"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Habbe

Cennet-i Kuraniyenin semeratından bir semerenin ihtiva ettiği
حَبَّه مِى كُويَدْ مَنْ شَاخِ دِرَخْتَمْ بَرَازْ مَيْوَهءِ تَوْحِيدْ يَگْ شَبْنَمَمْ اَزْيَمْ بُرْاَزْ لُؤْلُؤِ تَمْجِيدْ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى دِينِ اْلاِسْلاَمِ وَكَمَالِ اْلاِيمَانِ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى مُحَمَّدٍنِالَّذِى هُوَ مَرْكَزُ دَائِرَةِ اْلاِسْلاَمِ وَمَنْبَعُ اَنْوَارِ اْلاِيمَانِ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ مَادَامَ الْمَلَوَانِ وَمَادَامَ الْقَمَرَانِ

İlem eyyühel-aziz! Şu gördüğün büyük aleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedi (a.s.m.) o kitabın katibinin kaleminin mürekkebidir.

Eğer o alem-i kebir bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedi hem çekirdeği, hem semeresi olur.

Eğer dünya mücessem bir zihayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur.
Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.

Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedi onun andelibi olur.

Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, nur-u Muhammedi o Sultan-ı Ezelin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle asar-ı sanatını havi olan o yüksek saraya nazır ve münadi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika sanatları, harikaları ve mucizeleri tarif ediyor. Halkı o saray Sahibine, Saniine iman etmek üzere cazibedar, hayretfeza davet ediyor.

İlem eyyühel-aziz! Hilkat şeceresinin semeresi insandır. Malumdur ki, semere bütün eczanın en ekmeli ve kökten en uzağı olduğu için, bütün eczanın hasiyetlerini, meziyetlerini havidir. Ve keza, hilkat-i alemin ille-i gaiye hükmünde olan çekirdeği yine insandır.

Sonra, o şecerenin semeresi olan insandan bir tanesini şecere-i İslamiyete çekirdek ittihaz etmiştir. Demek o çekirdek, alem-i İslamiyetin hem banisidir, hem esasıdır hem güneşidir. Fakat o çekirdeğin çekirdeği kalbdir. Kalbin ihtiyacat saikasıyla alemin envaıyla, eczasıyla pek çok alakaları vardır. Esma-i Hüsnanın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları vardır. Ancak, Ganiyy-i Mutlak ve Hafız-ı Hakiki ile itminan edebilir.

Ve keza, o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün alemi temsil eder. Ve Vahid-i Ehadden başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedi, sermedi bir bekadan maada birşeye razı olmuyor.

İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslamiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nurani, misali alem-i emirden gelen emirle öyle bir şecere-i nurani olarak yeşillenir ki, onun cismani alemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılap edinceye kadar ateş ile yanması lazımdır.

Ve keza, o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hadimler kalbin hayatiyle hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kainat onlara tenezzüh ve seyrangah olur. Hatta kalbin hadimlerinden bulunan hayal, mesela en zayıf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıtlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacerül-Esvedin altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacerül-Esvede muhafaza için tevdi ettirir.

Madem beni adem kainatın semeresidir. Nasıl ki, bir harmanda başaklar döğülür; tasfiye neticesinde semereler istibka ve iddihar edilir. Binaenaleyh, haşir meydanı da bir harmandır; kainatın başak ve semeresi olan beni ademi intizar etmektedir.

İlem eyyühel-aziz! Şu görünen umumi alemde her insanın hususi bir alemi vardır. Bu hususi alemler, umumi alemin aynıdır. Yalnız umumi alemin merkezi şemstir. Hususi alemlerin merkezi ise şahıstır. Her hususi alemin anahtarları o alemin sahibinde olup letaifiyle bağlıdır. O şahsi alemlerin safveti, hüsnü ve kubhu, ziyası ve zulmeti, merkezleri olan eşhasa tabidir. Evet, ayinede irtisam eden bir bahçe, hareket, tegayyür ve sair ahvalinde ayineye tabi olduğu gibi, her şahsın alemi de, merkezi olan o şahsa tabidir: Gölge ve misal gibi. Binaenaleyh, cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme. Çünkü, kalbin kasavetinden bir zerre, senin şahsi aleminin bütün yıldızlarını küsufa tutturur.

İlem eyyühel-aziz! Otuz seneden beri iki tağut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri alemdedir. Biri enedir, diğeri tabiattır. Birinci tağutu gayr-ı kasti, gölgevari bir ayine gibi gördüm. Fakat o tağutu kasten veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrut ve Firavun olurlar.

İkinci tağut ise, onu İlahi bir sanat, Rahmani bir sıbğat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyunlarca bir ilah olur. Maahaza, o tabiat zannedilen şey, İlahi bir sanattır. Cenab-ı Hakka hamd ve şükürler olsun ki, Kuranın feyziyle, mezkur mücadelem her iki tağutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.

Evet, Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubab risalelerinde ispat ve izah edildiği gibi, mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlahiye ve sanat-ı şuuriye-i Rahmaniye güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza, Firavunluğa delalet eden eneden, Sani-i Zülcelale raci olan Hüve tebarüz etti.

İlem eyyühel-aziz! Dünyada sana ait çok emirler vardır. Amma ne mahiyetlerinden ve ne akıbetlerinden haberin olmuyor:

Biri, cesettir. Evet, cesedin genç iken latif, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder.

Biri de hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu ölüm ve zevaldir.

Biri de insaniyettir. Bu ise, zeval ve beka arasında mütereddittir. Daim-i Bakinin zikriyle muhafazası lazımdır.

Biri de ömür ve yaşayıştır. Bunun da hududu tayin edilmiştir; ne ileri, ve ne de geri bir adım atılamaz. Bunun için elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden aciz, takatinden hariç olduğun tul-i emel yükünü yüklenme.

Biri de vücuttur. Vücut zaten senin mülkün değildir. Onun maliki ancak Malikül Mülktür. Ve senden daha ziyade senin vücuduna şefkatlidir. Binaenaleyh, Malik-i Hakikinin daire-i emrinden hariç o vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun: ümitsizliği intaç eden hırs gibi.

Biri de bela ve musibetlerdir. Bunlar zaildir, devamları yoktur. Zevalleri düşünülürse, zıtları zihne gelir, lezzet verir.

Biri de, sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fani dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mucidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünkü, feda etmediğin takdirde, ya bad-ı heva zail olur, gider, veya Onun malı olduğundan, yine Ona rücu eder.

Eğer vücuduna itimad edersen, ademe düşersin. Çünkü ancak vücudun terkiyle vücut bulunabilir. Ve keza, vücuduna kıymet vermek fikrinde isen, o vücuttan senin elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihat-ı erbaasıyla ademler içerisinde kalır. Amma, o noktayı da elinden atarsan vücudun tam manasıyla nurlar içinde kalır.

Biri de, dünyanın lezzetleridir. Bu ise, kısmete bağlıdır. Talebinde kalaka düşer. Ve sürat-i zevali itibarıyla, aklı başında olan, onları kalbine alıp kıymet vermez.

Dünyanın akıbeti ne olursa olsun, lezaizi terk etmek evladır. Çünkü, akıbetin ya saadettir; saadet ise şu fani lezaizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının akıbetini küfür saikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezaiz evladır. Çünkü, o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususi ve mukayyed ademlerden, adem-i mutlakın elim elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez.

İlem eyyühel-aziz! Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musab olan bir koyun, lisan-ı haliyle, “Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim” diye kendisi döner, sürü de döner.

Ey nefis! Sen o koyundan fazla asi ve dall değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman, اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ söyle ve merci-i hakikiye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.

İlem eyyühel-aziz! Kalbin umur-u dünyeviye ile kasden iştigal etmek için yaratılmış olmadığı şöylece izah edilebilir:

Görüyoruz ki, kalb, hangi birşeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır. Büyük bir ihtimamla eline alır, kucaklar. Ve ebedi bir devam ile, onunla beraber kalmak istiyor. Ve onun hakkında tam manasıyla fena olur. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin peşindedir, talebindedir. Halbuki umur-u dünyeviyeden herhangi bir emir olursa, kalbin istek ve amaline nazaran bir kıl kadardır. Demek kalb, ebedül-abada müteveccih açılmış bir penceredir; bu fani dünyaya razı değildir.

İlem eyyühel-aziz! Kuran, semadan nazil olmuştur. Ve onun nüzulüyle semavi bir maide ve bir sofra-i İlahiye de nazil olmuştur. Bu maide, tabakat-ı beşerin iştiha ve istifadelerine göre ayrılmış safhaları havidir. O maidenin sathında, yüzünde bulunan ilk safha tabaka-i avama aittir. Mesela: اَنَّ السَّمَوٰاتِ وَ اْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا ayet-i kerimesi, beşerin birinci tabakasına şu manayı ifham ve ifade ediyor:

Semavat, ayaz, bulutsuz, yağmuru yağdıracak bir kabiliyette olmadığı gibi, arz da kupkuru, nebatatı yetiştirecek bir şekilde değildir. Sonra ikisinin de yapışıklıklarını izale ve fetk ettik. Birisinden sular inmeye, ötekisinden nebatat çıkmaya başladı. Mezkur ayetin ifade ettiği şu manaya delalet eden وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَۤاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ ayet-i kerimesidir. Çünkü, hayvani ve nebati olan hayatları koruyan gıdalar ancak arz ve semanın izdivacından tevellüd edebilir.

Mezkur ayetin tabaka-i avama ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki, nur-u Muhammediyeden (a.s.m.) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve hamurundan infisal ettirilmesine işarettir. Bu safhayı delaletiyle teyid eden اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِى olan hadis-i şerifidir.

İkinci misal: اَفَعَيِينَا بِالْخَلْقِ اْلاَوَّلِ بَلْ هُمْ فِى لَبْسٍ مِنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ olan ayet-i kerimenin tabaka-i avama ait safhasında şu mana vardır:

“Onlar, daha acip olan birinci yaratılışlarını şehadetle ikrar ettikleri halde, daha ehven, daha kolay ikinci yaratılışlarını uzak görüyorlar.” Şu safhanın arkasında haşir ve neşrin pek kolay olduğunu tenvir eden büyük bir burhan vardır.

Ey haşir ve neşri inkar eden kafasız! Ömründe kaç defa cismini tebdil ediyorsun? Sabah ve akşam elbiseni değiştirdiğin gibi her sene de bir defa tamamıyla cismini tebdil ve tecdid ediyorsun, haberin var mıdır? Belki her senede, her günde cisminden bir kısım şeyler ölür, yerine emsali gelir. Bunu hiç düşünemiyorsun. Çünkü kafan boştur. Eğer düşünebilseydin, her vakit alemde binlerce nümuneleri vukua gelen haşir ve neşri inkar etmezdin. Doktora git, kafanı tedavi ettir.

İlem eyyühel-aziz! Nefsin belahet ve hamakatine bak ki, bir Rabb-i Muhtar-ı Hakim tarafından terbiye edildiğini ve o Rabb-i Hakimin memluk ve masnuu olduğunu bildiğine ve bu temellük ve terbiyenin bütün efrad, enva, ecnasta cari olmakla meselenin bir kaide-i külliye şeklini aldığına ve bu feyzin şümullü olmakla bir nevi icma ve fiili bir tasdike mazhar olduğuna nazaran kanun ve düstur şeklinde olan hadiseye ve kesb-i külliyet eden kaideye bakarak kanaat ve itminan etmesi lazım iken, bütün afakı cilvelendiren tecelliyat-ı esmayı—kendisi de o cilvelerde hissedar olduğu halde—vasıta-i tesettür ve alamet-i ihmal sanıyor. Güya o nefsin fevkinde onun bütün ahvalini kontrol eden kimse yoktur. Ve kendisini, yaptığı fiillerinde fiil içinde müstetir Hu gibi görüyor. Tecelliyatın genişliğini imtinaa, büyüklüğünü ademe hamletmekle, şeytanı bile yaptığı mugalatadan utandırıyor.

İlem eyyühel-aziz! Nefis daima ıztıraplar, kalaklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere razı olmuyor. Halbuki, şemsin tulu ve gurubu muayyen ve mukadder olduğu gibi, insanın da bu dünyada tulu ve gurubu ve sair mukadderatı, kalem-i kader ile cephesinde yazılıdır. İsterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin—fakat başı kırılır, yazılara birşey olmaz ha!

Ve illa muhakkak bilsin ki: Semavat ve arzın haricine kaçıp kurtulamayan insan, Halık-ı Külli Şeyin rububiyetine muhabbetle rızadade olmalıdır.

İlem eyyühel-aziz! Birşeyin sanii, o şeyin içinde olursa, aralarında tam bir münasebet lazımdır. Ve masnuatın adedince sanilerin çoğalması lazımdır. Bu ise muhaldir. Öyle ise, sani, masnu içinde olamaz. Mesela, matbaa ile teksir edilen bir kitap, yine bir adamın kalemiyle yazılıyor. O kitabın nakışları, harfleri, kendisinden sümbüllenmez. Katip de o kitabet sanatı içinde değildir. Ve illa, intizamdan çıkar. Öyle ise, masnuun nakışları kendisinden değildir. Ancak, kudret kalemiyle kaderin takdiri üzerine yazılıyor.

İlem eyyühel-aziz! Aklın pek garip bir hali vardır. Öyle bir yed-i tula sahibidir ki, bazan kainatı ihata etmekle kucağına alıyor. Bazan daire-i imkandan çıkar, en yüksek dairelere müdahaleye çalışır. Bazan da bir katre suda boğulur, bir zerre içinde yok olur, bir kılda kaybolur. Maahaza, hangi şeyde fena ve kaybolursa, bütün varlığı o şeye münhasır olduğunu bilir. Ve hangi bir noktaya girse bütün alemi beraberce götürmek isteğindedir.

İlem eyyühel-aziz! Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise, taahhüt, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima rahatsız olursun. Çünkü, noksanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muhafaza ile daima evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki, o nimetler, Münim-i Kerimin taahhüdü altındadır. Senin işin Onun sofra-i ihsanından yiyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilakis, nimetin lezzetini arttırır. Çünkü şükür, nimette inamı görmek demektir. İnamı görmek, nimetin zevalinden hasıl olan elemi def eder. Zira, nimet zail olduğundan, Münim-i Hakiki onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın.

Evet; وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ olan ayet-i kerime, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delalet eder. Çünkü, hamd, inam şeceresini, nimet semeresinde gösterir. Ve bu vesileyle zeval-i nimetin tasavvurundan hasıl olan elem zail olur. Çünkü, şecerede çok semere vardır, biri giderse, ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı lezzettir.

İlem eyyühel-aziz! afaki malumat, yani hariçten, uzaklardan alınan malumat, evham ve vesveselerden hali olamıyor. Amma, bizzat vicdani bir şuura mahal olan enfüsi ve dahili malumat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh, merkezden muhite, dahilden harice bakmak lazımdır

İlem eyyühel-aziz! Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tadili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nazır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allahın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.

İlem eyyühel-aziz! Bir zerre, kocaman şemsi tecelli ile, yani inikas itibarıyla istiab eder, içine alır. Fakat küçücük iki zerreyi bizzat, yani hacimleri itibarıyla içine alamaz. Binaenaleyh, yağmurun şemsin timsaline makes olan katreleri gibi, kainatın zerrat ve mürekkebatı, ilim ve iradeye müstenit kudret-i nuraniye-i ezeliyenin, tecelli ve inikas itibarıyla lemalarına mazhar olabilirler. Fakat, gözün içindeki bir hüceyre zerresi, asab, evride, şerayinde tesirleri görünen bir kudret, şuur ve iradeye menba olamaz. Bu acip sanat, muntazam nakış, ince hikmetin iktizasına göre, kainatın herbir zerresi, herbir mürekkebatı, uluhiyete mahsus muhit ve mutlak sıfatlara menba ve masdar olması lazım gelir. Veya o sıfatlarla muttasıf Şems-i Ezelinin tecelliyat lemalarına makes olmaları lazımdır.

Birinci şıkta kainatın zerratı adedince muhalat vardır. Binaenaleyh, herbir zerre, o büyük yükün tahammülünden aciz olduğunu ikrar ile “Mucid, Halık, Rab, Malik, Kayyum ancak Allahtır” diye şehadetini ilan eder. Ve keza, herbir zerre, herbir mürekkebat, muhtelif lisan ve delaletleriyle şu beyti terennüm ediyorlar:
عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ
Evet, herbir harf kendi vücuduna bir vecihle delalet eder. Amma katibinin, saniinin vücuduna çok vecihlerle delalet eder. Evet, تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَۤائِنَاتِ فَإِنَّهَا مِنَ الْمَلاَِ اْلاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَۤائِلُ

İlem eyyühel-aziz! Cam, su, hava, alem-i misal, ruh, akıl, hayal, zaman ve saire gibi, tecelli-i timsal akislere mahal ve mazhar olan çok şeyler vardır. Maddiyat-ı kesifenin timsalleri hem münfasıl, hem ölü hükmündedirler. Çünkü, asıllarına gayr oldukları gibi, asıllarının hasiyetlerinden de mahrumdurlar. Nuranilerin timsalleri ise, asıllarıyla muttasıl ve asıllarının hasiyetlerine malik ve asıllarına gayr değillerdir. Binaenaleyh, Cenab-ı Hak, şemsin hararetini hayat, ziyasını şuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmış olsaydı, senin elindeki ayinede temessül eden şemsin timsali seninle konuşacaktı. Çünkü, o, timsalinde oldukça harareti, ziyası, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu. Ziyasıyla şuurlu olurdu. Renkleriyle de duygulu olurdu. Böyle olduktan sonra, seninle konuşabilirdi. Bu sırra binaendir ki, Resulallah (a.s.m.), kendisine okunan bütün salavat-ı şerifeye bir anda vakıf olur.

İlem eyyühel-aziz! Sübhanallah ve Elhamdü lillah cümleleri Cenab-ı Hakkı celal ve cemal sıfatlarıyla zımnen tavsif ediyorlar.

Celal sıfatını tazammun eden Sübhanallah, abdin ve mahlukun Allahtan baid olduklarına nazırdır. Cemal sıfatını içine alan Elhamdü lillah, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle abde ve mahlukata karib olduğuna işarettir. Mesela, biri kurb, diğeri bud olmak üzere, bize nazır, şemsin iki ciheti vardır. Kurb cihetiyle, hararet ve ziyayı veriyor. Bud cihetiyle, insanların mazarratlarından tahir ve safi kalıyor. Bu itibarla insan şemse karşı yalnız kabil olabilir, fail ve müessir olamaz.

Kezalik—bila teşbih—Cenab-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle ona hamd ediyoruz. Biz ondan uzak olduğumuz cihetle Onu tesbih ediyoruz. Binaenaleyh, rahmetiyle kurbuna bakarken hamdet. Ondan baid olduğuna bakarken tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma. Ve her iki nazarı birleştirme ki, hak ve istikamet mültebis olmasın. Lakin iltibas ve mezc olmadığı takdirde, her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil, hem cem edebilirsin. Evet, Sübhanallahi ve bihamdihi her iki makamı cem eden bir cümledir.

İlem eyyühel-aziz! Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terketmek lazımdır:

1. Dünyanın ömrü kısa olup, süratle zeval ve guruba gider. Zevalin elemiyle, visalin lezzeti zeval buluyor.

2. Dünyanın lezaizi zehirli bala benzer. Lezzeti nisbetinde elemi de vardır.

3. Seni intizar etmekte ve senin de süratle ona doğru gitmekte olduğun kabir, dünyanın ziynetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünkü dünya ehlince güzel addedilen şey, orada çirkindir.

4. Düşmanlar ve haşerat-ı muzırra arasında bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki muvazene, kabir ile dünya arasındaki aynı muvazenedir. Maahaza, Cenab-ı Hak da bir saatlik lezzeti terk etmeye davet ediyor ki, senelerce dostlarınla beraber rahat edesin. Öyle ise, kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmezden evvel, Allahın davetine icabet et.

Fesübhanallah, Cenab-ı Hakkın insanlara fazl ü keremi o kadar büyüktür ki, insana vedia olarak verdiği malı, büyük bir semeni ile insandan satın alır, ibka ve himaye eder. Eğer insan o malı temellük edip Allaha satmazsa, büyük bir belaya düşer. Çünkü o malı uhdesine almış oluyor. Halbuki kudreti taahhüde kafi gelmiyor. Çünkü, arkasına alırsa, beli kırılır, eliyle tutarsa, kaçar, tutulmaz. En nihayet meccanen fena olur gider, yalnız günahları miras kalır.

İlem eyyühel-aziz! “Geceye benzeyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuş idi. Ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım” mealinde olan وَعَيْنِى قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَبِيبَتِى وَلَمْ تَنْتَبِهْ اِلاَّ بِصُبْحِ مَشِيبِ şiirin şümulüne dahilim. Çünkü gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah, intibah değilmiş. Ancak, uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş. Binaenaleyh, medenilerin iftihar ile dem vurdukları tenevvür-ü intibahları, benim gençlik zamanımdaki intibah kàbilesinden olsa gerektir.

Onların misali, rüyasında güya uyanıp, rüyasını halka hikaye eden naim meselidir. Halbuki, rüyasında onun o intibahı uykunun hafif perdesinden derin ve kalın bir perdeye intikal ettiğine işarettir. Böyle bir naim ölü gibidir; yarı buçuk uykuda bulunan insanları nasıl ikaz edebilir?

Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umur-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenilere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz, veya dalalete düşer, boğulursunuz

İlem eyyühel-aziz!Masiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünkü, o masiyete devam eden, ülfet peyda eder, sonra ona aşık ve müptela olur. Terkine imkan bulamayacak dereceye gelir. Sonra o masiyetinin ikaba mucip olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe, küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihayet, gerek ikabı ve gerek darül-ikabı inkara sebep olur.

Ve keza, masiyete terettüp eden hacaletten dolayı, o masiyetin masiyet olmadığını iddia etmekle, o masiyete muttali olan melekleri bile inkar eder. Hatta şiddet-i hacaletten, yevm-i hesabın gelmeyeceğini temenni eder. Şayet yevm-i hesabı nefyeden edna bir vehmi bulursa, o vehmi kocaman bir burhan addeder. En nihayet nedamet edip terk etmeyenlerin kalbi küsufa tutulur, mahvolur, gider. El-iyazü Billah!

İlem eyyühel-aziz! Kuran-ı Mucizül-Beyanın icaz ve belagatine dair Lemeat namındaki eserimde izah edilen bazı lemaları dinleyeceksin:

1. Kuranın okunuşunda yüksek bir selaset vardır ki, lisanlara ağır gelmez.

2. Büyük bir selamet vardır ki, lafzan ve manen hatadan salimdir.

3. ayetler arasında büyük bir tesanüt vardır ki, kargir binalar gibi, ayetleri birbirine dayanarak bünye-i Kuraniyeyi sarsılmaktan vikaye ediyor.

4. Büyük bir tenasüp, tecavüp, teavün vardır ki, ayetleri birbirine ecnebi olmadığı gibi, birbirinin vuzuhuna yardım, istizahına cevap veriyor.

5. Parça parça, ayrı ayrı zamanlarda nazil olduğu halde, şiddet-i tenasüpten sanki bir defada nazil olmuştur.

6. Esbab-ı nüzul ayrı ayrı ve mütebayin olduğu halde, şiddet-i tesanütten, sanki sebep birdir.

7. Mükerrer, mütefavit suallere cevap olduğu halde şiddet-i imtizaç ve ittihaddan sanki sual birdir.

8. Müteaddit, mütegayir hadisata beyan olduğu halde, kemal-i intizamdan, sanki hadise birdir ve bir hadiseye cevaptır.

9. “Tenezzülat-ı İlahiye” ile tabir edilen, muhatapların fehimlerine yakın ve münasip üsluplar üzerine nazil olmuştur.

10. Bütün zaman ve mekanlarda gelip geçen insanlara tevcih-i kelam ettiği halde, suhulet-i beyandan dolayı sanki muhatap birdir.

11. İrşadın gayelerine isal için tekrarları, tahkik ve takriri ifade eder. Maahaza, tekrarları halel vermez. İadesi, zevki izale etmez. Tekerrür ettikçe misk gibi kokar.

12. Kuran kalblere kuvvet ve gıdadır, ruhlara şifadır. Gıdanın tekrarı, kuvveti arttırır. Tekrar etmekle daha meluf ve menus olduğundan lezzeti artar.

13. İnsan maddi hayatında, her anda havaya, her vakit suya, her zaman ve hergün gıdaya, her hafta ziyaya muhtaçtır. Bunların tekerrürü haddizatında tekerrür olmayıp, ihtiyaçların tekerrürü içindir. Kezalik, insan, hayat-ı ruhiyesi cihetiyle Kuranda zikredilen bütün nevilere muhtaçtır. Bazı nevilere her anda muhtaçtır: Hüvallah gibi. Çünkü ruh bununla nefes alıyor. Bazı nevilere her vakit, bazılarına her zaman muhtaçtır. İşte, hayat-ı kalbiyenin ihtiyaçlarına binaen, Kuran tekrarlar yapıyor. Mesela, Bismillah, hava-i nesimi gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiğinden, kesret-i ihtiyaca binaen Kuranda çok tekrar edilmiştir.

14. Kıssa-i Musa gibi bazı hadisat-ı cüziyenin tekrarı, o hadisenin büyük bir düsturu tazammun ettiğine işarettir.

Hülasa: Kuran hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmettir, hem ilimdir, hem hakikattir, hem şeriattır, hem sadırlara şifa, müminlere hüda ve rahmettir.

İlem eyyühel-aziz! Fıtrat-ı insaniyenin garip bir hali, gaflet zamanında letaif ile havassın hükümlerini, iltibas ile birbirine benzetir, tefrik edemez. Mesela, el ile gözü birbirine benzetip hizmetlerini ve vazifelerini tefrik edemeyen bir mecnun, yüksekte gözüyle gördüğü birşeyi almak için elini uzatıyor. El gözün komşusu olduğu münasebetle, onun yaptığı işi el de yapabilir zanneder.

Kezalik, insan-ı gafil, kendi şahsına ait edna, cüzi bir tanzimden aciz olduğu halde, gururuyla, hayaliyle Cenab-ı Hakkın efaline tahakkümle el uzatıyor.

Yine insanın fıtratında acip bir hal: İnsanın efradı arasında cismen ve sureten ayrılık varsa da pek azdır. Amma manen ve ruhen, aralarında zerre ile şems arasındaki ayrılık kadar bir ayrılık vardır. Fakat sair hayvanat öyle değildir. Mesela, balık ile kuş, kıymet-i ruhiyece birbirine pek yakındırlar. En küçüğü, en büyüğü gibidir. Çünkü insanın kuvve-i ruhiyesi tahdit edilmemiştir. Enaniyet ile o kadar aşağı düşerler ki, zerreye müsavi olur. Ubudiyet ile de o kadar yükseğe çıkıyor ki, iki cihanın güneşi olur: Muhammed aleyhissalatü vesselam gibi.

İlem eyyühel-aziz! Eşyada esas bekadır, adem değildir. Hatta ademe gittiklerini zannettiğimiz kelimat, elfaz, tasavvurat gibi seriüzzeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek, zevalden masun kalıp bazı yerlerde tahassun ile, adem-i mutlaka gitmezler. Fen dedikleri hikmet-i cedide, bu sırra vakıf olmuş ise de, vuzuhuyla vakıf olamamıştır. Ve aynı zamanda, “alemde adem-i mutlak yoktur. Ancak terekküp ve inhilal vardır” diye ifrat ve hata etmiştir. Çünkü, alemde Cenab-ı Hakkın sunuyla terkip vardır. Allahın izniyle tahlil vardır. Allahın emriyle icad ve idam vardır.
يَفْعَلُ اللهُ مَا يَشَۤاءُ وَيَحْكُمُ مَا يُرِيدُ
İlem eyyühel-aziz! Kabir, alem-i ahirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar.

Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur? Evet, vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lazımdır. Yoksa, onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.

Eğer İmam-ı Rabbani Ahmed-i Faruki bugün Hindistanda hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh, İncilde “Ahmed,” Tevratta “Ahyed,” Kuranda “Muhammed” ismiyle müsemma iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Faruki Ahmedlerle muhat olarak sakindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.

Şu esasata dikkat lazımdır:

1. Allaha abd olana herşey musahhardır. Olmayana herşey düşmandır.

2. Herşey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki, rahat edesin.

3. Mülk Allahındır; sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sende kalırsa, meccanen zail olur, gider.

4. Devamı olmayan birşeyde lezzet yoktur. Sen zailsin. Dünya da zaildir. Halkın dünyası da zaildir. Kainatın şu şekl-i hazırı da zaildir. Bunlar saniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.

5. ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.

İlem eyyühel-aziz! “Sübhanallah”, “Elhamdü lillah”, “Allahu ekber”—bu üç mukaddes cümlenin faidelerini ve mahall-i istimallerini dinle:

1. Kalbinde hayat bulunan bir insan, kainata, aleme bakarken, idrakinden aciz, bilhassa şu boşlukta yapılan İlahi manevraları görmekle hayretler içinde kalır. İşte bu gibi hayret ve dehşet-engiz vaziyetleri, ancak “Sübhanallah” cümlesinden nebean eden ma-i zülali içmekle o hayret ateşi söner.

2. Aynı o insan, gördüğü leziz nimetlerden duyduğu zevkleri izhar etmekle, hamd ünvanı altında inamı nimette ve Münimi inamda görmekle idame-i nimet ve tezyid-i lezzet talebinde bulunarak, “Elhamdü lillah” cümlesiyle nimetler definesini bulan adam gibi nefes alıyor.

3. Aynı o insan, mahlukat-ı acibe ve harekat-ı garibeden aklının tartamadığı ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman, “Allahü ekber” demekle rahat bulur. Yani, Halıkı daha azim ve daha büyüktür. Onların halk ve tedbirleri kendisine ağır değildir.

İlem eyyühel-aziz! İnsan, seyyiatıyla Allaha zarar vermiş olmuyor. Ancak nefsine zarar eder. Mesela, hariçte, vakide ve hakikatte Allahın şeriki yoktur ki, onun hizbine girmekle Cenab-ı Hakkın mülküne ve asarına müdahale edebilsin. Ancak, şeriki zihninde düşünür, boş kafasında yerleştirir. Çünkü, hariçte şerikin yeri yoktur. O halde o kafasız, kendi eliyle kendi evini yıkıyor.

İlem eyyühel-aziz! Allaha tevekkül edene Allah kafidir. Allah, Kamil-i Mutlak olduğundan, lizatihi mahbubdur. Allah, Mucid, Vacibül-Vücud olduğundan kurbiyetinde vücut nurları, budiyetinde adem zulmetleri vardır. Allah, melce ve mencedir. Kainattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence odur. Allah Bakidir; alemin bekası ancak Onun bekasıyladır. Allah Maliktir; sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor. Allah, Ganiyy-i Muğnidir; herşeyin anahtarı Ondadır. Bir insan Allaha halis bir abd olursa, Allahın mülkü olan kainat, onun mülkü gibi olur.

İlem eyyühel-aziz! Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulu etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedi ömrün önündedir. O ömr-ü bakide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fani ömürde say ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bakiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!

İlem eyyühel-aziz! Cenab-ı Hakka malum ve maruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkur olur. Çünkü, bu malumiyet, örfi bir ülfet, taklidi bir semadır. Hakikati ilam edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o unvan ile fehme gelen mana, sıfat-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, Zat-ı Akdesi mülahaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenab-ı Hakka mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, marufiyet şuaları bir derece tebarüz eder. Ve kainatta tecelli eden sıfat-ı mutlaka-i muhita ile, bu mevsufun o ünvandan tulu etmesi ağır gelmez.

İlem eyyühel-aziz! Esma-i Hüsnanın herbirisi ötekileri icmalen tazammun eder: ziyanın elvan-ı sebayı tazammun ettiği gibi. Ve keza, herbirisi ötekilere delil olduğu gibi, onların herbirisine de netice olur. Demek, Esma-i Hüsna, mirat ve ayine gibi birbirini gösteriyor. Binaenaleyh, neticeleri beraber mezkur kıyaslar gibi veya delilleri beraber neticeler gibi okunması mümkündür.

تَضَرُّعْ وَنِيَازْ اِلٰهِى لاَزِمٌ عَلَىَّ اَنْ لاَ اُبَالِىَ وَلَوْ فَاتَ مِنِّى حَيَاةُ الدَّارَيْنِ وَعَادَتْنِى الْكَائِنَاتُ بِتَمَامِهَا اِذْ اَنْتَ رَبِّى وَخَالِقِى وَاِلٰهِى اِذْ اَنَا مَخْلُوقُكَ وَمَصْنُوعُكَ لِى جِهَةُ تَعَلُّقٍ وَانْتِسَابٍ مَعَ قَطْعِ نِهَايَةِ عِصْيَانِى وَغَايَةِ بُعْدِى لِسَۤائِرِ رَوَابِطِ الْكَرَامَةِ فَاَتَضَرَّعُ بِلِسَانِ مَخْلُوقِكَ يَا خَالِقِى يَارَبِّى يَارَازِقِى يَامَالِكِى يَامُصَوِّرِى يَا اِلٰهِى اَسْأَلُكَ بِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنىٰ وَبِاِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ وَبِفُرْقَانِكَ الْحَكِيمِ وَبِحَبِيبِكَ اْلاَكْرَمِ وَبِكَلاَمِكَ الْقَدِيمِ وَبِعَرْشِكَ اْلاَعْظَمِ وَبِاَلْفِ اَلْفِ قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ اِرْحَمْنِى يَۤا اَللهُ يَا رَحْمنُ يَا حَنَّانُ يَا مَنَّانُ يَا دَيَّانُ اِغْفِرْلِى يَا غَفَّارُ يَا سَتَّارُ يَا تَوَّابُ يَا وَهَّابُ اُعْفُ عَنِّى يَا وَدُودُ يَا رَؤُوفُ يَا عَفُوُّ يَا غَفُورُ اُلْطُفْ بِى يَا لَطِيفُ يَا خَبِيرُ يَا سَمِيعُ يَا بَصِيرُ وَتَجَاوَزْ عَنِّى يَا حَلِيمُ يَا عَلِيمُ يَا كَرِيمُ يَا رَحِيمُ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ يَا رَبِّ يَا صَمَدُ يَا هَادِى جُدْ عَلَىَّ بِفَضْلِكَ يَا بَدِيعُ يَا بَاقِى يَا عَدْلُ يَا هُوَ اَحْىِ قَلْبِى وَقَبْرِى بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ يَا نُورُ يَا حَقُّ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا مَالِكَ الْمُلْكِ يَاذَا الْجَلاَلِ وَاْلاِكْرَامِ يَۤا اَوَّلُ يَۤا اٰخِرُ يَا ظَاهِرُ يَا بَاطِنُ يَا قَوِىُّ يَا قَادِرُ يَا مَوْلاَىَ يَا غَافِرُ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ اَسْئَلُكَ بِاِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ فِى الْقُرْاٰنِ وَبِمُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ الَّذِى هُوَ سِرُّكَ اْلاَعْظَمُ فِى كِتَابِ الْعَالَمِ اَنْ تَفْتَحَ مِنْ هٰذِهِ اْلاَسْمَۤاءِ الْحُسْنٰى كُوَاةً مُفِيضَةً اَنْوَارَ اْلاِسْمِ اْلاَعْظَمِ اِلٰى قَلْبِى وَاِلٰى قَالِبِى وَاِلٰى رُوحِى فِى قَبْرِى فَتَصِيرَ هٰذِهِ الصَّحِيفَةُ كَسَقْفِ قَبْرِى وَهٰذِهِ اْلاَسْمَۤاءُ كَكُوَاتٍ تُفِيضُ اَشِعَّةَ شَمْسِ الْحَقِيقَةِ اِلٰى رُوحِى اِلٰهِى اَتَمَنّٰى اَنْ يَكُونَ لِى لِسَانٌ اَبَدِىٌّ يُنَادِى بِهٰذِهِ اْلاَسْمَۤاءِ اِلٰى قِيَامِ السَّاعَةِ فَاقْبَلْ هٰذِهِ النُّقُوشَ الْبَاقِيَةَ بَعْدِى نَائِبًا عَنْ لِسَانِىَ الذَّائِلِ اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تُنْجِينَا بِهَا مِنْ جَمِيعِ اْلاَهْوَالِ وَاْلاٰفَاتِ وَتَقْضِى لَنَا بِهَا جَمِيعَ الْحَاجَاتِ وَتُطَهِّرُنَا بِهَا مِنْ جَمِيعِ السَّيِّئَاتِ وَتَغْفِرَ لَنَا بِهَا جَمِيعَ الذُّنُوبِ وَالْخَطِيئَاتِ يَۤا اَللهُ يَا مُجِيبَ الدَّعَوَاتِ اِجْعَلْ لِى فِى مُدَّةِ حَيَاتِى وَبَعْدَ مَمَاتِى فِى كُلِّ اٰنٍ اَضْعَافَ اَضْعَافِ ذٰلِكَ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ مَضْرُوبِينَ فِى مِثْلِ ذٰلِكَ وَ اَمْثَالِ اَمْثَالِ ذٰلِكَ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاَنْصَارِهِ وَاَتْبَاعِهِ وَاجْعَلْ كُلَّ صَلاَةٍ مِنْ كُلِّ ذٰلِكَ تَزِيدُ عَلٰى اَنْفَاسِىَ الْعَاصِيَةِ فِى مُدَّةِ عُمْرِى وَاغْفِرْلِى وَارْحَمْنِى بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ. اٰمِينَ