştigale müsaade etmedi.

Aziz kardeşlerim,

Bu sıkıntılı zamanda ve tazyikat altında akıl ve kalbi eğlendiren ve keyiflendiren böyle tefekkühat-ı ilmiyeyi israf saymayınız. Hüsn-ü niyet öyle bir kimyadır ki, şişeleri elmasa çevirir, toprağı altın yapar. İnşaallah, o hüsn-ü niyetle, bu tefekkühat dahi hakiki bir gıda ambarına bir anahtar olur ve hizmette zaafa düşenlere kut ve kuvvete yol açar.

Lafzullahın ahir harfi seksen beş defa o Lafza-i Celalin evvelki harfi oluyor. اَللهُ وَاحِدٌ adedine manidar bir tek farkla tevafuk lisanıyla اَللهُ وَاحِدٌ der. ﻫ bir adedi, seksen beş defa hemen hemen umumiyetle tevafuk eder. Yalnız, bazan bir sahife fasıla olur. ﻫ iki adedi, kırk iki defa ekseriyet-i mutlaka ile tevafuk eder. ﻫ üç adedi, yirmi beş defadır, ekseri tevafuktadır. Hecede ikinci ve Kuranda ve Bismillahta birinci harf olan ب yine seksen beş defa bir oluyor.

اَللهُ وَاحِدٌ der. ب iki adedi kırk üç olup, bir farkla ﻫ nin ikisine tevafuk eder. ب üç adedi yirmi yedi olup, ﻫ nin üçüne iki farkla tevafuk eder. ب beş adedi yirmi üç defa ﻫ nin üç adedine iki farkla tevafuk eder. ت altı adedi on beş defa و ın dört adedine tevafuk eder. و altı adedi yirmi altı veya yirmi yedi defadır. و ın beş adedi yirmi beş defa olup, altı adedine bir veya iki farkla tevafuk eder. ( ا ) altı adedi, sekiz defa ve ( ا ) beş adedi sekiz defa birbiriyle tam tevafuk eder.

Elhasıl: Beş ﻫ ile altı هُوَ ism-i mukaddesi oldukları için kerametkarane vaziyetler gösteriyorlar. Lafzullahın ortadaki harfi olan ل yetmiş beş defa evvelki harfi olan elif oluyor. Hemen hemen umumiyetle tevafukla هُوَ اللهُ adedine üç farkla tevafuk lisanıyla هُوَ اللهُ okuyor. ل ın iki adedi altmış beş defa olup, ekseriyet-i mutlaka ile tevafuk ederek, farksız veya iki farkla اَللهُ adedine tevafuk lisanıyla اَللهُ der, zikreder. Ve ل ın üç adedi ekseri birbirine tevafukla otuz üç defa olarak, otuz üç aded-i mübarekine tevafukla ve ل ın makam-ı cifrisine üç farkla tevafuk etmekle beraber yalnız manidar bir farkla وَاحِدٌ اَحَدٌ adedine tevafuk lisanıyla وَاحِدٌ اَحَدٌ der, hükmeder. ل ın dört adedi on sekiz olup, وَاحِدٌ adedi olan on dokuzuna yalnız bir manidar farkla, tevafuk lisanıyla وَاحِدٌ der, tevhidi ilan eder. Bu dört adedi, iki adetle beraber, yalnız iki farkla, tevafuk diliyle La ilahe illa Hu okurlar.

İşte seksen beş, yetmiş beş, altmış beş olması ve bir adedi seksen beş ve iki adedi onun yarısı olan kırka ve üçü onun nısfı yirmiye inmesi ve birbiriyle tevafukları ve Lafza-i Celalin ve Kelime-i Tevhidin lemalarını ifade etmeleri gibi, muntazam niseb-i adediye ve manidar münasebet-ı tevafukıye bize kanaat veriyor ki, tesadüfi değil, belki alamet-i kabul bir tevfiktir; bir tanzimdir.

Kardeşiniz

Said Nursi

– 41 –

(Risale-i Nura işaret eden Otuz Üçüncü ayetin istihracına dair Hafız Alinin bir fıkrasıdır.)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Aziz Üstadım Hazretleri,

Dün akşam namazını kılarken ikinci rekatta Fatiha-i Şerifeden sonra

شَهِدَ اللهُ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ وَاُولُوا الْعِلْمِ قَۤائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

ayetini okurken, hiç düşünmediğim, akıl ve kalbimde birşey, taharriye bir sebep yokken, birden bire ruhun penceresine şu azim ayet-i kerimenin Risale-i Nura ve müellifine bir münasebet-i maneviyeyle işareti gösterildi. Namazdan sonra düşündüm. Hakikaten kuvvetli bir münasebet-i maneviyesi var. Şöyle ki:

Bu kainata, vahdaniyet-i İlahiyeyi cin ve ins ve ruhaniyata karşı kati bir surette gösterip ispat eden birinci, Kuran-ı Azimüşşan olduğu gibi, bu asırda ikinci, üçüncü derecede kemal-i adaletle ve sadık ve musaddak hüccetlerle vahdaniyeti vazıh ve bahir bir surette kainat safahatında ins ve cinnin enzarına arz edip ispat eden Risale-i Nur, bütün tabakat-ı beşere hem medrese, hem mektep, hem kışla, hem hakim, hem hakim olarak en ami avamdan en ehass-ı havassa kadar ders verip talim ve terbiye etmesi bizce meşhud olmasıyla, bu ayet-i kerimenin bir mevzuu, bir masadakı da Risale-i Nur olmasına şüphesiz bir kanaat veriliyor.

İkinci Kelime-i Tevhidden sonra اَلْعَزِيزُ الْحَكِيمُ isimleriyle Cenab-ı Hak (Celle Celalühü) zatını tavsif buyurup, ikinci derecede aynı isimlerin mazharı olan Risaletün-Nur şahs-ı manevisine işaret etmesi, Kuran-ı Azimüşşanın şenine yakışır bir keyfiyettir. Çünkü belki bütün dünyaya muhalif olarak fakr-ı haliyle beraber izzet-i İlahiye ve izzet-i ilmiyeyi muhafaza için ölümden beter musibetlere karşı göğüs geren, tahammül eden Risale-i Nur tercümanı olduğu gibi, zeminde ve semavatta hikmetle tasarrufatın muammasını açan yine Risale-i Nur olduğu sadık ve musaddaktır. Bu kuvvetli münasebet-i maneviyeyi teyid eden bir emaresi de şudur ki:

اُولُوا الْعِلْمِ makam-ı cifrisi iki yüz on dört olup, Risale-i Nurun bir ismi olan Bediüzzamanın (şeddeli ze, lam-ı asli sayılır) makamı olan iki yüz on dörde tam tamına tevafuku ve müellifinin hakiki ve daimi ismi olan Molla Saidin makamı olan iki yüz on beşe bir tek farkla tevafuku, elbette bu kelime-i kudsiyenin her asra baktığı gibi, bu asra da medar-ı nazar bir ferdi Resailün-Nur olduğuna bir emare olduğu gibi, وَاُولُوا الْعِلْمِ قَۤائِمًا بِالْقِسْطِ (okunmayan ikinci vav ve hemze sayılmaz) makamı olan altı yüz bir adediyle, Risale-i Nurun beş yüz doksan dokuz makamına; ve Resailün-Nur makamına yalnız iki farkla, iki ismine tevafuku dahi bir emare olduğu ve شَهِدَ اللهُ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ وَاُولُوا الْعِلْمِ cümle-i tevhidiye-i kudsiyesinin makam-ı cifrisi ve ebcedisi olan bin üç yüz altmış adediyle, tam tamına bu acip isyan, tuğyan, temerrüd asrının ve garip, küfran ve galeyan ve ilhad zamanının bu senesine ve bulunduğumuz bu tarihe tevafuku ve tetabuku elbette kuvvetli bir emaredir ki, bu pek büyük ve geniş ve amm olan tevhid ve şehadetin medar-ı nazar ehemmiyetli efradı ve masadakları her zamandan ziyade bu şehadete muhtaç, bu asrın bu vaktinde bulunacaktır. Ve şimdilik o şehadeti tesirli bir surette ispat eden Resailün-Nur o efraddan birisi ve hususi medar-ı nazar olduğuna pek çok emareler ve işaretler ve beşaretler vardır.

اَللهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Risale-i Nur şakirtlerinden

Hafız Ali

– 42 –

Birden ihtar edilen bir mesele:

ahirzamanda bir şahsın hatiat ve günahlarının gayet dehşetli bir yekun teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, “Acaba adi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi? Ve o ahirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki, kainatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harap olmasına sebebiyet verir?” diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını gördük.

Ezcümle: Müteaddit vücuhundan radyomla anlaşıldı ki, o birtek adam, birtek kelimeyle bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günahlara sokar.

Evet, küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlahiyyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü senayla doldurmak lazım gelirken, dalaletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye o azim nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden, elbette tokat yiyecek.

Nasıl ki havarık-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlahiyyeyi bu mimsiz, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata sarf edip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi. Ve en medeni tasavvur ettiği insanları, en bedevi ve vahşi derekesinden daha aşağıya indirdi. Cehenneme gitmeden evvel, Cehennem azabını tattırıyor.

Evet, radyonun külli nimetiyet ciheti külli bir şükür iktiza eder; ve o külli şükür de, Halık-ı Arz ve Semavatın kelam-ı ezelisinin şimdiki bütün muhataplarına birden yetiştirmek için, külli yüz bin dilli semavi bir hafız hükmünde, her vakit kainatta Kuranı okumalıdır, ta o nimetin külli şükrünü eda ve o nimeti idame etsin.

Said Nursi

– 43 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin, yani Nur fabrikasının sahibi ve mübarek cemaatin imamının Atabeyden gelen mektupları bizi çok mesrur eyledi. Üç dört ay zarfında, üç dört köyde ümmilerden elli adet kalem Risale-i Nuru yazmaya muvaffak olmaları, elbette Alilerin ve Mustafaların şüphesiz harika bir keramet-i sadakatleridir. Kerametkarane bu vakıa, bu havalide Risale-i Nur şakirtlerini çok kuvvetle ümitlendirdi, ziyade şevk verdi. Size de ve o ümmi katiplere de yüz bin barekallah!

Nur fabrikasının, Gül fabrikasının Risale-i Nura derece-i hizmetlerini merak edip sormuştum. Ümit ve tahminimin pek fevkinde olarak Hüsrevin mektubundan bin kalemle Risale-i Nura hizmet haberini ve bilhassa sizin de yalnız ümmilerden birkaç köyde elli kalemin imdada yetişmesi, baki bir hazinenin müjdesi kadar bizi memnun etti. Allah sizlerden ebedi razı olsun. amin. Ve sizi, hizmet-i imaniye ve Kuraniyede muvaffak eylesin, amin. Büyük Hafız Alinin Nazifle tevafuku ve tetabuku, yalnız bir iki cihetle değil, çok cihetlerle mabeynlerinde tevafuk var.

Umum kardeşlerimize birer birer selam ederim.

– 44 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizlerin ümidimin pek fevkinde gayret ve faaliyetiniz beni, ahir hayatıma kadar mesrur ve müteşekkir edecek bir mahiyettedir. Bu defa mektubunuzda, “Hıfz-ı Kurana çalışmak ve Risale-i Nuru yazmak, bu zamanda hangisi takdim edilse daha iyidir?” diye sualinizin cevabı bedihidir. Çünkü, bu kainatta ve her asırda en büyük makam Kuranındır. Ve her harfinde, ondan ta binler sevap bulunan Kuranın hıfzı ve kıraati her hizmete mukaddem ve müreccahtır. Fakat, Risale-i Nur dahi o Kuran-ı Azimüşşanın hakaik-i imaniyesinin burhanları, hüccetleri olduğundan ve Kuranın hıfz ve kıraatine vasıta ve vesile ve hakaikini tefsir ve izah olduğu cihetle, Kuran hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir.

Nur fabrikası ve Gül fabrikası devairinde, Mübarekler Heyetinde, Lütfüler nümunelerinde, Hacı Hafızlar cemaatinde, Sıddık Süleyman, Hakkının makamlarında bulunan herbir kardeşlerimize, hususan elli ümmiden çıkan Risale-i Nur talebelerine birer birer selam ve dua ediyoruz ve dualarınızı istiyoruz.

س. ع.

– 45 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَه وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Sevgili ve kıymetli Üstadım, faziletmeab Efendim Hazretleri,

Ebedi minnettarı ve hadimi bulunduğum Risale-i Nurun feyzinden layık olmadığım pek çok eltaf-ı Rabbaniyeye mazhariyetimi, gözlerimden sevinç yaşları akıtarak görmekte ve ne suretle şükranlarımla mukabele edeceğimden aciz bulunmaktayım. Dünün menfur-u umumisi Nazif, bugünün parlak bir vatanperveri veya hakikatçisi bulunmaktadır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

Senelerden beri müştakı bulunduğum Nur ve Gül fabrikaları Müberekler Heyetinin ve o mukaddes fabrikanın makina ve çarklarının nurlu sadalarını kulaklarımla işitmek ve şu aciz ve kasır ve cahil vaziyetimle o yüksek ve Aşere-i Mübeşşere-i Kuraniyeden olan, Ashab-ı Güzin rıdvanullahi aleyhim ecmain efendilerimizin bugün şahsiyet-i maneviyelerini küçük bir mikyasta temsil eden sıddıklar, mücahidler, fedakar kahramanlar cemaatinin iki mühim uzvu bulunan aziz kardeşlerimizden mübarek Sabri ve Büyük Hafız Alinin hakkımda gösterdikleri alicenabane muhabbet ve merbutiyet-i kalbiye ve hadiselerin aynen tevafuku, bu yüksek ve muktedir Nur deryasının nurlu rüzgarlarından hasıl olan dalgaların hışırtılarından sızan bir keramet-i gaybiye bulunduğundan, bizce pek kıymettar olan bu mühim tevafukatın, günahkar ve bütün geçmiş ömrü isyanla dolu bu adi şahsımın o öyle yüksek ve mukaddes bir heyetin mübarek iki uzvu tarafından hüsn-ü kabul görülerek iltifatlarına mazhar ve kıymetli mesai ve hizmet-i kudsiyelerine tevafukla, pek cüzi ve değersiz hizmetimize iştirak ederek benimsemek ve kabul etmek yüksekliğinde bulunmaları, Risale-i Nurun kudsi kerametiyle Cenab-ı Rabb-i İzzetin nihayetsiz eltaf-ı Sübhaniyesinden büyük bir lütf-u Rabbani bulunduğunu şükranla arz eder ve bu kıymetli kardeşlerimizin hizmet-i kudsiyelerinin denizden bir katre mesabesindeki ve çok hatalı ve kıymetsiz ve cüzi olan hizmetimizin asar-ı fiiliyesi olarak bugün bendenizi layıkı bulunmadığım halde aciz ve cahil ve günahkar şahsiyetim böyle yüksek ve erişilmesi muhal olan ashab-ı Resulallah rıdvanullahi aleyhim ecmain hazeratının şahsiyet-i maneviyesinin küçük bir cilvesinin gölgesini temsil eden Mübarekler Heyetinin iki azasının yüksek iltifatlarına mazhar etmiştir ki, bendenizi bu kudsi mazhariyete eriştiren Risale-i Nur delaletiyle Kadir-i Mutlak ve Halık-ı Zülcelale, Risale-i Nurun hurufatı ve mevcudatın miktarınca hamd-ü sena eder ve bu güzide ve kıymettar Mübarekler Heyetinin herbir azalarına ve bütün kardeşlerimize ayrı ayrı ihtiramla minnet ve şükranlarımı arz ederim.

Talebeniz ve hizmetkarınız

Ahmed Nazif

– 46 –

Şefkat yüzünden esasat-ı İslamiyenin haricindeki bidat ve dalalet yollarına sapanları çeviren bir hakikattır.

Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenlil-alemin zatın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhi ve bir sakam-ı kalbidir.

Mesela, kafir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hadiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kuranın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azimini inkar ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azim ve gayet derecede bir merhametsizliktir.

Çünkü masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkarane şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedit bir gadr ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i akıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkarane taraftar olmak ve merhametkarane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni bir gadirdir.

Risale-i Nurda katiyetle ispat edilmiş ki, küfür ve dalalet, kainata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azimdir ve rahmetin refine ve afatın nüzulüne vesiledir. Hatta, deniz dibinde balıklar, canilerden şekva ederler ki, “İstirahatimizin selbine sebep oldular” diye rivayet-i sahiha vardır.

O halde kafirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkate layık hadsiz masumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor demektir. Yalnız bu var ki, müstehaklara afat geldiği zaman masumlar da yanarlar; onlara acımamak olmuyor. Fakat, canilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.

Bir zaman, eski Harb-i Umumide, düşmanların ehl-i İslama ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim.

Birden kalbime geldi ki, o maktul masumlar şehid olup veli olurlar; fani hayatları, baki bir hayata tebdil ediliyor. Ve zayi olan malları sadaka hükmünde olup baki bir malla mübadele olur. Hatta o mazlumlar kafir de olsa, ahirette kendilerine göre o dünyevi afattan çektikleri belalara mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden öyle mükafatları var ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görünüp, “Ya Rabbi, şükür elhamdü lillah” diyeceklerini bildim ve kati bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.

– 47 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Size bu defa iki parçayı gönderiyorum.

Birisi: Evvelce bir kısmını size göndermiştim. Şimdi bir ihtar-ı maneviyle o parça hem tekmil edildi, hem ehemmiyetli olduğu bildirildi. Eski Saidin siyasetle münasebettar, eski eserlerini görenlere faidesi var; fakat bir parça mahremcedir, Lahikaya girmeli.

İkinci parça: Manevi bir ihtara binaen Risale-i Nurun hizmetine bilmeyerek zarar verebilen bazı yeni eserleri alan bir kardeşimizi bir ikaz, bir ihtardır ki, sair Risale-i Nur talebeleri vazifelerine halel vermemek için bir tenbihtir. Bu da Lahikaya girsin.

Hulusi-i Salis imzasıyla ehemmiyetli ve beni çok mesrur eden ve Küçük Lütfünün bir varisi olan bir zatın Risale-i Nura kıymettar hizmeti ve tesahubunu beyan eden bir mektubunu aldım. O zat kimdir? Ben çok selam ve duayla onu tebrik ediyorum.

Gül ve Nur fabrikaları ve Mübarekler başta olarak umum kardeşlerime birer birer selam ediyorum. Bu memleketi tenvir eden ve Cennet kokularıyla rayihalandıran o fabrikaları Cenab-ı Hak muvaffak ve daim eylesin. amin. Biz burada onların parlak nurlarıyla ve şirin güzel kokularıyla alem-i bekanın rayihasını istişmam ediyoruz.

– 48 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahip ve varisleri ve haslarının hasları olan erkan ve esasları olan kardeşlerime bugünlerde vuku bulan bir hadise münasebetiyle beyan ediyorum ki, Risaletün-Nur hakaik-i İslamiyeye dair ihtiyaçlara kafi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kati ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkiki yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risaletün-Nurdadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risaletün-Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikiye isal eder.

Bu fakir kardeşiniz yirmi seneden evvel kesret-i mütalaayla bazan bir günde bir cilt kitabı anlayarak mütalaa ederken, yirmi seneye yakındır ki Kuran ve Kurandan gelen Resailün-Nur bana kafi geliyorlardı. Birtek kitaba muhtaç olmadım, başka kitapları yanımda bulundurmadım. Risaletün-Nur çok mütenevvi hakaike dair olduğu halde, telifi zamanında, yirmi seneden beri ben muhtaç olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lazım gelir.

Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum; siz dahi Risaletün-Nura kanaat etmeniz lazımdır, belki bu zamanda elzemdir.

Hem şimdilik bazı ulemanın yeni eserlerinde meslek ve meşrep ayrı ve bidatlara müsait gittiği için, Risaletün-Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bidata karşı da huruf ve hatt-ı Kuranı muhafaza etmek bir vazifesi iken, has talebelerden birisi bilfiil huruf ve hatt-ı Kuraniyeyi ders verdiği halde, sırrı bilinmez bir hevesle, huruf ve hatt-ı Kuraniyeye, ilm-i din perdesinde tesirli bir surette darbe vuran bazı hocaların darbede istimal ettikleri eserleri almışlar. Haberim olmadan, dağda, şiddetli bir tarzda o has talebelere karşı bir gerginlik hissettim, sonra ikaz ettim. Elhamdü lillah ayıldılar. İnşaallah tamamen kurtuldular.

Ey kardeşlerim,

Mesleğimiz, tecavüz değil tedafüdür. Hem tahrip değil, tamirdir. Hem hakim değiliz, mahkumuz. Bize tecavüz eden hadsizdirler. Mesleklerinde, elbette çok mühim ve bizim de malımız hakikatler var. O hakikatlerin intişarına bize ihtiyaçları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyetli vazife zedelenir ve muhafazası lazım olan ve birer taifeye mahsus bir kısım esaslar ve ali hakikatler kaybolmasına vesile olur.

Mesela, hadisat-ı zamaniye bahanesiyle Vehhabilik ve Melamiliğin bir nevine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şeriyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risaletün-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslamiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hadisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez.

– 49 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Telifinden otuz dört sene sonra, Münazarat namındaki esere baktım. Gördüm ki, Eski Saidin o zamandaki inkılaptan ve o muhitten ve tesirat-ı hariciyeden neşet eden bir halet-i ruhiyeyle yazdığı bu gibi eserlerinde hatiat var. O kusurat ve hatiatımdan bütün kuvvetimle istiğfar ediyorum ve o hatiattan nedamet ediyorum. Cenab-ı Hakkın rahmetinden niyazım odur ki, ehl-i imanın meyusiyetlerini izale niyetiyle ettiği hatiat hüsn-ü niyetine bağışlansın, affedilsin.

Eski Saidin bu gibi eserlerinde iki esas-ı mühim hükmediyor. O iki esasın hakikatleri vardır. Fakat ehl-i velayetin keşfiyatı tevilata ve rüya-yı sadıkanın tevile muhtaç oldukları gibi, o hiss-i kablelvukuun dahi, daha ince tabirlere lüzumu varken, Eski Saidin o hiss-i kablelvukuyla hissettiği o iki hakikatin tevilsiz, tabirsiz bir surette beyanı, kısmen kusurlu ve kısmen hilaf görünüyor.

Birinci esas: Ehl-i imanın meyusiyetine karşı, “İstikbalde bir nur var” diye müjde verdiğidir. Bir hiss-i kablelvukuyla Risale-i Nurun istikbalde, dehşetli bir zamanda çok ehl-i imanın imanlarını takviye edip kurtarmasını hissedip o adese ile Hürriyet inkılabındaki siyaset dairelerine bakmış. Tabirsiz, tevilsiz tatbike çalışmış; siyaset ve kuvvet ve kemmiyet noktasında zannetmiş. Doğru hissetmiş, fakat tam doğru diyememiş.

İkinci esas: Eski Said, bazı dahi siyasi insanlar ve harika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvuku tabir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmi, zaif ve ismi bir istibdat görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zaif bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hata…

İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdadı hissetmiş. Bazı asarında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istibdadat-ı acibeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şeriye, Kuranın ahkamı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış.

Evet, zaman gösterdi ki, hürriyetperver namını alan bir devletin, o istikbalde gelen istibdadın bir nümunesi olarak, üç yüz müstebit memurlarıyla, üç yüz milyon Hindistanı, üç yüz seneden beri, üç yüz adam gibi kolay bağlayıp deprenmeyecek derecede istibdat altına alarak, eşedd-i zulmü azami bir derecede, yani birisinin hatasıyla binler adamı tecziye etmek olan kanun-u müstebidaneye inzibat ve adalet namını vermiş; dünyayı aldatmış, ateşe vermiş.

Münazarat namındaki eserde, bazı latife suretinde bazı kayıtlar, haşiyecikler bulunur. O eski zaman telifinde zarifüt-tab talebelerine bir mülatafe nevindendir. Çünkü onlar, o dağlarda beraberindeydiler. Onlara ders suretinde beyan ediyormuş. Hem bu Münazarat risalesinin ruhu ve esası hükmünde olan hatimesindeki Medresetüz-Zehra hakikatı ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nura bir beşik, bir zemin izhar etmek idi ki, bilmediği, ihtiyarsız olarak ona sevk olunuyordu. Bir hiss-i kablelvukuyla o nurani hakikati bir maddi surette arıyordu. Sonra o hakikatin maddi ciheti dahi vücuda gelmeye başladı.

Sultan Reşad, 19 bin altın lirayı Vanda temeli atılan o Medresetüz-Zehraya verdi, temel atıldı. Fakat sabık Harb-i Umumi çıktı, geri kaldı.

Beş altı sene sonra Ankaraya gittim, yine o hakikate çalıştım. İki yüz mebustan 163 mebusun imzalarıyla, o medresemize 150 bin banknot iblağ ederek o tahsisat kabul edildi. Fakat binler teessüf, medreseler kapandı, onlarla uyuşamadım, yine geri kaldı. Fakat Cenab-ı Erhamürrahimin, o medresenin manevi hüviyetini Isparta vilayetinde tesis etti. Risale-i Nuru tecessüm ettirdi. İnşaallah istikbalde Risale-i Nur şakirtleri o ali hakikatin maddi suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar.

Eski Saidin İttihad-ı Terakki Komitesine şiddet-i muhalefetiyle beraber, onların hükumetine ve bilhassa orduya karşı tarafgirane yüksek takdiratı ve iltizamları ise, bir hiss-i kablelvukuyla, yağı içinde bulunan o cemaat-i askeriyede ve o cemiyet-i milliyede bir milyona yakın evliya mertebesinde olan şühedayı altı yedi sene sonra tezahür edeceğini hissetmiş, ihtiyarsız olarak, meşrebine muhalif, onlara dört sene tarafgir bulunmuş. Sabık Harb-i Umumi çalkalamasıyla o mübarek yağı alındı, yağı alınmış bir ayrana döndü. Yeni Said dahi Eski Saide muhalefet edip mücahedesine döndü.

– 50 –

ahirzamanda İsa (a.s.) nüzulüne ve Deccalı öldürmesine ait ehadis-i sahihanın mana-yı hakikileri anlaşılmadığından, bir kısım zahir ulemalar, o rivayet ve hadislerin zahirine bakıp şüpheye düşmüşler; veya sıhhatini inkar edip, veya hurafevari bir mana verip, adeta muhal bir sureti bekler bir tarzda avam-ı Müslimine zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadisleri serrişte ederek hakaik-i İslamiyeye tezyifkarane bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehadis-i müteşabihenin hakiki tevillerini Kuran feyziyle göstermiş. Şimdilik nümune olarak birtek misal beyan ederiz. Şöyle ki:
uyuşamadım, yine geri kaldı. Fakat Cenab-ı Erhamürrahimin, o medresenin manevi hüviyetini Isparta vilayetinde tesis etti. Risale-i Nuru tecessüm ettirdi. İnşaallah istikbalde Risale-i Nur şakirtleri o ali hakikatin maddi suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar.

Eski Saidin İttihad-ı Terakki Komitesine şiddet-i muhalefetiyle beraber, onların hükumetine ve bilhassa orduya karşı tarafgirane yüksek takdiratı ve iltizamları ise, bir hiss-i kablelvukuyla, yağı içinde bulunan o cemaat-i askeriyede ve o cemiyet-i milliyede bir milyona yakın evliya mertebesinde olan şühedayı altı yedi sene sonra tezahür edeceğini hissetmiş, ihtiyarsız olarak, meşrebine muhalif, onlara dört sene tarafgir bulunmuş. Sabık Harb-i Umumi çalkalamasıyla o mübarek yağı alındı, yağı alınmış bir ayrana döndü. Yeni Said dahi Eski Saide muhalefet edip mücahedesine döndü.

– 50 –

ahirzamanda İsa (a.s.) nüzulüne ve Deccalı öldürmesine ait ehadis-i sahihanın mana-yı hakikileri anlaşılmadığından, bir kısım zahir ulemalar, o rivayet ve hadislerin zahirine bakıp şüpheye düşmüşler; veya sıhhatini inkar edip, veya hurafevari bir mana verip, adeta muhal bir sureti bekler bir tarzda avam-ı Müslimine zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadisleri serrişte ederek hakaik-i İslamiyeye tezyifkarane bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehadis-i müteşabihenin hakiki tevillerini Kuran feyziyle göstermiş. Şimdilik nümune olarak birtek misal beyan ederiz. Şöyle ki:
“Hazret-i İsa (a.s.) Deccalla mücadelesi zamanında, İsa (a.s.) onu öldüreceği vakitte, on arşın yukarıya atlayıp sonra kılıcı onun dizine yetiştirebilir derecesinde, vücutça o derece Deccalın heykeli İsadan büyüktür” diye mealinde rivayet var. Demek Deccal, İsa dan on, belki yirmi misli yüksek kametli olmak lazım gelir.

Bu rivayetin zahiri ifadesi sırr-ı teklife ve sırr-ı imtihana münafi olduğu gibi, nev-i beşerde cari olan adetullaha muvafık düşmüyor.

Halbuki bu rivayeti, bu hadisi,—haşa—muhal ve hurafe zanneden zındıkları iskat ve o zahiri, ayn-ı hakikat itikad eden ve o hadisin bir kısım hakikatlerini gözleri gördükleri halde, daha intizar eden zahiri hocaları dahi ikaz etmek için, o hadisin, bu zamanda da aynı hakikat ve tam muvafık ve mahz-ı hak müteaddit manalarından bir manası çıkmıştır. Şöyle ki:

İsevilik dini ve o dinden gelen adat-ı müstemirresini muhafaza hesabına çalışan bir hükumetle, resmi ilanıyla, zulmetli pis menfaati için dinsizliğe ve bolşevizme yardım edip terviç eden diğer bir hükumet ki, yine hasis, pis, menfaati için İslamlarda ve Asyada dinsizliğin intişarına taraftar olan fitnekar ve cebbar hükumetlerle muharebe eden evvelki hükumetin şahs-ı manevisi temessül etse ve dinsizlik cereyanının bütün taraftarları da bir şahs-ı manevisi tecessüm eylese, üç cihetle bu müteaddit manaları bulunan hadisin bu zaman aynen bir manasını gösteriyor. Eğer o galip hükumet netice-i harbi kazansa, bu işari mana dahi bir mana-yı sarih derecesine çıkar. Eğer tam kazanmasa da, yine muvafık bir mana-yı işaridir.

Birinci cihet: Din-i İsevinin hakikisini esas tutan İsevi ruhanilerin cemaati ve onlara karşı dinsizliği tervice başlayan cemaat tecessüm etseler, bir minare yüksekliğinde bir insanın yanında, bir çocuk kadar da olamaz.

İkinci cihet: Resmi ilanıyla, “Allaha istinad edip dinsizliği kaldıracağım, İslamiyeti ve İslamları himaye edeceğim” diyen bir hükumet yüz milyon küsur iken, dört yüz milyona yakın nüfusa hükmeden bir diğer devlete ve dört yüz milyon nüfusa yakın ve onun müttefiki olan Çine ve Amerikaya ve onlar ise zahir ve müttefik oldukları olan bolşeviklere galibane, öldürücü darbe vuran o hükumetteki muharip cemaatin şahs-ı manevisiyle, mücadele ettiği dinsizlerin ve taraftarların şahs-ı manevileri tecessüm etse, yine minare boyunda bir insana nispeten küçük bir insanın nispeti gibi olur

Bir rivayette, “Deccal dünyayı zapteder” manası, “ekseriyet-i mutlaka ona taraftar olur” demektir. Şimdi de öyle oldu.

Üçüncü cihet: Eğer, küre-i arzın dört kıtaları içinde en küçüğü olan Avrupanın ve bu kıtanın da dörtte biri olmayan bir hükumetin memleketi, ekser Asya, Afrika, Amerika, Avustralyaya karşı galibane harp ederek, İsanın vekaletini dava eden bir devletle beraber dine istinat edip çok müstebidane olan dinsizlik cereyanlarına karşı semavi paraşütlerle muharebe ve mücadele eden o hükumetle, ötekilerin şahs-ı manevileri insan suretine girse, ceridelerin eskiden beri yaptıkları gibi, devletlerin kuvvetlerini ve hükumetlerin derecelerini göstermek nevinden o manevi şahıslar dahi ru-yi zemin ceridesinde, bu asır sahifesinde birer insan suretinde tersim ve tasvirleri gibi temessül etseler, aynen ve tam tamına hadis-i şerifin mucizane ihbar-ı gaybi nevinden beyan ettiği hadise-i ahirzamanın müteaddit manalarından tam bir manası çıkıyor.

Hatta, şahs-ı İsanın (a.s.) semavattan nüzulü işaretiyle bir mana-yı işarisi olarak İsayı (a.s.) temsil ederek ve namına hareket eden bir taife dahi, şimdiye kadar işitilmemiş ve görülmemiş bir tarzda tayyarelerle, paraşütlerle semadan bir bela-yı semavi gibi nüzul ettiriyor, düşmanların arkasına indiriyor. İsanın nüzulünün maddeten bir misalini gösteriyor.

Evet, hadis-i şerifin ifadesiyle İsanın semavi nüzulü kati olmakla beraber; mana-yı işarisiyle başka hakikatleri ifade ettiği gibi, bu hakikate de mucizane işaret ediyor.

Küçük Hüsrev olan Feyzi ve Eminin suali ve ilhahlarıyla bazı biçarelerin imanlarını şübehattan muhafaza niyetiyle bu meseleye dair yalnız bir, iki, üç satır yazmak niyet edip başlarken, ihtiyarım haricinde olarak uzun yazdırıldı. Hikmetini de anlamadık, belki bir hikmeti var diye öylece bıraktık, kusura bakmayınız. Bu fıkrada tashihe ve dikkate vakit bulamadık, müşevveş kaldı.

– 51 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ الْقُرْاٰنِ

Aziz kardeşlerim ve sıddık arkadaşlarım,

Var olunuz, bahtiyar olunuz. Sizin pek ciddi say ü gayretiniz hem burada, hem başka yerlerde şevk ve gayreti uyandırıyor. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, gittikçe Risale-i Nurun fütuhatı ziyadeleşiyor. Ehl-i iman yaralarını hissedip ilaçlarını ondan buluyorlar.

Hafız Alinin mektubunda yazdığı iki ayetin işaretine dikkat ettik. Bizler dahi Nur fabrikasının sahibi gibi çok mesrur ve müferrah olduk. Fakat Risale-i Nura bir işaret-i gaybiyle haber veren otuz üç adet ayet شَهِدَ اللهُ ayetiyle hitam bulduğundan, bu yeni iki ayetin müstakil bir surette işaretlerine kapı açılmadı. Hem, otuz üç ayetten hangisinin tetimmesi olacak şimdilik bilinmedi. Yalnız bu kadar anlaşıldı ki, بِاَيْدِى سَفَرَةٍ كِرَامٍ بَرَرَةٍ fıkrası Risale-i Nurun naşir ve katiplerine mana-yı işari ile bakıyor. Hem, يَتْلُوا صُحُفًا مُطَهَّرَةً فِيهَا كُتُبٌ قَيِّمَةٌ fıkrası dahi, Risale-i Nurun eczalarına ve suhuflarına ve kitaplarına mana-yı işariyle bakıyor. Fakat cifir hesabıyla bin üç yüz altmış küsurdan sonra bu parlak vaziyeti gösterecekler diye icmalen fehmettik.

Gül fabrikasının bizlere, parlak bir gül-ü Muhammedi (a.s.m.) bahçesini hediye edecekti. Onu bütün ruh u canımızla bekliyoruz.

Bu zamanda, lillahilhamd, Sünnet-i Seniye dairesinde kemal-i imanı kazanan Risale-i Nur şakirtleri evliyaların, mürşidlerin nazar-ı dikkatini celb edecek vaziyeti aldığından, her zamanda bulunan hakiki mürşidler, her halde bu zamanda Risale-i Nur şakirtlerine müşteri olurlar. Birisini elde etse, yirmi mürid kadar kıymet verirler.

Hem, zevkli ve cazibedar velayet tereşşuhatı karşısında Risale-i Nurun hizmetindeki meşakkat, mücahede, külfet bulunduğundan, Feyziye hitaben beyan edilen hakikat o tarafa da faidesi olur diye leffen size gönderildi.

Umum kardeşlerime birer birer selam ediyorum.

– 52 –

Feyzi kardeşim,

Sen Isparta vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın. Hapishanede—Allah rahmet eylesin—mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşi evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen Risale-i Nurun elli altmış şakirtleri içinde celbkarane sohbet ettiği halde, yalnız birtek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebakisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risale-i Nurun yüksek, kıymettar hizmet-i imaniyesi onlara kafi olarak kanaat veriyordu.

O şakirtlerin gayet keskin kalb basireti şöyle bir hakikati anlamış ki: Risale-i Nurla hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mümini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mümine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder. Velayet ise, müminin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.

İşte bu dakik sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki, benim gibi biçare günahkar bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müctehidlere dahi tercih ettiler.

Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutup, bir gavs-ı azam gelse, “Seni on günde velayet derecesine çıkaracağım” dese, sen Risale-i Nuru bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.

– 53 –

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حَاصِلِ ضَرْبِ حُرُوفِ مَا اَرْسَلْتُمْ لَنَا مِنَ الرَّسَۤائِلِ فِى عَاشِرَاتِ دَقَۤائِقِ هٰذِهِ اللَّيْلَةِ الرَّغَۤائِبِ وَلَيْلَةِ الْمِعْرَاجِ وَلَيْلَةِ الْقَدْرِ وَاَعْطَاكُمُ اللهُ بِعَدَدِهَا ثَوَابًا وَحَسَنَةً، اٰمِينَ

Aziz ve sıddık kardeşlerim ve fedakar ve sadık arkadaşlarım,

Evvela: Sizin, bu mübarek şuhur-u selase ve içindeki kıymettar leyali-i mübarekeleri tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak, herbir geceyi sizin hakkınızda birer leyle-i Regaib ve leyle-i Kadir kıymetinde size sevap versin. amin.

Saniyen: Sizin bu defa nurlu hediyelerinizin her harfine mukabil Cenab-ı Erhamürrahimin defter-i amalinize bin hasene yazsın ve asımın ruhuna bin rahmet versin. amin.

Salisen: Kuran-ı Mucizül-Beyanın ve Risale-i Nurun hazinelerinin kerametli ve yaldızlı bir anahtarı olan kalem-i Hüsrevi, elhak, Mucizat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) gizli güzelliğini her göze gayet parlak ve güzel gösteriyor. Cenab-ı Hak bu kalemi, bu hizmette muvaffak ve daim eylesin. amin.

Mübarek heyetinin büyük bir kahramanı Büyük Alinin sisteminde Küçük Alinin Mucizat-ı Kuraniyesi, Mucizat-ı Ahmediyenin tam mutabık bir baki pırlanta tarzında mevki aldı. Erhamürrahimin, her harfine mukabil, yazana on sevap ihsan eylesin. amin.

Mehmed Tahiri! Küçük Lutfinin hayrül-halefi ve Atabeyin kahramanı, bu havaliye nurlu ve güzel hediyeleri çok kıymettardır. Rahmanür-Rahim, hazine-i rahmetinden ona ve pederine her harfine ve her kelimeye mukabil rahmet etsin. amin.

Aydınlı Hasan Ulvinin kuvvetli kalemi inşaallah merhum asımın noksan bıraktığı vazife-i Nuriyeyi tekmil edecek ve o güzel kalemle asımın ve Lütfinin ruhlarını şad edecek. Onun küçük hediyesi, ilerideki kıymettar hizmetlerini ihsas ederek büyük bir mevki aldı. Allah ondan razı olsun. amin.

Risale-i Nurun erkan-ı mühimmesinden ve resail içinde sualleriyle ehemmiyetli bir mevki tutan ve onunla beraber manen yaşayan kardeşimiz Refet Beyin mektubuyla ve Gül fabrikasının gül-ü Muhammedi (a.s.m.) bahçesini yetiştiren Hüsrevin mektubuna ayrı birer mektupla cevap yazmak isterdim. Fakat şimdilik vakit müsaade etmedi.

– 54 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin mektuplarınızdan o kadar mesrur oldum ki, tarif edemem. Hususan Hüsrevin çok kıymettar iki mektubunda, Hacı Hafızın köyünde Risale-i Nurun pek fevkalade bir surette tevessüü, o iki mektubu nüsha gibi ve bir hüccet-i katıa gibi saklayıp, bu havalideki talebelere bir taziyane-i teşvik olarak gösteriliyor.

Risale-i Nur, Kuranın bir mucize-i manevisi olduğu gibi, Hüsrevin kalemi de, Risale-i Nurun pek kuvvetli bir kerameti olduğunu buraca hergün tasdik ediyoruz. Hüsrevin mektubuna karşı uzun mektup yazmak istiyorduk, arzumuza muvaffak olamadık.

Mübarekler kahramanlarından Küçük Alinin mektubu da bana büyük bir ümit verdi. Merhum Abdurrahmanın elhak tam bir halefi olan kıymettar ve mübarek büyük kardeşi olan Mustafa Hulusinin, Hafız Ahmed isminde mübarek bir mahdumu, peder ve amcaları sisteminde Risale-i Nura hizmet etmesi, yeniden Abdurrahman dünyaya gelmiş kadar beni müferrah etti.

Aras Atabeyde, eskide, Lütfi, Zekai gibi iki kıymettar şakirtlerin yerlerini boş bırakmayan, Aras kahramanları olan Tahir ve Abdullah Çavuşun Risale-i Nura hizmetleri, Aras hakkında endişelerimi tamamen izale etti.

İsmail oğlu Hüseyinin hastalığı beni müteessir etti. İnşaallah tam bir Lütfi olacak, çok da hizmet edecek.

Sizlerin buraya gelen mektuplarınız, kısmen tensikle Lahikaya derc ediliyor. Size bu defa mahrem sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا da, istihrac-ı gaybideki mücmel hakikata dair birden kalbe ihtar edilen bir fıkrayla Tesettür Risalesine haşiye gönderiyoruz. Bu şuhur-u selase, seksen küsur sene bir ömrü kazandırıyor. Elbette sizler gibi mücahidler onu kazanmaya çalışacaksınız. Cenab-ı Hak herbir gecesini sizin hakkınızda leyle-i Mirac ve leyle-i Berat ve Leyle-i Kadir kadar kıymettar eylesin, amin.

– 55 –

Ehemmiyetli, fakat bir derece mahremdir.

Aziz kardeşlerim,

Mahrem sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا da, cifirle istihracım aynen Münazarat risalesinde, “Bir nur çıkacak ve göreceğiz?” diye gaybi müjdeler gibi, ilhami ve hak bir hakikati fikrimle olan tatbikatımda bir kusur vardı. O kusur beni düşündürüyordu. Münazarat ve Sünuhat gibi risalelerdeki müjde-i nuriyeyle Risale-i Nur tam halletti. Geniş daire-i siyasiye yerine, yüksek bir daire-i nuriyeyle o kusuru izale ettiği gibi, اِنَّۤا اَعْطَيْنَا sırr-ı mahreminde, on iki, on üç sene sonra “İslamiyete darbe vuranların başlarında öyle müthiş bir patlayış olacak ki, kıyamete kadar unutulmayacak” mealindeki istihrac-ı cifri çok geniş bir dairede olduğu halde, nur müjdesi sırrının aksine olarak, dar bir dairede ve hususi bir hükumette tatbik etmek suretiyle, fikrim o geniş daireyi ihata edemeyerek o hakikatin suretini değiştirmiş. Halbuki o istihracın gösterdiği aynı tarihte, o rejimin müessisi ve başı dünyadan göçtü, darbesini yedi. Ve aynı senede, perde altında bilinmeyen ve küre-i arzın ekserini ve nev-i beşerin kısm-ı azamını istibdadı altına alan bir müthiş cereyanın düğümü ve düğmesi ve manen binler başından bir başı ve en müthişi olan o göçüp giden adam tokat yediği aynı zamanda, daha sene tamam olmadan, o müthiş cereyanın bütün başları ve taraftarları öyle semavi müthiş tokatlara ve şiddetli fırtınalı musibetlere tutulmaya başladılar; kıyamete kadar azabını çekecekler ve çekiyorlar. Ve edyan-ı semaviyeye ve İslamiyete ettikleri cinayetlerin cezasını çok geniş bir dairede gördüler ve görüyorlar. Mimsiz medeniyetin pisliğiyle dünyayı mülevves ettikleri için, aynı istihracın gösterdiği tarihte, o mimsiz medeniyetin başına da öyle bir semavi tokat indi ki, en karanlık vahşetten daha aşağı indirdi.

– 55 –

Ehemmiyetli, fakat bir derece mahremdir.

Aziz kardeşlerim,

Mahrem sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا da, cifirle istihracım aynen Münazarat risalesinde, “Bir nur çıkacak ve göreceğiz?” diye gaybi müjdeler gibi, ilhami ve hak bir hakikati fikrimle olan tatbikatımda bir kusur vardı. O kusur beni düşündürüyordu. Münazarat ve Sünuhat gibi risalelerdeki müjde-i nuriyeyle Risale-i Nur tam halletti. Geniş daire-i siyasiye yerine, yüksek bir daire-i nuriyeyle o kusuru izale ettiği gibi, اِنَّۤا اَعْطَيْنَا sırr-ı mahreminde, on iki, on üç sene sonra “İslamiyete darbe vuranların başlarında öyle müthiş bir patlayış olacak ki, kıyamete kadar unutulmayacak” mealindeki istihrac-ı cifri çok geniş bir dairede olduğu halde, nur müjdesi sırrının aksine olarak, dar bir dairede ve hususi bir hükumette tatbik etmek suretiyle, fikrim o geniş daireyi ihata edemeyerek o hakikatin suretini değiştirmiş. Halbuki o istihracın gösterdiği aynı tarihte, o rejimin müessisi ve başı dünyadan göçtü, darbesini yedi. Ve aynı senede, perde altında bilinmeyen ve küre-i arzın ekserini ve nev-i beşerin kısm-ı azamını istibdadı altına alan bir müthiş cereyanın düğümü ve düğmesi ve manen binler başından bir başı ve en müthişi olan o göçüp giden adam tokat yediği aynı zamanda, daha sene tamam olmadan, o müthiş cereyanın bütün başları ve taraftarları öyle semavi müthiş tokatlara ve şiddetli fırtınalı musibetlere tutulmaya başladılar; kıyamete kadar azabını çekecekler ve çekiyorlar. Ve edyan-ı semaviyeye ve İslamiyete ettikleri cinayetlerin cezasını çok geniş bir dairede gördüler ve görüyorlar. Mimsiz medeniyetin pisliğiyle dünyayı mülevves ettikleri için, aynı istihracın gösterdiği tarihte, o mimsiz medeniyetin başına da öyle bir semavi tokat indi ki, en karanlık vahşetten daha aşağı indirdi.

Elhasıl: Sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا da çok geniş bir daire, dar bir dairede tatbik edilmiş. Nur müjdesi ise, dar ve manevi, fakat yüksek bir daireyi geniş ve maddi bir daire suretinde tasvir edilmişti. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, bu iki kusurumu kuvvetli bir ihtar-ı maneviyle ıslah etti.
يُبَدِّلُ اللهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ sırrına mazhar eyledi.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَۤائِنَاتِ

– 56 –

Aziz kardeşlerim,

Sakın bu fıkranın vasıtasıyla o sırr-ı mahremi faş etmeyin ve o risaleyi de araştırmayın. Yalnız bu fıkrayı zararsız görseniz haslara gösterebilirsiniz.

– 57 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu defaki mektuplarınız gelmeden evvel, bir ihtarla kendi cevabını kerametkarane yazdırmış. Demek, mektup sahiplerinin fevkalade sadakatleri keramet derecesine çıkmış.

Kardeşlerim, mektuplarınızda çok yüksek düşünce ve takdirat binden bir hisse de benim olsa, hadsiz şükrederim. Belki Risale-i Nurun manevi şahsiyeti ve çok kesretli talebeleri içinde, bilmediğimiz gayet yüksek bir makam sahibi bir zatın tesiratı ve kumandası hissediliyor, benim gibi bin derece uzak bir biçare tasavvur ediliyor. Hakkım olmadan bana verilen ziyade ehemmiyetiniz, inşaallah size zararı olmaz; fakat Risale-i Nurun hüsn-ü cereyanına zarar ihtimali var. Siz bir hakikati hissediyorsunuz. Ve fevkalade sadakat ve ihlasınız inşaallah hak görür, fakat surette bazan aldanılır. Biz hizmetle mükellefiz. Neticeleri ve muvaffakıyet, Cenab-ı Hakka aittir.

– 58 –

(Ehemmiyetlidir.)

Risale-i Nur talebelerinden bir kısım kardeşlerimin, benim haddimin çok fevkinde hüsn-ü zanlarını ve ifratlarını tadil etmek için ihtar edilen bir muhaveredir.

Bundan kırk elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah ile bir muhaveremi hikaye ediyorum.

O merhum kardeşim, evliya-i azimeden olan Ziyaeddinnin (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse makbul gördükleri için, o merhum kardeşim dedi ki:

“Hazret-i Ziyaeddin bütün ulumu biliyor. Kainatta, kutb-u azam gibi herşeye ıttılaı var.” Beni onunla raptetmek için çok harika makamlarını beyan etti.

Ben de o kardeşime dedim ki: “Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakiki sevmiyorsun. Çünkü kainattaki ulumları bilir bir kutb-u azam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddini seversin. Yani o ünvanla bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zail olur veyahut dörtten birisine iner. Fakat ben, o zat-ı mübareki senin gibi pek ciddi severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana halis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsi makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakiki makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilakis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakiki bir Ziyaeddini, sen de hayali bir Ziyaeddini seversin.”

Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir alim olduğu için, benim nokta-i nazarımı kabul edip takdir etti.

Ey Risale-i Nurun kıymettar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakar kardeşlerim,

Şahsiyetim itibarıyla sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez; fakat sizin gibi hakikatbin zatlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusuratla alude mahiyetim görünse, bana acıyacaksınız. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız.

Ben size nispeten kardeşim; mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkarane dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsi ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette taksimül-mesai kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevinin fevkalade ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kafidir.

Hem madem bu zamanda herşeyin fevkinde hizmet-i imaniye en ehemmiyetli bir vazifedir. Hem kemiyet ise, keyfiyete nispeten ehemmiyeti azdır. Hem muvakkat ve mütehavvil siyaset alemleri ebedi, daimi, sabit hidemat-ı imaniyeye nispeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz, medar da olamaz. Risale-i Nurun talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalade hüsn-ü zan ve müfritane ali makam vermek yerine, fevkalade sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lazımdır. Onda terakki etmeliyiz.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursi

– 59 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Risale-i Nurun kahramanı olan Hüsrevin bu defaki iki hediye-i kudsiyesi ve kerametkarane o iki semavi hediyenin manevi icazını gözlere de gösterir bir tarzda bu şuhur-u selasede bizlere ve bu muhite hediye etmesi, Risale-i Nur nokta-i nazarında mucizane bir hizmettir. İnşaallah o Gül fabrikasının kalemi, buraları da bir gülistana çevirecek. Cenab-ı Hak, o kalem sahibine, yazdığı her harf-i Kurana mukabil, leyle-i Kadirdeki gibi otuz bin sevap ve rahmet ve hasene versin. amin, amin, amin.

Aziz kardeşlerim,

Sadakatınızdan tereşşuh eden ve haddimin pek çok fevkinde hüsn-ü zannınıza karşı bundan evvel verdiğim cevabın bir tetimmesi olarak, bu gelecek fıkrayı iki gün evvel yazmıştık. Sizin fevkalade sadakat ve ulüvv-ü himmetinizden tereşşuh eden bir hafta evvelki mektubunuza karşı hüsn-ü zannınızı bir derece cerh eden benim cevabımın hikmeti şudur ki:

Bu zamanda öyle fevkalade hakim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakiki beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zat dahi bu zamanda gelse, harekatını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset alemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.

Hem üç mesele var: biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en azamı, iman meselesidir.

Fakat, şimdiki umumun nazarında ve hal-i alem ilcaatında en mühim mesele hayat ve şeriat göründüğünden, o zat şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum ru-yi zeminde vaziyetlerini değiştirmek, nev-i beşerdeki cari olan adetullaha muvafık gelmediğinden, herhalde en azam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak; ta ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara alet olmadığı tahakkuk etsin.

Hem, yirmi senedenberi tahribkarane eşedd-i zulüm altında o derece ahlak bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan, belki de yirmiden birisine itimat edilmez. Bu acip halata karşı çok fevkalade sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslamiye lazımdır; yoksa akim kalır, zarar verir.

Demek en halis ve en selametli ve en mühim ve en muvaffakiyetli hizmet Risale-i Nur şakirtlerinin daireleri içindeki kudsi hizmettir. Her neyse… Bu mesele şimdilik bu kadar yeter.

Umum kardeşlerimize birer birer selam ve bu eyyam-ı mübarekede dua ederiz ve makbul dualarını, gelecek eyyam ve leyali-i mübarekede istiyoruz.

Elhak, Tahirinin de Lemeat hediyesini pek çok kıymettar gördük. İnşaallah bu havalide ona çok sevap kazandıracak. Tam bir Lütfidir; Allah muvaffak eylesin.

– 60 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvela: Sizin leyle-i Beratınızı ve gelecek Ramazanınızı tebrik eder ve bu gelecek leyle-i Kadri hakkınızda ve hakkımızda bin aydan daha hayırlı olmasını ve defter-i amalimize böyle geçmesini Cenab-ı Haktan niyaz ediyoruz. Ve böylece, bayrama kadar

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْ لَيْلَةَ قَدْرِنَا فِى هٰذَا الرَّمَضَانِ خَيْرًا مِنْ اَلْفِ شَهْرٍ لَنَا وَلِطَلَبَةِ الرَّسَۤائِلِ النُّورِ الصَّادِقِينَ duasını etmeye niyet ettik.

Hem sizin iki mucizeli Kuranı bizlere bu mübarek aylarda göndermeniz, inşaallah o derece medar-ı bereket ve sevap ve hasenat ve fütuhat olacak ki, hakkımızda bu Ramazanın herbir günü bir leyle-i Kadir hükmüne geçeceğini rahmet-i İlahiyeden ümit ederiz.

Şimdiden biz tedbir ettik ki, iki Kuranı, Risale-i Nurun buradaki has talebeleri, Ramazan-ı Şerifte, herbiri, her günde bir cüzün sizinle beraber okumakla, Ramazanın her gününde bir hatme-i Kuraniye olarak, manevi ve çok geniş bir mecliste, Isparta ve Kastamonuyu ihata eden bir dairede halka tutan Risale-i Nur talebelerinin ve o dairenin merkezinde sizler bulunmak cihetiyle Risale-i Nur şakirtlerinin etrafınızda olarak, Nakşide, “hatme-i hacegan” tarzında, fakat çok büyük bir mikyasta Risale-i Nurun bütün şakirtleri manen hazır ve o dairede bulunuyor niyetiyle tasavvuruyla okunmak, o kudsi hatmeyi yapmak Cenab-ı Hakkın rahmetinden tevfik niyaz ederiz.

– 61 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Gavs-ı azamın فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ teminkarane fıkrası, şimdiye kadar Risale-i Nurun şakirtleri hakkında tamamen mutabık çıktı. İnşaallah Hüsrev, Rüştü, Refet gibi kardeşlerimizin, bilhassa Hüsrev gibi çok metin bir rüknün müfarakati sureten elim ve zararlı göründüğü halde, gayet hayırlı bir suret almasını rahmet-i İlahiyeden ümitvarız.

Hatta hapsimiz musibeti, gerçi zahiri bir azap idi, fakat hakikat noktasında hizmetimiz hakkında büyük bir inayet ve rahmete çevrildi. Lillahilhamd, sizlerin gayretinizle o havalide çok Hüsrevler var; meydana çıkmaya başlamışlar. Belki çok zamandan beri mütemadiyen çalışmaktan Hüsreve bir istirahat verildi. Ve kıymettar kalemi yerinde mübarek lisanı ve halisane ahvali yine kudsi hizmetini idame etmesini inayet-i İlahiyeden ümitvarız. Nasıl ki Feyzi ve Selahaddinin askerliği de öyle mübarek oldu.

Kardeşlerim, bu hadise münasebetiyle Risale-i Nurun tam mutabık çıkan bir ihbar-ı gaybisini beyan ediyorum.

Hüsrev ve Hulusi ve Rüştü ve Refet gibi Risale-i Nurun çok şakirtleri, meslek-i askeriye ve bu İkinci Harb-i Umumiyeye münasebettar bir surette girmelerini ve ikinci bir Harb-i umumi olacağını ve iştirakimizi, yani talebelerin iştirakini altı-yedi sene evvel haber vermiş. Çünkü Yirmi Sekizinci Lema olan İkinci Keramet-i Aleviyenin İkinci Emarede, فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ bahsinde فَقَاتِلْ وَلاَ تَخْشَ beraber olsa, bin dokuz yüz kırk küsur oluyor. Allahu alem, o tarihte bir harb-i umumiye iştirakimizi, yani eski müttefikle değil, belki taraftarane onun hasmıyla iştirake işaret ediyor diye haber vermiş. İşte, şimdi aynı tarihtir ki, Risale-i Nurun erkan-ı mühimmesi iştirak ediyor.

Kardeşlerimize birer birer selam ederiz. Hilmi, Feyzi, Nazif, Emin sizlere selam ve arz-ı hürmet ederler.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Said Nursi

– 62 –

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حَاصِلِ ضَرْبِ عَاشِرَاتِ دَقَۤائِقِ لَيْلَةِ الْقَدْرِ فِى حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvela: Bütün ruh u canımla mübarek Ramazanınızı tebrik ederim. Ve o mübarek şehirde ettiğiniz duaların, Cenab-ı Hak yanında makbul olmasını Erhamürrahiminden niyaz ederim.

Saniyen: Bu seneki Ramazan-ı Şerif hem alem-i İslam için, hem Risale-i Nur şakirtleri için gayet ehemmiyetli, pek çok kıymetlidir.

Risale-i Nur şakirtlerinin iştirak-i amal-i uhreviye düstur-u esasiyeleri sırrınca, herbirisinin kazandığı miktar, herbir kardeşlerine aynı miktar defter-i amaline geçmesi, o düsturun ve rahmet-i İlahiyenin muktezası olmak haysiyetiyle, Risale-i Nur dairesine sıdk ve ihlasla girenlerin kazançları pek azim ve küllidir. Herbiri, binler hisse alır. İnşaallah, emval-i dünyeviyenin iştiraki gibi inkısam ve tecezzi etmeden, herbirisine, aynı amel defterine geçmesi, bir adamın getirdiği bir lamba, binler ayinelerin herbirisine aynı lamba inkısam etmeden girmesi gibidir.

Demek, Risale-i Nurun sadık şakirtlerinden birisi leyle-i Kadrin hakikatini ve Ramazanın yüksek mertebesini kazansa, umum hakiki sadık şakirtler sahip ve hissedar olmak, vüsat-i rahmet-i İlahiyeden çok kuvvetli ümitvarız.

– 63 –

Aziz, sıddık, mübarek, kahraman kardeşlerim,

Evvela: Bu mübarek Ramazanda, iştirak-i amal düstur-u esasiyle, herbir has kardeşimizin kırk bin dili bulunan bir melaike hükmünde, kırk bin dillerle, yani kardeşlerin adedince manevi dilleriyle ettikleri ve edecekleri dualar, rahmet-i İlahiye nezdinde makbul olmasını, o lisanlar adedince, Cenab-ı Erhamürrahiminden niyaz ediyoruz. Bu mahiyetteki Ramazanınızı tebrik ediyoruz.

Saniyen: Bu defaki müteaddit tesirli ve sürurlu ve müjdeli mektuplarınıza karşı, bir kitap kadar cevap vermek layık iken, vaktin müsaadesizliğiyle kısa cevabımdan gücenmeyiniz. En başta, kahramanlar yatağı olan Sav köyünün ehemmiyetli bir talebesi olan Ahmedin mektubunda öyle bir mesele gördüm ki, beni sürur yaşlarıyla ağlattırdı. Cenab-ı Hakka yüz binler şükür olsun. Risale-i Nurun tamam kıymetini, o köyün mübarek valideleri, hanımları tamam anlamışlar. O mübarek hanımların, o kıymettar ve halis ahiret hemşirelerimin, Risale-i Nurun intişarına gösterdikleri fedakarlık, beni ve bizi kemal-i sürurdan ağlattırdı.

Zaten Risale-i Nurun mesleğindeki en mühim bir esası şefkat olduğundan ve şefkat madenleri de hanımlar olduğundan, çoktan beri beklerdim ki, kadınlar aleminde Risale-i Nurun mahiyeti anlaşılsın.

Lillahilhamd, bu havalide de, bu yakında erkeklerden ziyade bir iştiyak ve faaliyetle buradaki hanımlar tam çalışıyorlar, Savlı mübareklerin hemşireleri olduklarını gösteriyorlar. Bu iki tezahür bu zamanda bir fal-i hayırdır ki, o şefkat madenlerinde Risale-i Nur parlayacak, fütuhat yapacak.

Hem Sav köyünün bahadır çobanları torbalarında Risale-i Nuru yazmak için taşımaları, aynı oradaki hanımların fedakarlıkları gibi, bu havalide gayet tesirli bir medar-ı teşvik olacak. O hanımların ve o çobanların hususi isimlerini bilmek arzu ediyoruz; ta hususi isimleriyle has talebeler içine girsinler.

Katip Osmanın hakikatli rüyası, elhak, büyük bir hakikate işaret veriyor; çok mübarek ve müjdelidir. Rüşdünün rüyasında, Peygamberimizin (a.s.m.) emriyle Sıddık minberde Yirmi Dokuzuncu Sözü hutbesinde göstermesi gibi, o gökten inen huriye de lahikayı hutbe olarak okuması, Risale-i Nurun makbuliyetine güzel bir işarettir.

– 64 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Latif ve manidar ve beşaretli iki hadiseyi beyan ediyorum.

Birincisi: Meyusane bir hatıradan müjdeli bir ihtar:

Bugünlerde hatırıma geldi ki, hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara maruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar.

“Bu kadar günahlara karşı insanın hususi ibadeti ve takvası nasıl mukabele edebilir?” diye meyusane düşündüm.

Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur şakirtleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kuraniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

Risale-i Nurun hakiki ve sadık şakirtlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i amal-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve halis tesanüd sırrıyla herbir halis, hakiki şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dille mukabele eder. Bazı melaikenin kırk bin dille zikrettikleri gibi, halis, hakiki, müttaki bir şakirt dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur.

Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle o ulvi ve külli ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvada, ihlasta, sadakatte çalışmak gerektir.

İkincisi: Eski zamanda, on dört yaşında iken icazet almanın alameti olan üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine maniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisve giymek yakışmadığı…

Saniyen: O zamanda büyük alimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakip veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azimeden dört beş zatın vefat etmeleri cihetiyle, elli altı senedir icazetin zahir alameti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Mevlana Zülcenaheyn Halid Ziyaeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarıkla, pek garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakka yüz binler şükrediyorum.

– 65-

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Size gönderdiğimiz Hizbül-Ekberil-Kuraninin başında yazılan ünvan içinde bir cümle noksan kalmış. Şöyle ki:

“Mucizatlı bir vird okumak isteyen bunu okusun” yerinde, “Mucizatlı ve herbir harfi on ve yüz ve beş yüz ve bin ve binler kadar sevap ve meyve veren bir virdi okumak isteyen, bu semavi virdi okusun” yazılacak.

Saniyen:

Bundan evvel müjdeli hatırada, “Herbir halis ve hakiki muttaki şakirt, kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder” fıkrasına, yine bir ihtarla bu gelen cümle ilave edilsin. Cümle de budur:

“Risale-i Nur dairesine, sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle, o ulvi ve külli ubudiyete sahip olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta, sadakatte çalışmak gerektir.”

Salisen: Leyle-i Kadrinizi, hem bu gelen bayramınızı bütün ruh u canımızla tebrik ve tesid ediyoruz.

– 66 –

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim, dünyada medar-ı tesellilerim ve berzah yolunda nurani yoldaşlarım ve mahşerde inşaallah şefaatçilerim,

Sizin, hem leyle-i Kadrinizi, hem bayramınızı bütün ruh u canımla tebrik ediyorum, tesid ediyorum.

Saniyen: Şimdiye kadar hiç görmediğim bir surette, dehşetli bir hastalıktan fevkalmemul bir tarzda, Risale-i Nurun halis talebelerinin şifa duasının neticesi olarak, mucize gibi birden harika bir kerametle şifa bulmamı size haber veriyorum. Bu vakıayı müşahede eden Emin ile Feyzinin o harika hastalığa ait bu gelecek fıkrasını medar-ı ibret için size gönderiyorum. Bütün kardeşlerimize birer birer selam ve dua ediyorum, Hüsrevi de merak ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Said Nursi

– 67 –

Ispartadaki aziz kardeşlerimize,

Üstadımızın hastalığı hakkındaki meşhudatımızı arz ve Üstadımızın kesb-i afiyetini sizlere müjde etmek istiyoruz.

Ramazan-ı Şerifte beş gün savm-ı visal içinde gıda olarak, ekmeksiz muhallebi üç kaşık ve beş altı kaşık da soğuk yoğurttan. Üçüncü gece, yarım kaşık muhallebi ve dördüncü gecesinde iftarda sulu şehriyeden beş kaşık ve beş kaşık sahurda, yine o şehriyeden ve yoğurttan üç dört kaşık su sayılmamak şartıyla şehriyeden beş dirhem, yoğurt süzülse on dirhem, muhallebi susuz altı yedi dirhem, beşinci gecede, tanesiz gibi gayet hafif şehriye beş altı kaşık, sahurda altı yedi kaşık pirinç çorbası, mecmuu otuz dirhem (96 gr.) gıdayla beş gün savm-ı visali, teravih noksan olarak sair vazifelerin yapılması, Risale-i Nur şakirtlerini ihata eden inayetin harikalarından bir kerametini gördük.

Üstadımızdan hiç görmediğimiz, ikimiz (yani Emin, Feyzi), Barla, Isparta Süleymanları gibi inceden inceye hastalık hiddetlerini tahrik etmemek için ihtiyat edemediğimizden, şiddetli hiddetini gördük. Bu hastalıkta yine eser-i rahmettir ki, hiç hatır ve hayale gelmeyen aşr-ı ahirin gayet mühim gecelerinde, Üstadımızın tam ifa edemediği vazifesi yerinde, bu havalide herbir şakirt, kendi hususi çalışmasından başka, bir saati Üstadı hesabına Risale-i Nurun şakirtlerinin mücahede-i maneviyelerine iştirak ve onları hedef edip, onların defter-i amaline geçmeye, aynı üstad gibi çalışmaya başladılar.

Demek üstad yerinde, onun birkaç saat çalışmasına bedel, pek çok saatler aynı vazifeyi görmeye başladılar. Hatta Üstadımız diyordu: “Ehemmiyetsizliğimle beraber Isparta havalisinde kardeşlerimizin amal-ı uhreviyesine bir medar, bir müheyyiç hükmünde benim kusurlu çalışmam kafi gelmiyordu. Cenab-ı Hak, rahmetiyle, bu hastalık vesilesiyle bir şahs-ı manevi ve kuvvetli bir medar olacak bu tedbiri ihsan etti, cüziyetten külliyete çıkardı.”

Yine bu hastalığın letaifindendir ki, Üstadımızın hiç sesi çıkmıyordu, konuşamıyordu. Hiç beklenilmeden, bir iftar vaktinde bir doktor geldi, elini tuttu. Üstadımız dedi ki: “Ben, hastalığımı muayene ettirmem, ben hekimlere muhtaç değilim; hekim, Cenab-ı Haktır.” Birden canlandı, sesi çıkmaya başladı. Güya kendisi bir doktor şeklini aldı. Doktor ise, hasta vaziyetine girdi. Doktora ehemmiyetli bir mektup okudu. Doktorun derdine deva olacak bir ilaç oldu. Sonra top atıldı.

Doktora dedi ki: “Burada iftar et.”

Doktor dedi ki: “Bugün kusur etmişim, oruç tutamadım” demesiyle, çok hayret ettiğimiz Üstadımızın vaziyeti, orucunu bozmuş bir doktorun tıp noktasında hakimane vaziyetini kabul etmediği için o vaziyet ona verildiğini bildik.

Evet, Risale-i Nurun şahs-ı manevisinden gelen şifa duası, öyle yüz bin doktora mukabil gelir diye biz de tasdik ettik. Bu hastalığın leyle-i Kadirde Risale-i Nurun talebeleri, hususan masumların ettikleri şifa duaları öyle bir derece harika bir surette tesirini gösterdi ki, Üstadımıza sıhhat halinden daha ileri bir surette birden bir vaziyet verildi, leyle-i Kadre layık bir tarzda çalışmaya başladı. Risale-i Nur şakirtlerinden gelen bu dua-yı şifa, harika bir mucize gibi, bir keramet olduğunu biz gözümüzle gördük.

Orada bulunan kardeşlerimize birer birer selam ve arz-ı hürmet eder dualarını isteriz.

Bura Risale-i Nur şakirtlerinden kardeşiniz

Emin, Mehmed Feyzi

– 68 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim ve hizmet-i Kuraniyede çalışkan ve kuvvetli arkadaşlarım ve tarik-i hakta ve berzah seyahatinde ve ahiret yolunda nurani yoldaşlarım,

Sizin bayramınızı, leyle-i Kadrinizi, Ramazan-ı Şerifte makbul dualarınızı bütün ruh u canımla tebrik ve tesid ediyorum. Cenab-ı Hak, bu bayramın sürurunu, hakiki ve geniş ve umumi sürura mukaddeme ve vesile eylesin. amin.

Saniyen: Sizin bu mübarek bayramın hediyesi olarak gönderdiğiniz nurlu kalem hediyelerinizi o kadar kıymettar görüyorum ki tarif edemem. Cennetül-Firdevste ab-ı kevser destileri gibi, kemal-i iştiyak ve şükranla ve sürurlu gözyaşıyla kabul edip başıma koydum. Böyle elmas kılıç gibi kalemleri ve hakikat kahramanlarını Risale-i Nura ihsan eden Cenab-ı Hakka hadsiz hamd ve şükrederim.

Sizlere de o mübarek kitapların yazıları herbir harfine mukabil Cenab-ı Erhamürrahimin on hasene ihsan eylesin diye niyaz ediyorum.

Hakikaten Hüsrevin infikaki beni çok müteessir etmişti. Fakat Tahiri o parlak kalemiyle benim o teessüratımı izale eyledi. O bütün efrad-ı ailesiyle, peder ve validesiyle Risale-i Nurun has talebeleri içinde her vakit hissedar olacaklardır.

Hem bu Tahirin yüzünden bugünden itibaren Atabeyde, İslamköyü, Sav köyü, Kuleönü karyeleri gibi Nurs karyesine arkadaş olup umum manevi kazancımıza hissedar oldu.

Ispartanın Hafız Alisi Katip Osmanın elhak ikinci bir Hüsrev olduğuna benim de kanaatım geldi. Cenab-ı Hak, onu ve Mehmed Zühtü gibi çok fedakarları ve Risale-i Nurun hakiki sahiplerini Ispartaya ihsan eylesin. amin.

Mübareklerin kahramanlarından Büyük Abdurrahmanın (Küçük Alinin), Hafız Mustafanın faaliyet ve gayretleri ve Hafız Mustafanın bu defaki mektubundaki bazı noktaları beni sürur yaşıyla ağlattırdı. Yalnız bu kadar var ki, bir zarf içinde gönderilen yirmi beş banknot bulundu, kimin zarfından olduğunu bilemedik.

Bilirsiniz ki, bütün ömrümde kimseden hediyeleri kabul edemiyorum. Hatta Rüşdünün bu defaki hediyesini reddedip hatırını kırdım, geri çevirdim. Cenab-ı Hak beni muhtaç bırakmıyor. İnsanlara da muhtaç etmiyor. Beni merak etmeyiniz. Fakat, Mübarekler Heyetinde öyle bir şahs-ı manevi hissediyorum ki, kaidemi ona karşı muhafaza edemiyorum. O şahs-ı maneviyi kızdırmamak ve rencide etmemek için, yalnız o paradan borç olarak beş lirayı bu bayram umur-u hayriyesine sarf etmek için kabul ettim. Yirmisini Sabri vasıtasıyla ve namıyla geri gönderip iade ediyorum, gücenmeyiniz. Ve bilhassa ( حسن.ع.م ) gayet müstesna kalemiyle dört güzel hediyeleri pek çok kıymettar göründü. İnşaallah bu havalide çokları şevkle kitabete sevk edecek. Böyle kuvvetli kalemleri Risale-i Nura ihsan eden Cenab-ı Hakka yüz binler şükür.

Mübarekler Heyetinde Mehmedin mektubu beni çok sevindirdi. Şimdi yazdığım vakitte yanımda bulunan memleketin eşrafına okudum. O eşraflar da maşaallah, barekallah dediler, hayretle alkışladılar. O mektubun ve ötekilerin birer kısmını Lahikaya kaydedeceğiz.

Abdurrahmanın birinci varisi ve Risale-i Nurun birinci şakirdi, Büyük Mustafanın kapı istikbalinde arkadaşı olan Hacı Osmanın mektubu ve o mektuptaki rüyaları manidar ve ettiği tabir de doğrudur.

Aziz kardeşlerim, sizinle konuştuğum bu dakika iftar vaktine yarım saat kalmış, bayram gecesidir, hastalık şiddetlidir. Onun için fazla konuşamıyorum. Bende, büyük ve tehlikeli hastalıktan, Risale-i Nurun şahs-ı manevisinin mucize gibi şifa duası kerametiyle o tehlike geçti. Fakat öyle şiddetli bir öksürük, bir heyecan var ki, sizin gibi canımdan ziyade sevdiğim kardeşlerimle konuşmayı kısa kesiyorum.

Yalnız bu kadar var ki, Isparta havalisinde yüzer genç Saidler ve Hüsrevler yetişmişler. Bu ihtiyar ve zaif Said dünyadan kemal-i istirahat-i kalble veda etmeye hazırdır. Ve bilhassa mühim bir medrese-i Nuriye olan Sav köyünün başta Hacı Hafız, Mustafa Gül olarak Ahmedleri, Mehmedleri, hatta muhterem hanımları (Tahirinin refikası ve kerimeleri gibi) ve masum çocukları, Risale-i Nurla meşgul olmalarını düşündükçe bu dünyada Cennet hayatının manevi bir nevini zevk ediyorum, görüyorum. Oranın Ahmedlerinin hediyesini umum o köy hesabına bir teberrük deyip öpüp başıma koydum.

– 69 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, gayet şiddetli, dehşetli hastalığım, gayet merhametli ve çok sevaplı olarak afiyete yerini bırakıp gitti. Çok büyük bir nimet içinde bulunduğunu ben ve buradaki arkadaşlarım tasdik ettik.

Hem Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ve hamd ediyorum ki, sizlerin bu defaki hediye-i Ramazaniyeniz olan çok güzel nüshalarınız bu bayramı çok bayramları birden toplayan bir külli bayram hükmüne geçti. Ve bilhasa ikinci Hüsrev olan Birinci Tahirin gayet dikkat ve tevafuklu yazdığı risaleler, beni o derece minnettar ve mesrur ediyor ki, elimden gelseydi herbir nüshasına on altın lira verecektim. Bu derece kuvvetli bir şakirt Risale-i Nura sahip çıkması ümitlerimizi çok kuvvetlendirdi.

Sav kahramanlarının ve mübareklerin karyelerine kendi karyesini, onların safına getirdi. Atabey (Aras) onunla ve onun gibilerle iftihar etmeli. Onun nüshalarında yanlışlar pek çok azdır. Yalnız, oralardaki nüshalarda manası anlaşılmayan bazı kelimeler varmış ki, istinsahta öylece kaydedilmiş. Benim tashihimden geçen nüshalarla mukabele edilse iyi olur. O kuvvetli ve fedakar kardeşimizin masum çocuklarının ve refikasının yazdıkları risaleleri güzelce bir cilt yaptık. Görenlere, hususan buradaki Risale-i Nurun kadınlar dairesindeki kızlar ve hanımlara gayet tesirli ve cazibedar bir nümune-i teşvik oldu.

Aydınlı Hasanın hakikaten gayet müstesna bir kalemi var ve yazılarında tam bir ihlas görünür. Bu zat ne vakitten beri Risale-i Nura girdiğini ve ne halde olduğunu merak ediyorum.

Bu defa Hulusiden uzun bir mektup, Abdülmecid vasıtasıyla aldım. Elhak, o kardeşimiz sebat ve metanet ve ihlasta birinciliği muhafaza ediyor. Ben de Abdülmecid vasıtasıyla ona yazdım ki: “Ispartadaki kardeşlerimize yazdığım mektuplarda sen dahi bir muhatabımsın; seninle muhabere kesilmemiş” diye yazdım.

Hüsrev, Refet, Rüşdünün vaziyetlerini de merak ediyorum. Ve bilhassa Hüsrev ne haldedir? Ve Nur fabrikasının sahibi Hafız Ali rahat mıdır? Umum kardeşlerimize birer birer selam ediyoruz.

– 70 –

Bugünlerde iki ince mesele kalbe geldi, vaktinde kaleme alamadım. O vakit geçtikten sonra o ehemmiyetli hakikatlere birer işaret ederiz.

Birincisi:

Kardeşlerimizden birisinin namaz tesbihatında tekasül göstermesine binaen dedim:

Namazdan sonraki tesbihatlar tarikat-ı Muhammediyedir (a.s.m.) ve Velayet-i Ahmediyenin (a.s.m.) evradıdır. O noktadan ehemmiyeti büyüktür. Sonra, bu kelimenin hakikati böyle inkişaf etti:

Nasıl ki, risalete inkılap eden velayet-i Ahmediye (a.s.m.) bütün velayetlerin fevkindedir. Öyle de, o velayetin tarikatı ve o velayet-i kübranın evrad-ı mahsusası olan namazın akabindeki tesbihat, o derece sair tarikatların ve evradların fevkindedir. Bu sır dahi şöyle inkişaf etti ki:

Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede bir mescidde birbiriyle alakadar heyet-i mecmuada nurani bir vaziyet hissediliyor. Kalbi hüşyar bir zat namazdan sonra سُبْحَانَ اللهِ، سُبْحَانَ اللهِ deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan zat-ı Ahmediye aleyhissalatü vesselamın müvacehesinde yüz milyon tesbih edenler, tesbih elinde tesbih çektiklerini manen hisseder. O azamet ve ulviyetle سُبْحَانَ اللهِ، سُبْحَانَ اللهِ der. Sonra o serzakirin emr-i manevisiyle, ona ittibaen اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ، اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ dediği vakit, o halka-i zikrin ve o çok geniş dairesi bulunan hatme-i Ahmediyenin (aleyhissalatü vesselam) dairesinde yüz milyon müridlerin اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ، اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ile iştirak eder, ve hakeza اَللهُ اَكْبْرُ، اَللهُ اَكْبَرُ ve duadan sonra لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ، لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ otuz üç defa o tarikat-ı Ahmediyenin aleyhissalatü vesselam halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasında o sabık manayla o ihvan-ı tarikatı nazara alıp o halkanın serzakiri olan zat-ı Ahmediye aleyhissalatü vesselama müteveccih olup اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللهِ der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm. Demek tesbihat-ı salatiyenin çok ehemmiyeti var.

İkinci mesele: Otuz birinci ayetin işaretinin beyanında, يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.

Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl bir uzv-u insani hastalansa, yaralansa, sair aza vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor.

Hem nasıl ki bir cazibedar sefihane ve sarhoşane şaşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakiki vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar. Öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elim, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvi latifelerini ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.

Evet, hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için, zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umur-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şeriye var. Fakat, yalnız bir ihtiyaca binaen helakete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insaniyi o derece şırınga etmiş ki, küçük bir ihtiyaç ve adi bir zarar-ı dünyevi yüzünden elmas gibi umur-u diniyeyi terk eder.

Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, mAyşet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, edna bir hacat-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor.

Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kuran-ı Mucizül-Beyanın tiryak misal ilaçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metin, sarsılmaz, sebatkar, halis, sadık, fedakar şakirtleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddi ihlas ve tam itimadla ona yapışmak lazım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.

Umum kardeşlerimize birer birer selam ve dua ediyoruz.

– 71 –

Aziz, sıddık ve sebatkar metin kardeşlerim,

Sizin faaliyetiniz ve sebatkarane çalışmanız, Risale-i Nur dairesinin zembereği hükmünde bizleri ve çok yerleri harekete getiriyorsunuz. Allah sizden ebeden razı olsun. Bin amin, amin.

Size, Hizbül-Kuraniden evvel gönderilen Risale-i Nurun Virdül-azamına ilhak etmek için bir parçayı yazdık; bir parçayı da, Yirmi Dokuzuncu Lemada yerini gösterdik. Benim hususi tefekküratım o neviden olduğu cihetle bana ihtar edildi, ben de yazdım.

Saniyen: Birkaç gün evvel, size gönderdiğim son mektuptaki hayat-ı dünyeviyenin hayat-ı diniyeye galebe etmesine dair ikinci meselesi münasebetiyle gayet ince ve kaleme alınmaz bir mana kalbe zahir oldu. Yalnız gayet kısa o manaya bir işaret edeceğim. Şöyle ki:

Bu acip asrın hayatperest ehl-i dalaleti aldatan, sarhoş eden, fanilerden, suri aldıkları zevki, gayet acı ve elim olduğunu ve ehl-i imanın ve hidayetin aynı yerde ve o faniyatta bakiyane ve ulvi bir zevk bulunduğunu gördüm ve hissettim; fakat ifade edemiyorum.

Risale-i Nurun müteaddit yerinde nasıl ispat etmiş ki, ehl-i dalalet için, zaman-ı hazırdan maada herşey madum ve firakların elemleriyle doludur. Ehl-i hidayet için, mazi, müstakbel müştemilatıyla mevcuttur, nurludur. Aynen öyle de, faniyatta, yani geçmiş muvakkat vaziyetler, ehl-i dünya için, fena-yı mutlak karanlıklarında madumdur; ehl-i hidayet için mevcuttur diye gördüm. Çünkü, eski zamanda çok alakadar olduğum zevkli veya kıymetli ve şerefli muvakkat vaziyetleri mütehassirane hatırladım, müştakane arzuladım. “Neden bu mübarek vaziyetler mazide kalıp fani olsun?” düşünürken, iman-ı billah nuru ihtar etti ki, o vaziyetler gerçi sureten fanidirler, birkaç cihette mevcutturlar. Çünkü, Cenab-ı Hakkın baki isimlerinin cilveleri olan o vaziyetler, daire-i ilimde ve elvah-ı mahfuzada ve elvah-ı misaliyede baki oldukları gibi; nur-u imanın verdiği bakiyane münasebet noktasında fevkazzaman bir vaziyette mevcutturlar. Sen, o vaziyetleri çok cihetle ve çok manevi sinemalarla görebilir ve girebilirsin diye anladım ve dedim: “Madem Allah var, herşey var” cümlesi, bu büyük hakikati de ifade eder. “Kimin için Allah varsa, yani Allahı bilse, herşey mevcuttur; kim Allahı bilmezse, ona herşey madumdur” diye delalet eder. Demek, “Elemli, karanlıklı, tahassürlü bir dirhem zevki, aynı yerde yüz derece ziyade daimi, elemsiz bir zevke, sefahetle tercih edenler, aksi maksutlarıyla aynı zevkte elim elemleri alır.”

– 72 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ vاَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ ثَوَابَاتِ قِرَۤائَةِ حُرُوفَاتِ الْقُرْاٰنِ الَّتِى قَرَاْتُمُوهَا بِنِيَّتِنَا فِى رَمَضَانَ

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,

Hafız Alinin bu defaki mektubunda çok mübarek duaları beni ve bizi en derin ruhumuzdan mesrur edip şükre sevk etti. Ve her musibetzedeye ve hüzün ve kederlere düşenlere, mana-yı işarisiyle mededres ve halaskar ve şifa ve medar-ı sürur olan اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ ve اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا her musibetzedeye baktığı gibi, bu geçen hastalık cihetiyle bize de baktığını yazıyor.

Evet, Hafız Ali o noktayı tam görmüş. Ben de tasdiken derim ki: Eğer o hastalık yirmi derece tezauf etseydi, bizlere kazandırdığı neticeye nispeten yine ucuz düşerdi ve rahmet olurdu. Fakat Hafız Alinin kendi üstadı hakkında, benim haddimden pek çok ziyade isnat ettiği meziyet ve masumiyeti, onun masum lisanıyla hakkımda medih olarak değil, belki bir nevi dua olarak tasavvur ediyoruz.

Hem Hafız Alinin, Sav gibi yerler, karyeler ve Isparta birer medrese-i Nuriye hükmüne geçmesi ve Risale-i Nurun sadık şakirtleri harikulade olarak günden güne yükselmeleri ve tenevvür etmeleri, bizleri, belki Anadoluyu, belki alem-i İslamı mesrur ve müferrah eden bir hakikatli haber telakki ediyoruz.

ahir fıkrasında, Muhbir-i Sadıkın haber verdiği “Manevi fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirtleri ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlaka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap altında Risale-i Nurun şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalaletlerin savletlerini kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakiki mümin talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor, inşaallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet Anadolunun sinesinden onu çıkaramaz. Ta ahirzamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdi ve şakirtleri Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allaha şükrederiz.

Hafız Alinin kıymettar bir kardeşimiz olan Aydınlı Hasan atıf hakkında medhi ve tafsili bizi minnettar etti. O kardeşimiz de haslar içinde her sabah yanımızdadır.

– 73 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizi tebrik ediyoruz; hakikaten müdakkik hafızlarsınız. Hüsrevin yazdığı Kuranda incecik sehivlerini bulmanız, hıfzınızın kuvvetine tam delalet ediyor. Bizler size minnettar olduk ve teşekkür ediyoruz. Cenab-ı Hak sizlerden ebeden razı olsun. Bu münasebetle, Risale-i Nurun bir kahramanı olan Hüsrev, Risale-i Nurun hizmetinde gösterdiği harikaları nümune olmak için bir kısmını beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Bu zat, dokuz on sene zarfında dört yüz risale kadar dikkatli ve tevafuklu olarak Risale-i Nurdan yazdığı gibi, hafız olmadığı halde yazdığı iki mükemmel Kuranla ve üçüncüsünü müteferrik surette, gözle görünür bir nevi icaz-ı Kuranı gösterir bir tarzda üç Kuranı yazmış, tam mukabele edilmeden bize gelmiş, biz de mukabele etmeden size göndermiştik. Sizler de, kemal-i dikkatle, hareke ve harflerde gördüğünüz kırk elli sehiv, Hüsrevin kaleminin ne derece harika olduğunu gösterir. Çünkü her Kuranın 300 bin 620 harfinde o kadar hareke ve sükunlarında yalnız kırk elli sehiv bulunması, o kalemin isabette harika olduğunu gösterir.

Latiftir ki, Hüsrevin sehvini bulan bir zat, iki harfte bir sehiv etmiş, Hüsrev yüz bin harfte bir sehiv etmiş. Tashih eden, iki harfte noktayı bırakıp sehiv etmiş. Demek o dikkatli hafızın o sehvi, Hüsrevin o sehvini affettiriyor.

Hem bu Hüsrevin kalemi gibi fikri, kalbi de o nisbette harika diyebiliriz. Risale-i Nura karşı irtibatı ve iştiyakı ve kanaati gittikçe terakki ve inkişaf ediyor. Hiçbir hadise onu sarsmıyor, fütur vermiyor.

Hem onun bir harikası odur ki: Risale-i Nura beş sene yabani kaldığı halde, birden intisap edip bir ay zarfında on dört risaleyi Risale-i Nurdan yazmış.

Hem Kuranın gözle görünen bir nevi lema-i icaziyeyi, beş altı mushafta işaretler yaptım, hatt-ı Arabi-i Kuranileri mükemmel olan kardeşlerime taksim ettim. Bunların içinde hatt-ı Arabi-i Kuranda Hüsrev onlara yetişemediği halde, birden umum o katiplere ve hatt-ı Arabi muallimine tefevvuk eyledi. Ve hatt-ı Arabide, en mümtaz kardeşlerimizden on derece geçti. Umumen onlar tasdik edip, “Evet, bizden geçti; biz ona yetişemiyoruz” dediler. Demek Hüsrevin kalemi, Kuran-ı Mucizül-Beyanın ve Risale-i Nurun mucizevari kerametleri ve harikalarıdır.

Kardeşiniz

Said Nursi

– 74 –

Evvelce, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih etmeye dair yazılan iki parçaya tetimmedir.

Bu acip asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak şeraitini ağırlatması ve çok etmesi ve hacat-ı gayr-ı zaruriyeyi görenekle, tiryaki ve müptela etmekle hacat-ı zaruriye derecesine getirmesiyle hayatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük maksat ve gayesi yapmıştır. Onunla hayat-ı diniye ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya set çeker, veya ikinci, üçüncü derecede bırakır. Bu hatasının cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yedi ki, dünyayı başına cehennem eyledi.

İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar. Ezcümle:

Ben gördüm ki, ehl-i diyanet, belki de ehl-i takva bir kısım zatlar bizimle gayet ciddi alakadarlık peyda ettiler. O bir iki zatta gördüm ki, diyaneti ister ve yapmasını sever, ta ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rastgelsin. Hatta tarikatı, keşf ve keramet için ister. Demek ahiret arzusunu ve dini vezaifin uhrevi meyvelerini dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-i diniyenin fevaid-i dünyeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebep o faide olsa, o ameli iptal eder; laakal ihlası kırılır, sevabı kaçar.

Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın bela ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nurun mizanları ve muvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i Nurun dairesine yakın bulunanlar içine girmezse, tehlike ihtimali kavidir.

Evet يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ işaretiyle, bu asır hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslama da bilerek, severek tercih ettirdi.

Hem bin üç yüz otuz dört (1334) tarihinden başlayıp, öyle bir rejim ehl-i İslam içine de sokuldu. Evet عَلَى اْلاٰخِرَةِ cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz otuz üç (1333) veya dört ederek, aynı vakitte, eski Harb-i Umumide İslamiyet düşmanları galebe çalmakla, muahede şartlarını, dünyayı dine tercih rejimi mebdeine tevafuk ediyor. İki üç sene sonra bilfiil neticeleri görüldü.

– 75 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu şiddet-i soğukta sizden haber almadığım için merak eyliyorum. Size, bu soğuğun bana verdiği şefkatli bir endişeden çıkan arkadaki meseleyi gönderiyorum. Belki size de faidesi olur.

Hem buraca faidesi görülen haşre dair parçaları Onuncu Sözün ahirinde toplayıp, bir lahikası hükmüne gelmiştir. Birinci parça, Dokuzuncu Şua olan mukaddeme-i haşriye, Onuncu Sözün arkasında yazılacak ve bunun arkasında, o mukaddeme-i haşriyenin birinci makamının yerinde ve bedeline “Otuzuncu Lemanın İsm-i Hayya dair Dördüncü Remzi” yazılacak. Bunun arkasında, İkinci Şua olan Tevhid Risalesinin haşri ispatına dair hatimesinin başından ta “Bu haşrin dört meselesi şimdilik yeter. Yine sadedimize dönüyoruz” cümlesine kadar yazılacak. Sonra bunun arkasından İhtiyarlar Lemasının Beşinci Ricasının ortasından başlayan, “Evet, nass-ı hadisle, nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyanın, ila ahir…” ta Altıncı Ricaya kadar yazılacak. Eğer haşre ait sair risalelerde bunlar gibi parçalar varsa, münasip görseniz ilave edersiniz. Bunların heyet-i mecmuasının tesiri büyüktür.

– 76 –

Gayet ehemmiyetlidir.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevi ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felaketler, helaketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki:

Böyle musibetlerde kafir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükafat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupada, Rusyadaki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevi ihtarın beyan ettiği taksimat bu elim şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felaketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükafat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükafatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü ahirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammediye (a.s.m.) bir lakaytlık perdesi gelmiş. Ve madem ahirzamanda İsanın (a.s.) din-i hakikisi hükmedecek, İslamiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve İsaya (a.s.) mensup hristiyanların mazlumları, çektikleri felaketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kardır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrahimine hadsiz şükrettim. Ve o elim elem ve şefkatten teselli buldum.

Eğer o felaketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan alemine ateş veren hodgam, alçak insi şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

Eğer o felaketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakarlığın manevi ve uhrevi neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir.

– 77 –

Kardeşlerim,

Bugünlerde Rumuzat-ı Semaniyeye ait iki risaleyi ehemmiyetli talebelere bir yere gönderdim. Yol kapandı, gitmedi. O iki risaleyi tekrar dikkatle mütalaa ettim. Fikren dedim ki: “Bu zevkli, güzel, meraklı, şirin bir maksada giden bu tevafuklu yolda ne için sevk edilmeden perde indi, başka yolda sevk edildik, çalıştırıldık?”

Birden ihtar edildi ki: O gaybi esrarı açacak olan meslekten yüz derece daha ehemmiyetli ve kıymetli ve umumi ihtiyaca medar ve herkes bu zamanda ona şiddetle muhtaç ve İslamiyetin temel taşları olan hakaik-i imaniye hazinesine hizmet etmeye ve istifadeye zarar gelecekti. En büyük ve en yüksek maksat olan hakaik-i imaniyeyi, ikinci derecede bırakacaktı. Onun için idi.

Sure-i اِذَا جَۤاءَ نَصْرُ اللهِ remzinde, esrar-ı gaybiye gösterildi, birden kapandı, perde indi.

Hem bu sır içindir ki, o yolda fazla istihdam edilmedik. Yalnız o meslek-i tevafukiyenin tereşşuhatından Risale-i Nurun hakkaniyetine bir imza ve cezaletine bir ziynet ve huruf-u Kuraniyenin intizamından ve vaziyetlerinden tezahür eden bir nevi icaz çıktı. Daha o yolda çalıştırılmadık.

Umum kardeşlerime ve Risale-i Nurda ders arkadaşlarıma birer birer selam ve dua ederiz ve dualarını rica ederiz.

– 78 –

Aziz, sıddık, mübarek, masum kardeşlerim,

Sizin çok mübarek ve nazarımızda çok kıymettar ve benim nazarımda Cennetin وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ tarafından ebedi ve Firdevsi bir hediye-i kudsiye gibi geçen ve gelen iki bayramı Cennetin şekerlemeleri ve tatlıları gibi tatlılaştıran ve ziynetlerin ve nakışların yetmiş tarzlarını giyen hurilerin hulleleri ve libasları gibi, manevi meclisimizi ziynetlendiren kalem hediyenizi aldık. Bu hediye, Risale-i Nur hizmeti noktasından ne derece ehemmiyetli olduğunu bugünlerde başıma gelen ve rüyama giren bir hadiseyle anlayınız. Şöyle ki:

Bu çok kıymettar manevi hediyeyi almazdan üç gün evvel, aynen hediyeniz Kastamonuya geleceği anında rüyada görüyorum ki, terfi-i makam ve rütbe için bizlere bir ferman-ı şahane manevi bir canipten geliyor, kemal-i hürmetle ellerinden tutup bize getiriyordular. Biz baktık ki, o ferman-ı ali Kuran-ı Azimüşşan olarak çıktı. O halde bu mana kalbe geldi: Demek Kuran yüzünden Risale-i Nurun şahs-ı manevisi ve biz şakirtleri, bir terfi ve terakki fermanını alem-i gayptan alacağız.

Şimdi tabiri ise, o fermanı temsil eden masumların kalemiyle manevi tefsir-i Kuranı aldığımızdır. Bu rüyanın şimdiki tabiri çıkmadan bir iki saat evvel Feyzi ile Eminin gösterdikleri tabir dahi haktır ve ehemmiyetlidir.

Hem bu medar-ı sürur ve ferah olan hediye-i nuraniyeyi bir hiss-i kablelvukuyla benim ruhum tam hissetmiş, akla haber vermemişti ki, o gelmeden iki gün evvel, Feyzi ve Eminin fıkrasında beyan edilen, rüyayı gördüğüm gecenin gününde, sabahtan akşama kadar ve ikinci günü de kısmen hiç görmediğim bir tarzda bir sevinç, bir sürur hissedip mütemadiyen bir bahaneyle ferahımı izhar edip, otuz kırk defa tebessümle güldüm.

Hem ben ve hem Feyzi, çok taaccüp ve hayret ettik. Otuz günde bir defa gülmeyen, bir günde otuz defa gülmek bizleri hayrette bıraktı. Şimdi anlaşıldı ki, o sürur, o sevinç mezkur manevi fermanı temsil eden masumların ve ümmilerin kalemlerinin yazıları, nesl-i atinin sahaif-i hayatlarına, alem-i İslamın sahife-i mukadderatına ve ehl-i iman istikbalinin defterlerine neşr-i envar edeceklerinin ve o masumların halis ve safi amelleri ve hizmetleriyle sahife-i amalimizde hasenatlarını yazıp kaydetmesinin ve Risale-i Nur şakirtlerinin mukadderatını mesudane idamesinin haberini veren, o daha gelmeyen hediyeden geliyordu. Benim, o azim yekundan hisseme düşen binden bir cüzü ruhen hissedilmiş, beni mesrurane heyecana getirmiş idi.

Evet, böyle yüzer masumların makbul amelleri ve reddedilmez duaları sair kardeşlerimin defterlerine geçmesi misilli, benim gibi bir günahkarın sahife-i amaline dahi girmesi, binler sürur ve sevinç verir. Böyle karanlık bir zamanda, bu ağır şerait altında böyle masumane ve kahramanane çalışmak için, biz, hem o masumları ve o ümmileri ve muallimlerini tebrik, hem peder ve validelerini tebrik, hem köylerini tebrik, hem memleketlerini, hem milletlerini, hem Anadoluyu tebrik ederiz.

Mübarek masumların ve ümmilerin herbirisine birer hususi teşekkürname ve tebrikname yazmak elimden gelseydi yazacaktım. Öyleyse bu arzumu bilfiil yazılmış gibi kabul etsinler. Ben onların isimlerini bir daire suretinde yazacağım, dua vaktinde bakacağım. Hem onları Risale-i Nurun has şakirtleri dairesine dahil edip, bütün manevi kazançlarıma hissedar edeceğim.

Benim tarafımdan onların peder ve validelerine veya akrabalarına ve üstadlarına selamlarımızı tebliğ ediniz. Cenab-ı Hak, onları ve evlatlarını dünyada ve ahirette mesut eylesin. amin.

Umum kardeşlerimize birer birer selam ve dua ederiz ve dualarını Kuranın medh ü senasına mazhar olan bu leyali-i aşr olan on gecelerde rica ediyoruz. Eminin ve Feyzinin rüyaya dair fıkralarını da leffen gönderiyorum.

– 79 –

Ispartadaki kardeşlerimize,

Latif bir rüyanın kadere ait bir meseleyi, şuhud derecesinde bize kanaat verdiği gibi, o latif rüyanın ciddi ikinci parçası bizlere manevi bir müjde ve beşaret verdiği cihetle, siz kardeşlerimize beyan ediyoruz. Şöyle ki:

İki gün evvel Üstadımız rüyada görüyor ki: Ben, yani Feyzi ile beraber gezmeye çıkıyoruz. Giderken, birden ben Üstadıma söylüyorum ki: “Burada ben ayının tesbihini toplayacağım.” Üstadım da bakıyor ki, beyaz ipler gibi dolaşmış birşey görüyor. Bu acip güldürecek sözümden ve ayıya tesbih isnat etmek vaziyetimden çok şiddetli gülerek uyanmış. Uyandıktan sonra da gülmüş. Akşama kadar hiç görülmemiş bir tarzda, yirmi otuz defa o hadise-i nevmiyeyi gülerek benimle mülatefe etti. Münasebet olmayan bazı şeylerle tabire çalıştıksa da tabire münasebet tutmadı.

Sonra ikinci gün adet-i müstemirrede, kendi tecrübesiyle rüya-yı sadıkanın kısmen aynı günde, kısmen ikinci günün aynı saatinde, bana benzeyen bir dost-ki, rüyada Üstadıma benim suretimde görünmüş—Üstadımızın yanına geldi. Dedi ki: “Ayının yağını toplayanlardan alıp ve müezzin ve tesbih yapan bir adamın tavsiyesiyle mühim bir adama, her sabah hastalık için yutmasını nasıl görüyorsun?”

Üstadımız da, rüyada güldüğü gibi aynen öyle gülmüş. Birden rüya hatırına gelip bu acip ve aynı aynına tabiri kemal-i taaccüp ve hayretle karşılayıp ona demiş: “Sakın istimal etmesin.”

Yirmi Sekizinci Mektubun rüyaya ait birinci risalesinin altıncı nüktesinde rüya-yı sadıka, kader-i İlahinin herşeyi ihata ettiğine bir hüccet-i katıa hükmünde Üstadımız binler tecrübeyle gördüğü gibi, aynen bu vakıa dahi bizlere şuhud derecesinde kati ispat etti ki, hadisat, vücuda gelmeden evvel mukadderdir, malumdur, muayyendir, kader-i İlahinin mizanıyla geliyor diye, bu rükn-ü imaniye bize gayet latif ve kati bir nümune oldu.

Hem aynı rüyanın ikinci tabakasında Üstadımız görüyor ki, Risale-i Nurun heyetine bir ferman geliyor. Birden geldi, o kudsi ferman Kuran çıktı. Bunun tabiri, aynı günün aynı tecrübe saatinde, Kuranın Hizbül-Ekberi ümit edilmediği bir vakitte, malum asiye Hanımın hanesinde etrafı tezyin edilen Hizbül-Ekberi yüz senelik bir güzel kap içinde, o kabın, üstünde sırmayla padişahların mühim fermanlarında tuğra-i şahane işlenmiş olduğunu gördük.

Üstadımız dedi ki: Ferman geldi diye Kuran çıktı. Şimdi de, Kuranın Hizbül-Ekberi geldi. Üstünde ferman tuğrası bulunduğundan, Risale-i Nurun heyetine beşaretli ve medar-ı feyiz ve terakki bir ferman-ı Rabbani hükmüne geçeceğini rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Bu tabirden sonra ikinci günü, sizin çok kıymettar hediyeniz hakiki tabirini güneş gibi meydana çıkardı.

Risale-i Nur talebelerinden ve daimi hizmetçilerinden

Emin ve Küçük Hüsrev olan Feyzi

– 80 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bütün ruh u canımla bayramınızı tebrik ederim. Ve bu bayramımı çok mübarekleştiren mübarek masumların ve muhterem ümmi ihtiyarların ve üstadlarının bu defa gönderdikleri kıymettar risaleleri beş cilt olarak güzelce ciltlettirdik, tanzim ettik. İnşaallah onlardan çok istifade edilecek. O mübarek masumların ve muhterem ümmilerin masumane ve halisane yazdıkları risaleler, Risale-i Nurun kerametine, yazıları da bir keramet ilave ettiğini ve en güzel yazılardan ziyade tesirli olduğunu hissediyoruz.

Hatta Feyzinin güzelce ciltlettiği çocukların tevafuklu mecmuasını getirdiği vakit kuluncum ziyade ağrıyordu. Dedim: “Aman kardeşim, benim kuluncumu tut, pek ağrıyor.” Birden o mecmuayı açtık; baktım, birden öyle bir şifa oldu ki, kuluncumu unuttuk. Sonra tahattur ettik, hayret ettik.

Hem o risaleleri yazanların isimlerini, hem yaşlarını, o beş mecmuanın başlarında medar-ı ibret ve onlara dua ettirmek için derc edeceğiz. Onları ve hususan üstadlarını ve peder ve validelerini benim tarafımdan birer birer, hem bu hizmetlerini hem bayramlarını tebrik ediniz.

Hem Isparta hakkında benim büyük ümidimi fiilen ispat ettikleri için, bana büyük bir teselli verdikleri için, ölünceye kadar minnettarlığımı onlara ve Mübarekler Heyetine ve medrese-i Nuriye ve Nur ve Gül fabrikası sahiplerine tebliğ ediniz.

Namaz tesbihatının sırrına göre, nasıl ki namazdan sonra tesbih ve zikir ve tehlille bir hatme-i muazzama-i Muhammediye (a.s.m.) ve zikir ve tesbih eden ve ru-yi zemin kadar geniş bir halka-i tahmidat-ı Ahmediye (a.s.m.) dairesine tasavvuran ve niyeten girmek medar-ı füyuzat olduğu gibi, ben ve biz de, Risale-i Nurun geniş daire-i dersinde ve halka-i envarında ders alan ve dua eden ve çalışan binler masum lisanların ve mübarek ihtiyarların dualarına ve amal-i salihalarına hissedar olmak ve dualarına amin demek hükmünde olarak, onlarla tayy-ı mekan ederek, hayalen omuz omuza, diz dize bulunmak hayaliyle ve niyetiyle ve tasavvuruyla kendimizi fevkalhad bahtiyar biliyoruz. Hususan ahir ömrümde böyle kıymettar, masum manevi evlatları ve yüzer küçük Abdurrahmanları bulmak, benim için dünyada bir cennet hayatı hükmüne geçiyor.

Geçen Ramazan-ı Şerifte, hastalığım münasebetiyle, herbir kardeşim benim hesabıma birer saat çalışmalarının pek büyük neticesini aynelyakin ve hakkalyakin gördüğümden, böyle duaları reddedilmez masumların ve mübarek ihtiyarların ve bahtiyar üstadlarının, benim hesabıma ara sıra lisanen ve kalben duaları ve çalışmaları, kalemleriyle yardımları, benim Risale-i Nura hizmetimin uhrevi bir netice-i bakiyesini dünyada dahi bana gösterdi. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

– 81 –

Çok ehemmiyetlidir.

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugünlerde, gayet sadık ve dikkatli bir kardeşimizin ihtiyatsızlığından küçük bir tokat yemesi münasebetiyle, hem bu dört ay müddetçe, binler adam kadar alakadar olduğum halde ahval-i alemden, siyaset ve harpten katiyen bir haber almayıp ve istemeyip ve merak etmez bir tarzda bulunmamdan, Feyzi ve Emin gibi has kardeşlerimin hayretleri ve istifsarları sebebiyle bir hakikatten, çok defa beyan ettiğim gibi yine bir parça ondan bahsetmek lüzum oldu. Şöyle ki:

Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksat olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nurla onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lazım iken, şimdiki hal-i alem hayat-ı dünyeviyeyi, hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhassa medeniyetin sefahet ve dalaletine ceza olarak gelen gadab-ı ilahinin bir cilvesi olan Harb-i Umuminin tarafgirane, damarları ve asabları tehyiç edip batın-ı kalbe kadar, hatta hakaik-i imaniyenin elmasları derecesine o zararlı, fani arzuları yerleştirecek derecesinde bu meşum asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki, Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan ulemalar, belki de veliler o siyasi ve içtimai hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-i imaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cerayanların hükmüne tabi olarak, hemfikri olan münafıkları sever. Kendine muhalif olan ehl-i hakikati, belki ehl-i velayeti tenkit ve adavet eder, hatta hissiyat-ı diniyeyi o cereyanlara tabi yaparlar.

İşte bu asrın bu acip tehlikesine karşı, Risale-i Nurun hizmet ve meşgalesi, şimdiki siyaseti ve cerayanlarını o derece nazarımdan ıskat etmiş ki, bu Harb-i Umumiyi bu dört ayda merak etmedim, sormadım.

Hem Risale-i Nurun has talebeleri, baki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlarla bulaştırmamak gerektir.

Cenab-ı Hak, bize, nur ve nurani vazifeyi vermiş, onlara da zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsi nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmaya tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envar-ı imaniye kafi ve vafidir.

Umum kardeşlerimize birer birer selam ve bayramlarını tebrik ederiz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursi

– 82 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ الثَّلْجِ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Tekrar bayramlarınızı bu havalideki kardeşlerimizle beraber tebrik ediyoruz. Sizin beş altı mektubunuza mukabil beş altı mektup yazmak hakkınızdır; fakat benim ümmiliğim için kusura bakmazsınız. Bir kısa mektupla iktifa ediyorum.

Evvela: Hüsrevin mektubu, Risale-i Nura hizmet edemediği için teessüfüne mukabil, ona yazınız ki, Hüsrevin cazibedar yazıları ve nüshaları onun yerinde pek parlak bir surette hizmet ediyorlar ve Hulusinin Yirmi Yedinci Mektuba giren mektupları dahi onun bedeline çalışıyorlar, vazifesini kısmen görüyorlar. Ve merhume validesine mahsus dua edilecek.

Ve Aydınlı Hasan Atıfın, Hafız Alinin mektubunun haşiyesinde yazdığı misli görülmemiş şu dua, “Ya Rab, güldür Saidi, ta gülmesinden güller açılsın” diye pek garip fıkrası, Risale-i Nura onun sadakat ve ihlasının acip bir kerametidir ki, otuz günde bir defa gülmeyen o biçare Said, bir günde otuz defa güldüğünün yazılması ve size o mektubun gönderilmesi zamanına tam tamına tevafuk ediyor.

Marangoz Ahmedin cidden beni sürurla ağlattıran ve çok meraklarımı izale eden Risale-i Nurun mübarek şakirtlerinin kerametkarane, bir gecede oraya gelen mektupları lazım gelen yerlere göndermek için yazmaları, beni fevkalade mesrur ve müteşekkir eden mektubu, bir kitap kadar ve on mektup yerinde kabul ettik.

Merhum ve kıymettar ve çok vefakar ve fedakar ve sekiz sene bana hizmet eden bir kardeşimiz Marangoz Mustafa Çavuş yerine, Cenab-ı Hak, rahmetiyle, kahraman Marangoz Ahmedi verdi.

Nur ve Gül fabrikalarının sahibi Hafız Alinin mektupları, çok ince ve çok yüksek hissiyatını ve kerametkarane ihlasının derecelerini gösterdiğinden, pek uzun bir mukabele ister. Fakat şimdilik bu kadar deriz: O, umumun hesabına bizlerin bayramını tebrik ettiğine, biz de onu tevkil edip, umumumuz namına herbir kardeşimize tebriki tekrar ediyoruz.

Mübarekler, Tahir ile beraber, Tahirinin bize o kıymettar kalemiyle Cennet taamları gibi çok tatlı ve huri libası gibi çok güzel yazıları, burada herkesi lezzetle mütalaaya sevk ediyor. Ve onun masume iki mübarek kızlarının yazdıkları nüshalar, burada kadınlar, kızlar aleminde geziyor, görenleri Risale-i Nura cezb ediyor. Çok çalışkan ve fedakar Tahirinin kesretli hediyeleri, bizleri çok borç altında bıraktı.

Risale-i Nurun postacısı mübarek Abdullah ne halde olduğunu soracaktım. Hafız Alinin mektubunda, sormadan cevabımı aldım. Allah, ikisinden razı olsun. O mektubun ahirinde, mazi ve müstakbel ve semavat ehlini dahi mesrur eden masumların ve mübarek ümmi ihtiyarların hediye-i masumaneleri beyanındaki fıkrası gayet güzel düşmüş.

Hafız Alinin mektubunda Tahirinin yazdığı ve göndereceği sözleri daha alamadık. Nur iskelesinin nazır-ı binaziri Sabri, basiret-i basirin hususi mektubunda yazdığı mübarek bir hemşiremin Cevşenül-Kebiri ezber etmesi, eskiden beri o hemşire, Risale-i Nur talebeleri içinde bulunduğuna istihkakını gösteriyor. Onun namıyla beraber duada namı zikredilen ve Mevlana Halidin cübbesini tam muhafaza edip bize yetiştiren asiye Hanımın birden lisanına gelen bir fıkra size gönderilecek.

O Kozca Hatibi, Risale-i Nurla tam alakadarsa, Sabri benim bedelime ona selam etsin. Bize gelen masum ve ümmilerin ve üstadlarının risalelerini yedi cilt olarak güzelce tasnif ettik. Masumların tevafuklu güzel parçaları bir cilt ve ihtiyarların güzel parçaları için de kahraman Şükrünün, Mucizat-ı Ahmediye güzel nüshası içinde olarak ikinci cilt, yedi cildin herbirinin başında, üçüncü sahifede gelen fıkra, medar-ı ibret olarak yazılmıştır. Umuma selam.

Risale-i Nurun küçük ve masum şakirtlerinin elli altmış talebesinin ve kırk elli ümmi mübarek ihtiyarların ve kıymettar üstadlarının yazdıkları tevafuklu ve şirin nüshaları bize göndermişler. O parçaları yedi cilt içinde cem ettik.

Bu mübarek ümmi ihtiyarların kırk sene sonra Risale-i Nur hatırı için her işe tercihan yazıya başlamaları ve masum çocukların, Risale-i Nurdan ders aldıkları ve yazdıkları risalelerin bir kısmıdır. Onların bu zamanda bu ciddi çalışmaları gösteriyor ki, Risale-i Nurda öyle manevi zevk ve cazibader bir nur var ki, mekteplerde çocukları okumaya şevkle sevk etmek için icat ettikleri her nevi eğlence ve teşviklere galebe edecek bir lezzet, bir sürur, bir şevk Risale-i Nur veriyor ki, çocuklar ve ümmi ihtiyarlar böyle hareket ediyorlar.

Hem bu hal gösteriyor ki, Risale-i Nur kökleşiyor. İnşaallah, onu hiçbir şey koparamayacak, ensal-i atiyede de devam edip gidecek.

Aynen bu masum küçük şakirtler gibi, Risale-i Nurun cazibedar dairesine giren bu ümmi ihtiyarların, kısmen çobanların ve yörük ve efelerin bu zamanda, bu acip şerait içinde herşeye tercihan Risale-i Nura bu surette çalışmaları gösteriyor ki, bu zamanda Risale-i Nura ekmekten ziyade ihtiyaç var ki, çiftçiler, çobanlar, yörük efeler, hacat-ı zaruriyeden ziyade bir hacat-ı zaruriyeyi, Risale-i Nurun hakaikini görüyorlar.

– 83 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu tarafta yol kapandı, posta gelmiyordu. Sizlerden gelecek bir mektup veya bir risaleyi bekliyordum. Şimdi, ruhuma bir ihtarla, daha beklemeyerek, burada hüsn-ü tesirini gösteren üç parçayı gönderiyorum. Masumların ve ümmi mübareklerin ve ihtiyarların ve kahraman Tahirinin nüshaları daimi bir tarzda fütuhat yapıyorlar. Yalnız cüzi bir kaç parçayı tashih ederken zahmet çektim. Fakat o zahmet, bana tatlı geliyordu. Hem aynı rahmet oldu. Beni de o masum ve mübareklerin kafilesine dahil ederek, benim hattıma benzedikleri için, kendim o parçaları yazmışım gibi tam sahip oldum. Eğer ben yazsaydım, aynen onlar gibi olurdu.

– 84 –

Kastamonudaki kardeşlerimize hitaben yazılan bir hakikattır. Belki size de faidesi olur diye gönderdim.

Risale-i Nur, kendi sadık ve sebatkar şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kar ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve halis bir sadakat ve daimi ve sarsılmaz bir sebat ister. Evet, Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikiyi on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığını, yirmi senede, yirmi bin zat tecrübeleriyle şehadet ederler.

Hem, iştirak-i amal-i uhreviye düsturuyla, herbir şakirdine, herbir günde binler halis lisanlarla edilen makbul duaları ve binler ehl-i salahatin işledikleri amal-i salihanın misil sevaplarını kazandırıp, herbir hakiki sadık ve sebatkar şakirdini amelce binler adam hükmüne getirdiğini… kerametkarane ve takdirkarane İmam-ı Ali ın üç ihbarı ve keramet-i gaybiye-i Gavs-ı azamdaki (k.s.) tahsinkarane ve teşvikkarane beşareti ve Kuran-ı Mucizül-Beyanın kuvvetli işaretiyle o halis şakirtler, ehl-i saadet ve ashab-ı Cennet olacaklarına müjdesi pek kati ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister.

Madem hakikat budur, Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofi meşrep zatlar onun cereyanına girmek ve ilim ve tarikattan gelen eski sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şakirtlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir havuzu kazanmak için o dairedeki ab-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, Risale-i Nura karşı rakibane başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kuraniyeye bilmeyerek zarar verir, zındıkaya bir nevi yardım olur.

Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin اَلْحُبُّ فِى اللهِ، وَالْبُغْضُ فِى اللهِ düstur-u Rahmani yerine (el-iyazü billah) اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ، وَالْبُغْضُ لِلسِّيَاسَةِ düstur-u şeytani hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve elhannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine manen şerik eylemesin.

Evet, bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabi ruhları azap içinde bırakır. Selamet-i kalb ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.

Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umumiye-i İlahiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye, alakadarlık cihetiyle, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elim ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup azap çekiyor. Çünkü, lüzumsuz ve malayani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp afaki ve siyasi boğuşmalara ve kainatın hadisatına merakla dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler ve bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, “Zarara razı olana şefkat edilmez” manasındaki اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُلَهُ kaide-i esasiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyakatını kendilerinden selb etmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına bela getirirler.

Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selamet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakiki ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nurun dairesine sadakatle girenlerdir.

Çünkü bunlar, Risale-i Nurdan aldıkları iman-ı tahkiki derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp herşeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemal-i teslimiyet ve rızayla, rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler.

İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, hadsiz tecrübeleriyle, Risale-i Nurun imani ve Kurani derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.

Bugünlerde iki hatıradan iki ihtar:

Birincisi: Bu şehirde Risale-i Nura intisap eden ihtiyar hanımlar sebat ettiklerini ve başkalar gibi sarsılmadıklarını düşündüm. Birden bu hadis-i şerif ihtar edildi. عَلَيْكُمْ بِدِينِ الْعَجَۤائِزِ yani, “ahirzamanda, kadınların samimi dinlerine ve kuvvetli itikadlarına tabi olunuz.”

Evet, ihtiyare kadınlar fıtraten zaife ve hassase ve şefkatli olmalarından, herkesten ziyade dindeki teselli ve nura muhtaç olduğu gibi, herkesten ziyade fıtratlarında fedakarane şefkat cihetiyle, dinde bulduğu nihayetsiz şefkatperverane bir nur-u teselli ve iltifat-ı merhamet-i Rahman ve nokta-i istinat ve nokta-i istimdada ihtiyacı var. Tam sebat etmek, fıtratlarının muktezasıdır. Onun için, bu zamanda o hacatı tam yerine getiren Risale-i Nur, herşeyden ziyade onların ruhlarına hoş geliyor ve kalblerine yapışıyor.

İkincisi: Bugünlerde benim yanıma müteaddit ayrı ayrı zatlar geldiler. Ben onları ahiret için zannettim. Halbuki ya ticaret veya işlerinde bir kesat ve muvaffakiyetsizlik olduğundan, bize ve Risale-i Nura, muvaffakiyet için ve zarardan kurtulmak niyetiyle müracaat edip, dua ve istişare istediklerini anladım.

“Ben, bunlara ne edeyim ve ne diyeyim?” diye tahattur ettim. Birden ihtar edildi: “Ne sen divane ol ve ne de onları divanelikte bırakıp divanece konuşma. Çünkü yılanlar zehirine karşı tiryak tedarikiyle ve onları kaçırmasıyla meşgul ve vazifedar birtek adam, yılanlar içinde duran ve sineklerin ısırmasına maruz olan ve sinekleri kaçırmak için çok yardımcıları bulunan diğer bir adama, yılanların ısırmasını bırakıp, ona, sinekler ısırmamasına yardım için koşan divanedir ve onu çağıran dahi divanedir. O sohbet dahi divanece bir konuşmaktır.”

Evet, hadsiz hayat-ı uhreviyeye nispeten muvakkat ve fani kısacık hayat-ı dünyeviyenin zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin zararları, ona nispeten yılanların ısırmasıdır.

– 85 –

Çok muhterem Üstadımız Efendimiz,

Bin üç yüz yirmi bir tarihinde, Mucizat-ı Ahmediyeyi (aleyhissalatü vesselam) ve Keramet-i Gavsiye risalelerini alem-i menamda görmüştüm. Bunun hikmetini şimdiye kadar anlayamamıştım. Gördüğüm rüya aynen şöyle idi:

Tarih-i mezkurda, Ceziretül-Arabın Necid kıtasının Bilad-ı Kasimde, bir gece rüyamda, üç güneşin tulu etmiş olduğunu gördüm. Yanımda tanıyamadığım bir zata sordum: “Bu üç güneş nasıl olur?” dedim.

Yanımdaki zat: “Bu güneşin birisi Peygamber aleyhissalatü vesselamın güneşi, diğeri Gavs-ı Geylaninin; üçüncüsü de, diğer bir güneştir.”

Üçüncü güneşin Risale-i Nur olduğunu şimdi bildim.

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ واْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَۤاءُ

ayet-i Kuraniye, o rüya hakikatine işaret etmiş. Bu nurani rüya, mezkur ayet-i Nurun on işaretle, on parmakla gösterdiği hakikati aynen gösteriyor, otuz sekiz sene evvel haber veriyor.

Evet, üç nur-u azam olan güneşlerin—Allahu alem—tabiri şu olmak gerektir.

Güneşlerin birincisi: Bu asırda Risale-i Nurdur ve en parlak bir nuru da Mucizat-ı Ahmediye aleyhissalatü vesselam namındaki risale-i harikadır.

İkincisi: İsanın din-i hakikisinden çıkan nur-u semavi güneşidir.

Üçüncüsü: Tarikatlar ruhunda ve tasavvuf menbaından çıkacak bir güneştir ki, şimdi Şeyh-i Geylani timsaliyle o mana gösterilmiş. Risale-i Nura işaret eden otuz üç ayet-i Kuraniyenin en birinci ayeti olan ayetün-Nur on vecihle Risale-i Nura işaret ettiği Birinci Şua risalesinde gözümle gördüm, isteyen görebilir.

Sizi nefsinden ziyade seven aciz şakirdiniz

Binbaşı Muhyiddin

– 86 –

Aziz, sıddık, metin, sebatkar kardeşlerimize,

Biz, bu havalideki Risale-i Nur talebeleri namına sizlere pek çok selamla beraber arz-ı şükran ediyoruz. Ve sizlere ebeden minnettarız ki, muktedir ve parlak kalemlerinizle bizleri hem uyandırdınız, hem yardım ettiniz. Bu vilayeti, nurani kalemlerinizle inşaallah Ispartaya benzettireceksiniz. Ve bilhassa çok ehemmiyetli kardeşimiz kahraman Tahirinin parlak ve muvaffakkıyetli ve tevafuklu kalemi, kerametkarane fütuhat yapıyor. Ve onun iki masumeleri ve masumların ve ümmi ihtiyarların rengarenk çeşit çeşit meziyetlerini gösteren yazıları bizleri teshir ediyor, herkesi şevkle okumaya sevk ediyor. Cenab-ı Hak, sizlerden ebeden razı olsun ve sizi muvaffak etsin. amin.

Çok mühim ve mübarek kardeşimiz Hafız Mustafanın bize verdikleri ehemmiyetli hadise-i taarruziye haberi bizi hayrete düşürdü. Ve Üstadımızın o zamanda endişelerinin ve heyecanının hikmetini anladık. Bir hiss-i kablelvukuyla mütemadiyen bizlere der idi: “Dikkat ediniz, sebat ediniz! Münafıklar, taarruz planı çeviriyorlar” diye bizi ihtiyata sevk ediyor, “Hem bir halt edemezler” diyordu.

Evet, Ispartalı kardeşlerimizin bize haber verdikleri gibi, bu ehemmiyetli hadise-i taarruziyeye teşebbüs vukuu zamanında muhaberemiz kesildiği halde, mütemadiyen, her vakit Üstadımız, aynı taarruza maruz bulunuyoruz gibi bizi, yani Emin ve Feyziyi ikaz ediyor, “Dikkat ediniz, dört cihetle bize taarruz var. Demir gibi sebat ediniz. Bir halt edemezler.” Biz de bakıyorduk ki, bizde birşey yok, hissetmiyorduk.

Hem, o gaybi hadiseyi bertaraf etmek için, tam mutabık bir mektup bize yazdırıp size göndermiştik.

Risale-i Nur talebelerinden

Nazif, Selahaddin, Tevfik, Hilmi, Emin, Feyzi

– 87 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kuraniyede kahraman arkadaşlarım,

Bundan evvel üç mektup, emaneti aldıktan sonra göndermiştim. Bu defaki Hafız Alinin mektubunda onlardan bahsetmemiş, merak ettim. Nur Fabrikası sahibi Hafız Alinin hastalığı beni müteessir etti, bizi duaya sevk etti. Cenab-ı Hak kuvvet ve şifa ihsan eylesin. amin.

Hafız Alinin mektubuyla Risale-i Nurun ehemmiyetli rükünlerinden olan Halil İbrahimin sisteminde Ahmed Feyzinin mektupları, şahsıma ait haddimden yüz derece fazla hüsn-ü zanları bir tarafta kalsa—ondan kat-ı nazar—o havalide Risale-i Nurun şahs-ı manevisine karşı Halil İbrahimle, Ahmed Feyzinin sarsılmaz, gayet kuvvetli irtibatlarını gösterdiğinden, bizi cidden mesrur eyledi.

Evet, onların o şiddetli alakadarlıkları, o havalide Risale-i Nuru yerleştiriyor, idame ettiriyor. O ikisinin mektupları, suret-i zahiriyede benim şahsıma atf-ı ehemmiyet etmeleri gerçi muvafık değil, mübalağadır; fakat o yanlış suretin altındaki hakikat, Risale-i Nur şakirtlerinin samimi tesanütlerinden süzülen bir şahs-ı maneviye, Risale-i Nurun Kurandan gelen hakikatine karşı tam mutabık ve hak olarak sarf edilecek. O mektuplardaki tabirat, benim gibi, bir cüzi bir ferde karşı sarf edilmiş. Benim haddimden bin derece fazla olmakla beraber, o şahs-ı manevi namına ve Risale-i Nurun hakikati hesabına ve o ehemmiyetli ve çok muhtaç memlekette fevkalade bir alaka ve faaliyete alamet olmak cihetiyle kabul ettim.

Ahmed Feyzinin de inşaallah Kastamonu Feyzisi gibi, bütün kuvvetiyle Risale-i Nura çalışacak bir azim ve karar suretinde mektubunu telakki ediyoruz. Fakat, mahviyeti ve tevazuu pek fazla ve istedikleri de pek fazla ve mektubundaki duaları da güzel olduğundan, daimi duamızda buranın Feyzisiyle omuz omuza girdi.

Halil İbrahimin mektubu, belki her mektubu hem onun, hem İnce Mehmedin namına kabul ediyorum. İkisine, Hüsrevle Rüşdü gibi bir ruh, iki ceset nazarıyla bakıyorum. Cenab-ı Hak onları muvaffak etsin ve emsalini oralarda çoğaltsın. Ve o mektupta, Risale-i Nurun talebelerinden Hafız Mehmed Emin ve Mustafa Çavuş ile beraber Siirtli Ahmed ve Salahaddin ve İzzeddin gibi zatlar da Risale-i Nurla alakadar olduklarını bildiriyor. Biz de onlara birer birer hem selam, hem onları da Risale-i Nur talebeleri içinde duada teşrik edeceğiz.

Hafız Alinin mektubunda, eline geçen mektubumuzu güzelce takdir ve hülasa etmiş. Risale-i Nur, saadet-i ebediye dükkanı ve baki elmasları sattığından, “Fani, kırık cam parçaları ondan istenilmemeli” tabiri çok güzel düşmüş.

Hem Isparta, hem Manisadaki bütün kardeşlerimize birer birer selam ve dua ediyoruz ve dualarını istiyoruz. Hapishanede, Risale-i Nurun son katibi kahraman Şefik acaba sağ mıdır? Nerededir? Merak ediyorum. Halil İbrahimden sorunuz.

– 88 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Şuhur-u muharremeden sonra, hususan bahara yakın, hayat-ı dünyeviye gafleti bir derece fütur vermekle beraber, bazı sarsıntılar ve hastalıklar ve askerliğe gitmek cihetinde Risale-i Nurun hizmetine bir derece zaaf gelmiş diye endişe ediyordum. Cenab-ı Hakka şükür ki, mektuplarınız ve atıf Hasanın gelmesiyle o endişe zail oldu. O mektubunuzda, çok ehemmiyetli bir hadise-i Nuriyeden bahis var ki, Hizbül-Ekberül-Kuranı tab etmek teşebbüsüdür.

Evet, o Hizbül-Ekberdeki ayat, bütün Risale-i Nuriyenin ruhu, esası, madeni, üstadı ve güneşidir. Onun tabından sonra, mümkünse, Risale-i Nurun Hizbül-Ekberi namında Arabiyyül-ibare ve iki ayetül-Kübra ve münacatın hülasası olan risaleyi dahi tab etmek lazımdır. Fakat elinizdeki nüsha, benim nüsham gibi mükemmel değil. Biz burada yazıp, isterseniz size gönderelim. İsterseniz, İstanbulda matbaada olan vekilinize gönderelim, adresini bildiriniz.

Kardeşimiz Hasan atıf, hakikaten Risale-i Nurun hizmetine pek çok layık ve müstaittir. Müstesna hattıyla beraber ihlası, irtibatı, alakadarlığı, ciddiyeti, sadakati dahi mükemmeldir. Cenab-ı Hak onun emsalini çoğaltsın. Bu kardeşimizi yirmi mektup yerinde, size canlı bir mektup olarak gönderdik.

Hafız Alinin buradaki kardeşlerine çok yüksek, çok tesirli yazdığı mektuba karşı başta Feyzi, Emin olarak umum namına Feyzi diyor ki: “Biz bu memleket talebeleri, Isparta kahramanlarının küçük kardeşleri, belki onların talebeleriyiz. Dersi, hizmeti ve ciddiyeti onlardan alıyoruz. Herbirisi, bizim için birer üstaddır. Onların ellerinden öper, arz-ı hürmet ederiz. Cenab-ı Hak, o kahramanlardan ebeden razı olsun, amin” diyorlar.

Risale-i Nurun iskele nazırı Sabrinin birinci talebesi ve Risale-i Nurun ehemmiyetli küçük bir talebesinin küçücük mektubundaki güzel yazı bizi mesrur etti. Cenab-ı Hak, onu ve onun gibi Risale-i Nura çalışan masumlara tevfik ve selamet ve saadet ihsan eylesin. amin.

Hafız Mustafanın bizce pek çok ehemmiyetli olan mektubu, çoktan beri beklediğim bir hakikati gösterdi ki, Risale-i Nur dairesindeki şakirtler, istişare suretinde, tab etmek gibi çok ehemmiyetli işleri görmeye başlamalarıdır.

– 89 –

Aziz, sıddık, sadık, halis ve muhlis kardeşlerim,

Dört beş kardeşlerime ait birer kısacık konuşacağım.

Birincisi: Medrese-i Nuriyenin mürşidi, müessisi ve müdebbiri Hacı Hafız kardeşimizin bu defa üçüncü olarak bir teberrükünü gördük. Ta Barlada iken tatlı lokmaların kerametli, acip bereketi ve Ispartada İktisat Risalesini tatlılaştıran iki buçuk okka balın harika bir hadiseye sebebiyet vermesi, bu üçüncü defa da, bin mübarek ve masum hatırlarını ve iltifatlarını temsil eden ve parçalanmayan bir hediyeyi göndermiş. Altmış senelik bir kaide-i hayatiyemi o bin hatırın hatırı için o kaidemin hatırını kırdım.

İkincisi: atıf Hasanın hakikaten fevkalade yazdığı tevafuklu Mucizat-ı Kuraniyeyi o gittikten sonra temaşa ettim. Elimden gelseydi, herbir yaprağına mukabil bir lira verecektim. İnşaallah o nüshayla binler adam istifade edip, onun hayat-ı bakiyesine bir çeşme hükmünde varidat verecek. Hüsrevin ve kahraman Tahirinin bir üçüncüsü oluyor.

Üçüncüsü: Risale-i Nurun eski ve ehemmiyetli ve çalışkan bir şakirdi olan Katip Osmanın sadık ve hikmetli rüyası ve mutabık tabiri onları müferrah ettiği gibi, bizleri de mesrur eyledi. Ve o mektubuyla merak ettiğim şeyleri ve Hüsrev ve Rüşdü, Hafız Ali, Zühdü Bedevi, Nuri ve Nur fabrikası sahibi, Tahirler, Mübarekler Heyeti, medrese-i Nuriye ve ümmi ihtiyarlar ve masum çocuklar, umumlarının selamlarını yazıyor. Biz de onlara birer birer selam ediyoruz, muvaffakiyetlerine ve selametlerine dua ediyoruz.

Bu havalide dahi, belki çok yerlerde, sizin faaliyetinizden şevke gelip Risale-i Nur ziyade tevessü ettiğinden, ehl-i dünyayı düşündürüyor, nazar-ı dikkati celb ettiriyor. Bazı ufak tefek ilişmek de ondan ileri geliyor. İhtiyat her vakit olduğu gibi yine lazımdır. İmam-ı Ali iki defa سِرًّا تَنَوَّرَتْ demesi, Risale-i Nur perde altında tenevvür ve tenvir eder diye işaret ediyor. Mümkün olduğu kadar geçici rüzgarlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zaten mabeyninizde samimi tesanüt ve meşveret-i şeriye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı manevinin fikrini, o meşveretle bildirir.

Kardeşiniz ve sizinle dünyada, berzahta, ahirette müteşekkirane iftihar eden ve edecek hizmet-i Kuraniyede arkadaşınız.

Said Nursi

– 90 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu yeni hadise-i taarruziyeden müteessir olmayınız. Çünkü mükerrer tecrübelerle Risale-i Nur inayet altındadır. Hiçbir taife, şimdiye kadar böyle ehemmiyetli hizmette bizler kadar az meşakkatle kurtulan olmamış.

Hem geçen Ramazandaki hastalığım ve Eskişehirdeki musibetimiz gibi çok vakıalarla, zahiri sıkıntılı, meşakkatli halat altında Risale-i Nurun faidesine olarak inkişafatı ve daha tesirli fütuhatı görülmüş. İnşaallah, bu sıkıntılı hadise dahi, münafıkların aks-i maksuduyla, Risale-i Nurun fütuhatını başka bir mecrada teshile vesile olur.

Beşinci Şua, yirmi beş sene evvel mesaili yazılan, yalnız bir iki sahife tatbikat ilave edilip Şualara giren Beşinci Şua ellerine geçmesi ehemmiyetlidir. Fakat bunda da bir hikmet var. Belki onlara, kendi mesleklerini bildirmek ve Cehenneme gidenin mahiyetini bilmek için fevkalade iktidar haricinde bir kaza-i İlahidir, diye Cenab-ı Hakkın hikmetine ve inayetine ve hıfzına itimad edip merak etmeyiniz.

Hem siz, hem onlar bilsinler ki, sadaka belayı def ettiği gibi, Risale-i Nur Anadoludan, hususan Isparta, Kastamonudan afat-ı semaviye ve arziyenin def ve refine vesiledir. Evet, Sabrinin يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى…وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ ayetinden istihraç ettiği mana, haktır ve mutabıktır.

Evet, Risale-i Nur, sefine-i Nuh gibi Anadoluyu Cebel-i Cudi hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tufanından kurtulmasına bir sebeptir. Çünkü, zaaf-ı imandan gelen tuğyan, ekseri musibet-i ammeyi celb ettiği gibi, imanı fevkalade kuvvetlendiren Risale-i Nur, o musibet-i ammeyi dairesinin haricine bırakmaya rahmet-i İlahiye tarafından vesile oldu.

Bu ehl-i dünya, bu Anadolu halkı Risale-i Nura girmeseler de ilişmesinler. Eğer ilişseler, yakında bekleyen yangınlar, tufanlar, zelzeleler ve taunların istilasına uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar. Madem biz onların dünyalarına karışmıyoruz, onların da lüzumsuz bir halde bu derece ahiretimize karışmalarında onlara felaket getirmek ihtimali kavidir.

İşte bu sekiz aydır, hususan ve heyecan veren bu hadisenizle beraber; şimdi yanımdaki Feyzi ile Emin ve bütün bana temas eden dostlar şahittirler ki, bu sekiz ay zarfında bir tek defa ne Harb-i Umumiyi, ne siyaseti sormamışım. Ve odamdan işitilen radyoyu da üç senedir dinlemedim. Halbuki benim, binler adam kadar dünyaya bakmak münasebet var. Demek bize ilişen, doğrudan doğruya imana tecavüz eder. Onları Cenab-ı Hakka havale ediyoruz.

Hem ehl-i siyasete hiç münasebetimiz olmadığı halde, kati bilsinler ki, bu memlekette, bu asırda, milleti anarşilikten, tereddi ve tedenni-i mutlakadan kurtaracak yegane çaresi, Risale-i Nurun esasatıdır. Bu hadisede sıkıntı çeken masumlar ve üstadları bilsinler ki, ağır şerait altında bir saat nöbet, bir sene ibadet ve hakiki tefekkür-ü imaniye ile bir saati, bir sene taat hükmüne geçtiği gibi, inşaallah onların sıkıntıları da öyle sevaba medar olur. Onlar da, merak ve teessürle değil, ferah ve sürurla karşılamalı. Fakat Alinin iki defa سِرًّا بَيَانَةً، سِرًّا تَنَوَّرَتْ demesine binaen, biz her vakit tam ihtiyat ve tam sakınmak vaziyetini muhafaza etmekle mükellefiz.

Risale-i Nurun mensupları, şuur ve ihtiyarları haricinde birbiriyle münasebettar, birbirinin hadiseleriyle alakadar olduğuna bir delil de bugünlerde oldu. Şöyle ki:

Oradaki hadisenin vukuundan bugüne kadar, buradaki muhtelif tabakalardaki talebelerin vaziyetleri ehemmiyetli bir hadise yüzünden değişmiş gibi çekinmek ve münafıkların nazarını kendilerine ve bizlere celb etmemek için bir tevakkuf devresi geçti. Ben de hayret ediyordum.

Hem, Nazif gibi bir kaç zatın rüyalarının tabirleri, sizin hadiseniz olduğunu anladık.

Umum kardeşlerimize birer birer ve bilhassa musibetzedelere selam ve dua ediyoruz. Cenab-ı Hak onları çabuk kurtarıp vazifelerinin başına göndersin. amin.

– 91 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ كَلِمَاتِ الْقُرْاٰنِ وَحُرُوفَاتِهَا

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim ve hizmet-i Kuraniyede kuvvetli, faal, sebatkar arkadaşlarım,

Bugünlerde benimle altı adam, başta Marangoz Ahmed, ahirinde ben, manevi ihtara binaen birer meseleye medar olmuşuz.

Birincisi: Faal, cidden çalışkan, Risale-i Nur ve medrese-i Nuriye talebelerinden Marangoz Ahmedin mektubunda, Eşref namında on yaşında bir masum çocuğun köyünü, malını terk edip, iki gün mesafeden gelip, hiç yazı yazmadığı halde, on gün zarfında Risale-i Nuru yazmaya muvaffak olması, Risale-i Nurun bir kerameti olduğu gibi, medrese-i Nuriyenin de harika bir çiçeğidir deniliyor.

Evet, biz de deriz ki: Maddi bir kışta, güzel çiçeklerin açılmasıyla bir harika kudret olduğu gibi, bu asrın manevi ve dehşetli kışında, Sava karyesinin, yani Sava şeceresi bin güzel çiçekler ve cennet meyveleri açması ve Isparta memleket bahçesi, binler gül-ü Muhammedi (a.s.m.) çiçekleri açması, elbette harika bir mucize-i rahmet ve bu memlekete harika bir keramet-i inayet-i Rabbaniye ve Risale-i Nur talebelerine harikulade bir ikram-ı İlahidir diye itikad edip, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ederiz.

Marangoz Ahmedin mektubunda Darıviran köyünün eski zamanın çalışkan talebelerini andıran fedakar talebeler, bizi ve eski zaman talebelerini tahassürle yad eden medreseden yetişme Risale-i Nur talebelerine derin bir sürur verdi. Medrese-i Nuriyenin hanımlar talebeleri, evrad-ı Kuraniyeyle dualarıyla, evradlarıyla çalışkan kalemlere manevi yardımları çok güzeldir. Bu havalideki hanımlara da tam bir ders olur. Cenab-ı Hak, onlardan ve o medresenin umum talebelerinden ve üstadlarından ebeden razı olsun.

Ahmedin rüyası çok mübarek ve güzeldir. İsanın (a.s.) kuvvetli sadasını işitmek, İsevilerden kuvvetli bir imdat hizbül-Kurana iltihak etmeye işaret olabilir.

İkinci adam ve meselesi: Risale-i Nur talebelerinden bir genç hafız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüt ediyor, ne yapayım?”

Ben de dedim: “Mümkün oldukça namahreme nazar etme. Çünkü rivayet var: İmam-ı Şafiinin dediği gibi, haram nazar, nisyan verir.”

Evet, ehl-i İslamda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda su-i istimalatla israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hafızasına zaaf gelir.

Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o su-i nazardan su-i istimalat, umumi bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes, cüzi, külli o şekvadadır. İşte, bu umumi hastalığın tezayüdüyle, hadis-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: “ahir zamanda, hafızların göğsünden Kuran nezediliyor, çıkıyor, unutuluyor.”

Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kurana bu su-i nazarla bazılarda set çekilecek; o hadisin tevilini gösterecek. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ

Üçüncü adam ve meselesi: Bizlerle pek çok alakadar bir zat, çok defa dehşetli şekva ediyor ki: “Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, manevi hizmetlerimin neticelerini göremiyorum” diye medet istiyor.

Ona yazıyoruz ki: “Bu dünya darül-hizmettir; ücret almak yeri değildir. Amal-i salihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, ahirettedir. O baki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, ahireti dünyaya tabi etmek demektir. O amel-i salihin ihlası kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.”

Evet, bu asırda, bir iki mektupta beyan edildiği gibi, o derece hayat-ı dünyeviye damarına dokunmuş ve yaralamış ve heyecana getirmiş ki, mübarek ve ihtiyar ve hoca ve ehl-i salahat olan bir zat dahi, dünyada bir nevi hayat-ı uhreviye ezvakını istiyor; birinci derecede, dünyada zevk-i hayat onda hükmediyor.

Dördüncüsü: Bizimle alakadar bir zat, pek çokların şekva ettikleri gibi, eskiden şiddetli bir tarikatta okuduğu evradındaki zevk ve şevkini kaybettiğini ve sıkıntı ve uyku galebe ettiğini müteessifane şekva etti.

Ona dedik: Maddi hava bozulduğu vakit nasıl ki sıkıntı veriyor; asabi sinelerde inkıbaz hali başlıyor. Öyle de, bazan manevi hava bozuluyor. Hususan maneviyattan yabanileşmiş bu asırda ve bilhassa hevesat ve müştehiyat-ı nefsaniyeyi taammüm etmiş memleketlerde ve hususan şuhur-u muharreme ve şuhur-u mübarekede manevi havayı tasfiye eden alem-i İslamın intibah ve teveccüh-ü umumisi, o mübarek şuhurun gitmesiyle tevakkuf etmesinden fırsat bulup, havayı bozan dalaletlerin tesirleri zamanında ve bilhassa kış tazyikatı altında, bir derece hayat-ı dünyeviye ve hevesat-ı nefsaniyenin tasallutlarının noksaniyetinden, ehl-i İslam ve ehl-i imanda, hayat-ı uhreviyeye çalışmak iştiyakı, baharın gelmesiyle hayat-ı dünyeviyenin ve hevesat-ı nefsaniyenin inkişafıyla o iştiyak-ı uhreviyeyi gizlemesi anında elbette böyle kudsi evradlarla zevk, şevk yerinde, esnemek ve fütur gelir.

Fakat, madem خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا sırrıyla, meşakkatli, külfetli, zevksiz, sıkıntılı amal-i saliha ve umur-u hayriye daha kıymetli, daha sevaplıdır. O sıkıntıda, o meşakkatteki ziyade sevabı ve makbuliyeti düşünüp, sabır içinde mesrurane şükretmek gerektir.

Beşincisi: Risale-i Nurun bir talebesi, Risale-i Nura çalışamadığının bir sebebi, derd-i mAyşetin ziyadeleşmesi olduğunu söyledi.

Biz de ona dedik: Risale-i Nura çalışmadığın için derd-i mAyşet sana şiddetlendi. Çünkü bu havalide her talebe itiraf ediyor ve ben de ediyorum ki, Risale-i Nura çalıştıkça, yaşamakta kolaylık ve kalbde ferahlık ve mAyşette suhulet görüyoruz.

Altıncısı: Bu biçare Saiddir. Herkesin arzu ettiği ve istediği ve ferahla kabul ettiği, şahsına karşı hürmet ve muhabbet ve sohbet, fakat Risale-i Nura taalluk eden noktalar haricinde bana ağır geliyor, beni sıkıyor, müteessir ediyor.

Tahmin ediyorum ki, Risale-i Nurun yüksek haysiyetleri ve şakirtlerinin şahs-ı manevisinin pek büyük meziyetleri, şahsım gibi meslek-i aczde fazla ileri giden bir aciz ve biçarenin zaif omuzuna o dağ gibi manalar yüklense altında ezilir, sıkılır diye anladım. Bu ahirki iki meselede pek kısa kesmeye kağıt mecbur etti. Nur, Gül ve Lütfünün kahraman varisleri mübarekler yüksek heyeti ve medrese-i Nuriye ve masumlar ve ümmi ihtiyarların her birisine binler selam ediyoruz.

Duanıza muhtaç, size müştak kardeşiniz

Said Nursi

– 92 –

Aziz, sıddık, sarsılmaz, yılmaz, sebatkar, fedakar kardeşlerim,

Böyle şiddetli taarruzlara karşı sizi teşcie lüzum görmüyorum. Sizin kuvvetli metanetiniz ve Risale-i Nura gelen her hadise-i elimenin altında bir inayet ve rahmet bulunduğuna itikadınız, teşciinize kafidir, biliyoruz. Yalnız bir noktayı merak ediyorum. Elde edilen bütün Risale-i Nur, yalnız bir takım mıdır, ve kimin imiş, anlamak istiyorum. Her kim ise merak etmesin. Daha ehemmiyetli makamlarda onun hesabına fütuhat yaparlar, sevap kazandırır. Ona, bir takım Risale-i Nur tedarik edilebilir. Hem tevkif altında kimse var mı? Hem ona havale edilen hoca kimdir?

Saniyen: Sabri ile Hafız Alinin reyi ile teshil-i muhabere için verdiği kararla bazan, Atabey yoluyla muhabereyi onlar gibi biz de kabul ettik. Lütfinin bir varisi Abdullah Çavuş namıyla, adresiyle gönderilecek.

Salisen: Sabrinin mektubunda, tevafuklu yazdığı Mucizat-ı Kuraniye ve Risale-i Nur hakkındaki istihracı bizi fevkalade mesrur eyledi. Hasan atıfın bize yazdığı şaşaalı ve cazibedar Mucizat-ı Kuranı esas yapıp, sair risalelerde, icaz-ı Kuranın nüktelerine dair mebahisi ona zeyiller şeklinde ilhak ettik; güzel bir surete geldi. Ezcümle: ayetül-Kübranın Kurana dair On Yedinci Mertebesi, Yirminci Söz ve Sure-i Fethin ahirki ayetin mucize olduğuna dair Yedinci Lema ve Fihristenin Rumuzat-ı Semaniyeye dair mühim parçaları ve Kenzül-Arşın iki nüktesi gibi parçalar o zeyillere girmiş. Aynen, Mucizat-ı Ahmediyenin zeyilleri gibi parlamış. Nurlar santralı Sabri, o yazdığı güzel Mucizat-ı Kuraniyeyi inşaallah onlarla tam güzelleştirir.

Rabian: Merhum Lütfinin hakiki ve pek ciddi bir varisi olan Abdullah Çavuşun mektubu, onun derece-i sadakat ve ihlasını ve irtibatını gösterdi. Her vakit İslamköylü Abdullah ile o Abdullah Çavuşu duada beraber yad ediyordum. Elhak, o makama layık olduğunu gösteriyor. İstediği Fihristenin musahhah son kısmı inşaallah ona gönderilecek. Fakat zannettiği gibi çok tashihat edilmemiş. Çünkü, taksimül-amal suretiyle, o mübarek kardeşlerimin yazılarını mübarek yadigar gördüm ve değiştirmeye kıyamadım.

Hamisen: Bugünlerde, o hadisede, Risale-i Nurun bir derece tevakkufuna ve dünyaya bakmaya ve yirmi senedir konuşmadığım adamlarla konuşmaya ve hizmet-i Kuraniye noktasında memnu olduğumuz siyasete temas etmeye mecbur olacağım diye endişeden gelen şiddetli bir teessürden, zahiren görülmez, manen tehlikeli bir hastalık bana taarruz etti. Müstemir adetimi bitamam yerine getiremediğimden, yine Ramazan hastalığı gibi, ben kardeşlerimden, yine manevi muavenetlerini çok rica ediyorum. Fakat merak etmeyiniz, yatakta değilim. Yalnız fazla yazılan nüshaları tashih edemiyorum.

Sadisen: Risale-i Nur bir cephede tevakkuf etse de, başka cephelerde fütuhatı o tevakkufun yerini tutar. Hatta bu hadise münasebetiyle burada bir derece ihtiyata binaen tevakkufa niyet edip terviç ettiğimiz halde, bilakis Isparta tevakkufuna karşı, buralarda inkişafatla tezahür etti. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

En ziyade bize nezaretle, bizimle ve siyasetle alakadar mühim bir memur yanıma geldi. Ona dedim ki:

Bu on sekiz senedir sizlere müracaat etmedim ve hiçbir gazete okumadım; bu sekiz aydır, bir defa cihanda ne oluyor, diye sormadım; üç senedir burada işitilen radyoyu dinlemedim—ta ki kudsi hizmetimize manevi zarar gelmesin. Bunun sebebi şudur ki:

İman hizmeti, iman hakaiki, bu kainatta herşeyin fevkindedir, hiçbir şeye tabi ve alet olamaz. Fakat, bu zamanda, ehl-i gaflet ve dalalet ve dinini dünyaya satan ve baki elmasları şişeye tebdil eden gafil insanlar nazarında o hizmet-i imaniyeyi hariçteki kuvvetli cereyanlara tabi veya alet telakki etmek ve yüksek kıymetlerini umumun nazarında tenzil etmek endişesiyle, Kuran-ı Hakimin hizmeti, bize kati bir surette siyaseti yasak etmiş.

Sizler, ey ehl-i siyaset ve hükumet, evham edip bizlerle uğraşmayınız. Bilakis teshilat göstermeniz lazım. Çünkü hizmetimiz, emniyet ve hürmet ve merhameti tesisle hem asayişi, hem inzibatı, hem hayat-ı içtimaiyeyi anarşilikten kurtarmaya çalışıp, sizin hakiki vazifenizin temel taşlarını tesbit ediyor, takviye ve teyid ediyor.

Sabian: Hafız Alinin mektubunda bazılara hitaben yazdığımız bir mektupla ve hadise-i hazıra dair, hafif geçeceğine ait son mektup, bugünden bir hafta evvel postaya verilmiş. Hafız Ali, yoldaki o iki mektubu okumuş gibi mektubunu yazması, sadakatının bir lema-i kerameti olduğu gibi, aynı günde—hiç vukubulmamış yanıma ehemmiyetli büyük bir memur-u siyasi gelmesini, Nazifin arkadaşlarından Köroğlu Ahmed rüyada aynen görüp, o memurdan üç saat evvel rüyayı bize hikaye edip tabir istedi; tabiri, tevilsiz çıktı.

Umum kardeşlerimize birer birer, hususan musibetzedelere selam ve dua ederiz.

– 93 –

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim ve hizmet-i Kuraniye ve imaniyede sebatkar, sarsılmaz, yılmaz arkadaşlarım ve bu misafirhane-i dünyada şefkatkar ve fedakar ve vefadar yoldaşlarım,

Bu defa Nur fabrikasının sahibiyle ve tam bir muavini ve tam bir Hüsrev olan kahraman Tahirin beşaretli mektupları ve medrese-i Nuriyenin kahramanlarından Marangoz Ahmedin ikinci rüyası ve üçüncü rüyanın ahirinde, malum musibetin akabinde sarsılmayan faal Hafız Mehmedin, çocuklara hatim duasını yapması ve Risale-i Nuru okutması, üstümüzden dağ gibi manevi ağırlıkları kaldırdılar. Cenab-ı Hak, sizleri ve onları afat-ı maneviye ve maddiyeden muhafaza etsin. amin.

Marangoz Ahmedin ikinci rüyası, Peygamber aleyhissalatü vesselam ile alakadarlık ve sürurlu olduğu cihetinden rüya-yı sadıka olduğuna, o medrese-i Nuriyenin civarlarındaki kardeşlerin ve hemşirelerin maddi hizmetleri canlı ve ruhlu bir suret alıp, Peygamber aleyhissalatü vesselamın sünnet-i seniyesinin ihyasına medar olacağına işaret verdiği münasebetiyle, mektubunuzu almadan, iki gün evvel gördüğüm bir rüyayı beyan ediyorum. Şöyle ki:

Gördüm: Şimdiki reis veya şimdiki reisler, tanıdığım ehemmiyetli bir iki hocaya, hilafet rütbesini ve meselelerini tatbik etmeye ve hilafet, o hocalara veya reislere hangisine verileceğini rüyada anladım. Ve o netice-i kararları bana göstermek için, bana karşı geldiklerini gördüm. Sonra uyandım. Sabahleyin kardeşlerime söyledim. Dedim: Allahu alem, Isparta havalesinde, Risale-i Nurun maddi mağlubiyeti içinde manevi bir galibiyeti olmuş ki, büyük makamat-ı resmiyede en mühim mesail-i İslamiye medar-ı bahis olacak. Biz Ispartada, o musibetin ne derece ileri gittiğini bilemediğimizden ve çoktan beri de ne hal-i alemden ve ne de resmi halden anlamayıp dinlemediğimiz halde, bu rüyanın, rüya-yı sadıka olduğuna bir emare olan, beni bir gün baktırdı. O emare şudur ki:

Risale-i Nurun ehemmiyetli bir talebesi Ankaradan gelip, ben sormadan dedi: “Reis, Kurana yeni bir tefsir yazmayı emretmiş; o da yazıyormuş.”

Hem söylemiş ki: Dahiliye Vekili, yirmi senelik bir adete muhalif olarak, “Dinsiz bir millet yaşayamaz” diye din lehinde beyanatta bulunduğunu ve Maarif Nazırı da, adab-ı İslamiye lehinde, eski prensiplerine muhalif olarak beyanatta bulunduğu gibi, ehemmiyetli bir değişikliği ihsas ettiğinden, kulağımı kapadığım sekiz aydan sonra, bu rüya hatırı için, bu haberleri aldım. Bunun sebebini anlamak cidden arzu ettim. Birden ihtar edildi ki:

Ehl-i dalalet, memurin-i siyasiyeyi aldatıp, Risale-i Nur aleyhinde genişçe, buradan oraya kadar bir daire içinde taarruz edip, derece-i kuvveti anlamak istediler. Gördüler ki, sökülmeyecek, mağlup edilmeyecek bir kuvvette gördüklerinden, ehemmiyetli, büyük makamat-ı resmiyede, mahiyetini medar-ı bahis ve dikkat ettiklerinden, bilmecburiye, bir nevi musalahaya yol hazırlamak ve şimdiye kadar hakikat ve hikmete muhalif olarak, iyilikleri ölen reise ve fenalıkları millete, orduya vermek yerinde, o hata-yı azimeye bedel, bütün fenalıkları ölene verip, kendilerini bir derece o dehşetli hatiattan kurtarmak çaresini aramaya, bir zemin teşkil etmeye çalışmış ki, hem rüya, hem bu haberler haber veriyor. Birinci, ikinci Hulusilerin müşterek mektupları, bu iki rükn-ü mühimmenin gayretleri, sadakatleri çelikten daha metin olduğu her hadiseyle gösteriliyor.

Said Nursi

– 94 –

Aziz, sıddık, sebatkar kardeşlerim ve hakiki varislerim,

Bugünlerde, Risale-i Nura suikast edenlerin ve sizlere sıkıntı verenlerin haklarında, bana verdiği bir hiddet neticesinde bedduaya teşebbüs ettim. Birden Ispartaya kıyamadım. Kaç defadır niyet ettim, Ispartadaki iyilerin yüzünden suikastçılar kurtuldular. Kıyamadım, beddua yerine “Ya Rab, madem Isparta, Risale-i Nurun bir Medresetüz-Zehrasıdır, sen oradaki fena memurları dahi ıslah eyle ve hüsn-ü akıbet ver” diye dua eyledim ve ediyorum.

Saniyen: Bugünlerde Salahaddinin İstanbuldan getirdiği Habbe, Katre, Şemme, Hubab gibi Arabi risalelere baktım, gördüm ki: Yeni Saidin doğrudan doğruya harekat-ı kalbiyesinde müşahede ettiği hakikatler, Risale-i Nurun çekirdekleri hükmündedir. Zaten bunlar hem Şule ve Zühre, Risale-i Nurun Arabi parçalarıdır. Onlar, doğrudan doğruya benim nefsimin dersi olduğu için Arabi ve kısa ibarelerle ifade edilmiş; başka adamlar nazara alınmamış.

O zaman, başta Şeyhülislam ve Darül-Hikmet azaları ve İstanbulun büyük alimleri, tahsin ve takdirle karşıladılar. Bunlar Yeni Saidin eserleri olduğundan, Risale-i Nurun eczalarıdırlar. Eski Saidin ise, Arabi risalelerinden yalnız İşaratül-İcaz, Risale-i Nurda en mühim bir mevki almış.

Hem her iki Saidin iştirakiyle, birtek Ramazanda iki hilal ortasında telif edilen ve kendi kendine ihtiyarım haricinde bir derece manzum şeklini alan ve İşaratül-İcaz kıtasında ve elli, altmış sahife bulunan Türkçe olarak Lemeat namındaki risale dahi Risale-i Nura girebilir. Maatteessüf bir nüsha elde edemedim. Herkesin hoşuna gittiği için, matbu nüshaları kalmamış.

Hem Eski Saidin ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu Talikattan süzülen icazlı bir icaz-ı harikada müdakkik ulemaları hayret ve tahsinle dikkate sevk eden matbu Kızıl İcaz namındaki risale-i mantıkiye Risale-i Nurla bağlanmasına ve şakirtlerinin, alimler kısmının nazarına göstermek layık gördüm; fakat çok derindir. Bugünlerde, Feyziye bir parça ders verdim. Belki bir zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme alacak.

– 95 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugünlerde, Risale-i Nur talebeleri hesabına gayet ehemmiyetli, endişeli bir sual-i manevi kalbime ihtar edildi. Sonra anladım ki, ekser Risale-i Nur talebelerinin lisan-ı halleri bu suali soruyor ve soracaklar. Birden bir cevap hatıra geldi. Feyziye söyledim. Dedi: “Hiç olmazsa icmalen kaydedilsin.”

Endişeli sual: Bu ahirzaman fitnesinde açlık, ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, biçare aç ehl-i imanı, derd-i mAyşet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba, herşeyde hatta kaht azabında ehl-i iman ve masumlar için bir veçh-i rahmetve kader-i İlahi cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan Risale-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve ahiret hesabına ne cihetle istifade edip nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?

Elcevap: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi, küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i ilahiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, adil-i Hakim, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakiki lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalade derecesini göstermekle, hakiki şükre sevk etmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş.

Ehl-i iman, ehl-i hakikat, hususan Risale-i Nur talebelerinin vazifesi, bu musibetli açlığı, Ramazan riyazet-i diniyesinin tarzındaki açlık, gibi vesile-i iltica ve nedamet ve teslimat yapmaya çalışmaktır. Ve zaruret bahanesiyle dilenciliğe ve hırsızlığa ve anarşiliğe yol açmasına meydan vermemektir. Ve aç fakirlere acımayan bir kısım zengin ve bazı ehl-i maaş dahi Risale-i Nuru dinleyip, bu mecburi açlık, hissiyle açlara merhamete gelip, zekatla yardımlarına koşmaktır. Ve nefsini güzel yemeklerle şımartan, serkeş eden ve hevesat-ı rezile ve tuğyanlara sevk edip sarhoş eden gençler dahi, Risale-i Nurun irşadıyla, bu hadiseden merdane istifade ederek, fuhşiyat ve günahlardan ellerini bir derece çektiği ve nefislerinin zevklerini ve pisliklere karşı galeyanlarını kırdığı vesilesiyle taate ve hayrata girip, o hadiseyi kendi aleyhlerinden çıkarıp lehlerinde istimal etmektir.

Ve ehl-i ibadet ve salahat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helal fark edilmeyecek bir tarzda gelmiş ve şüpheli mal hükmünde ve manen müşterek olan erzak-ı umumiyeden helal olmak için miktar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye bu mecburi belaya bir riyazet-i şeriye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlahiye karşı şekvayla değil, rızayla karşılamaktır.

Umum kardeşlerime, hususan musibetzedelere çok selam ve selametlerine dua ediyorum.

Sabri kardeşim, seni tevkil edip selam gönderenlere, ben de seni tevkil ediyorum. Onlara birer birer selam ediyorum. Senin bu defaki mektubun gerçi geç geldi, fakat birkaç noktada beni çok memnun etti. Sabrinin, elmas ve çelik gibi metanetini ve isabet-i fikrini gösterdi. Madem Hafız Ali ile siz Atabey yoluyla muhabere etmeyi münasip görmüşsünüz; Atabeyde Abdullah Çavuşun veya münasip gördüğünüz birisinin adresini bildiriniz. Abdullah Çavuşun, sizin namınıza istediği Onuncu Şua namındaki Fihristenin ikinci cildini yazdırdık ve Hizbül-Ekber-i Nuriyeyi Feyzi yazdı. Yakında inşaallah göndereceğiz.

Said Nursi

– 96 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu defa Sabri ve Hafız Alinin mektupları, Risale-i Nurun fevkalade bir kerametini ve harika kuvvetini gösteriyor. Medrese-i Nuriyenin çalışkan ve gayyur talebeleri birkaç gün zarfında, Hafız Mehmedin zayi olan kitaplarına mukabil umumunun yazılmasını ve ona verilmesini taahhüt edinmelerine, bu havalideki şakirtleri fevkalade mesrur eyledi. Hafız Alinin tahkikatına gelenlerin, “Mağazalarda kağıt kalmadı. Risale-i Nur şakirtleri kağıdı bitirdiler” diye demeleri ve Mehmed Zühdünün kitapları kendine iade edilmeleri, Risale-i Nur şakirtlerini müftehirane teşci ve teşvik eden bir hadisedir.

Sabri mektubunda, “İki üç senedir Risale-i Nur, telif cihetinde tevakkuf devresini geçiriyor” diye hikmetini soruyor. Bunun cevabı uzundur. Hem telif, ihtiyarımız dairesinde değil. Hem, Risale-i Nur şakirtlerinin teliften hisseleri kalmak için, bazı ehemmiyetli esbab ve arızalar mani oldu.

Burada başta asiye olarak Ulviye, Lütfiye gibi çok çalışkan hanım şakirtler, medrese-i Nuriyedeki hemşirelerine ve selam gönderen Sabrinin refikasına, hem kardeşlerine arz-ı hürmet ve selam ve dua ederler.

Umum kardeşlerimize birer birer selam ve dua ederiz.

– 97 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Kahraman Tahirinin ve Katip Osmanın mektupları hakikaten benim için bir ilaç hükmüne geçti. Yarım maddi, yarım manevi endişe hastalığına bir tiryak hükmüne geçti. Cenab-ı Hak, onlardan ve sizlerden ebeden razı olsun. Evet, azim ve sebatınız ve ihlas ve ciddiyetiniz, ehl-i dünyayı mağlup etmiş ve ediyor. Yoksa, birtek Tesettür Risalesiyle yüz yirmi adamı tevkif edenleri, yüz otuz risaleyle birtek adamı tevkif edemediklerinin sebebi, ihlasınız ve metanetinizdir, hükmediyor.

Tahirinin, Hizbül-Ekber ve Virdül-azamın tab için İstanbula gitmesini bütün ruhumuzla onu tebrik ve muvaffakiyetine dua ediyoruz. İstanbulda, Şefikten başka Risale-i Nurla ciddi alakadarlar çoktur; fakat adreslerini bilmiyorum. Yalnız, Barlalı Hacı Bekir ve İnebolulu, icra dairesinde bulunan Hafız Emin ve Gönenli Mehmed Efendiyi de Şefik vasıtasıyla bulabilir. İstanbul dostları münasebetiyle, meşhur bir vaiz benimle görüşmek için gelmiş, görüşemeden gitmiş. Bir zata yazılan bir mektubun sureti size gönderiliyor; belki oradaki bazı adamlar, bu adam gibi o hitaba muhtaçtırlar.

İstanbula uğrayan Risale-i Nur şakirtleri senin gayret ve ciddiyetini ve tesirli vaazını bize haber verdiler. Senin gibi metin ve halis bir zatı, Risale-i Nur dairesinde görmek arzu ediyorlar. Ben de onlar gibi cidden seni Risale-i Nur dairesinde görmek istiyorum.

Bilirsin ki, iki elif ayrı ayrı olsa iki kıymeti var; bir çizgi üstünde omuz omuza verse, on bir kıymet aldığı gibi; senin tesirli nasihatinle ihzar ettiğin hizmet-i imaniye tek başıyla kalsa, şimdiki tehacümat-ı müttehideye karşı dayanması çok müşkil. Eğer Risale-i Nurun hizmetine iltihak etse, o iki elif gibi, on bir, belki yüz on bir kıymetinde ve kuvvetinde olacak ve karşıdaki ittifak etmiş dalaletlere karşı dayanacak.

Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı manevi hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.

Hem mucib-i taaccüp, hem medar-ı teessüftür ki, ehl-i hak ve hakikat ittifaktaki fevkalade kuvveti ihtilafla zayi ettikleri halde, ehl-i nifak ve ehl-i dalalet, meşreplerine zıt olduğu halde ittifaktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken, doksan ehl-i hakikatı mağlup ediyorlar.

– 98 –

Aziz, kardeşlerim,

Bu dakikada Hüsrev, Rüştü, Refet, Ispartanın Hafız Alisi askerlikten ne vakit geleceklerini merak ediyorum. Hususan Hüsrevin kalemi, ne vakit Risale-i Nurun fatihane intişarına kavuşacak diye bilmek istiyorum. Onlara da selamımı tebliğ ediniz.

Şimdi, bundan on dakika evvel, cesurca, fakat kalemsiz iki adam, Risale-i Nur dairesine biri birisini getirdi. Onlara dedim ki: “Bu dairenin verdiği büyük neticelere mukabil, sarsılmaz bir sadakat ve kırılmaz bir metanet ister. Isparta kahramanlarının gösterdikleri harikalar ve cihan-pesendane hidemat-ı Nuriyenin esası, harika sadakatleri ve fevkalade metanetleridir. Bu metanetin birinci sebebi, kuvvet-i imaniye ve ihlas hasletidir. İkinci sebebi, cesaret-i fıtriyedir.”

Onlara dedim: “Sizler cesaretle ve efelikle tanınmışsınız ve dünyaya ait ehemmiyetsiz şeyler için fedakarlık gösterirsiniz. Elbette Risale-i Nurun kudsi hizmetinde ve cihana değer uhrevi neticelerine mukabil, merdane ve fedakarane cesaret ve metanet gösterip sadakatinizi muhafaza edersiniz” dedim. Onlar da tam kabul ettiler.

– 99 –

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kuraniyede kuvvetli arkadaşım,

Bu defa kahraman Tahiri umumunuz namına gördüm ve onda, bir Lütfi, bir Hafız Ali, bir Hüsrev ve bir Said (fakat genç Said) müşahede ettim. Cenab-ı Hakka çok şükrettim. Bu defa onun kokusunu alıp, o daha gelmeden benim yanıma gelen komiser ve taharri adamları münasebetiyle, benden, talebeler tarafından sual edilen bir mesele, belki size de bir faidesi var diye gönderildi.

– 100 –

Daimi hizmetinde bulunan Risale-i Nur şakirtleri tarafından edilen bir suale cevaptır.

Sual: Bu kadar zaman hizmetinizde bulunuyoruz. Dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye ve siyasete dair bir alakanızı, merakınızı görmedik. Daima iman ve ahiret dersinden başka bir meşgalenizi görmüyoruz. Öyle anlamışız ki, bu on sekiz senedir vaziyetiniz böyle imiş. Nedendir ki, Ispartada hiç birşey yokken memleketi heyecana getirip sizi mahkemeye verdiler? Ve yüz arkadaşınızı, dört ay mahkeme tahkikatı neticesinde dünyayla, siyasetle alakaya dair hiçbir şey bulamadılar. Yalnız kendilerini ve mahkemelerini ebedi mahcup edecek bir bahane buldular ve yüzden, yalnız beş on adama beş altı ay ceza verdiler.

Hem burada altı seneden ziyade karakolun nezareti ve nazarı altında oturduğun odanın pencereleriyle daima senin her vaziyetin karakolca görüldüğü halde, bundan iki üç ay evvele kadar her vakit gizli, aşikare seni tarassut, kaç defa taharri etmeleri, dostları senden kaçırmak için tahkikatlarla sana en mühim ve karışık bir siyasetçi gibi bakmaları nedendir? Biz bundan hem müteessir, hem mütehayyiriz. Ancak iki üç aydır yanınıza serbest gelebiliyoruz. Evvel de korkarak, gizli gelebilirdik. Bu meseleyi bize izah et.

Elcevap: Ben de sizin gibi, belki sizden çok ziyade bu vaziyetten hem hayret, hem taaccüp ediyordum. Bu sualinizin izahlı cevabı, Yirmi Yedinci Lema olan mahkemeye karşı müdafaat lemasıyla, On Altıncı Mektup risalesidir. Şimdilik kısaca bir iki esas beyan ediyorum.

Birincisi: asayişi temin ve idare memurları, inzibat polisleri ve komiserleri bize ve mesleğimize karşı değil tevehhümkarane taarruz ve evhama düşmek, belki himayetkarane teşvik ve teşci etmek, vazifelerinin muktezasıdır. Çünkü, onların vazifelerinin temel taşı hürmet, merhamet, helal-haramı bilmekle itaat düsturuyla hayat-ı içtimaiye emniyet dairesinde cereyan edebilir.

Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit, bu esasları temin ediyor. Neticesi de bilfiil görülmüş. Risale-i Nurun en mühim merkezi Isparta ve Kastamonu olduğundan sair memlekete nispeten, zabıta memurları insafla dikkat etseler, Risale-i Nurun onlara parlak yardımını görecekler.

Hem talebelerinde bu kadar kesret ve kuvvet ve hak ellerinde bulunduğu halde, asayişe hiçbir zararı dokunmadığını ve talebelerden bin adam, on adam kadar hayat-ı içtimaiyeye zarar vermediklerini, kalbi bozuk olmayan görür. Bu meselenin sırr-ı hikmeti budur ki:

alem-i insaniyette ve İslamiyette üç muazzam mesele olan, iman ve şeriat ve hayattır. İçlerinde en muazzamı iman hakikatleri olduğundan, bu hakaik-i imaniye-i Kuraniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tabi ve alet edilmemek ve elmas gibi o Kuranın hakikatleri, dini dünyaya satan veya alet eden adamların nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsi ve en büyük vazife olan imanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nurun has ve sadık talebeleri, gayet şiddet ve nefretle siyasetten kaçıyorlar.

Hatta sizin bu kardeşiniz—siz de bilirsiniz—bu on sekiz senedir, o kadar muhtaç olduğum halde siyasete, hayat-ı içtimaiyeye temas etmemek için hükumete karşı birtek müracaatım olmadığını ve bu sekiz dokuz aydır, küre-i arzın bu herc ü mercinden birtek defa ne sual ve ne de merak etmek ve ne de anlamak ve ne de medar-ı sohbet etmediğimi, hatta şimdi sulh olmuş mu, harp bitmiş mi, İngiliz ve Almandan başka kimler harp ediyor, bilmediğimi biliyorsunuz.

Hem herkesi geveze ve sersem eden ve üç seneden beri odamdan işitilen radyoyu, iki defadan başka ne dinlediğimi ve ne de sorduğumu, benimle beraber olan sizler biliyorsunuz. Bu derece bu vaziyetlere karşı alakasız ve lakayt bir adamın takip ettiği mesleğe taarruz eden ve evhama düşüp tarassutla sıkıntı veren, ne derece insaftan uzak düştüğünü en insafsız da tasdik eder.

İkinci esas: Ey kardeşlerim, sizler biliyorsunuz ki, bizim mesleğimizde benlik, enaniyet, şan ü şeref perdesi altında makam sahibi olmaktan, öldürücü zehir gibi ondan kaçıyoruz. Onu ihsas eden halattan şiddetle ictinap ediyoruz. Elbette, burada, altı yedi sene gözünüzle ve yirmi seneden beri tahkikatınızla anlamışsınız ki, ben şahsıma karşı hürmet ve makam vermek istemiyorum. Sizleri o noktada şiddetle tekdir etmişim. “Benim haddimden fazla mevki vermeyiniz” diye sizden darılıyorum. Yalnız, Kuran-ı Hakimin bu zamanda bir mucize-i maneviyesi olan Risale-i Nur hesabına, ben de onun bir şakirdi olmak haysiyetiyle, ona tasdikkarane teslimi ve irtibatı, şakirane kabul ediyorum. İşte bu derece enaniyetten ve benlikten, şan ü şeref namı altındaki riyakarlıktan kaçmayı düstur-u hareket ittihaz eden adamlara karşı ehl-i hükumetin, ehl-i idare ve zabıtanın evhama düşmeleri ne kadar manasız ve lüzumsuz olduğunu divaneler de anlar.

Said Nursi

– 101 –

Aziz, sıddık, sebatkar kardeşlerim,

Musibetzedelerin manevi galebesi beraati, değil yalnız sizleri ve bizleri, belki bu memleketteki bütün ehl-i imanı sevindirir bir mahiyettedir. Çünkü Risale-i Nurun hürriyetine meydan açtı. Şimdiye kadar, müsadere tevehhümüyle pek çok ihtiyata mecbur olmuştuk. Bu on sekiz senede ve bilhassa buradaki altı senede, risaleleri gizlemek hususunda pek çok zahmet çektim ve daima endişe ederek azap çekiyorduk.

Cenab-ı Hakka, Risale-i Nurun hurufatı adedince hamd ü sena ve şükür olsun ki, bu defa manevi galebesiyle o zalimane ve zulmetkarane perdeyi parçaladı; az bir zahmetle büyük bir ücret ve geniş bir fütuhata zemin hazırladı. Ve bu iki ay tevakkuf müddeti, aynen hapsimiz hadisesi gibi, başka bir tarzda, daha geniş bir dairede Risale-i Nurun intişarına vesile oldu. Sizleri ve bilhassa musibetzedeleri ve hususan Hafız Mehmedi tebrik ediyoruz ve geçmiş olsun deriz.

Bir Tesettür Risalesiyle yüz adamı yüz gün tevkif eden ve onun gibi yüzer risalelerle birtek adamı, bir gün tevkif edemeyen bir mahkemeye hükmedip galebe çalan, sizlerin harika sadakatiniz ve fevkalade ihlasınız ve sarsılmaz metanetiniz ve kuvvetli tesanüdünüz olduğunu bizde katiyet kesb etti, şüphemiz kalmadı. Cenab-ı Hak sizden ebeden razı olsun. amin.

– 102 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvela: Seksen küsur sene bir ömr-ü maneviyi sizlere kazandıracak olan şuhur-u selase-i mübarekeyi ve bilhassa bu geceki leyle-i Regaibi tebrik ediyoruz. Sizin beraatiniz ve manen galebeniz zalimleri şaşırttı. Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip, dostane hulul edip, has talebeleri Risale-i Nurun hizmetinden geri bırakmak için memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar, veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz, bir cihette daha zararlı görünüyor.

Saniyen: Burada, Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lemanın ism-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Leması hatimesine kadar, ayetül-Kübranın, “Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir…” diye başlayan Birinci Makamın başından ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp, ta On Sekizinci Mertebe olan kainatın hudus hakikatı, ta imkana kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı maneviyle izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkara on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz.

Ben, bu sene çok zaif ve ihtiyar ve aciz bir halde bulunduğumdan, genç kardeşlerimden manevi muavenetlerini bu mübarek şuhur-u selasede rica ediyorum. Herbirisine birer birer selam ve dareynde selametlerine dua ediyoruz.

Said Nursi

– 103 –

Bu mektup gayet ehemmiyetlidir.

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugünlerde, Kuran-ı Hakimin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nefa racih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssül-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azime içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır.

Hem, az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takva namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfi ibadetten gelen ehemmiyetli amal-i salihadır.

Risale-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtiamiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i içtinabla yüzer amel-i salih işlenmiş hükmündedir. Malumdur ki, bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adam, yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lazım gelirken; şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pek harikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mucizevari muvaffakiyet ve fütuhat görülecekti.

Ezcümle: Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elim ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor.

Cenab-ı Hakka şükür ki, Risale-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Yecüc ve Mecüclerin dünyayı fesada vermesi gibi, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) olan sedd-i Kuraninin tezelzülüyle ve Yecüc ve Mecücden daha müthiş olarak ahlakta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.

Risale-i Nurun şakirtleri, böyle bir hadisede manevi mücahedeleri, inşaallah zaman-ı Sahabedeki gibi, az amelle, pek büyük sevap ve amal-i salihaya medar olur.

Aziz kardeşlerim, işte böyle bir zamanda, bu dehşetli hadisata karşı, ihlas kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz, iştirak-i amal-i uhrevi düsturuyla birbirimize kalemlerle, herbirinin amal-i saliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi; lisanlarıyla, herbirinin takva kalesine ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme hedef olan bu fakir ve aciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selasede ve eyyam-ı meşhurede yardıma koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkarların şenidir. Bütün ruhumla bu imdad-ı maneviyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, iman ve sadakat şartıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevi kazançlarıma, yirmi dört saatte, iştirak-i amal-i uhreviye düsturuyla, bazan yüz defadan ziyade “Risale-i Nur talebeleri” ünvanıyla hissedar ediyorum.

Said Nursi

– 104 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Dün, Emin, bu havaliye gelen bir kolordu münasebetiyle, istemediğim ve Rusun harbe devamını bilmediğim halde, Rusyanın Kafkasla ittisali kesilmesini söyledi. Ben, onun sözünü kesip susturduğum halde, kalbim ehemmiyetle bir alaka gösterdi.

Sonra, bugün namazda ve tesbihatında iken, manevi tarzda denildi ki:

Küre-i arzda çarpışan, mücadele eden cereyanlardan herhalde birisi İslamiyete ve Kurana ve Risale-i Nura ve mesleğimize taraftar olacak; bu noktadan ona karşı bakmak gerektir. Bakmamak için bir iki mektupda yazdığım sebepler çendan kalbe, akla kafidir; fakat meraklı ve hevesli olan nefse kafi gelmiyor diye kalbime geldi. Aynen tesbihatta ihtar edildi ki:

Ehemmiyetli sebebi ise: Bakmakta bir tarafa tarafgirlik hissi uyanır; tarafgir nazarı, taraftar olduğu taraf cereyanın kusurunu görmez, zulmüne rıza gösterir, belki alkışlar. Halbuki küfre rıza, küfür olduğu gibi, zulme razı olmak dahi zulümdür.

Elbette zemin yüzünde bu dehşetli düelloda semavatı ağlatacak zulümler ve tahribat oluyor. Çok masum ve mazlumların hukukları kayboluyor, mahvoluyor. Mimsiz, gaddar medeniyetin zalimane düsturu olan, “Cemaat için fert feda edilir; milletin selameti için cüzi hukuklara bakılmaz” diye, öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurun-u ula vahşetlerinde de emsali vuku bulmamış. Kuran-ı Mucizül-Beyanın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaate feda etmez; “Hak haktır; küçüğe, büyüğe, aza, çoğa bakılmaz” diye kanun-u semavi ve hakiki adalet noktasında Risale-i Nur şakirtleri gibi hakikat-i Kuraniyeyle meşgul adamlar, zaruret olmadan, lüzumsuz, yalnız hevesli bir merak için, netice itibarıyla faidesi bulunan ve netice daha gelmeden evvel lüzumsuz bakmak ve zalimane tahribatlarını alkışlamak suretiyle İslamiyet ve Kuran lehine hizmet edeceği o cereyanın harekatını fikren takip etmekle meşgul olmak münasip olmadığı için, nefis de, akıl ve kalbe tabi olup merakını bırakmış diye anladım.

İkinci mesele: Risale-i Nurun Ispartada kati galebesi, zındıkları şaşırttı. Fakat bazı mütemerrid ve muannid ve ölen herifin ruh-u habisi hükmünde bazı zındıklar, o mağlubiyete karşı gelmek fikriyle, baştan aşağı kadar Kuran ve Peygamber (a.s.m.) aleyhinde, fakat perde altında, aynen münazara-i şeytaniye bahsinde, hizbüş-şeytanın Peygamber (a.s.m.) ve Kuran hakkında mesleklerince söyledikleri tabiratı başka bir tarzda o zındık herif istimal etmiş. Onun gibi Yahudi, mütemerrid ve dinsiz feylesoflarından ve Avrupanın zındıklarının eskiden beri Kuran ve Peygamberin (a.s.m.) halatından medar-ı tenkit buldukları noktaları, bu İslam ismi altındaki zındık, kurnazcasına, safdil Müslümanlara ve Risale-i Nuru görmeyenlere dinlettirmek ve göstermek için öyle bir tarzda gitmiş ve küfrünü gizlemeye çalışmış ki, şeytanette, şeytandan ileri gitmiş; beni çok müteessir etti.

Kardeşimiz Sabrinin mektubunda, muannid mülhidlerin, Risale-i Nurun cereyanına karşı kurdukları çürük ve vahi hudaları, “örümcek ağı ve yuvası gibi kuvvetsiz; ve o şeytanet perdeleri, kıymetsiz ve mukavemetsizdir. Risale-i Nura karşı yırtılır ve yırtılacak” dediği gibi, bu zındık ve muannid ve mütemerrid ve ölen herifin ruh-u habisi olan zındığın yazdığı ve zahiren Müslümanlara Türkçülük lehinde, fakat hakikatte Kuraniye ve Peygamberin (a.s.m.) azamet ve haşmet-i maneviyelerini kırmak ve hiçe indirmek ve adileştirmek niyetiyle yazılan bu matbu eserde, Mucizat-ı Kuran ve Mucizat-ı Ahmediyeye (a.s.m.) karşı, örümcek ağı da olamaz, parçalanır. Fakat binler teessüf ki, Risale-i Nuru görmeyenlere kati zarar verdiği gibi, Risale-i Nuru görenler de merak edip, “Acaba ne var?” demekle, safi kalblerini bulandırır. Laakal, vesvese ve evham verir.

Risale-i Nurun kahraman şakirtleri böyle şeylere karşı müteyakkız davranmak ve faaliyetlerini ziyadeleştirmek lazım geliyor. Fena şeyle zihnen meşgul olmak da fena olduğu için kısa kesiyorum. Sakın ona ehemmiyet vermekle halkları meraklandırıp baktırılmasın. Belki ehemmiyetsiz, dinsizcesine, yalnız esma-i mübareke ve ayat-ı mübarekenin bazı meali içinden hariç kalmak itibarıyla, ehemmiyetsiz bir paçavradır bilinsin. Bu herifin ne derece haddinden tecavüz ettiğini bu temsilden anlayınız: Mesela, çok uzak bir mecliste, mütehassıs ve müdakkik alimlerin okudukları ve tetkik ettikleri bir kitaba ve ders aldıkları bir zata, pek uzak bir mesafede bakmak isteyen ve görmeyen bir ebleh, o alimlerin aksine hüküm verip onları tenkit eden, divanece hezeyan eder.

Cenab-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirtlerini böylelerin şerrinden muhafaza eylesin. amin.

Said Nursi

– 105 –

Aziz kardeşlerim,

Sizin fevkalade sebat ve ihlasınızın galebesi ve o musibeti definden sonra, ehl-i dünya cepheyi değiştirdi. Zındıkanın desiseleriyle, bu havalide bizlere karşı perde altında maddi ve manevi tahşidatı başlamış; gayet dikkatle ve şeytancasına şakirtlerin hakiki kuvvetleri olan tesanüdü bozmaya çalışıyorlar. Sizlere risaleleri iade ettikleri halde, kurnazcasına dolaplar çevriliyor. Biz, sizin bir şubeniz hükmünde olduğumuz halde, bizi asıl ve merkez telakki ettiklerinden, daha ziyade desiseleri bize karşı istimal ediyorlar. Hafız-ı Hakiki Cenab-ı Haktır. İnşaallah hiçbir zarar edemeyecekler. Fakat bu şuhur-u mübarekenin eyyam ve leyali-i mübarekesinde halis dualarınızla bize yardım ediniz. Birşey yok; fakat mümkün oldukça ihtiyatlı ve dikkatli olunuz. Ali ve Gavs-ı Geylani kuddise sirruhu gibi kahramanların manevi teminatı قُلْ وَلاَ تَخَفْ ve وَلاَ تَخْشَ hitapları, bize her vakit cesaret ve kuvve-i manevi veriyor.

Katip Osmanın mektubunda, kahraman Rüştünün bahadır biraderi Burhanın, risalelerin kurtulmasına çok hizmet ettiğini yazıyor. Zaten o cesur kardeşimizin eskiden de bu çeşit hizmetleri vardı. Hem ona, hem Risale-i Nurun kurtulmasına çalışanlara ve medhali bulunanlara, hatta mahkeme reisine ve insaflı azalarına hem dua, hem teşekkür ediyoruz. Münasip görülse, mahkeme reisine hususi teşekkürümüzü beyan edersiniz.

– 106 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَۤائِقِ هٰذِهِ الشُّهُورِ الثَّلاَثَةِ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvela: Sizin geçmiş leyle-i Mirac ve gelecek leyle-i Beratınızı tebrik ediyoruz ve makbul dualarınızı rica ediyoruz.

Saniyen: Yirmi Beşinci Söz olan Mucizat-ı Kuraniyenin nısf-ı ahiri, acelelik belasıyla gayet mücmel kalmasına bedel, size evvelce yazdığım gibi, bazı lahikaları onun ahirinde ilhak etmiştik. Şimdi en mühim bir parça, yirmi sene evvel tab edilen Lemeatta gördük. Onun da Mucizat-ı Kuraniye zeyilleri içine derci pek münasip görüldü. Kahraman Tahirinin bana getirdiği bir nüsha Lemeatı çok kıymettar gördüm. Eğer bir nüsha daha o havalide varsa, siz de o parçayı nüshalarınızın ahirine yazarsınız. Zaten Lemeat, kendisi de harikadır. Ramazan-ı Şerifte, yirmi gün zarfında, nesir bir surette, tekellüfsüz, birden yazılmış. Sonra baktık, sehl-i mümteni gibi bir nesr-i manzum ve bir nazm-ı mensur suretini almış. İçinde bu parça daha harikadır. Lemeatta o parçanın serlevhası: “İcazla beyan, icaz-ı Kuran.”

Bir zaman rüyada gördüm ki: Ağrı Dağı altındayım. Birden dağ patladı, dağ gibi taşları aleme dağıttı, sarstı cihanı.

Bundan, ta, “Tarz-ı nazar ikidir. Biri zulmettar, diğeri ziyadar” serlevhasına kadar.

Eğer Lemeat sizin elinize geçmemişse, o parçayı buradan size göndereceğiz.

Salisen: Hem latif, hem güzel, zarif bir hadiseyi söyleyeceğim. Bu memlekette Risale-i Nura, erkeklerden ziyade fedakarane yapışan ihtiyar hanımlar ve ihtiyare hükmünde masume genç hanımlar, eski zaman sırmalı ve yaldızlı gelinlik cihazatının içinde kıymettar parçaları Risale-i Nurun eczalarının ciltleri üstüne çekip, bütün risaleler altın yaldızıyla ciltlenmiş gibi bir tarza girdi. Risale-i Nurun manen güzelliğine ve Hüsrev ve Tahiri ve Alilerin ve Hasan atıf ve asım gibi kardeşlerimizin yaldızlı yazılarının cemaline, cildi üstünde de şirin bir güzellik daha ilave ettiler. Hafız Alinin mektubunda yazdığı Ümmühan ve Şahide değerinde, burada Risale-i Nura bütün kuvvetiyle çalışan çok hemşirelerimiz, var. Mesela: asiye, Saniye, Ulviye, Lütfiye, Aliye gibi Risale-i Nurun şakirtleri, oradaki hemşirelerine ve kardeşlerine selam ve dua ediyorlar.

– 107 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَۤائِقِ شَهْرِ شَعْبَانَ وَرَمَضَانَ

Aziz, sıddık, mübarek, metin kardeşlerim,

Sizin leyle-i Beratınızı ve gelen leyali-i Ramazan-ı Mübarekenizi tebrik ederiz. Cenab-ı Hakka yüz binler şükür olsun ki, Risale-i Nur kendi kendine tevessü ediyor. Her tarafta fütuhatı var. Ehl-i dalaletin hileleri onu durdurmuyor; bilakis çok dinsizler teslim-i silah ediyorlar. Hafız Alinin dediği gibi, korkuları pek ziyadedir. Şimdi, dinsizlik taassubuyla değil, korku cihetiyle ilişiyorlar. O korku, Risale-i Nur lehine dönecek inşaallah.

Nur fabrikasının sahibi, bu defaki mektubundaki harika ve yüksek duası, onun fevkalade ihlas ve sadakatinin bir tereşşuhatı nazarıyla baktığımızdan, bin derece haddimden ziyade hüsn-ü zannını Risale-i Nur hesabına kabul edip, duasına amin deriz. O Nur fabrikasının mektubu Hasan atıfın mektubuyla leyle-i Berat akşamında elimize geçti. O gecemize, bereketli ve mübarek bir tebrik nevinde telakki eyledik…

– 108 –

Aziz kardeşlerim,

Bu mübarek Ramazanda dahi, geçen Ramazan gibi, bu aciz ve zaif kadreşinize, manevi ve uhrevi say ve çalışmanızdan zekat miktarınca vermenizi ve onun hesabına bir miktar çalışmanızı ve ziyade hüsn-ü zannınızla ona tahmil ettiğiniz ağır yüke o cihette yardımınızı pek çok rica ederim.

Derd-i mAyşet sersemliğiyle, ekser halk ahiret işlerine ikinci derecede bakmalarından, ehl-i dalalet istifade edip onları avlıyorlar. Risale-i Nur şakirtleri kanaat ve iktisat düsturlarıyla bu manevi hastalığa da mukabele ederler inşaallah.

Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize birer birer selam ve dua ederiz.

Said Nursi

– 109 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin mübarek Ramazan-ı Şerifinizi tebrik ediyoruz. Cenab-ı Erhamürrahimin bu Ramazan-ı Mübarekenin hürmetine, Rahmeten lil-alemin olan Resulallah Aleyhassülatü Vesselamın ümmetine rahmetiyle imdat eylesin. amin. asar-ı gadab-ı İlahi olan afat ve dalaletlerden muhafaza eylesin. amin. Ve Risale-i Nur şakirtlerini neşr-i envar-ı Kuraniyede muvaffak eylesin. amin.

Hizbül-azam-ı Kuraninin gelmesini iştiyakla bekliyoruz.

Saniyen: Hafız Alinin mektubunda, kahraman Süleyman Rüştünün gelmesini tebşir ediyoruz. Biz de ona, “Binler safalarla geldin” deyip ve üç cihetle onu ve masumlarını tebrik ediyoruz. Ve Hasan atıfın, Demirci Mehmet namını verdiği bedevi kardeşimize yazdığı uzun mektubu buradaki kardeşlerimize ihlas noktasında ehemmiyetli tesiri var. İhlas Risalesinin sırrını ve düsturlarını yerleştirmeye çalışması, bizi çok mesrur eyledi. Cenab-ı Hak, onun gibi halis kardeşleri çoğaltsın. Ve atıfın o mektubunda medrese-i Nuriyedeki kahramanlardan kıymettar bir iki yüksek ihtiyarın Risale-i Nura parlak irtibatları bizi sürur yaşıyla ağlattırdı.

Bu defa, evvelce size gönderilen gençler ikaznamesinin bir tetimmesi olarak bu havalideki tehlikeli vaziyette bulunan gençlere bir ihtarname namında bir fıkra gönderiyoruz; ta ki Risale-i Nurun genç şakirtlerinin gittikleri istikamet ve iffet ve ittiba-ı sünnet-i seniye, gençlik noktasında ne kadar kıymettar bulunduğunu ve hakiki ve zevkli gençlik ise o tarzdaki bahtiyarların gençlikleri olduğunu bir kat daha ispat edip, hakiki genç Türkler kimler olduğunu göstersin.

Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize selam ve dua ederiz. Ve mübarek dualarını bu mübarek Ramazan-ı Şerifte ve bire bin kazancı kazandıran eyyam ve leyali-i mübarekede rica ediyoruz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursi

– 110 –

(Bu defadan evvelce size gönderilen gençler ikaznamesinin bir tetimmesi)

Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih,bir ders, bir ihtarnamedir

Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak istediler Ben de, eskiden Risale-i Nurdan medet isteyen gençlere dediğim gibi, onlara dedim ki:

Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem ahirette, kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslamiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik manen baki kalacak ve ebedi bir gençlik kazanmasına sebep olacak.

Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahiri ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alakadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalalet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüzi lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kainatı, bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kainatlar, onun dalaleti noktasında madumdur, ölmüştür; akıl alakadarlığıyla ona zulümatlar, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine madumdur. Ve ademle hasıl olan ebedi firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyor. Eğer iman hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur; zaman-ı hazır gibi, ruh ve kalbine iman noktasında ulvi ve manevi ezvakı ve envar-ı vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin, İhtiyar Risalesinde, Yedinci Ricada izahı var; ona bakmalısınız.

İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Hergün ve her yerde ve her vakit vefiyatların gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise, size—başka gençlere söylediğim gibi—bir temsil ile beyan ediyorum.

Mesela, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango—fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren—dairesi var. Biz, buradaki on kişi, alaküllihal, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından, her dakika ya “Gel, idam ilamını al, darağacına çık” veyahut “Gel, milyonlarla altını kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel, al” demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de, aldatmaz ve aldanmaz, ciddi bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: “Size bir tılsım, bir ders getirdim. Bunu okursanız, o helvayı yemezseniz, siz o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız. İşte, bakınız, bu darağacını da, zaten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya gidiyor ve oraya girinceye kadar da o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıkıyorlar. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını, milyonlar, milyarlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte, pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alakadar büyük zatlar yüksek sesle ilan ediyorlar, haber veriyorlar ki, o darağacına gidenleri aynelyakin gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şüphe getirmez, götürür gibi, gündüz gibi kati biliniz” dedi.

İşte, bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkarane zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedi zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için, genç ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel celladı başını kesmek için gelebilir.

Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşruayı terk edip, tılsım-ı Kurani olan iman ve feraizi elde etmekle o fevkalade mukadderat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya aleyhimüsselam ile beraber had ve hesaba gelmeyen ehl-i velayet ve ehl-i hakikat ve ehl-i tahkik müttefikan haber veriyorlar ve asarını gösteriyorlar.

Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem ahirette binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere veya taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere veya manevi elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar cevabını işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençlik saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekatın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o alem-i berzahta, ehl-i keşfül-kuburun müşahedesiyle ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetleriyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalatının neticesi olduğunu bileceksiniz.

Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretlerle “Eyvah, gençliğimizi bad-ı heva, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve ahirette Cehennem ve sakar belasını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde, اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ sırrıyla, hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve layık değildir. Cenab-ı Hak bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. amin.

– 111 –

Aziz, sıddık Risale-i Nur şakirtleri kardeşlerim,

Risale-i Nur şakirtlerinin zaif kısımlarına zarar veren, hatıra gelmeyen, ihtiyar bir zat tarafından bir itiraz münasebetiyle ve o gibi itirazların esasını kesecek bir hakikati beyan etmeye mecbur oldum. Evvelce birisine dediğim gibi bunu tekrar ediyorum.

Hem mucib-i taaccüp, hem medar-ı teessüftür ki, ehl-i hakikat, ittifaktaki fevkalade kuvveti zayi ettikleri ve ziya ile mağlup oldukları halde, ehl-i nifak ve dalalet, meşrebine zıt olduğu halde ittifaktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken, doksan ehl-i hakikati mağlup ediyorlar. Ve en ziyade medar-ı taaccüp ve medar-ı hayret şudur ki:

En ziyade muavenet ve teşvik beklediğimiz ve onlar da, o yardıma İslamiyetçe ve meslekçe ve vazifeten mükellef oldukları bize yardımı yapmayıp, bilakis, yanlış anlamasına binaen, Risale-i Nurun hizmetine fütur verecek mevki-i içtimaiyelerinin ehemmiyetine istinaden itiraz etmişler. Bir hakikate dair beyanata itiraz etmişler.

Ben bilmiyorum, hangi meseledir, hangi ayete dairdir. Olsa olsa, gayet mahrem kısmından olan Birinci Şua namında, İşarat-ı Kuraniyeden bir meseleye dair olacaktır.

Bu aciz kardeşiniz, hem o eski dost zata, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki: Kuran-ı Mucizül-Beyanın feyziyle, Yeni Said, hakaik-i imaniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatçe burhanlar zikrediyor ki, değil Müslüman uleması, belki en muannid Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.

Amma, Risale-i Nurun kıymet ve ehemmiyetine işari ve remzi bir tarzda, Ali ve Gavs-ı azamın (k.s.) ihbaratı nevinden, Kuran-ı Mucizül-Beyanın dahi bu zamanda bir mucize-i manevisi olan Risale-i Nura nazar-ı dikkati celb etmesine mana-yı işari tabakasından rumuz ve imaları, icazının şenindendir ve o lisan-ı gaybın, belagat-ı mucizekaranesinin muktezasıdır.

Evet, Eskişehir Hapishanesinde, dehşetli bir zamanda ve kudsi bir teselliye pek çok muhtaç olduğumuz hengamda, manevi bir ihtarla, “Risale-i Nurun makbuliyetine dair eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kurandır. Acaba, Risale-i Nuru, Kuran kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acip sual karşısında bulundum.

Ben de Kurandan istimdat eyledim. Birden, otuz üç ayetin mana-yı sarihinin teferruatı nevindeki tabakattan, mana-yı işari tabakasında ve o mana-yı işari külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne, medar-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını, bir saat zarfında hissettim; ve bir kısmı, bir derece izah ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatimde hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ben de, ehl-i imanın imanını, Risale-i Nurla muhafaza niyetiyle o kati kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede, biz demiyoruz ki, “ayetin mana-yı sarihi budur;” ta hocalar “Fihi nazarun” desin.

Hem dememişiz ki, “Mana-yı işarinin külliyeti budur.” Belki diyoruz ki, mana-yı sarihinin tahtında müteaddit tabakalar var; bir tabakası da, mana-yı işari ve remzidir. Ve o mana-yı işari de, bir küllidir; her asırda cüziyatları var. Risale-i Nur dahi bu asırda o mana-yı işari tabakasının külliyetinden bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde cari bir düstur-u cifri ve riyaziyle karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kuranın ayetine veya sarahatine değil incitmek, belki icaz ve belağatine hizmet ediyor. Bu nevi işarat-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatın, nihayetsiz işarat-ı Kuraniyeden had ve hesaba gelmeyen istihracatlarını inkar edemeyen, bunu da inkar etmemeli ve edemez.

Amma, benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istibad edip itiraz eden zat, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halk eylemek azamet ve kudret-i İlahiyeye delil olduğunu düşünse, elbette bizim gibi acz-i mutlak ve fakr-ı mutlakta ve böyle ihtiyac-ı şedit zamanında böyle bir eserin zuhuru, “vüsat-i rahmet-i İlahiyeye delildir” demeye mecbur olur.

Ben, sizi ve muterizleri Risale-i Nurun şeref ve haysiyetiyle temin ediyorum ki, bu işaretler ve evliyanın imalı haberleri, remizleri beni daima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfara sevk etmiş. Hiçbir vakitte, hiçbir dakika, nefs-i emmareme medar-ı fahr ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini, size bu yirmi sene hayatımın göz önünde tereşşuhatıyla ispat ediyorum.

Evet, bu hakikatle berebar, insan kusurlardan, nisyandan, sehivden hali değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalelerde hatalar da olmuş. Fakat, Kuranın hurufat-ı kudsiyesinin yerine, beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla, yeni hat altında, tahrifkarane, ehl-i dalaletin tevilat-ı fasideleri ayatın sarahatini incitmelerine bakmıyor gibi; biçare, mazlum bir adamın, kardeşlerinin imanını kuvvetleştirmek için, bir nükte-i icaziyeyi beyan ettiği için, hizmet-i imaniyesine fütur verecek derecede itiraz, elbette değil öyle zatlar, belki zerre miktarı insafı bulunan itiraz edemez.

Benim şahsım için mucib-i hayrettir ki, o itiraz eden zat, benim silsile-i ilimde en mühim üstadım olan Şeyh Fehimin (k.s.) bir tilmizi ve en ziyade merbut olduğum İmam-ı Rabbani ın bir talebesi olduğu halde, herkesten ziyade kusurlarıma, eski karışık hayatlarıma, taşkınlıklarıma bakmayarak bütün kuvvetiyle imdadıma koşmak lazım iken, maatteessüf, ondan tereşşuh eden bir itiraz, bazı zaif arkadaşlarımıza fütur ve ehl-i dalalete bir senet hükmüne geçtiğini çok teessüfle işittik. O ihtiyar zattan, çabuk bu su-i tefehhümü izale etmek için tamire çalışmasını, hem duasıyla, hem tesirli nasihatiyle yardımını bekleriz.

Bunu da ilaveten beyan ediyorum: Bu zamanda, gayet kuvvetli ve hakikatli milyonlar fedakarları bulunan meşrepler, meslekler bu dehşetli dalalet hücumuna karşı zahiren mağlubiyete düştükleri halde, benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz, mütemadiyen tarassut altında, karakol karşısında ve müthiş, müteaddit cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir adam, elbette dalalete karşı galibane mukavemet eden ve milyonlar efradı bulunan mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risale-i Nura sahip değildir. O eser, onun hüneri olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki, doğrudan doğruya Kuran-ı Hakimin bu zamanda bir mucize-i maneviyesi, rahmet-i ilahiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kuraniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekasının eseri olmadığına delil, Risale-i Nurun öyle parçaları var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yeminle temin ediyorum ki, Eski Saidin kuvve-i hafızası beraber olmak şartıyla, o on dakikalık işi, on saatte fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum. Ve o altı saatlik risale olan Otuzuncu Sözü, ne ben, ne de en müdakkik dindar feylesoflar, altı günde o tahkikatı yapamaz. Ve hakeza…

Demek, biz müflis olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat dükkanının dellalı ve birer hizmetçisi olmuşuz. Cenab-ı Hak, fazl ve keremiyle, bu hizmette halisane, muhlisane bizi ve umum Risale-i Nur şakirtlerini daim muvaffak eylesin. amin.

Said Nursi