"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Zühre

Mukaddime
BU LEMANIN telifinden on iki sene evvel,inayet-i Rabbaniye ile, marifet-i İlahiyede bir hareket-i fikriye ve bir seyahat-i kalbiye ve bir inkişafat-ı ruhiyede tezahür eden bazı lemeat-ı tevhidiyeyi, Arabi olarak, notalar suretinde Zühre, Şule, Habbe, Şemme, Zerre, Katre gibi risalelerde kaydetmiştim. Uzun bir hakikatin yalnız bir ucunu göstermek ve parlak bir nurun yalnız bir şuaını irae etmek tarzında yazıldığından, yalnız kendi kendime birer hatıra ve birer ihtar şeklinde olduğundan, başkalarının istifadesi mahdut kalmıştı. Hususan, en mümtaz ve en has kardeşlerimin kısm-ı azamı Arabi okumamışlar. Bunların ısrarı ve ilhahıyla, o notaların, o lemaların kısmen izahlı ve kısmen kısa bir mealini Türkçe olarak yazmaya mecbur oldum. Şu notalar ve Arabi risaleler, Yeni Saidin en evvel hakikat ilminden bir derece şuhud suretinde gördüğü için, tağyir edilmeden, mealleri yazıldı. Onun için, bazı cümleler, sair Sözlerde zikredilmekle beraber burada da zikrediliyor. Ve bir kısmı, gayet mücmel olmakla beraber, izah edilmiyor, ta letafet-i asliyesini kaybetmesin.
Said Nursi

BİRİNCİ NOTA
Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki, şu alemin fenasından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden birşeye kalbini bağlamak sana layık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyi etmeyen,hususan bir iki sene zarfında ebedi bir firak ile senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulü anında seni terk eden fani şeyler ile kalbini bağlamak kar-ı akıl değildir.

Eğer aklın varsa, uhrevi inkılabatında, berzahi etvarında ve dünyevi inkılabatının müsadematı altında ezilen, bozulan ve ebedi seferde sana arkadaşlığa muktedir olmayan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevalinden kederlenme.

Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin latifelerin içinde öyle bir latife var ki, ebedden ve Ebedi Zattan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Masivasına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtri ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve latifelerinin sultanıdır. Fatır-ı Hakimin emrine muti olan o sultanına itaat et, kurtul.

İKİNCİ NOTA
Hakikattar bir rüyada gördüm ki, insanlara diyordum:
“Ey insan! Kuranın desatirindendir ki, Cenab-ı Hakkın masivasından hiçbir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem, sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler.”

ÜÇÜNCÜ NOTA
Ey gafil Said! Bil ki, galat-ı his nevinden, gayet muvakkat dünyayı layemut ve daimi görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir gördüğünden, fani nefsini de o nazar ile sabit telakki ettiğinden, yalnız kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun.

Aklını başına al. Sen ve hususi dünyan, daimi zeval ve fena darbesine maruzsunuz. Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan şu misale benzer ki: Bir adam, elinde olan ayinesini bir hane veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa, misali bir hane, bir şehir, bir bahçe, o ayinede görünür. Edna bir hareket ve küçük bir tagayyür ayinenin başına gelse, o misali hane ve şehir ve bahçede hercümerc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakiki hane, şehir ve bahçenin devam ve bekàsı sana faide vermez. Çünkü, senin elindeki ayinedeki hane ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız ayinenin sana verdiği mikyas ve mizan iledir.

Senin hayatın ve ömrün ayinedir. Senin dünyanın direği ve ayinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hane ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harap olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Madem öyledir, sen bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme.

DÖRDÜNCÜ NOTA
Bil ki, ekseriyetle Fatır-ı Hakimin adetidir: Ehemmiyetli ve kıymettar şeyleri aynıyla iade ediyor. Yani, ekser eşyanın misliyle tazelenmesi, mevsimlerin tebeddülünde, asırların değişmesinde o kıymettar, ehemmiyetli şeyleri aynıyla iade ediyor. Yevmi ve senevi ve asri haşirlerin umumunda, şu kaide-i adetullah ekseriyetle muttarid görünüyor.

İşte bu sabit kaideye binaen deriz: Madem, fünunun ittifakıyla ve ulumun şehadetiyle, hilkat şeceresinin en mükemmel meyvesi insandır. Ve mahlukat içinde en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat içinde en kıymettar insandır. Ve insanın bir ferdi, sair hayvanatın bir nevi hükmündedir. Elbette, kati bir hads ile hükmedilir ki, haşir ve neşr-i ekberde, beşerin herbir ferdi aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle iade edilecektir.

BEŞİNCİ NOTA
Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Saidin fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekat-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupanın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emraz-ı kalbiyeye inkılap ederek ziyade müşkilata medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupanın lehinde şehadet eden hissiyat-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupanın şahs-ı manevisi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.

Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir: Birisi: İsevinin din-i hakikiden ve İslamiyetten aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nafi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden Avrupaya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek beşeri sefahete ve dalalete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupaya hitap ediyorum. Şöyle ki:

O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehasin-i medeniyet ve fünun-u nafiadan başka olan malayani ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupanın şahs-ı manevisine karşı demiştim:

Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakim ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dava edersin ki, “Beşerin saadeti bu ikisiyledir.” Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin!

Ey küfür ve küfranı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın, cismiyle zahiri bir surette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi?

aya, görmüyor musun ki, bir adamın cüzi bir emirden meyus olması ve vehmi bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle, tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazip ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki, senin şeametinle kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun ta esasında dalalet darbesini yiyen ve o dalalet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neşet eden bir biçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba, zail, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azap çeken bir insana mesut denilebilir mi? İşte, sen biçare beşeri böyle baştan çıkardın; yalancı bir cennet içinde cehennemi bir azap çektiriyorsun.

Ey nev-i beşerin nefs-i emmaresi! Bu temsile bak, beşeri nereye sevk ettiğini bil. Mesela bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adım başında biçare, aciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını, eşyasını gasp ederek kulübeciğini harap ediyorlar. Bazen da yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki, acınacak haline sema ağlıyor. Nereye bakılsa, hal bu minval üzere gidiyor. O yolda işitilen sesler zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları olduğundan, umumi bir matem o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme tahammül edemediğinden, o yolda giden iki şeyden birisine mecbur olur: Ya insaniyetten tecerrüt edip ve nihayetsiz vahşeti iltizam ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selametiyle beraber umumun helaketi onu müteessir etmesin; veyahut kalb ve aklın muktezasını iptal etsin.

Ey sefahet ve dalalette bozulmuş ve İsevi dininden uzaklaşmış Avrupa!

Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere bu cehennemi haleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilaçsız bir illettir ki, insanı ala-yı illiyyinden esfel-i safiline atar, hayvanatın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilaç, muvakkaten iptal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilacın, senin başını yesin ve yiyecek!

İşte beşere açtığın yol ve verdiğin saadet, bu misale benzer.

İkinci yol ki, Kuran-ı Hakim hidayetiyle beşere hediye etmiştir, şöyledir:

Görüyoruz ki: o yolun her menzilinde, her mekanında, her şehrinde bir sultan-ı adilsin müstakim askerleri her tarafta bulunuyorlar, geziyorlar. Ara sıra o sultanın emriyle o askerlerin bir kısmını terhis ediyorlar. Silahlarını, atlarını ve miri levazımatlarını alıyorlar, onlara izin tezkeresini veriyorlar. O terhis olunan neferler, çendan ünsiyet ettikleri at ve silahların teslim alınmasından zahiren mahzun oluyorlar; fakat hakikat noktasında, terhisle müferrah olup, sultanın ziyaretine ve padişahın payitahtına dönmesi ve padişahı ziyaret etmesi cihetinde gayet memnun oluyorlar.

Bazan terhis memurları acemi bir nefere rast geliyorlar… Nefer onları tanımıyor. “Silahını teslim et” diyorlar. Nefer diyor: “Ben padişahın askeriyim, onun hizmetindeyim. Sonra onun yanına gideceğim. Siz neci oluyorsunuz? Eğer onun izin ve rızasıyla gelmişseniz, göz ve baş üstüne geldiniz. Emrini gösteriniz. Yoksa çekiliniz, benden uzak olunuz. Ben tek başımla kalsam, sizler binler dahi olsanız, yine sizinle dövüşeceğim. Kendi nefsim için değil, çünkü nefsim benim değil, benim sultanımındır. Belki bendeki nefsim ve silahım, malikimin emanetidir. Emaneti muhafaza ve sultanımın haysiyetini himaye ve izzetini vikaye için size baş eğmeyeceğim!”

İşte, o ikinci yoldaki medar-ı sürur ve saadet olan binler ahvalden bu hal bir nümunedir. Sair ahvali sen kıyas et. Bütün o ikinci yolun seferinde, tevellüdat namında,—sevinç ve şenlikle—bir tahşidat ve sevkiyat-ı askeriye var ve vefiyat namında—sürur ve mızıka—ile terhisat-ı askeriye görünüyor. İşte, Kuran-ı Hakim beşere bu yolu hediye etmiştir. Bu hediyeyi kim tam kabul etse, böyle iki cihanın saadetine giden bu ikinci yoldan gider. “Ne geçmiş şeyden mahzun ve ne de gelecek şeyden havf eder.”

Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: “En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zihayat kendi nefsine maliktir ve kendi zatı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekàsını temin etmektir” diyorsun. Ve Halık-ı Kerimin kerem düsturlarından ve erkan-ı kainatta kemal-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumi kanunun rahimane, kerimane cilvelerini cidal zannedip, “Hayat bir cidaldir” diye, ahmakane hükmetmişsin.

Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrat-ı taamiyenin kemal-i şevk ile beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerim bir Rabbin emriyle bir teavündür.

Hem çürük bir esasın, “Herşey kendi nefsine maliktir” diyorsun. Hiçbir şey kendi nefsine malik olmadığına kati bir delil şudur ki:

Esbabın içinde en eşrefi ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi, insandır. Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zahir efal-i ihtiyariyesinden yüz cüzünden onun dest-i ihtiyarına verilen ve daire-i iktidarına giren, yalnız meşkuk tek bir cüzdür. Böyle en zahir fiilin yüz cüzünden bir cüzüne malik olmayan, nasıl kendine maliktir denilir?

Böyle en eşref ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakiki tasarruftan ve temellükten eli bağlanmış bulunsa, “Sair hayvanat ve cemadat kendine maliktir” diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve cemadattan daha ziyade camid ve şuursuz olduğunu ispat eder.

Seni bu hataya atıp bu vartaya düşüren, bir gözlü dehandır. Yani, harika, menhus zekandır. O kör dehan ile, herşeyin halıkı olan Rabbini unuttun, mevhum bir tabiata isnad ettin, asarını esbaba verdin, o Halıkın malını batıl mabud olan tağutlara taksim ettin. Şu noktada ve o dehan nazarında, her zihayat, herbir insan, tek başıyla hadsiz adaya karşı mukavemet etmek ve nihayetsiz hacatın tahsiline çabalamak lazım geliyor. Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zail lema gibi bir şuur, çabuk söner şule gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömür ile, o hadsiz adaya ve hacata karşı dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki, o biçare zihayatın sermayesi, binler matluplarından birisine kafi gelmiyor. Musibete giriftar olduğu zaman, sağır, kör esbabdan başka derdine derman beklemiyor. وَمَا دُعَۤاءُ الْكَافِرِينَ اِلاَّ فِى ضَلاَلٍ sırrına mazhar oluyor.

Senin karanlıklı dehan, nev-i beşerin gündüzünü geceye kalb etmiş. Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için, yalancı, muvakkat lambalarla tenvir ettin. O lambalar sürur ile beşerin yüzüne tebessüm etmiyor. Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehane gülmesine, o ışıklar müstehziyane gülüp eğleniyor.

Herbir zihayat, senin şakirtlerin nazarında, zalimlerin hücumuna maruz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir matemhane-i umumiyedir. Dünyadaki sadalar ölümlerden, elemlerden gelen vaveylalardır. Senden tam ders alan şakirdin, bir Firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğü herşeyi kendine rab telakki eden bir firavun-u zelildir.

Hem senin şakirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir.

Hem cebbardır. Fakat kalbinde bir nokta-i istinad bulamadığı için, zatında gayet aciz bir cebbar-ı hodfuruştur.

O şakirdin gaye-i himmeti hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakarlık perdesi altında kendi menfaat-i nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddi olarak hiçbir şeyi sevmiyor, herşeyi nefsine feda ediyor.

Amma Kuranın halis ve tam şakirdi ise, bir abddir. Fakat azam-ı mahlukata karşı da ubudiyete tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve azam bir menfaati gaye-i ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir.

Hem halim selimdir. Fakat Fatır-ı Zülcelalinden başkasına, izni ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmez bir halim-i alihimmettir.

Hem fakirdir. Fakat onun Malik-i Kerimi ona ileride iddihar ettiği mükafat ile bir fakir-i müstağnidir.

Hem zayıftır. Fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaif-i kavidir ki, Kuran hakiki bir şakirdine Cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i maksat yaptırmadığı halde,bu zail, fani dünyayı ona gaye-i maksat hiç yapar mı?

İşte iki şakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla.

Hem felsefe-i sakimenin şakirtleriyle Kuran-ı Hakimin tilmizlerinin hamiyetkarlık ve fedakarlıklarını bununla muvazene edebilirsin. Şöyle ki:

Felsefenin şakirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dava açar. Kuranın şakirdi ise, semavat ve arzdaki umum salih ibadı kendine kardeş telakki ederek, gayet samimi bir surette onlara dua eder.Ve saadetleriyle mesut oluyor. Ve ruhunda şedit bir alakayı onlara karşı hisseder.

Hem en büyük şey olan Arş ve şemsi musahhar birer memur ve kendi gibi bir abd, bir mahluk telakki eder.

Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kuran, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esma-i İlahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz alemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, “Evradlarınızı bununla okuyunuz” der. İşte, Kuranın tilmizlerinden Şah-ı Geylani, Rufai, Şazeli gibi şakirtleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerratı, katarat adetlerini, mahlukatın aded-i enfasını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar, Cenab-ı Hakkı zikir ve tesbih ediyorlar.

İşte, Kuran-ı Mucizül-Beyanın mucizane terbiyesine bak ki, nasıl edna bir kederle ve küçük bir gam ile başı dönüp sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlup olan bu küçük insan, terbiye-i Kuran ile ne kadar teali ediyor. Ve ne derece letaifi inbisat eder ki, koca dünya mevcudatını, virdine tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cenneti zikir ve virdine gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenab-ı Hakkın edna bir mahlukunun üstünde büyük tutmuyor.Nihayet izzet içinde nihayet tevazuu cem ediyor. Felsefe şakirtlerinin buna nisbeten ne derece pest ve aşağı olduğunu kıyas edebilirsin.

İşte, felsefe-i sakime-i Avrupaiyeden yek-çeşm olan dehasının yanlış gördüğü hakikatleri, iki cihana bakan, gayb-aşina parlak iki gözüyle iki aleme nazar eden, beşer için iki saadete iki eliyle işaret eden hüda-yı Kurani der ki:

Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir. O emanetin maliki herşeye kadir, herşeyi bilir bir Rahim-i Kerimdir. O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor, ta senin için muhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir fiyat sana verecek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et. Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor ve senin takatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder. Senin şu hayatının gayesi, neticesi, o Malikin esmasına ve şuunatına bir mazhariyettir. Sana bir musibet geldiği vakit, de:
اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ Yani, “Ben Malikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıyla geldinse, merhaba, safa geldin. Çünkü, elbette bir vakit Ona döneceğiz ve Onun huzuruna gideceğiz ve Ona müştakız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekalifinden azad edecektir. Haydi, ey musibet, o terhis ve o azad etmek senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa, benim takatim yettikçe, emin olmayana, Malikimin emanetini teslim etmem” der.

İşte, binden bir nümune olarak, deha-yı felsefinin ve hüda-yı Kuraninin verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sabıkan beyan edilen tarz ile gidiyor. Fakat hidayet ve dalalette insanların dereceleri mütefavittir, gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elim elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tağutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalalete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. aya, Avrupanın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve batıl efkarlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihane taklit edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. agah olunuz ki, siz ahlaksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır.

هَدٰينَا اللهُ وَاِيَّاكُمْ اِلَى الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ
ALTINCI NOTA
Ey kafirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkarındaki ittifaklarından telaşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılap eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvanatın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum enva-ı hayvanat üstünde sultan ve halife ve hakim olmuştur.

İşte, muzır kafirler ve kafirlerin yolunda giden sefihler, Cenab-ı Hakkın hayvanatından bir nevi habislerdir ki, Fatır-ı Hakim onları dünyanın imareti için halk etmiştir. Mümin ibadına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vahid-i kıyasi yapıp, akıbetinde, müstehak oldukları Cehenneme teslim eder.

İşte, küffarın ve ehl-i dalaletin bir hakikat-i imaniyeyi inkar ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünkü, nefiy sırrıyla, ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, bir tek hükmündedir. Mesela, bütün İstanbul ahalisi, Ramazanın başında ayı görmediğinden nefyetse, iki şahidin ispatıyla o cemm-i gafirin nefiy ve ittifakı sukut eder.Madem küfrün ve dalaletin mahiyeti nefiydir ve inkardır, cehildir ve ademdir; küffarın kesretle ittifakı ehemmiyetsizdir.Ehl-i hakkın, hak ve sabit ve sübutu ispat olunan mesail-i imaniyede, şuhuda istinad eden iki müminin hükmü, hadsiz ehl-i dalaletin ittifakına racih olur, galebe eder.

Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin davaları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin davaları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilal-i Ramazanı görmeyen der ki: “Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.” Başkası da “Nazarımda yoktur der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, davaları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez.

Fakat ispat edenler demiyor ki, “Benim nazarımda ve gözümde hilal var.” Belki “Nefsül-emirde, göğün yüzünde hilal vardır, görünür” der. Görenler bütün aynı davayı ve “Nefsül-emirde vardır” der. Demek bütün davalar birdir. Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, davaları da ayrı ayrı olur. Nefsül-emre hükmedemiyorlar. Çünkü nefsül-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lazımdır.

اَلْعَدَمُ الْمُطْلَقُ لاَ يُثْبَتُ اِلاَّ بِمُشْكِلاَتٍ عَظِيمَةٍ bir kaide-i usuldür. Evet, birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kafi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lazım gelir ki, ta o nefiy ispat edilsin.

İşte bu sırra binaen, ehl-i küfrün bir hakikati nefyetmesi ise, bir meseleyi halletmek veyahut dar bir delikten geçmek veyahut bir hendekten atlamak misalindedir ki, bin de, bir de, birdir. Çünkü birbirine yardımcı olamaz. Fakat ispat edenler nefsül-emirde hakikat-i hale baktıkları için, müddeaları ittihad ediyor. Kuvvetleri birbirine yardım eder. Büyük bir taşın kaldırmasına benzer ki, ne kadar eller yapışsa daha ziyade kaldırması kolay olur ve birbirinden kuvvet alır.

YEDİNCİ NOTA
Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve sanat ve terakkiyat-ı ecnebiyeye cebir ile sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın. Eğer böyle ahmakane, körü körüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kàtil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir olur.Ondandır ki, ilm-i usulde “Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kafir eğer zimmi olsa veya musalaha etse hakk-ı hayatı var” diye usul-i şeriatın bir düsturudur.Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kafirin şehadeti makbuldür;fakat fasık merdudüş-şehadettir. Çünkü haindir.

Ey bedbaht, fasık adam! Fasıkların kesretine bakıp aldanma ve “Ekseriyetin efkarı benimle beraberdir” deme. Çünkü fasık adam, fıskı isteyerek ve bizzat talep edip girmemiş; belki içine düşmüş, çıkamıyor. Hiçbir fasık yoktur ki, salih olmasını temenni etmesin ve amirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İlla ki—el-iyazü billah!—irtidat ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın!

Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, ta ki dünyadan hissesini unutmasınlar?

Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü müminde hırs sebeb-i hasarettir ve sefalettir. اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ durub-u emsal hükmüne geçmiştir.

Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın suri tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok daileri var. Halbuki baki olan ahirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu biçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bakiyeye yardım eden azlara imdat etmek lazım gelir. Yoksa, o az daileri susturup çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun.

aya, zanneder misin ki, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neşet ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusi ve Berahime ve Afrikadaki zenciler gibi, Avrupanın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zaruri kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor?

Ya Avrupa kafir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.

Sizin cebren böyle ehl-i imanı mimsiz medeniyete sevk etmekteki maksadınız, eğer memlekette asayiş ve emniyeti temin ve kolayca idare etmek ise, katiyen biliniz ki, hata ediyorsunuz, yanlış yola sevk ediyorsunuz. Çünkü itikadı sarsılmış, ahlakı bozulmuş yüz fasıkın idaresi ve onlar içinde asayiş temini, binler ehl-i salahatin idaresinden daha müşküldür.

İşte bu esaslara binaen, ehl-i İslam dünyaya ve hırsa sevk olunmaya ve teşvik edilmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve asayişler bununla temin edilmez. Belki mesailerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.

SEKİZİNCİ NOTA
Ey say ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tembel insan! Bil ki, Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükafatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur. İşte bu sır içindir ki, mevcudat, hatta bir nokta-i nazarda camidat dahi, evamir-i tekviniye tabir edilen hususi vazifelerinde, kemal-i şevkle ve bir çeşit lezzet ile evamir-i Rabbaniyeyi imtisal ederler. Arıdan, sinekten, tavuktan tut, ta şems ve kamere kadar herşey kemal-i lezzet ile vazifesine çalışıyorlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından akıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazifelerini ifa ediyorlar.

Eğer desen: “Zihayatta lezzet kabildir. Cemadatta nasıl şevk ve lezzet olabilir?”

Elcevap: Cemadat kendi hesaplarına değil, onlara tecelli eden esma-i İlahiye hesabına bir şeref, bir makam, bir kemal, bir güzellik, bir intizam isterler, arıyorlar. O vazife-i fıtriyelerinin imtisalinde, Nurul-Envarın isimlerine birer makes, birer ayine hükmüne geçtiğinden, tenevvür eder, terakki eder.

Mesela, nasıl ki bir katre su, bir zerrecik cam parçası, zatında ziyasız, ehemmiyetsiz iken, safi kalbiyle güneşe yüzünü çevirse, o vakit o ehemmiyetsiz, ziyasız katre ve cam parçası, güneşin bir nevi arşı olup senin yüzüne de tebessüm eder. İşte bu misal gibi, zerrat-ı mevcudat, cemal-i mutlak ve kemal-i mutlak sahibi olan Zat-ı Zülcelalin isimlerine vazifeperverlik cihetinde ayine olmalarıyla, o katre ve zerrecik şişe gibi gayet aşağı bir dereceden gayet yüksek bir derece-i zuhura ve tenevvüre çıkıyorlar. Madem vazife cihetinde gayet nurani ve yüksek bir makam alıyorlar; lezzet mümkün ve kabilse, yani hayat-ı ammeden hissedar iseler, gayet lezzet ile o vazifeleri görüyorlar denilebilir.

Vazifede lezzet bulunduğuna en zahir bir delil: Sen kendi aza ve duygularının hizmetlerine bak. Herbiri, bekà-i şahsi ve bekà-i nevi için ettikleri hizmetlerinde ayrı ayrı lezzetleri var. Nefs-i hizmet, onlara bir telezzüz hükmüne geçiyor. Hatta hizmeti terk etmek, o uzvun bir nevi azabıdır.

Hem en zahir bir delil dahi, horoz ve yavrulu tavuk gibi hayvanatın vazifelerinde gösterdikleri fedakarane ve merdane vaziyetleridir ki, horoz aç olduğu halde tavukları nefsine tercih edip, bulduğu rızka onları çağırır; yemez, onlara yedirir. Ve bir şevk ve iftihar ve telezzüz ile o vazifeyi gördüğü görünür. Demek o hizmette, yemekten fazla bir lezzet alır. Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi, yavrularının hatırı için ruhunu feda eder, ite atılır. Kendini aç bırakıp onları doyurur. Demek o hizmette öyle bir lezzet alır ki, açlık acısına ve ölmek elemine tereccuh eder, ziyade gelir.

Hayvani valideler, yavrularını, küçük iken vazifeleri bulunduğundan, lezzetle himayeye çalışır. Büyük olduktan sonra vazife kalkar, lezzet de gider. Yavrusunu döver, elinden daneyi alır. Yalnız, insan nevindeki validelerin vazifeleri bir derece devam eder. Çünkü insanlarda, zaaf ve acz itibarıyla, daima bir nevi çocukluk var; her vakit de şefkate muhtaçtır.

İşte umum hayvanatın, horoz gibi çobanlık eden erkeklerine ve tavuk gibi validelerine bak, anla ki, bunlar kendi hesabına ve kendileri namına, kendi kemalleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünkü hayatını, vazifede lazım gelse feda ediyorlar. Belki vazifeleri, onları o vazifeyle tavzif eden ve o vazife içinde rahmetiyle bir lezzet derc eden Münim-i Kerimin hesabına ve Fatır-ı Zülcelalin namına görüyorlar.

Hem nefs-i hizmette ücret bulunduğuna bir delil de şudur ki: Nebatat ve eşcar, bir şevk u lezzeti ihsas eden bir tavır ile Fatır-ı Zülcelalin emirlerini imtisal ediyorlar. Çünkü, dağıttığı güzel kokular ve müşterilerin nazarını celb edecek ziynetlerle süslenmeleri ve sümbülleri ve meyveleri için çürüyünceye kadar kendilerini feda etmeleri, ehl-i dikkate gösterir ki, onların, emr-i İlahinin imtisalinden öyle bir lezzetleri var ki, nefislerini mahvedip çürütüyorlar.

Bak, başında çok süt konserveleri taşıyan hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir, kendi bir çamur yer. Hem nar ağacı safi bir şarabı hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir, kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder.

Hatta hububatta dahi sümbüllenmek vazifesinde zahir bir iştiyak görünür. Nasıl ki dar bir yerde hapsedilen bir zat, bir bostana ve geniş bir yere çıkmayı müştakane ister; öyle de, hububatta, sümbüllenmek vazifesinde öyle sürurlu bir vaziyet, bir iştiyak görünüyor.

İşte “sünnetullah” tabir edilen, kainatta cereyan eden bu sırlı uzun düsturdandır ki, işsiz, tembel, istirahat ile yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle, say eden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çekerler. Çünkü, daima işsizler ömründen şikayet ederler, eğlence ile çabuk geçmesini isterler. Say edenler ve çalışanlar ise şakirdirler, hamd ederler, ömürlerinin geçmesini istemezler.

اَلْمُسْتَرِيحُ الْعَاطِلُ شَاكٍ مِنْ عُمْرِهِ وَالسَّاعِى الْعَامِلُ شَاكِرٌ külli düsturdur. Hem o sır iledir ki, “Rahat zahmette, zahmet rahattadır” cümlesi darbımesel olmuştur.

Evet, cemadata dikkatle nazar edilse, bilkuvve yalnız istidat ve kabiliyet cihetinde nakıs kalıp inkişaf etmeyenlerin, gayet bir içtihad ve say ile inbisat edip bilkuvveden bilfiil suretine geçmesinde, mezkur sünnet-i İlahiye düsturuyla bir tavır görünüyor. Ve o tavır işaret eder ki, o vazife-i fıtriyede bir şevk ve o meselede bir lezzet vardır. Eğer o camidin umumi hayattan hissesi varsa, şevk kendisinin olur; yoksa, o camidi temsil eden, nezaret eden şeye aittir. Hatta bu sırra binaen denilebilir ki: Latif, nazik su incimad emrini aldığı vakit, öyle şiddetli bir şevk ile o emre imtisal eder ki, demiri şak eder, parçalar. Demek burudet ve tahtessıfır soğuğun lisanıyla, ağzı kapalı demir kaptaki suya “Genişlen” emr-i Rabbanisi tebliğ edilince, şiddet-i şevk ile kabını parçalar. Demiri bozar, kendisi buz olur. Ve hakeza, herşeyi buna kıyas et ki, güneşlerin deveranından ve seyr ü seyahatlerinden tut, ta zerrelerin mevlevi gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kainattaki bütün say ve hareket, kanun-u kader-i İlahi üzerine cereyan ediyor ve dest-i kudret-i İlahiden sudur eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvini ile zuhur eder. Hatta herbir zerre, herbir mevcut, herbir zihayat, bir nefer askere benzer ki, orduda muhtelif dairelerde, o neferin ayrı ayrı nisbetleri, vazifeleri olduğu gibi, herbir zerre, herbir zihayatın dahi öyledir. Mesela senin gözünde bir zerre, gözün hücresinde ve gözde ve asab-ı veçhiyede ve bedenin şerayin tabir edilen damarlarında birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi ve o vazifeye göre birer faidesi vardır. Ve hakeza, herşeyi ona kıyas et.

Buna binaen herbir şey, bir Kadir-i Ezelinin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder:

Biri: Takatinin binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadirin vücuduna şehadet eder.

İkincisi: Herbir şey, nizam-ı alemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alim-i Kadire şehadet eder. Çünkü zerre gibi bir camid, arı gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübinin mühim ve ince meseleleri olan nizam ve mizanı bilmez. Camid bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede? Semavat tabakalarını bir defter sahifesi gibi açıp, kapayıp toplayan Zat-ı Zülcelalin elindeki Kitab-ı Mübinin mühim, ince meselelerini okumak nerede? Eğer sen divanelik edip zerrede o kitabın ince hurufatını okuyacak kadar bir göz bulunduğunu tevehhüm etsen, o vakit o zerrenin şehadetini redde çalışabilirsin!

Evet, Fatır-ı Hakim, Kitab-ı Mübinin düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçla icmal edip derc eder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaçla amel etse, o Kitab-ı Mübinin düsturlarını bilmeyerek imtisal eder. Mesela, hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar, durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asasıyla vurur, ab-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkan-ı harp gibi maharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahluka bu sanatı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak sanatını kim öğretmiş? Ve nereden öğrenmiş? Ben, yani bu biçare Said, itiraf ediyorum ki, eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım, kerrüfer harbini ve su çıkarmak hizmetini, çok uzun dersler ve çok müteaddit tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.

İşte, ilhama mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatı bu sineğe kıyas et. Hatta nebatatı da aynen hayvanata kıyas edebilirsin. Evet, Cevad-ı Mutlak (celle celaluhu), her ferd-i zihayatın eline lezzet midadıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş, onunla evamir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakim-i Zülcelale, nasıl Kitab-ı Mübinin düsturlarından, arı vazifesine ait miktarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, programını okur, emri anlar, hareket eder, وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ ayetinin sırrını izhar eder.

İşte, eğer bu Sekizinci Notayı tamamen işittin ve tam anladınsa, bir hads-i imani ile وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَىْءٍin bir sırrını, وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir hakikatini, اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ nun bir düsturunu, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ un bir nüktesini anlarsın.

DOKUZUNCU NOTA
Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalatın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir.

Madem şu alemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebiler elindedir. Dalalet, şer ve hasaret, onun muhalifindedir.

Mehasin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki, Nebi aleyhissatü vesselam, ubudiyet cihetiyle muvahhidinin kalblerini iyd ve Cuma ve cemaat namazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem ediyor. Öyle bir surette ki, şu insan, Mabud-u Ezelinin azamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler, dualar, zikirler ile mukabele ediyor. O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette Mabud-u Ezelinin uluhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki, güya küre-i arz kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktarıyla namaz kılıyor ve etrafıyla, semavatın fevkinde izzet ve azametle nazil olan اَقِيمُوا الصَّلٰوةَ emrini, küre-i arz imtisal ediyor. Bu sırr-ı ittihad ile, kainat içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahluk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Halık-ı Arz ve Semavatın mahbub bir abdi ve arzın halifesi, sultanı ve hayvanatın reisi ve hilkat-i kainatın neticesi ve gayesi oluyor.

Evet, eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında, bir anda Allahu ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, alem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, alem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima etse, küre-i arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sada ile söylediği Allahu ekbere müsavi geldiğinden, o muvahhidinin ittihadıyla bir anda Allahu ekber demeleri, küre-i arzın büyük bir Allahu ekberi hükmüne geçiyor. Adeta bayram namazlarında alem-i İslamın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup, aktar-u etrafıyla Allahu ekber deyip, kıblesi olan Kabe-i Mükerremenin samimi kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Arefe diliyle Allahu ekber diyerek, o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum müminlerin mağaramisal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Birtek Allahu ekber kelimesinin aks-i sadasıyla hadsiz Allahu ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah alemlerine de temevvüç ederek sada veriyor.

İşte, bu arzı böyle kendine sacid ve abid ve ibadına mescid ve mahluklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-ı Zülcelale, yerin zerratı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamd ediyoruz ki, bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resulallah aleyhissalatü vesselamına ümmet eylemiş.

ONUNCU NOTA
Bil, ey gafil, müşevveş Said! Cenab-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve ayat ve şahitlerin ayinelerinde cilvelerini görmek ve berahin ve deliller mesamatıyla temaşa etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahın şahitleri, burhanları üç çeşittir:

Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lakin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalattan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O ab-ı hayat, parmağı mekan ittihaz etmez.

İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesimine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eli ile baksan, tenkit ile el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.

Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddi elini uzatsan ve maddi mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddide hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesifi kendine malik ve seyyid kabul etmez.

ON BİRİNCİ NOTA
Bil ki, Kuran-ı Mucizül-Beyanın ifadesinde çok şefkat ve merhamet var. Çünkü, muhatapların ekserisi, cumhur-u avamdır. Onların zihinleri basittir. Nazarları dahi dakik şeyleri görmediğinden, onların besatet-i efkarını okşamak için, tekrar ile, semavat ve arzın yüzlerine yazılan ayetleri tekrar ediyor, o büyük harfleri kolaylıkla okutturuyor. Mesela, semavat ve arzın hilkati ve semadan yağmurun yağdırılması ve arzın dirilmesi gibi bilbedahe okunan ve görünen ayetleri ders veriyor. O huruf-u kebire içinde küçük harflerle yazılan ince ayata nazarı nadiren çevirir, ta zahmet çekmesinler.

Hem üslub-u Kuranide öyle bir cezalet ve selaset ve fıtrilik var ki, güya Kuran bir hafızdır, kudret kalemiyle kainat sahifelerinde yazılan ayatı okuyor. Güya Kuran, kainat kitabının kıraatidir ve nizamatının tilavetidir ve Nakkaş-ı Ezelinin şuunatını okuyor ve fiillerini yazıyor. Bu cezalet-i beyaniyeyi görmek istersen, hüşyar ve müdakkik bir kalb ile, Sure-i Amme ve قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ ayetleri gibi fermanları dinle.

ON İKİNCİ NOTA
Ey bu notaları dinleyen dostlarım! Biliniz ki, ben hilaf-ı adet olarak, gizlemesi lazım gelen, Rabbime karşı kalbimin tazarru ve niyaz ve münacatını bazan yazdığımın sebebi; ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedel kitabımın söylemesinin kabulünü rahmet-i İlahiyeden rica etmektir. Evet, kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma kefaret olacak, muvakkat lisanımın tevbe ve nedametleri kafi gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabımın lisanı daha ziyade o işe yarar. İşte bu notaların teliflerinden on üç sene evvel, dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, Eski Saidin gülmeleri Yeni Saidin ağlamalarına inkılap edeceği hengamda, gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir anda, şu münacat ve niyaz, Arabi yazılmıştır. Bir kısmının Türkçe meali şudur ki:

Ey Rabb-i Rahimim ve ey Halık-ı Kerimim! Benim su-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalalet verici vesveseler kalmıştır.

Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacaletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede, göre göre, gayet süratle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbap ve akran ve akaribim gibi, kabir kapısına yanaşıyorum.

O kabir, bu dar-ı faniden firak-ı ebedi ile ebedül-abad yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır.Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dar-ı dünyayı, kati bir yakin ile anladım ki, haliktir gider ve fanidir ölür. Ve bilmüşahede, içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkardır. Bir lezzet verse, bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.

Ey Rabb-i Rahimim ve ey Halık-ı Kerimim! كُلُّ اٰتٍ قَرِيبٌ sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir zamanda, kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarıma veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergah-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kàliyle bağırarak derim: “El-aman, el-aman! Ya Hannan! Ya Mennan! Beni günahlarımın hacaletinden kurtar!”

İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergah-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum: “El-aman, el-aman! Ya Rahman! Ya Hannan! Ya Mennan! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle!”

İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyiciler beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve mence yok. Günahların çirkin yüzünden ve masiyetin vahşi şeklinden ve o mekanın darlığından, bütün kuvvetimle nida edip:

“El-aman, el-aman! Ya Rahman! Ya Hannan! Ya Mennan! Ya Deyyan! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! İlahi, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten lil-alemin olan Habibin (a.s.m.), Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekva değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekva ediyorum.

“Ey Halık-ı Kerimim ve ey Rabb-i Rahimim! Senin Said ismindeki mahlukun ve masnuun ve abdin, hem asi, hem aciz, hem gafil, hem cahil, hem alil, hem zelil, hem müsi, hem müsin, hem şaki, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergahına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle müptela olmuş, Sana tazarru ve niyaz eder. Eğer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin şanındır. Çünkü Erhamürrahiminsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergahına gidilsin. Senden başka hak mabud yoktur ki ona iltica edilsin.”
لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ وَحْدَكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ اٰخِرُ الْكَلاَمِ فِى الدُّنْيَا وَ اَوَّلُ الْكَلاَمِ فِى اْلاٰخِرَةِ وَفِى الْقَبْرِ: اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ تَعَالٰى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
ON ÜÇÜNCÜ NOTA

Medar-ı iltibas olmuş olan beş meseledir.
BİRİNCİSİ: Tarik-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lazım gelirken, Cenab-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekatını ona bina ederek hataya düşerler. Edebüd-Din ved-Dünya risalesinde vardır ki:

Bir zaman şeytan, İsa a itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve herşey kader-i İlahi iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.”

Hazret-i İsa demiş ki:
اِنَّ لِلّٰهِ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَلَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يَخْتَبِرَ رَبَّهُ
Yani, “Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin? diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin? diye tecrübevari bir surette Cenab-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, su-i edeptir, ubudiyete münafidir.”

Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.

Meşhurdur ki, bir zaman İslam kahramanlarından ve Cengizin ordusunu müteaddit defa mağlup eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler:

“Sen muzaffer olacaksın. Cenab-ı Hak seni galip edecek.”

O demiş: “Ben Allahın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlup etmek Onun vazifesidir.”

İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.

Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyari ile işledikleri efallerinde, Cenab-ı Hakka ait netaici düşünmemek gerektir. Mesela, kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nura iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i maneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki, üstad-ı mutlak, mukteda-yı küll, rehber-i ekmel olan Resulallah aleyhissalatü vesselam, وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ olan ferman-ı İlahiyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade say ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ يَهْدِى مَنْ يَشَۤاءُ sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir; Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.

Öyle ise, işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekatınızı bina etmekle karışmayınız ve Halıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız.

İKİNCİ MESELE: Ubudiyet, emr-i İlahiye ve rıza-yı İlahiye bakar. Ubudiyetin daisi emr-i İlahi ve neticesi rıza-yı Haktır. Semeratı ve fevaidi uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafi olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatler o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüzü olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder. Belki o hasiyetli virdi akim bırakır, netice vermez.

İşte bu sırrı anlamayanlar, mesela yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendiyi veya bin hasiyeti bulunan Cevşenül-Kebiri, o faidelerin bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünkü o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasten ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazli bir surette, o halis virde talepsiz terettüp eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.

Yalnız bu kadar var ki, böyle hasiyetli evradı okumak için, zayıf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip, evradı sırf rıza-yı İlahi için, ahiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktabdan ve Selef-i Salihinden mervi olan faideleri görmediklerinden şüpheye düşer, hatta inkar da eder.

ÜÇÜNCÜ MESELE: طُوبٰى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ Yani, “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.”

Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre “Güneşin bir aksi bende vardır” der. Fakat “Ben de deniz gibi bir ayineyim” diyemez. Öyle de, esma-i İlahiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamat-ı evliyada öyle meratip var. Esma-i İlahiyenin herbirisinin, bir güneş gibi, kalbden Arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez.

İşte, ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergah-ı Uluhiyete karşı secde etmeye bedel naz ve fahr suretinde gidenler, zerrecik kalbini Arşa müsavi tutar. Katre gibi makamını, deniz gibi evliyanın makamatıyla iltibas eder. Kendini o büyük makamata yakıştırmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için, tasannuata, tekellüfata, manasız hodfuruşluğa ve birçok müşkilata düşer.

Elhasıl, hadiste vardır ki:
هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلٰى خَطَرٍ عَظِيمٍ
Yani, medar-ı necat ve halas, yalnız ihlastır. İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla halis olmayana müreccahtır.İhlası kazandıran, harekatındaki sebebi sırf bir emr-i İlahi ve neticesi rıza-yı İlahi olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlahiyeye karışmamalı.

Herşeyde bir ihlas var. Hatta muhabbetin de ihlas ile bir zerresi, batmanlar ile resmi ve ücretli muhabbete tereccuh eder. İşte bir zat bu ihlaslı muhabbeti böyle tabir etmiş:
وَمَا اَنَا بِالْبَاغِى عَلَى الْحُبِّ رُشْوَةً ضَعِيفٌ هَوًى يُبْغٰى عَلَيْهِ ثَوَابُ
Yani, “Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükafat istemiyorum. Çünkü, mukabilinde bir mükafat, bir sevap istenilen muhabbet zayıftır, devamsızdır.” Hatta halis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve umum validelerde derc edilmiştir. İşte bu halis muhabbete tam manasıyla validelerin şefkatleri mazhardır. Valideler, o sırr-ı şefkatle, evlatlarına karşı muhabbetlerine bir mükafat, bir rüşvet istemediklerine ve talep etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda etmeleridir. Tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı iken, yavrusunu itin ağzından kurtarmak için—Hüsrevin müşahedesiyle—kafasını ite kaptırır.

DÖRDÜNCÜ MESELE: Esbab-ı zahiriye eliyle gelen nimetleri o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebep ihtiyar sahibi değilse (mesela hayvan ve ağaç gibi), doğrudan doğruya o nimeti Cenab-ı Hak hesabına verir. Madem o lisan-ı hal ile Bismillah der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillah de, al.

Eğer o sebep ihtiyar sahibi ise, o Bismillah demeli, sonra ondan al. Yoksa alma. Çünkü وَلاَ تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللهِ عَلَيْهِ ayetinin mana-yı sarihinden başka bir mana-yı işarisi şudur ki: “Münim-i Hakikiyi hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz” demektir.

O halde, hem veren Bismillah demeli, hem alan Bismillah demeli. Eğer o Bismillah demiyor, fakat sen de almaya muhtaç isen, sen Bismillah de, onun başı üstünde rahmet-i İlahiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani, nimetten inama bak, inamdan Münim-i Hakikiyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zahiri vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.

Esbab-ı zahiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem birşeyin ademi, bir nimetin madum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddematına ve şeraitine terettüp eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor.

Mesela, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şeraitin vücuduna tevakkuf ile beraber, illet-i hakiki olan kudret ve irade-i Rabbaniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlatanın ne kadar hatası zahir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil.

Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış. İllet rahmet-i İlahiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkur kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şeraitin bir şartı olabilir.

Mesela, Risale-i Nurun şakirtleri içinde Cenab-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktiranı illet ile iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenab-ı Hak onlara ders-i Kuranide verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.

Onlar derler ki: “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.”

Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenab-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlahiyedir. Ben de sizin gibi, iktiranı illet ile iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nurun sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: “Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmi bir biçare nasıl hizmet edecekti?” Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsi nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.

Bu Dördüncü Meselede gafletin ne kadar dereceleri bulunduğu anlaşılır.

BEŞİNCİ MESELE: Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zaptetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sayleriyle hasıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüp eden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enaniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir şirk-i hafiye yol açar.

Evet, bir kaleyi fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir.

Belki mazhar ve makes olduklarını bilmek lazımdır. Mesela, hararet ve ziya sana bir ayine vasıtasıyla gelir. Sen de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, ayineyi masdar telakki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir.

Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir ayinedir, Cenab-ı Haktan gelen feyze makes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lazımdır.

Hatta bazı olur ki, masdar telakki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlasıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile, o mürid, başka yolda aldığı füyuzatı, üstadının mirat-ı ruhundan gelmiş görüyor. Nasıl ki bazı adam, manyetizma vasıtasıyla bir cama dikkat ede ede alem-i misale karşı hayalinde bir pencere açılır, o ayinede çok garaibi müşahede eder. Halbuki ayinede değil, belki ayineye olan dikkat-i nazar vasıtasıyla, ayinenin haricinde hayaline bir pencere açılmış, görüyor. Onun içindir ki, bazan nakıs bir şeyhin halis müridi, şeyhinden daha ziyade kamil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.

ON DÖRDÜNCÜ NOTA
Tevhide dair dört küçük remizdir.
BİRİNCİ REMİZ: Ey esbabperest insan! Acaba, garip cevherlerden yapılmış bir acip kasrı görsen ki yapılıyor. Onun binasında sarf edilen cevherlerin bir kısmı yalnız Çinde bulunuyor. Diğer kısmı Endülüste, bir kısmı Yemende, bir kısmı Sibiryadan başka yerde bulunmuyor. Binanın yapılması zamanında, aynı günde şark, şimal, garp, cenuptan o cevherli taşlar kolaylıkla celb olup yapıldığını görsen, hiç şüphen kalır mı ki, o kasrı yapan usta, bütün küre-i arza hükmeden bir hakim-i mucizekardır?

İşte, herbir hayvan, öyle bir kasr-ı İlahidir. Hususan insan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acibidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherleri, bir kısmı alem-i ervahtan, bir kısmı alem-i misalden ve Levh-i Mahfuzdan ve diğer bir kısmı da hava aleminden, nur aleminden, anasır aleminden geldiği gibi; hacatı ebede uzanmış, emelleri semavat ve arzın aktarında intişar etmiş, rabıtaları, alakaları dünya ve ahiret edvarında dağılmış bir saray-ı acip ve bir kasr-ı gariptir.

İşte, ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o Zat olabilir ki, dünya ve ahiret birer menzil, arz ve sema birer sahife, ezel ve ebed, dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir Zat olabilir. Öyle ise, insanın mabudu ve melcei ve halaskarı O olabilir ki, arz ve semaya hükmeder, dünya ve ukba dizginlerine maliktir.

İKİNCİ REMİZ: Bazı eblehler var ki, güneşi tanımadıkları için, bir ayinede güneşi görse, ayineyi sevmeye başlar. Şedit bir his ile onun muhafazasına çalışır—ta ki içindeki güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh, güneş, ayinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasıyla fena bulmadığını derk etse, bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir. O vakit anlar ki, ayinede görünen güneş, ayineye tabi değil, bekàsı ona mütevakkıf değil. Belki güneştir ki, o ayineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna medet veriyor. Güneşin bekàsı onunla değil; belki ayinenin hayattar parlamasının bekàsı, güneşin cilvesine tabidir.

Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin bir ayinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedit bir muhabbet-i bekà, o ayine için değil ve o kalbin ve mahiyetin için değil. Belki o ayinede istidada göre cilvesi bulunan Baki-i Zülcelalin cilvesine karşı muhabbetindir ki, belahet yüzünden, o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Madem öyledir; يَابَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى de. Yani, madem Sen varsın ve bakisin. Fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!

ÜÇÜNCÜ REMİZ: Ey insan! Fatır-ı Hakimin senin mahiyetine koyduğu en garip bir halet şudur ki:

Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle manevi cihazat ve latifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o latife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hatta bazan söner ve ölür.

Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lema, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i amalin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüzi küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.

DÖRDÜNCÜ REMİZ: Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde inikas edip, göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi madum ve gayr-ı mevcut oldukları halde, birbiri içinde inikas edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; madum bir dünyayı mevcut zannedersin.

Nasıl bir hat, sürat-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi, senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ü hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha süratli akar.

Madem dünya hayatı ve cismani yaşayış ve hayvani hayat böyledir. Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir alem-i nur bulursun. İşte o alemin anahtarı, marifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.

ON BEŞİNCİ NOTA
Üç meseledir.

BİRİNCİ MESELE: İsm-i Hafizin tecelli-i etemmine işaret eden
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ayetidir. Kuran-ı Hakimin bu hakikatine delil istersen, Kitab-ı Mübinin mistarı üstünde yazılan şu kainat kitabının sahifelerine baksan, ism-i Hafizin cilve-i azamını ve bu ayet-i kerimenin bir hakikat-i kübrasının naziresini çok cihetlerle görebilirsin.

Ezcümle: Ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı, nevileri birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukçaları hükmünde olan o kabzayı, karanlıkta ve karanlık ve basit ve camid bir toprak içinde defnet, serp. Sonra, mizansız ve eşyayı fark etmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula.

Sonra, senevi haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel, bak. İsrafilvari melek-i rad, baharda, nefh-i sur nevinden yağmura bağırması, yeraltında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafizin tecellisi altında, kemal-i imtisal ile, hatasız olarak, Fatır-ı Hakimden gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket ediyorlar ki, onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret, bir kast, bir irade, bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladığı görünüyor. Çünkü, görüyorsun ki, o birbirine benzeyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrılıyor.

Mesela bu tohumcuk bir incir ağacı oldu, Fatır-ı Hakimin nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleriyle bizlere uzatıyor. İşte, ona sureten benzeyen bu iki tohumcuk ise, gün aşıkı namındaki çiçek ile, hercai menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi. Yüzümüze gülüyorlar, kendilerini bizlere sevdiriyorlar.

Daha buradaki bir kısım tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi. Ve sümbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleriyle iştahımızı açıp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar. Ve kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Ta nebati hayat mertebesinden, hayvani hayat mertebesine terakki etsinler.

Ve hakeza, kıyas et. Öyle bir surette o tohumcuklar inkişaf ettiler ki, o tek kabza, muhtelif ağaçlar ve mütenevvi çiçekler ile dolu bir bahçe hükmüne geçti. İçinde hiçbir galat, kusur yok. فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ sırrını gösterir. Herbir tohum, ism-i Hafizin cilvesiyle ve ihsanıyla, ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti, iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor.

İşte bu hadsiz harika muhafazayı yapan Zat-ı Hafiz, kıyamet ve haşirde, hafiziyetin tecelli-i ekberini göstereceğine kati bir işarettir.

Evet, bu ehemmiyetsiz, zail, fani tavırlarda bu derece kusursuz, galatsız hafiziyet cilvesi bir hüccet-i katıadır ki, ebedi tesiri ve azim ehemmiyeti bulunan, emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi olan insanların efal ve asar ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatları, kemal-i dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek.

aya, bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak? Haşa! Belki insan ebede mebustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzettir. Küçük büyük, az çok, her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.

İşte, hafiziyetin cilve-i kübrasına ve mezkur ayetin hakikatine şahitler had ve hesaba gelmez. Bu meseledeki gösterdiğimiz şahit, denizden bir katre, dağdan bir zerredir.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ