Şefkat Tokatları Risalesi
يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُوۤءٍ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُۤ اَمَدًا بَعِيدًا وَيُحَذِّرُكُمُ اللهُ نَفْسَهُ وَاللهُ رَؤُوفٌ بِالْعِبَادِ
ayetinin bir sırrını, hizmet-i Kuraniyede arkadaşlarımın beşeriyet muktezası olarak sehiv ve hatalarının neticesinde yedikleri şefkat tokatlarını beyan etmekle tefsir ediyor. Hizmet-i Kuraniyenin bir silsile-i kerameti ve o hizmet-i kudsiyenin etrafında izn-i İlahi ile nezaret eden ve himmet ve duasıyla yardım eden Gavs-ı azamın bir nevi kerameti beyan edilecek. Ta ki, bu hizmet-i kudsiyede bulunanlar, ciddiyetlerinde, hizmetlerinde sebat etsinler.
Bu hizmet-i kudsiyenin kerameti üç nevidir.
Birinci nevi: O hizmeti ihzar etmek ve hadimlerini o hizmete sevk etmek cihetidir.
İkinci kısım: Manileri bertaraf etmek ve muzırların şerrini def edip onları tokatlamaktır.
Bu iki kısmın hadiseleri çoktur, hem çok uzundur. Başka vakte taliken, en hafif olan üçüncü bir kısımdan bahsedeceğiz.
Üçüncü kısım şudur ki: Hizmette halisen çalışanlara fütur geldiği vakit şefkatli bir tokat yerler, intibaha gelerek yine o hizmete girerler. Bu kısmın hadisatı yüzden fazladır. Yalnız yirmi hadiseden on üç, on dördü şefkatli tokat yemişler, altı yedisi zecir tokatı görmüşler.
BİRİNCİSİ
Bu biçare Saiddir. Her ne vakit hizmete fütur verir, neme lazım deyip hususi, nefsime ait işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim. Hem de kanaatim geliyor ki, ihmalimden tokat yedim. Çünkü, hangi maksadım beni iğfale sevk etmişse, onun aksiyle tokat yerdim. Sair halis arkadaşlarımın da yedikleri şefkat tokatları, dikkat ede ede, benim gibi, hangi maksat için ihmal etmişse, onun aksiyle şefkat tokatlarını yediklerinden, kanaatimiz gelmiş ki, o hadiseler hizmet-i Kuraniyenin kerametindendir.
Mesela, bu biçare Said, Vanda ders-i hakaik-i Kuraniye ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said hadisatı zamanında vesveseli hükumet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki neme lazım dedim, kendi nefsimi düşündüm, ahiretimi kurtarmak için Erek Dağında harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler; Burdura getirildim.
Orada yine hizmet-i Kuraniyede bulunduğum miktarca—o vakit menfilere çok dikkat ediliyordu; her akşam ispat-ı vücut etmekle mükellef oldukları halde—ben ve halis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiçbir vakit ispat-ı vücuda gitmedim, hükumeti tanımadım. Oranın valisi, oraya gelen Fevzi Paşaya şikayet etmiş. Fevzi Paşa demiş, “Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz.” Bu sözü ona söylettiren, hizmet-i Kuraniyenin kudsiyetidir. Ne vakit nefsimi kurtarmak, yalnız ahiretimi düşünmek fikri bana galebe etti, hizmet-i Kuraniyede muvakkat fütur geldi; aksi maksadımla tokat yedim. Yani bir menfadan diğerine, Ispartaya gönderildim.
Ispartada yine hizmet başına geçtim. Yirmi gün geçtikten sonra bazı korkak insanların ihtarlarıyla, “Belki bu vaziyeti hükumet hoş görmeyecek. Bir parça teenni etsen daha iyi olur” dediler. Bende, tekrar yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet buldu. “Aman, halklar gelmesin” dedim. Yine o menfadan dahi üçüncü nefiy olarak Barlaya verildim.
Barlada ne vakit bana fütur gelmişse, yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet bulmuşsa, bu ehl-i dünyanın yılanlarından, münafıklarından birisi bana musallat olmuş. Bu sekiz senede seksen hadiseyi, kendi başımdan geçtiği için hikaye edebilirim. Usandırmamak için kısa kesiyorum.
Ey kardeşlerim, başıma gelen şefkat tokatlarını söyledim. Sizlerin de başınıza gelen şefkat tokatlarını, izin verirseniz ve helal etseniz, söyleyeceğim. Gücenmeyiniz. Gücenen olursa ismini tasrih etmeyeceğim.
İKİNCİSİ
Öz kardeşim ve en birinci ve yüksek ve fedakar bir talebem olan Abdülmecidin Vanda güzel bir evi vardı. İdaresi yerinde, hem muallim idi. Hizmet-i Kuraniyenin daha revaçlı bir yeri olan hududa gitmekliğim için arzumun hilafına olarak teşebbüs edenlere, içtihadınca, güya menfaatim için iştirak etmedi, rey vermedi. Güya, ben hududa gitseydim, hem hizmet-i Kuraniye siyasetsiz, safi olmayacak, hem onu Vandan çıkaracak idiler diye iştirak etmedi. Maksadının aksiyle şefkatli bir tokat yedi. Hem Vandan, hem o güzel evinden, hem memleketinden ayrıldı. Erganiye gitmeye mecbur kaldı.
ÜÇÜNCÜSÜ
Hizmet-i Kuraniyenin pek mühim bir azası olan Hulusi Bey, Eğirdirden memlekete gittiği vakit, saadet-i dünyeviyeyi tam zevk ettirecek ve temin edecek esbab bulunduğundan, bir derece, sırf uhrevi olan hizmet-i Kuraniyede fütura yüz göstermeye dair esbab hazırlandı. Çünkü, hem çoktan görmediği peder ve validesine kavuştu, hem vatanını gördü, hem şerefli, rütbeli bir surette gittiği için dünya ona güldü, güzel göründü. Halbuki, hizmet-i Kuraniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli—ta, ihlasla, ciddiyetle hizmet-i Kuraniyede bulunsun.
İşte, Hulusinin kalbi çendan layetezelzel idi. Fakat bu vaziyet onu fütura sevk ettiğinden, şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat oldular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan, hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazife-i maneviyesindeki ciddiyete tam manasıyla sarıldı.
DÖRDÜNCÜSÜ
Muhacir Hafız Ahmeddir. O kendisi söylüyor:
Evet, ben itiraf ediyorum ki, hizmet-i Kuraniyede ahiretim nokta-i nazarında içtihadımda hata ettim. Hizmete fütur verecek bir arzuda bulundum. Şefkatli, fakat şiddetli ve kefaretli bir tokat yedim. Şöyle ki:
Üstadım yeni icadlara taraftar olmadığı için—benim camim onun komşusudur; şuhur-u selase geliyor—camimi terk etsem, hem ben çok sevap kaybediyorum, hem mahalle namazsızlığa alışacak. Yeni usul yapmazsam, men edileceğim. İşte bu içtihada göre, ruhum kadar sevdiğim Üstadımın muvakkaten başka bir köye gitmesini arzu ettim. Bilmedim ki, o yerini değiştirse, başka bir memlekete gitse, hizmet-i Kuraniyeye muvakkaten fütur gelir. Tam o sıralarda ben tokat yedim. Şefkatli, fakat öyle dehşetli bir tokat yedim ki, üç aydır daha aklım başıma gelmedi. Fakat, lillahilhamd, Üstadımın kati ihbarıyla, ona ihtar edilmiş ki, o musibetin her dakikası bir gün ibadet kadar hükmünde olduğunu rahmet-i İlahiyeden ümitvar olabiliriz. Çünkü o hata bir garaza binaen değildi. Sırf ahiretimi düşünmek noktasında o arzu geldi.
BEŞİNCİSİ
Hakkı Efendidir. Şimdi burada olmadığı için, Hulusiye vekalet ettiğim gibi ona da vekaleten derim ki:
Hakkı Efendi talebelik vazifesini hakkıyla ifa ederken, ahlaksız bir kaymakam geldi. Hem Üstadına, hem de kendine zarar gelmemek için, yazdıklarını sakladı. Muvakkaten hizmet-i Nuriyeyi terk etti. Birden, bir şefkat tokadı manasında, bin lirayı vermeye mükellef olacak bir dava başına açıldı. Bir sene o tehdit altında kaldı. Ta geldi, burada görüştük, avdetinde hizmet-i Kuraniyeye, talebelik vazifesine girdi. Şefkat tokadının hükmü kalktı, tebrie etti.
Sonra Kuranı yeni bir tarzda yazmak hususunda talebelere bir vazife açıldı. Hakkı Efendiye de hisse verildi. Elhak, o hissesine sahip çıktı. Bir cüzü güzel yazdı. Fakat derd-i mAyşet zaruretiyle kendini mecbur bilip, gizli dava vekaletine teşebbüs etti. Birden, bir şefkat tokadı daha yedi. Kalemi tutan parmağı muvakkaten kırıldı. “Bu parmakla hem dava vekaleti yapmak, hem Kuranı yazmak olmayacak” diye, lisan-ı mana ile ihtar edildi. Dava vekaletine teşebbüsünü bilmediğimiz için, parmağına hayret ediyorduk. Sonra anlaşıldı ki, kudsi, safi hizmet-i Kuraniye, gayet temiz, kendine mahsus parmakları başka işe karıştırmak istemiyor.
Her ne ise… Hulusi Beyi kendim gibi bildim, ona bedel konuştum. Hakkı Efendi de aynen onun gibidir. Eğer benim vekaletime razı olmazsa, kendi tokadını kendi yazsın.
ALTINCISI
Bekir Efendidir. Şimdi hazır olmadığı için, ben, kardeşim Abdülmecide vekalet ettiğim gibi, onun itimat ve sadakatine itimadım ve Şamlı Hafız ve Süleyman Efendi gibi bütün has dostlarımın hükümlerine, bildiklerine istinaden diyorum ki:
Bekir Efendi Onuncu Sözü tab etti. İcaz-ı Kurana dair Yirmi Beşinci Sözü yeni huruf çıkmadan tab etmek için ona gönderdik. Onuncu Sözün matbaa fiyatını gönderdiğimiz gibi onu da göndereceğiz diye yazdık. Bekir Efendi, benim fakr-ı halimi düşünüp, matbaa fiyatı dört yüz banknot kadar olduğunu mülahaza ederek ve kendi kesesinden vermek, belki Hoca razı olmaz diye, onun nefsi onu aldattı. Tab edilmedi. Hizmet-i Kuraniyeye mühim bir zarar oldu. İki ay sonra, dokuz yüz lira hırsızların eline geçti. Şefkatli ve şiddetli bir tokat yedi. İnşaallah, zıyaa giden dokuz yüz lira, sadaka hükmüne geçti.
YEDİNCİSİ
Şamlı Hafız Tevfiktir. O kendisi diyor:
Evet, itiraf ediyorum ki, ben bilmeyerek ve yanlış düşünerek hizmet-i Kuraniyede fütur verecek harekatım sebebiyle iki şefkatli tokat yedim. Şüphem de kalmadı ki, bu tokat o cihetten geldi.
BİRİNCİSİ: Lillahilhamd, benim hatt-ı Arabiyem Kurana bir derece uygun bir tarzda ihsan edilmişti. Üstadım en evvel üç cüz bana yazdırmakla sair arkadaşlarıma taksim etti. Kuran yazmak iştiyakı, risalelerin tebyiz ve tesvidindeki hizmetime arzumu kırdı. Hem Arabi hattı bulunmayan sair arkadaşlara tefevvuk edeceğim diye gururkarane bir tavırda bulundum. Hatta Üstadım yazıya ait bir tedbir bana söylediği vakit, “Bu iş bana aittir,” o vakit dedim. “Ben bunu biliyorum, ders almaya ihtiyacım yoktur” gibi mağrurane söyledim. İşte bu hatama göre, fevkalade, hiç hatıra gelmeyen bir tokat yedim. En az Arabi hattı olan bir kardeşime (Hüsreve) yetişemedim. Bizler bütün hayret ettik. Şimdi anladık ki, o bir tokattır.
İKİNCİSİ: Ben itiraf ediyorum ki, hizmet-i Kuraniyedeki kemal-i ihlas ve sırf livechillah için hizmeti, iki vaziyetim ihlal ediyordu. Şiddetli bir tokat yedim. Çünkü ben bu memlekette garip hükmündeyim, garibim. Hem, şekva olmasın, Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaate riayet etmediğimden, fakr-ı hale maruzum. Hodbin, mağrur insanlarla ihtilata mecbur olduğumdan—Cenab-ı Hak affetsin—mürüvvetkarane bir surette riyaya ve tabasbusa da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf kendimi kurtaramıyordum. Halbuki, Kuran-ı Hakimin ruh-u hizmetine zıt olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinni ve insi istifade etmekle beraber, hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu.
İşte ben bu kusuruma karşı şiddetli—fakat inşaallah şefkatli—bir tokat yedim. Şüphemiz kalmadı ki, bu tokat, o kusura binaen gelmiş. O tokad da şudur:
Sekiz senedir ben Üstadımın hem muhatabı, hem müsevvidi, hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar Nurlardan istifade edemedim. Bu hale hayret ettik. Ben de ve Üstadım da, “Bu neden böyle oluyor?” diye esbab arıyorduk. Şimdi kati kanaatimiz geldi ki, o hakaik-i Kuraniye nurdur, ziyadır. Tasannu, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için, bu nurların hakikatlerinin meali benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak bana yabani görünüyor, yabani kalıyordu. Cenab-ı Haktan niyaz ediyorum ki, bundan sonra Cenab-ı Hak bana o hizmete layık ihlas ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannu ve riyadan kurtarsın. Başta Üstadım olarak kardeşlerimden dua rica ediyorum.
Pür kusur Şamlı Hafız Tevfik
SEKİZİNCİSİ
Seyranidir. Bu zat, Hüsrev gibi Nura müştak ve dirayetli bir talebemdi. Esrar-ı Kuraniyenin bir anahtarı ve ilm-i cifrin mühim bir miftahı olan tevafukata dair Ispartadaki talebelerin fikirlerini istimzaç ettim. Ondan başkaları kemal-i şevkle iştirak ettiler. O zat başka bir fikirde ve başka bir merakta bulunduğu için, iştirak etmemekle beraber, beni de kati bildiğim hakikatten vazgeçirmek istedi. Cidden bana dokunmuş bir mektup yazdı. “Eyvah!” dedim, “bu talebemi kaybettim.” Çendan fikrini tenvir etmek istedim. Başka bir mana daha karıştı. Bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye karib, bir halvethanede (yani hapiste) bekledi.
DOKUZUNCUSU
Büyük Hafız Zühdüdür. Bu zat, Ağrustaki Nur talebelerinin başında nazırları hükmünde olduğu bir zaman, Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve bidalardan içtinabı meslek ittihaz eden talebelerin manevi şerefini kafi görmeyerek ve ehl-i dünyanın nazarında bir mevki kazanmak emeliyle, mühim bir bidanın muallimliğini deruhte etti. Tamamıyla mesleğimize zıt bir hata işledi. Pek müthiş bir şefkat tokadını yedi. Hanedanının şerefini zirüzeber edecek bir hadiseye maruz kaldı. Fakat, maatteessüf, Küçük Hafız Zühdü, hiç tokada istihkakı yokken, o elim hadise ona da temas etti. Belki, inşaallah, o hadise onun kalbini dünyadan kurtarıp tamamıyla Kurana vermek için bir ameliyat-ı cerrahiye-i nafia hükmüne geçer.
ONUNCUSU
Hafız Ahmed namında bir adamdır. Bu zat, risalelerin yazmasında iki üç sene teşvikkarane bir surette bulunuyordu ve istifade ediyordu. Sonra ehl-i dünya zaif bir damarından istifade etti. O şevk zedelendi. Ehl-i dünyaya temas etti—belki o cihetle ehl-i dünyanın zararını görmesin, hem onlara sözünü geçirsin ve bir nevi mevki kazansın ve dar olan mAyşetine bir suhulet olsun. İşte, hizmet-i Kuraniyeye o suretle, o yüzden gelen fütur ve zarara mukabil iki tokat yedi. Biri: Dar mAyşetiyle beraber beş nüfus daha ilave edildi, perişaniyeti ehemmiyet kesb etti. İkinci tokat: Şeref ve haysiyet noktasında hassas ve hatta birtek adamın tenkit ve itirazını çekemeyen o zat, bilmeyerek bazı dessas insanlar onu öyle bir surette kendilerine perde ettiler ki, şerefi zirüzeber oldu, yüzde doksanını kaybetti ve yüzde doksan adamı aleyhine çevirdi. Her ne ise, Allahaffetsin, belki inşaallah bundan intibaha gelir, yine kısmen vazifesine döner.
ON BİRİNCİSİ
Belki rızası yok diye yazılmadı.
ON İKİNCİSİ
Muallim Galiptir . Evet, bu zat, sadıkane ve takdirkarane, risalelerin tebyizinde çok hizmet etti ve hiçbir müşkilat karşısında zaaf göstermedi. Ekser günlerde geliyordu, kemal-i şevkle dinliyordu ve istinsah ediyordu. Sonra kendine otuz lira ücret mukabilinde umum Sözleri ve Mektubatı yazdırdı. Onun maksadı, memleketinde neşretmek ve hem hemşehrilerini tenvir etmekti. Sonra, bazı düşünceler neticesinde, risaleleri tasavvur ettiği gibi neşretmedi, sandığa bıraktı. Birden, elim bir hadise yüzünden bir sene gam ve gussa çekti. Risalelerin neşriyle ona adavet edecek resmi birkaç düşmanlara bedel, zalim, insafsız çok düşmanları buldu, bir kısım dostlarını kaybetti.
ON ÜÇÜNCÜSÜ
Hafız Haliddir . Kendisi der:
Evet, itiraf ediyorum, Üstadımın hizmet-i Kuraniyede neşrettiği asarın tesvidinde hararetli bir surette bulunduğum zaman, mahallemizde bir cami imamlığı vardı. Eski kisve-i ilmiyemi, sarığı bağlamak niyetiyle muvakkaten o hizmete fütur verip, bilmeyerek çekildim. Maksadımın aksiyle şefkatli bir tokat yedim. Sekiz dokuz ay imamlık ettiğim halde, müftünün çok vaadlerine rağmen, fevkalade bir surette, sarığı saramadım. Şüphemiz kalmadı ki, o kusurdan bu şefkatli tokat geldi. Ben Üstadımın hem bir muhatabı, hem bir müsevvidi idim. Benim çekilmemle tesvid hususunda sıkıntı çekmişti. Her ne ise, yine şükür ki, kusurumuzu anladık ve bu hizmetin de ne kadar kudsi olduğunu bildik. Ve Şah-ı Geylani gibi, arkamızda melek-i sıyanet gibi bir üstad bulunduğuna itimad ettik.
Ezafül-ibad Hafız Halid
ON DÖRDÜNCÜSÜ
Üç Mustafanın küçücük üç tokat yemeleridir.
BİRİNCİSİ: Mustafa Çavuş sekiz senedir bizim hususi küçük camie, hem sobasına, hem gazyağına, hem kibritine kadar hizmet ediyordu. Hatta gazyağını ve kibritini sekiz senedir kendi kesesinden sarf ettiğini sonra öğrendik. Cemaate, hususan Cuma gecelerinde, gayet zaruri bir iş olmayınca geri kalmıyordu. Sonra ehl-i dünya onun safvet-i kalbinden istifade ederek dediler ki:
“Sözlerin bir katibi olan Hafızın sarığına ilişecekler. Hem gizli ezan muvakkaten terk edilsin. Sen katibe söyle, cebir görmeden evvel sarığı çıkarsın.”
O bilmiyordu ki, hizmet-i Kuraniyede bulunan birisinin sarığını çıkarmaya dair sözü tebliğ etmek, Mustafa Çavuş gibi yüksek ruhlulara pek ağırdır. Onların sözlerini tebliğ etmiş. O gece rüyada ben görüyordum ki, Mustafa Çavuşun elleri kirli, kaymakam arkasında olarak odama geldi. İkinci gün ona dedim:
“Mustafa Çavuş, sen bugün kimle görüştün? Seni, elin mülevves bir surette kaymakamın arkasında gördüm.”
Dedi: “Eyvah! Bana böyle bir söz, muhtar söyledi, Katibe söyle. Ben arkasında ne olduğunu bilmedim.”
Hem aynı günde bir okkaya yakın gazyağını camie getirmiş. Hiç vuku bulmayan, o gün kapı açık kalmış, bir keçi yavrusu içeriye girmiş, büyük bir adam gelmiş, keçi yavrusunun seccademe yakın bıraktığı muzahrefatı yıkamak için, ibrikteki gazyağını su zannedip bütün o gazyağını, temizlik yapıyorum diye, camiin her tarafına serpmiş. Acaiptir ki, kokusunu duymamış. Demek, o mescid lisan-ı hal ile Mustafa Çavuşa diyor: “Senin gazyağın bize lazım değil. Ettiğin hata için, gazyağını kabul etmedim” diye işaret vermek için o adama koku işittirilmedi. Hatta o hafta içinde, Cuma gecesinde ve birkaç mühim namazda, o kadar çalıştığı halde cemaate yetişemiyordu. Sonra ciddi bir nedamet, bir istiğfar ettikten sonra safvet-i asliyesini buldu.
İKİNCİ MUSTAFALAR: Kuleönündeki kıymettar, çalışkan, mühim bir talebem olan Mustafa ile, onun çok sadık ve fedakar arkadaşı Hafız Mustafadır . Ben Bayramdan sonra, ehl-i dünya bize sıkıntı verip hizmet-i Kuraniyeye fütur vermemek için, “Şimdilik gelmesinler,” diye haber göndermiştim. “Şayet gelecek olurlarsa birer birer gelsinler.” Halbuki bunlar, üç adam birden, bir gece geldiler. Fecirden evvel hava müsaitse gitmek niyet edildi. Hiç vuku bulmadığı bir tarzda, hem Mustafa Çavuş, hem Süleyman Efendi, hem ben, hem onlar, zahir bir tedbiri düşünemedik, bize unutturuldu. Herbirimiz ötekine bırakıp ihtiyatsızlık ettik. Onlar fecirden evvel gittiler. Öyle bir fırtına onları iki saat mütemadiyen tokatladı ki, bu fırtınadan kurtulmayacaklar diye telaş ettim. Şimdiye kadar bu kışta ne öyle bir fırtına olmuş ve ne de bu kadar kimseye acımıştım. Sonra Süleymanı, ihtiyatsızlığının cezası olarak arkalarından gönderip, sıhhat ve selametlerini anlamak için gönderecektim. Mustafa Çavuş dedi: “O gitse o da kalacak. Ben de onun arkasından gidip aramak lazım. Benim arkamdan da Abdullah Çavuş gelmek lazım.” Bu hususta “Tevekkelna alallah” dedik, intizar ettik.
Sual: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kuraniyede füturları cihetinde bir itab telakki ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kuraniyeye hakiki düşmanlık edenler selamette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor?
Elcevap: اَلظُّلْمُ لاَيَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ sırrınca, dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir.
Düşman ise, hizmet-i Kuraniyeye zıddiyeti, mümanaati, dalalet hesabına geçer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar.
Nasıl ki, küçük kabahatleri işleyenlerin nahiyelerde cezaları verilir, büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de, ehl-i imanın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için, kısmen dünyada ve süraten verilir.Ehl-i dalaletin cinayetleri o kadar büyüktür ki, kısacık hayat-ı dünyeviyeye cezaları sığışmadığından, mukteza-yı adalet olarak, alem-i bekàdaki Mahkeme-i Kübraya havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.
İşte, hadiste اَلدُّنْيَا سِجْنُ الْمُؤْمِنِ وَجَنَّةُ الْكَافِرِ mezkur hakikate dahi işaret ediyor. Yani, dünyada şu mümin, kısmen kusuratından cezasını gördüğü için, dünya onun hakkında bir dar-ı cezadır. Dünya, onların saadetli ahiretlerine nisbeten bir zindan ve cehennemdir. Ve kafirler, madem Cehennemden çıkmayacaklar;hasenatlarının mükafatlarını kısmen dünyada gördükleri ve büyük seyyiatları tehir edildiği cihetle, onların ahiretine nisbeten dünya cennetleridir. Yoksa, mümin bu dünyada dahi kafirden manen ve hakikat nokta-i nazarında çok ziyade mesuttur. Adeta müminin imanı, müminin ruhunda bir cennet-i maneviye hükmüne geçiyor; kafirin küfrü, kafirin mahiyetinde manevi bir cehennemi ateşlendiriyor.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ