"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Zeylüz-Zeyl

İlem eyyühel-aziz! Bazı insanların ağzında kemiyeten az, keyfiyeten pek büyük üç kelime dolaşmaktadır.

Birincisi: “Herşey kendi kendine teşekkül etmiştir.”
İkincisi: “Mucid ve müessir esbabdır.”
Üçüncüsü: “Tabiat iktiza etti.”

Bu üç kelimatın pek çok muhalata zarf oldukları hakkında yapılan beyanatı dinle:

İnsan mevcuttur. Bu mevcut insan, birinci kelimeye nazaran hem sanidir, hem masnu.

İkinci kelimeye göre, esbabın tesiriyle vücuda gelmiştir.

Üçüncü kelimeye nazaran, mevhum tabiatın eseridir.

Dördüncü cihet ise, hak ve hakikatin istilzam ettiği gibi, Allahın masnuudur.

Evvelki kelimenin gayr-ı mahsur muhalatı:
1. O kelimenin iktizasına göre insanı teşkil eden zerrelerin herbirisinde hem insanın içini, hem kainatı görecek, bilecek bir göz, bir ilim ve sair sıfat-ı lazimenin bulunması lazımdır.

2. İnsanın bedeninde zerrattan teşekkül eden mütehalif mürekkebat adedince, matbaalarda hurufatı tertip etmek için kullanılan kalıplar gibi kalıplar lazımdır.

3. Kargir kemerlerin taşları gibi, herbir zerrenin arkadaşlarına hem hakim, hem mahkum olması lazım gelir. Ve keza, herbirisi, ötekilere hem zıt, hem misil, hem mutlak, hem mukayyed olması lazımdır.

İkinci kelimenin muhalatı:
1. İnsanın mehazi, yani insanı teşkil eden maddeler, eczahanelerde bulunan ağızları mühürlü, ayrı ayrı, çeşit çeşit mütebayin ilaçlar gibi maddelerdir. Hiç kimsenin eli dokunmaksızın ihtiyaç nisbetinde kemal-i intizam ve muvazeneyle o ilaçların şişelerden kendi kendine çıkıp hayati bir macun vaziyetine gelmesi mümkün ise, insanın da sanisiz esbab ve mevadd-ı camideden suduru mümkündür diyebilir.

2. Birşeyin kemal-i intizam ile gayr-ı mahdut, kör, sağır, camid, şuursuz esbabdan sudurunun muhaliyeti nisbetinde, sanisiz insanın da o maddelerden yapılması muhaldir. Maahaza, maddi esbabın yalnız zahire taalluku vardır. Batındaki latif, ince, garip nakışlara, sanatlara nüfuzu yoktur.

3. O kelimenin iktizasına göre kemal-i ittifak ve intizam ile ihtiyacat nisbetinde gayr-ı mahsur esbabın bir cüzde, bir hüceyrede içtimaları lazım gelir. Bu içtima, alemin ecza ve erkanının azametiyle beraber senin elinin içine girip içtima etmeleri demektir.

Çünkü, insanın ustası esbab olduğu takdirde, alemin bütün ecza ve erkanı insan ile alakadar olduğuna nazaran, insanın yapılışında amil ve usta olmaları lazım gelir. Bir usta, yaptığı şeyin içerisinde bulunduktan sonra yapar. O halde, insanın bir hüceyresinde alemin eczası içtima edebilir. Bu öyle bir muhaldir ki, muhallerin en mümteniidir.

Üçüncü kelimenin muhal ve butlanı ise:
Evet, tabiatın iki ciheti vardır. Biri zahiridir ki, ehl-i gaflet ve dalaletçe hakikat zannedilmiştir. Diğeri batınıdır ki, sanat-ı İlahiye ve sıbğa-i Rahmaniyedir. Tabiata ilaveten iddia edilen kuvvet ise, Halık-ı Hakim-i Alimin cilve-i kudretidir. Ehl-i gafletin sani olarak telakki ettikleri tabiata cenah olarak yapıştırdıkları kör tesadüf ve ittifak ise, dalaletten neşet eden ıztırar neticesinde şeytanların ihtira ettikleri hezeyanlardır. Çünkü, müteaddit eserlerimde kati bir surette ispat edildiği gibi, harikaların harikası olan şu sanat, ancak ve ancak bütün evsaf-ı kemaliye ile muttasıf bir Habir-i Basirin yed-i kudretinden çıkmamış ise, şu kesif, camid, mukayyet, miskin, mümkinin eliyle mi şu kainata giydirilen gömlek yapılmıştır? Yoksa alemlere giydirilen şu güzel teşekkülleri, nakışları bauda veya kaplumbağa mı yapmıştır? Haşa, sümme haşa!

Evet, insanda, herşeyde Sani-i Ezelinin masnuu olduklarına mevcudatın adedince şahitler vardır. Mesela:

1. Kainattır. Evet kainatın ihtiva ettiği bütün zerrat ve mürekkebatın her birisi elli beş lisan ile şehadet etmektedir.

2. Kurandır. Evet Kuran, bütün enbiya, evliya ve muvahhidinin kitaplarıyla, sahife-i kevn ve vücudda yaratılan icadi ve tekvini ayetler Halıkın hallakıyetine adil şahitlerdir.

3. Mahlukatın reisi ve resulü, bütün enbiya, evliya, melaike ile birlikte herşeyin sanii Allah olduğuna ilan-ı şehadet ediyorlar.

4. İns ve cin taifeleri envaen ihtiyacat-ı fıtriyesiyle şahittirler.

5. Uluhiyet ve hallakıyetin Allaha mahsus ve münhasır olduğuna Allah da şehadet ediyor.

Arkadaş! Sanatın, vücuh-u selase-i mezkure üzerine mümkine veya hakkın istilzam ettiğine nazaran Vacibe olan isnadı meselesi semeredar bir ağaç meselesi gibidir. Şöyle ki:

Ağacın o semereleri, ya vahdete isnad edilir. Yani neşvünema kanunuyla ağacın kökünden, kök de çekirdekten, çekirdek de evamir-i tekviniyeyi temessülden, evamir-i tekviniye de “Kün” emrinden, “Kün” emri dahi Vahid-i Vacibden sadır olmuştur.

O vakit, o ağaç bütün eczasıyla, yapraklarıyla, dallarıyla, semereleriyle yaratılış kolaylığında bir semere-i vahide hükmünde olur. Çünkü, vahdete nisbeten küçük bir semere ağacı ile pek büyük ve çok semereli bir ağaç arasında fark yoktur. Bu adem-i fark, vahdette suhuletle yüsr, kesrette suubetle usrün bulunduğundan neşet etmiştir.

Eğer kesrete isnat edilirse, herbir semere, herbir çiçek, herbir yaprak, herbir dal, tam ağacının vücuda gelmesine lazım olan bütün alat, cihazat, esbab ve saireye ihtiyaç gösterecektir. Çünkü küll cüzde dahildir. Ona ne lazımsa buna da lazımdır. Mesele bu iki şıktan hariç değildir. Biri vacip, diğeri mümtenidir.

Hülasa: Bir hüceyrenin vücuda gelmesi kendisine isnat edilirse, kainata muhit olan sıfatlar kendisinde lazımdır. Esbaba isnat edilirse, alemdeki bütün esbabın o hüceyrede içtimaları lazım gelir. Halbuki, sineğin iki eli sığmayan bir hüceyre, iki ilahın tasarrufuna mahal olabilir mi? Haşa!

Maahaza, hüceyreden tut, aleme kadar herbir şeyin bir nevi vahdeti vardır. Öyle ise, Sani de vahid olacaktır. Çünkü, vahid ancak vahidden sudur eder. Ve keza, bir habbe şemsi ziyasıyla, rengiyle, (tecelli suretiyle) içine alabilir. Fakat masdariyet itibarıyla, bir habbe, iki habbeyi içine alıp onlara masdar olamaz. Ve keza, vücud-u harici, vücud-u misaliden daha sabit, daha muhkemdir. Vücud-u hariciden bir nokta, vücud-u misaliden bir dağı içine alabilir. Kezalik, vücud-u vücubi daha kavi, daha rasih, daha sabittir. Belki de vücud-u hakiki, vücud-u harici ondan ibarettir.

Binaenaleyh, ilm-i muhit-i ezelide temessül eden imkani vücutlar, vücud-u vücubinin tecelliyat-ı nuriyelerine ayine ve makesdirler. Öyle ise, ilm-i ezeli imkani vücutlara ayine olduğu gibi, imkani vücutlar da vücud-u vücubiye ayinedir. Sonra o imkani vücutlar, ilm-i ezeliden vücud-u hariciye intikal etmişlerse de, vücud-u hakiki mertebesine vasıl olmamışlardır.

İlem eyyühel-aziz! Kevn ve vücut sahasında durup ahval-i aleme dikkat eden adam, hadsi bir süratle anlar ki, tesir-i faaliyet, latif, nurani, mücerret olan şeylerin şeni olduğu gibi; infial, kabiliyet, teessür de maddi, kesif, cismani şeylerin hassasıdır. Evet, misal olarak, semadaki nur ile yerdeki şu kocaman dağa bak. O nur semada iken ziyasıyla yerde iş görür, faaliyettedir. O dağ ise, azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve ne de bir fiili var.

Ve keza, eşya arasında vukua gelen fiillerden anlaşılıyor ki, hangi birşey latif, nurani ise, sebep ve fail olmaya kesb-i liyakat eder. Kesafeti nisbetinde de infial ve müsebbebiyet mertebesine yaklaşıyor. Bundan anlaşılıyor ki, esbab-ı zahiriyenin Halıkı ile, müsebbebatın Mucidi, ancak ve ancak Nurul-Envar, Sani-i Ezelidir.

İlem eyyühel-aziz! Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lakin nefsinde, batınında, hususi ahvalinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilat ile tetkikat yap. Fakat afaki, harici, umumi ahvalata teemmül ettiğin vakit, sathi, icmali düşün, tafsilata geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilatında yoktur. Hem de afaki tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.

Arkadaş! Nefsi tefekkürde tafsilatlı, afaki tefekkürde ise icmali yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır, enaniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalalete isal eden kesret yolu budur.

İlem eyyühel-aziz! İnsan ne kadar cahil ve gafildir! Ne kadar yolunu şaşırmış, nefsine zarar veriyor! Dokuz vecihle menfaati muhakkak, yalnız bir vecihle zararı mevhum olan büyük bir hayr-ı azimi terk, dalaleti irtikap eder. Evet, Sofestainin bir şüphesi için, binlerce menfaat delilleri olan hidayeti terk ediyor.

Halbuki insan çok vehham, ihtiyatlı olduğuna nazaran, dünyevi bir işte onda bir zarar ihtimali varsa içtinap eder. ahiret işi olursa, onda dokuz zarar ihtimali olduğu halde, içtinap etmez. İşte cehalet bu kadar olur!

İlem eyyühel-aziz! Ruh-u insani gayr-ı mütenahi ihtiyaçlara giriftar, gayr-ı mütenahi elemlere mahaldir. Gayr-ı mahsur lezzetlere iştihalıdır. Gayr-ı mahdut amali beslemektedir. Hatta, kalbin dalaletiyle beraber ruhtan fışkıran şefkat, gayr-ı mütenahi elemleri tazammun ediyor. Binaenaleyh, “Ben neyim? Ne kıymetim var ki benim için kıyamet kopsun, mizan vaz edilsin, hesap görülsün?” demeye hakkın yoktur.

Ey kemal-i gurur ile dalalet kürsüsünde oturan! Hayatına mağrur olma. Zira o hayat, bir mugalata ile kaimdir. Şöyle ki:

O kürsüde oturan dall, zeval ve fenanın dehşetini düşünüp korktuğu zaman, saadet-i ebediye ihtimaline kaçar, tekalif-i diniyenin terkinde de ahiretin olmayacağı ihtimaline kaçar. Bu mağlata ile her iki elemden kurtuluyor. Lakin, kısa bir zamanda düğüm açılır, hakikat ortaya çıkar. Ne birinci ihtimal elemini izale eder ve ne de ikinci ihtimal yükünü tahfif eder.

Ve keza, “Musibet taammüm ettiğinde elem hafif olur. Ben de emsalim gibiyim” diye yine yük altından kaçar. Fakat, musibet amm olduğunda, elemi muzaaf olur, kat kat ziyade olur. Çünkü, kendisi gibi akrabası, ahbabı da o musibete dahildir. Çünkü, insanın ruhu, ebna-yı cinsiyle alakadardır. Ne kadar umumi olursa, o kadar da elemi fazla olur.

Ey şek cephesinde, gaflet gölgesinde istirahate çekilen biçare! Gaflet serinliğinde, şek içinde zevk ettiğin lezzeti lezzet sanma! O zehirli baldır. Az bir zaman sonra Cehennemi bir azaba inkılap edecektir. Eğer alamın lezaize, narın nura inkılap etmesi emelinde isen, evkat-ı hamsede rüku ve sücud kancası ile gururun hortumunu bük, sık, başını kır, imanı doldur. Sonra ayata tefekkür ile taate devam eyle ki, şek ve gaflet perdeleri yırtılsın. Bu dalalat acılığından, necatın halaveti tavazzuh ile münacat lezzeti ortaya çıksın.

İlem eyyühel-aziz! Ubudiyette ancak teslimiyet vardır. Tecrübe, imtihan yoktur. Çünkü, seyyid, efendi; abdini, hizmetkarını tecrübe ve imtihan edebilir. Fakat, abd; seyyidini imtihan etmek salahiyetinde değildir. Ve keza insan Rabbini, Halıkını tecrübe edemez.