"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Katre

Tevhid Denizinden
İFADE-İ MERAM
Malumdur ki, insan, hasbelkader çok yollara süluk eder. Ve o yolda çok musibet ve düşmanlara rastgelir. Bazan kurtulursa da, bazan da boğulur. Ben de kader-i İlahinin sevkiyle pek acip bir yola girmiştim. Ve pek çok belalara ve düşmanlara tesadüf ettim. Fakat acz ve fakrımı vesile yaparak Rabbime iltica ettim. İnayet-i ezeliye, beni Kurana teslim edip, Kuranı bana muallim yaptı. İşte, Kurandan aldığım dersler sayesinde o belalardan halas olduğum gibi, nefis ve şeytanla yaptığım muharebelerden de muzafferen kurtuldum. Bütün ehl-i dalaletin vekili olan nefis ve şeytanla ilk müsademe, سُبْحَانَ اللهِ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاللهُ اَكْبَرُ لاَحَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ kelimelerinde vuku buldu. Bu kelimelerin kalelerinde tahassun ederek o düşmanlarla münakaşalara giriştim. Herbir kelimede otuz defa meydan muharebesi vukua geldi. Bu risalede yazılan herbir kelime, herbir kayıt, kazandığım bir muzafferiyete işarettir.

Bu risalede yazılan hakikatler, zıtlarına bir imkan-ı vehmi kalmayacak derecede yazılmıştır. Uzun bir hakikate, deliliyle beraber bir kayıt veya bir sıfatla işaret yapılıyor.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ وَالصَّلاَةُ عَلٰى نَبِيِّهِ
Bu risale, dört bab ile bir hatime ve bir mukaddeme üzerine tertip edilmiştir.
Mukaddeme

Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelam öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat, mana-yı harfi, mana-yı ismi, niyet, nazardır. Şöyle ki:

Cenab-ı Hakkın masivasına, yani kainata mana-yı harfi ile ve Onun hesabına bakmak lazımdır. Mana-yı ismi ile ve esbab hesabına bakmak hatadır.

Evet, herşeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakka bakar, diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakka bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakka bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığı zaman Münim, sanata bakıldığı zaman Sani, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakiki zihne ve fikre gelmelidir.

Ve keza, nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet adi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalb eder. Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa marifet-i İlahiyedir.

Birinci kelam: اِنِّى لَسْتُ مَالِكِى Ben kendime malik değilim. Ancak malikim kainatın malikidir. Fakat kendime malik nazarıyla bakıyorum ki, Malik-i Hakikinin sıfatını ve sıfatların bir derece mahiyetini ve hududunu bileyim. Evet, mevhum, mütenahi hududumla Malik-i Hakikinin sıfatlarının bir cihette gayr-ı mütenahi hududunu bildim.

İkinci kelam: اَلْمَوْتُ حَقٌّ Ölüm haktır. Evet, bu hayat ve bu beden şu azim dünyaya direk olacak kabiliyette değildir. Zira onlar demir ve taştan değildir. Ancak et, kan ve kemik gibi mütehalif şeylerden terekküp etmiş; kısa bir zamanda tevafukları, içtimaları varsa da iftirakları ve dağılmaları her vakit melhuzdur.

Üçüncü kelam: رَبِّى وَاحِدٌ Rabbim birdir. Evet, herkesin bütün saadetleri, bir Rabb-i Rahime olan teslimiyete bağlıdır. Aksi takdirde pek çok rablere muhtaç olur. Çünkü insan, camiiyeti itibarıyla bütün eşyaya ihtiyacı ve alakası vardır. Ve herşeye karşı, hissederek veya etmeyerek, teessürü, elemleri vardır. Bu ise tam cehennem gibi bir halettir. Fakat erbab tevehhüm edilen esbab yed-i kudretine bir perde olan Rabb-i Vahide teslimiyet, firdevsi bir vaziyettir.

Dördüncü kelam: اَنَا ile tabir edilen benlik, yani kendisine bir vücut, bir kıymet vermektir ki, bu ene, Cenab-ı Hakkın sıfatını, şuunatını bilmek için bir santral ve bir vahid-i kıyasidir.

Birinci Bab
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ beyanındadır.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Allahtan başka hak bir ilahın bulunmadığını kalben tasdik ve lisanen ikrar ettiğime, bütün gören ve görünen eşyayı şahit gösteriyorum.

Öyle bir Allah ki, vücub-u vücuduna ve Vahid, Ehad, Ferd, Samed olduğuna Muhammed (a.s.m.) bir şahid-i sadık ve bir burhan-ı natıktır.

Öyle Muhammed (a.s.m.) ki, icma ve tasdiklerine mazhar olmakla, enbiya ve mürseline siyadet ünvanını; ve ittifak ve tahkiklerini almakla, imamül-evliya vel-ulema lakabını almıştır.

Ve öyle Muhammed (a.s.m.) ki, ayat-ı bahire, mucizat-ı katıa ve secaya-yı samiye ve ahlak-ı aliye sahibi olmakla mehbit-i vahy-i İlahi olmuştur.

Ve öyle bir Muhammed (a.s.m.) ki, alem-i gayb ve melekutu seyir ve ziyaret etmekle, ervahı müşahede ve melaikeyle musahabe, cin ve insanlara irşad vazifesini almıştır.

Ve öyle bir Muhammed (a.s.m.)dır ki, şahsiyet-i maneviyesiyle kainatın kemaline bir fihriste olmakla, bütün saadetlerin ve medeniyetlerin düsturlarını havi bir şeriata sahiptir.

Ve öyle bir Muhammed (a.s.m.)dır ki, alem-i şehadette iken gaybiyattan haber verir bir beşir ve nezir olup bütün kuvvetiyle, kemal-i ciddiyetle ve vüsuk ile ve itminan ile, yüksek bir iman ile nev-i beşere karşı tevhid dinini لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ ile ilan ve ilam ediyor.

Ve keza, öyle bir Allah ki, vücub ve vücuduna, celal ve cemaline, Vahid-i Ehad olduğuna şehadet edenlerden birisi de Furkan-ı Hakimdir.

Ve öyle bir Furkan-ı Hakimdir ki, bütün enbiya kitaplarının tasdiklerine mazhardır.

Ve öyle bir Furkan-ı Hakimdir ki, bütün akıllar ve kalbler, hükümlerini kabul ve tasdike icma ettikleri ve cihat-ı sittesinden nur-efşan bir kitaptır.

Ve öyle bir Furkan-ı Hakimdir ki, mazhar-ı vahiy olan resullerce, mahz-ı vahydir. Ehl-i keşif ve ilhamca ayn-ı hidayettir. Maden-i iman ve mecma-i hakaiktir. Hükümleri delail-i akliye ile müeyyed ve fıtrat-ı selimenin şehadetiyle musaddaktır. Lisanül-gayb olup, alem-i şehadette nev-i beşeri فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ ile tevhide emir ve davet ediyor.

Öyle bir Allah ki, vücub-u vücud ve vahdetine, şu kitab-ı kebir denilen alem, bütün yazıları ve fasıllarıyla, sahifeleriyle, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle şehadet ettiği gibi; şu insan-ı kebir denilen kainat da, bütün azasıyla, cevahiriyle, hüceyratıyla, zerratıyla, evsafıyla, ahvaliyle delalet eder. Yani bu kainat, ihtiva ettiği bütün envaıyla لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ ve o alemlerin erkanıyla لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ ; ve o erkanın azasıyla لاَ صَانِعَ اِلاَّ هُوَ ; ve o azanın eczasıyla لاَ مُدَبِّرَ اِلاَّ هُوَ ; ve o eczanın cüziyatıyla لاَ مُرَبِّىَ اِلاَّ هُوَ ; ve o cüziyatın hüceyratıyla لاَ مُتَصَرِّفَ اِلاَّ هُوَ ; ve o hüceyratın zerratıyla لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ ; ve o zerratın tarlası olan esiriyle لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ söyleyerek, bütün envaıyla, erkanıyla, azasıyla, eczasıyla, hüceyratıyla, zerratıyla, esiriyle, elli beş lisanla vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ve delalet eder. Şu lisanların tafsili gelecektir. Şimdi icmal ile zikredeceğim. Şöyle ki:

Kainat terkiplerindeki intizam, cereyan-ı ahvaldeki nizam, suretlerdeki garabet, nakışlarındaki ziynet, yüksek hikmetler, eşyadaki muhalefet ve mümaselet, camidattaki muavenet, birbirinden uzak olan şeylerdeki tesanüd, hikmet-i amme, inayet-i tamme, rahmet-i vasia, rızk-ı amm, hayatlar, tasarruf, tahvil, tağyir, tanzim, imkan, hudus, ihtiyaç, zaaf, mevt, cehil, ibadet, tesbihat, daavat ve hakeza, pek çok sıfatlar lisanlarıyla Halık-ı Kadim-i Kadirin vücub ve vücuduna ve evsaf-ı kemaliyesine şehadet ettikleri gibi; Esma-i Hüsnayı tilavet ederek, Cenab-ı Hakka tesbih ve Kuran-ı Hakimi tefsir ve Resulallahın (a.s.m.) ihbaratını tasdik ediyorlar.

Geçen lisanların tafsiline geçiyoruz. Şöyle ki:

Kainatta görünen tanzimat, nizamat, muvazenat, kabza-i tasarrufunda bir mizan ve nizam bulunan Halıkın vücub-u vücuduna delalet etmekle اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ هُوَ cümlesini okur.

Ve keza, kainatta intizam ve ıttırad hüküm-fermadır. Bu iki sıfat, mutasarrıfın vahdetine ve bir olduğuna şehadet etmekle اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ hakikatini ilan ediyor.

Ve keza semavat sahifesini güneş ve yıldızlarla yazan kudretle, balarısıyla karıncanın sahifelerini hüceyrat ve zerratla yazan kudret bir olduğundan; اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile meselenin ilanıyla Halıkın bir olduğuna delalet ve şehadet eder.

Ve keza, mesela bulutla arz gibi camid ve mütehalif şeylerde tecavüb ve muavenet, yani birbirinin hacetine cevap vermek ve seyyarat gibi şemsten pek uzak olan yıldızların şemse veya birbirine tesanüd etmeleri, bütün eşyanın bir Müdebbirin idaresinde bulunduğuna şehadet ederek اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile ilan eder.

Ve keza, semavatın yıldızlar gibi asar-ı muntazamadaki müşabehet ve arzın birbirine benzeyen çiçeklerinde, hayvanatındaki münasebet, Halıkın bir olduğuna delaletle şehadetini اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile ilan eder.

Ve keza, herbir zihayat, çok isim ve sıfatların tecellisine mazhardır. Mesela, bir zihayat vücuda geldiğinde Bari isminin cilvesine, teşekkülünde Musavvir sıfatının cilvesine, gıdalandığı zaman Rezzak isminin cilvesine, hastalıktan şifa bulduğunda, Şafi isminin tecellisine, ve hakeza, tesirde mütesanit, asarda mütehalif, çok sıfat ve isimlere mazhardır. Bu sıfatların ve isimlerin hedefleri bir olduğundan, elbette müsemmaları da bir olur. İşte her bir zihayat, şu mazhariyetle Halıkın bir olduğuna dair olan şehadetini, اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile ilan eder.

Ve keza, manzume-i şemsiyeyle balarısının gözleri arasındaki irtibat ve keyfiyetçe birbiriyle münasebetleri, ikisinin bir Nakkaşın nakşı olduğuna olan delaletlerini اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile ilam ediyorlar.

Ve keza, zerrat arasındaki cazibenin, güneş ve yıldızlar arasında bulunan cazibeye kardeş olması, her iki kısmın da bir kalem-i vahidin yazısı olduğunu اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile izhar ediyorlar.

Ve keza, terkip ve mürekkebatta görünen intizam, o mürekkebattaki her zerrenin, layık mevziine konulmasıyla hasıl olmuştur. Binaenaleyh, o zerreleri, aralarındaki münasebetler bozulmamak şartıyla layık mevkilerine koyabilmek, ancak bütün o mürekkebatı yaratabilecek bir kudret sahibine hastır.

İşte, zerrattaki intizam ve şu vaziyetin lisanıyla Allahu ekber diyerek, اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ yu okur.

Ve keza, bir neviden bir ferdin, bütün efraddan imtiyazını temin edecek teşahhus ve taayyününün kalem-i kudretle yazılması, bütün nev-i beşerin, mesela, efradının nazar-ı kudrette meşhud ve melhuz olduğunu istilzam eder. Çünkü, bir fert, alamet-i farikası cihetiyle bütün efrada muhalif olacaktır. Eğer bütün efrad hazır bulunmazsa, taayyünlerinde, alamatlarında muhalefetin bulunmaması ihtimali vardır. Bu ihtimal ise batıldır. Öyleyse, bir ferdin halıkı, bir nevin halıkı olacaktır.

Ve keza, bir neve halık olabilmek, cinse de halık olabilmeye mütevakkıftır. En nihayet, iş اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ da nihayet bulur…

Ve keza, hilkat ve yaratılışın Vacibül-Vücuda isnad edilmesini, nazarları çok kısa olanlar, baid, garip, külfetli olduğunu tevehhüm etmekle inkarına zehab ediyorlar. Halbuki, esbaba isnad edilirse, onların tevehhüm ettikleri bud, garabet, külfet kat kat muzaaf olarak hakikate inkılap eder. Çünkü Vacibe daha kolay olur. Mesela, bir adamdan birkaç şeyin suduru, birkaç adamdan birşeyin sudurundan daha ehvendir. Mesela, balarısının hilkati, kudret-i İlahiyeye isnat edilmezse, nihayetsiz müşkilat olur.

Maahaza, vahidin kesrete yaptığı vaziyet ve maslahatı, kesret çok meşakkatlerden sonra yapabilir. Mesela, bir kumandanın pek çok neferlere verdiği intizam vaziyeti o neferlere verilse, suhuletle yapamazlar. Demek Halık-ı Vahide yapılan isnadda zahiren bud ve garabet varsa da, esbab ve kesrete edilen isnadda muzaaf olarak müteselsil muhaller vardır. Şöyle ki:

Herbir zerrede, Vacibül-Vücudun sıfatlarını farz etmek lazım geliyor. Çünkü, nakıştaki kemal, sanattaki hüsün, o sıfatları ister. Hem şirketi kabul etmeyen vücub hakkında, gayr-ı mütenahi şeriklerin farzı lazımdır. Hem herbir zerrenin, bütün zerrelere hem hakim-i mutlak, hem mahkum-u mutlak olması lazım geliyor.

Çünkü, nizam ve intizam öyle ister. Hem herbir zerrede, ihatalı bir şuur, tam bir ilim lazımdır. Çünkü, zerreler arasında tesanüd ve muvazene vardır. Bu tesanüd ve muvazene ise ilimle olur.

İşte, eşyayı esbaba isnad etmekte bu kadar muhaller vardır. Amma sahib-i hakiki olan Vacibül-Vücuda isnad edildiği vakit, o zerreler şöyle bir vaziyete girerler ki, şemsin cilvelerine, timsallerine, lemalarına mazhar olan su katreleri gibi kudret-i ezeliyenin nurani tecellisine, cilvelerine, lemalarına o zerreler de mazhar olup, sahib-i kudretin izniyle, gayr-ı mütenahi olan ilim ve iradesiyle, o zerrelerde teşekkülat ve terkibat yapılır. Binaenaleyh, kudret-i ezeliyenin bir leması kudretin hasiyetine malik olduğundan, esbabın binler lemasından ve esbabın sultanından daha tesirlidir. Çünkü, bunda tecezzi ve inkısam vardır, kudret-i ezeliyede ise yoktur.

Ve keza, külfet ve uğraşmak da yoktur. Çünkü, kudret Saniin zatına zatidir, arazi değildir. Acz, kudretine tahallül edemez. Kudretin bir lemasına zerreler, şemsler mütesavidir. Büyük, küçükten ağır ve zahmetli değildir. Ve keza, hayat, vücut, nur gibi şeylerin zahir ve batınları şeffaf olduğundan, icadları zamanında, vesait-i esbab altında kudretin tasarrufu görünür. Evet, hayatın vaziyetlerine ve derecelerine dikkat edilirse kudretin tasarrufu görünür.

Mesela, bir salkım üzümün yapılması için ince, camid bir dal; ve bir cam parçasında şemsin timsalini tersim için küçük bir delikten ziyanın geçmesi; ve bir evi tenvir için bir kibrit tavassut ediyor. Ve bu gibi basit esbab altında yapılan o azim ve garip işlerde kudretin tasarrufu gündüz gibi görünmesi aşikardır.

Ve keza, eşyanın esbaba isnadındaki istibaddan ve istiğrabdan hasıl olan inkardan neşet eden dalaletlerden hasıl olan ıztırabat, bütün akılları, ruhları Vacibül-Vücuda firar ve iltica etmeye mecbur eder. Çünkü, ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkül hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh, necat ve halas ancak Allaha iltica ile olur.
فَفِرُّۤوا اِلَى اللهِ اَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
İşte, kainat şu hakikatin lisanıyla, اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ yu söylüyor.

Ve keza, esbab-ı zahiriye pek basit, mahdut, fakir, camid, şuursuz, iradesiz ve kanunlar kısmı da itibari, mevhum şeylerdir. Müsebbebatta bulunan harika nakışlar, ziynetler, garip ve acip sanatların o gibi kıymetsiz esbabla katiyen münasebetleri yoktur. Binaenaleyh, mesela bedenin hüceyratındaki nizamlı, intizamlı teşekkülatı, ekmek yemesine ve kuvve-i hafızada yazılan gayr-ı mahdud muntazam nakışları, kulaktaki ve baştaki telafife ve konuşmakta, tefekkürde, harflerin teşekkülatına ve suver-i zihniyenin husulüne, lisan ve zihnin hareketleri gibi esbaba isnadları, ahmakçasına bir hükümdür. Ancak, o gibi müsebbebat, gayr-ı mütenahi bir kudretle bir ilim ve bir iradeyi iktiza ediyorlar. Bu hakikate binaen sabittir ki, kevn ve vücutta müessir-i hakiki ancak kudreti gayr-ı mütenahi bir Halık-ı Kadirdir; esbab ise bahanelerdir, vesait de perdelerdir. Havas ve hasiyetler dahi, kudretin tecelliyatına ve lemalarına isim ve unvanlardır. Hem kanunlar ve nevamis denilen şeyler, ancak ilimle irade ve emrin envaa olan tecellilerinin isimleridir. Evet, kanun emirdendir, namus iradedendir.

İşte, kainat müsebbebatın lisanıyla اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile Halık-ı Hakikiyi ilan ediyor.

Ve keza, kainat sahifesinde pek büyük bir itina ve ihtimamla harika bir tarzda yazılan nakışlar, münferiden ve müçtemian, gayr-ı mütenahi bir kudreti iktiza ettiklerinden, kainat da bir Vacibül-Vücud, bir Halık-ı Kadirin vücuduna bizzarure delalet eder ki, o Halıkın tesir-i kudretine nihayet olmadığından, şeriklerden bilbedahe müstağnidir, şerike ihtiyacı yoktur.

Maahaza, şerik hadd-i zatında mümtenidir. Bir ferdinin vücudu mümkün değildir. Çünkü, kudret-i kamilenin tesiri gayr-ı mütenahidir. Şerik olduğu takdirde, kudretin tesiri mahdut olur. Mütenahi olmadığı halde mütenahi olur, inkıtaa uğrar. Bu ise birkaç cihetten muhaldir. Öyleyse, istiklal ve infirad, uluhiyet için zati hassalardır.

Maahaza, şerike bir mahal, bir makam, bir imkan-ı zati yoktur. Ve şerikin vücudu hakkında ne bir delil ve ne de bir delilden neşet eden bir ihtimal ve ne de bir emare ve kainatın hiçbir cihetinde şerike bir mevzi yoktur. Bilakis, hangi şeye, hangi cihete bakılırsa tevhid sikkesi görünür. Demek, müessir-i hakiki ancak ve ancak Allahtır.

Evet, insan kainatın en eşrefi ve esbab içinde ihtiyarı en geniş olduğu halde, efal-i ihtiyarisi içinde yemek ve içmek gibi en adi bir fiilinde, yüz cüzünden ancak bir cüzü insana ait olabilir. Esbabın sultanı olan insan, böyle eli bağlı, tesirsiz olursa öteki esbab-ı camide ne halt edebilir?

İşte kainat şu hakikatten tebarüz eden vücut ve vahdet lisanıyla اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ yu tilavet eder.

Ve keza, kainatın bütün ecza ve zerratına tecelli eden esma-i İlahiye arasındaki tesanüd, yani birbirine dayanarak tecelli ettikleri bir temazüç, yani elvan-ı seba gibi birbiriyle memzuç olarak eşyayı cilvelendirdikleri eserleri bir olduğu gibi, müsemmalarının da vahid, ehad olduğuna şehadet eder. Ve bu şehadet lisanıyla, kainat اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ diyerek ilan ediyor.

Ve keza, kainatın—külli ve cüzi—ihtiva ettiği bütün eczasını istila eden bir hikmet-i amme görünür. Ve bu hikmet-i amme, kast, şuur, irade, ihtiyar sıfatlarını tazammun ediyor. Bu sıfatlar, bir Hakim-i Mutlakın vücub-u vücuduna delalet eder. Çünkü, kainat meful ve münfaildir. Meful failsiz olamadığı gibi, mefulün camid bir cüzü de fail olamaz.

Ve keza, kainat sahifesinde bir inayet-i tamme parlıyor. Bu inayet, tazammun ettiği hikmet, lütuf, tahsin sıfatlarıyla, bir Halık-ı Kerimin vücub-u vücuduna delalet eder. Çünkü, inam ve ihsan, münim ve muhsinsiz olamaz.

Ve keza, kainatı müştemilatıyla beraber içine alan pek geniş bir merhamet görünüyor. Bu merhamet, rahmet, hikmet, inayet, inam gibi çok sıfatları tazammun ediyor. Bu sıfatlar, bir Rahman-ı Rahimin vücub-u vücuduna şehadet eder. Çünkü, sıfat mevsufsuz olamaz.

Ve keza, zevilhayat ve canlı mahlukata tevzi edilen bir rızk-ı amm vardır. Ve bu rızk sıfatı, geçen sıfatları istilzam etmekle, bir Rezzak-ı Rahimin vücuduna delalet eder. Çünkü fiil failsiz olamaz.

Ve keza, bütün kainatta intişar eden bir hayat vardır. Bu hayat sıfatı dahi, geçen sıfatları iktiza etmekle, bir Hayy-ı Kayyum, bir Muhyi ve Mümit Halıkın vücub-u vücuduna delalet eder.

Arkadaş! Elvan-ı seba gibi memzuc olan şu beş hakikat, kainata bir Rab, Kadir, Alim, Hakim, Kadim, Rahim, Rahman, Rezzak, Hayy-ı Kayyum zaruri olduğuna bilbedahe delalet ve şehadet eder. Ve kainat bu şehadetlerini اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile ilan eder.

Ve keza, kainat yüzünde hüsn-ü zatiyi gösteren bir hüsn-ü arazi ve bir cemal-i mücerredi gösteren bir cemal-i hazin ve mahbub-u hakikiye işaret eden bir aşk-ı sadık ve bütün esrarı cezb eden bir hakikat-ı cazibeye işaret eden bir cezbe ve bir incizap vardır. Bu hakikatler, kainata bir Rabb-i Vacibül-Vücud lazım ve zaruri olduğuna şehadet ettiklerini, kainat اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile talim ve ilam ediyor.

Ve keza, bütün envaın cüziyatında bir tasarruf var. Bu tasarruf, faideli iş ve maslahatlar içindir. Ve nebatat ve hayvanatta bir tebeddül ve tahavvül var. Bu da pek çok menfaatler içindir. Küre-i arzda gece ve gündüz cihetiyle bir tağyir var. Bu dahi büyük büyük gayeler içindir. Kainatta hükümferma olan nizam ve intizamla beraber, faaliyet hususunda elvan-ı seba gibi tebarüz eden şu hakikatler, bilbedahe bir Mutasarrıf-ı Hakim, Kadir, Fail-i Muhtar gibi bütün evsaf-ı kemaliye ile muttasıf bir Halıkın vücub-u vücuduna yaptıkları delaleti, kainat اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile tebliğ ediyor.

Ve keza, kainatın ihtiva ettiği bütün enva ve ecza ve zerratı istila eden hudus, bir Muhdis ve bir Mucidi iktiza eder.

Ve keza, kainat bütün eczasıyla beraber gayr-ı mütenahi eşkal ve vaziyetlere kabiliyeti, ihtimali, imkanı varken bu şekl-i hazıra girmesi, elbette bir Halık-ı Vacibül-Vücudun ihtiyar, irade ve tercihiyle olmuştur.

Ve keza, büyük bir fakr ve ihtiyaçta bulunan kainatın enva ve eczasına lazım olan işlerini, hacetlerini evkat-ı münasipte مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبْ ifa ve isaf etmek, bir Rezzak-ı Kerimin vücub-u vücuduna delalet eder.

Ve keza, kainat, umumi ve hususi, maddi ve manevi pek büyük ihtiyaçlar içindedir. Gerek vücuduna ve gerek bekàsına lazım şeyleri, işleri görmekten acizdir. Bu gibi matluplarının şuuru olmaksızın yerine getirilmesi, elbette Rahman-ı Rahim ve Vacibül-Vücud bir Sani-i Hakim tarafındandır.

Ve keza, kevn ve vücutta, imkan, kesret, infial mertebeleri vardır. İmkan mertebesi, vücub mertebesine bakar ve onu istilzam eder. Kesret mertebesi, vahdet mertebesine nazırdır, onu iktiza eder. İnfial mertebesi, failiyet mertebesine mütevakkıftır. Bu mertebeler arasındaki istilzam, bizzarure vacip, vahid, faal bir Halıkı iktiza ve istilzam eder.

Ve keza, bakıyoruz ki, kainatta herhangi birşey, hadd-i kemale vasıl olmayınca hareket etmekten durmuyor. Kemaline vasıl olduğu zaman hareketi terk edip sükunda oturur. Bundan anlaşılıyor ki, vücut kemali ister, kemal de sübutu iktiza eder. Öyleyse, vücudun vücudu, kemal iledir. Kemalin kemali de devam ile olur. Öyleyse, bir Vacib-i Sermedi, Kamil-i Mutlak var ki, mümkinatın bütün kemalatı, Onun nur-u kemalinin cilvelerine birer gölgedir. Öyleyse, Cenab-ı Hak zatında, sıfatında, efalinde kamil-i mutlaktır.

Ve keza, herşeyin batını zahirinden daha latif, daha şeffaftır. Bu ise, Saniin o şeyden hariç ve baid olmamasına delalet eder. O şeyin sair eşya ile nizam ve muvazenesinin Sanii tarafından temin edildiği cihetle de, Saniin o şeyde dahil olmamasını iktiza eder. Öyleyse, bir masnuun zatına bakılırsa, Saniin ilim ve hikmeti görünür. Gayrısıyla birlikte bakılırsa, Saniin fevkalküll bir sem ve basara malik olduğu görünür. Bu hakikatten anlaşıldı ki, Sani-i alem, alemde dahil olmadığı gibi, alemden hariç de değildir. İlmi ve kudretiyle herşeyin içinde olduğu gibi, herşeyin fevkindedir. Birşeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı da beraber görür.

Bu hakikatler, kavs-i kuzeh renkleri gibi macun, birtakım nurani ayetlerdir. Kainat, bütün evsaf-ı kemaliyeyle muttasıf bir Halıkın vücub-u vücud ve vahdetine delalet ve şehadet eder. Evet, kainat o Halıkın nurunun gölgesi, esmasının tecelliyatı, efalinin asarıdır.

Arkadaş! Kainatın, şu geçen hakikatlerin lisanıyla söylediği اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ delailiyle لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ ı ispat eder. Ve keza, فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ hakikati مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِı istilzam ediyor. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ da, imanın beş rüknünü tazammun ettiği gibi, sıfat-ı rububiyete de mazhar ve mirattır. Bu sırra binaendir ki; مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ imanın mizan ve terazisinde لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile karin ve muvazi olmuştur. Nübüvvet, sıfat-ı rububiyete nazır ve mazhar olduğundan, umumi bir camiiyete maliktir. Velayet ise, hususi ve cüzidir. Aralarındaki nispet رَبُّ الْعَالَمِينَ ile رَبِّى arasındaki nispet gibidir ki, birisinde izafe umumidir, ötekisinde hususidir. Veya arzdan Arşa olan mirac ile secdedeki mirac arasında veya Arş ile kalb arasındaki nispet gibidir.

Arkadaş! Şu yüksek olan matluba zikrettiğimiz burhanlar, matlubu ihata eden bir dairedir. Matlup olan vücub-u vücud ve vahdet o dairenin merkezindedir. Daireyi teşkil eden burhanların herbirisi, parmağını uzatıp, matlubun hak ve sadık olduğuna imza atıyorlar. O burhanlardan zayıf olanların aralarında tesanüd vardır. Yani, birbirini teyid ve takviye etmekle, zayıf burhanların zafiyeti zail olur. Zail olmasa bile itibardan düşmez. İtibardan düşse bile, dairenin bozulmasına sebep olmaz. Ancak daire küçülür.

Maahaza, burhanların heyet-i mecmuasına terettüb eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her fertten istemek ve her fertte aramak, aklın hastalığına, zihnin cüziyetine işaret olup, matlubu red ve inkar için bir zemin teşkil ediyor. Binaenaleyh, bir burhana bakıldığı zaman zafiyetten dolayı vehimler başgösterirse, öteki burhanlardan süzülen kuvvetle ortada zafiyet kalmaz; vehimler de dağılır.

Maahaza bazı burhanlar suya benziyor; bir kısmı da havaya benziyor, bir kısmı da ziya gibidir. Binaenaleyh, bu gibi burhanları gayet latif ve dikkatli ince bir fikirle arayıp tutmalıdır ki, dökülmesin, sönmesin, uçmasın.

Takriz
Fazıl-ı muhterem Meclis-i Mesahif ve Tetkik-i Müellefat-ı Şeriye Reis-i alisi Şeyh Safvet Efendi Hazretlerinin takrizidir:

Cenab-ı Hakka hamd ve kendisine Kuran nazil olan Peygamberimize ve dinin binasını tahkim ve temhid eden al ve Ashabına salat ü selam olsun.

Tevhid Denizinden Bir Katre namındaki risale gözüme tecelli etti. O denizle bu katre arasında bir fark göremedim. Çünkü, o katre hakikatte o denizden geliyor ve o denize dökülüyor. Tevhid denizinden avuçla su içmekte ve İslamiyet memesinden süt emmekte kardeşimiz olan allame Bediüzzaman Said Nursinin sayinden dolayı Cenab-ı Hakka hadsiz şükürler olsun.

El-fakir, türabu akdamul-ulema
Safvet

Hatime
Şu hatime, dört çeşit hastalıkları beyan eder ve tedavi çarelerini gösterir.

Birinci hastalık: “Yeis”tir.
Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olamayan azaptan korkar, yese düşer. Böyle bir meyusun gözüne, dini meselelere münafi edna ve zayıf bir emare, kocaman bir burhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin saikasıyla ilan-ı isyan ederek İslam dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder. Binaenaleyh, amale muvaffak olamayanlar, yese düşmemek için şu ayete müracaat etsin.

قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذِينَ اَسْرَفُوا عَلٰۤى اَنْفُسِهِمْ لاَتَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهِ اِنَّ اللهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

İkinci hastalık: “Ucb”dur.
Arkadaş! Yese düşen adam, azaptan kurtulmak için, istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenat ve kemalatı var. Hemen o kemalatına bel bağlar. Güvenerek der ki: “Bu kemalat beni kurtarır, yeter” diye bir derece rahat eder. Halbuki, amale güvenmek ucubdur, insanı dalalete atar. Çünkü, insanın yaptığı kemalat ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir; onlara güvenemez.

Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i sanatı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakita olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için, yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut, havi olduğu garib sanat, acip nakışların şehadetiyle, bir Sani-i Hakimin dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan, ancak bir tane insana aittir.

Ve keza, esbab içerisinde en eşref, en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, efal-i ihtiyariye namıyla kendisine mal zannettiği efalin ekl, şürb gibi en adi bir fiilin husulünde, yüz cüzünden ancak bir cüzü insana aittir.

Ve keza, insanın elindeki ihtiyar pek dardır. Havassının en genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklın semerelerini ihata edemez. Bunları, bu kadar büyük iken, nasıl daire-i ihtiyarına idhal edip, onlarla iftihar ediyorsun.

Ve keza, şuuri olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuuri oldukları halde, şuurun taalluk etmediğinden sabit olur ki, o fiillerin faili bir Sani-i Zişuurdur. Ne sen failsin ve ne senin esbabın… Binaenaleyh, malikiyet davasından vazgeç. Kendini mehasin ve kemalata masdar olduğunu zannetme. Ve katiyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünkü, su-i ihtiyarınla, sana verilen kemalatı bile tağyir ediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin hep mevhubedir; seyyiatın meksubedir. Binaenaleyh, لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَلاَحَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ de.

Üçüncü hastalık: “Gurur”dur.
Evet, gurur ile, insan maddi ve manevi kemalat ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalatına tenezzül etmeyip kendi kemalatını kafi ve yüksek görürse, o insan nakıstır. Böyle insanlar, malumat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama maruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslaf-ı izamın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar.

Dördüncü hastalık: “Su-i zan”dır.
Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan su-i ahlakı, su-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekatını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslaf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek su-i zandır. Su-i zan ise, maddi ve manevi içtimaiyatı zedeler.

Arkadaş! Tahtelarz yaptığım hayali bir seyahatte gördüğüm bazı hakikatleri zikredeceğim:
Birinci hakikat: Arkadaş! Malik-i Hakikiden gaflet, nefsin Firavunluğuna sebep olur. Evet, taht-ı tasarrufunda bulunan bütün eşyanın Malik-i Hakikisini unutan, kendisini kendisine malik zannederek hakimiyet tevehhümünde bulunur. Ve başkaları da, bilhassa esbabı, kendisine kıyas ile hakim ve malik defterine kaydeder. Ve bu vesileyle, Allahın mülkünü, malını kendilerine taksim ederek ahkam-ı İlahiyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar.

Halbuki, Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vahid-i kıyasi vazifesini görüyor. Maalesef, su-i ihtiyar ile hakimiyet ve istiklaliyete alet ederek tam bir Firavun olur.

Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki:

Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Halıkın sıfatlarını fehmetmek için bir vahid-i kıyastır. Çünkü, insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsillerle bilirler. Mesela, bir adam Cenab-ı Hakkın kudretini anlamak için bir taksimat yapar. “Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir”

diye vehmi bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünkü, nefis, nefsine malik olmadığı gibi, cismine de malik değildir. Cismi, ancak acip bir makine-i İlahiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-i ezeliye, bir cilveciği o makinede çalışıyor. Binaenaleyh, insan o Firavunluk davasından vazgeçmekle, mülkü malikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğer hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse, Allahın mülkünü esbab-ı camideye taksim etmiş olacaktır.

İkinci hakikat: Ey nefs-i emmare! Katiyen bil ki, senin hususi ama pek geniş bir dünyan vardır ki, amal, ümit, taallukat, ihtiyacat üzerine bina edilmiştir. En büyük temel taşı ve tek direği, senin vücudun ve senin hayatındır. Halbuki o direk kurtludur. O temel taşı da çürüktür. Hülasa, esastan fasit ve zayıftır. Daima harap olmaya hazırdır.

Evet, bu cisim ebedi değil, demirden değil, taştan değil; ancak et ve kemikten ibaret birşeydir. ani olarak senin başına yıkılıyor, altında kalıyorsun. Bak zaman-ı mazi, senin gibi geçmiş olanlara geniş bir kabir olduğu gibi, istikbal zamanı da geniş bir mezaristan olacaktır. Bugün sen iki kabrin arasındasın; artık sen bilirsin.

Arkadaş! Bildiğimiz, gördüğümüz dünya bir iken, insanlar adedince dünyaları havidir. Çünkü, her insanın tam manasıyla hayali bir dünyası vardır. Fakat öldüğü zaman dünyası yıkılır, kıyameti kopar

Üçüncü hakikat: Şu gördüğün dünyayı, bütün lezaiziyle, sefahetleriyle, safalarıyla pek ağır ve büyük bir yük gördüm. Ruhu fasit, kalbi hasta olanlardan başka kimse o ağır yükün altına giremez. Çünkü, bütün kainatla alakadar olmaktansa ve herşeyin minnetine girmektense ve bütün esbab ve vesaite el açıp arz-ı ihtiyaç etmektense, bir Rabb-i Vahid, Semi ve Basire iltica etmek daha rahat ve daha karlı değil midir?

Dördüncü hakikat: Ey nefis! Kainatın uzak çöllerine gidip Saniin ispatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak: Senin o kulübenin duvarlarına asılan icad silsilelerinden, hilkatin mucizelerinden ve harika sanatlarından, kulübeden harice uzatılan ihtiyaç ellerinden ve pencerelerinden yükselen “Ah!”, “Oh!” ve eninler lisan-ı haliyle istenilen yardımlarından anlaşılır ki, o kulübeyi müştemilatıyla beraber yaratan Halıkın, o ah u eninleri işitir, şefkat ve merhamete gelir, hacat ve amalin ne varsa taht-ı taahhüde alır. Zira, sineğin kafasındaki o küçük küçük hüceyratın nidalarına “Lebbeyk!” söyleyen o Sani-i Semi ve Basirin, senin dualarını işitmemesi ve o dualara müsbet cevaplar vermemesi imkan ve ihtimali var mıdır?

Binaenaleyh, ey bu küçük hüceyrelerden mürekkep ve ene ile tabir edilen hüceyre-i kübra! O kulübeciğin küçüklüğüyle beraber, dolu olduğu harika icadlarını gör, imana gel! Ve “Ya İlahi! Ya Rabbi! Ya Halıki! Ya Musavviri! Ya Maliki ve ya Men Lehül-Mülkü vel-Hamd! Senin mülkün ve emanetin ve vedian olan şu kulübecikte misafirim, malik değilim” de; o batıl temellük davasından vazgeç. Çünkü o temellük davası, insanı pek elim elemlere maruz bırakır.

Nükte
Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakiki bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını tesis eder.

Küfür ise, bürudet gibi, bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebi nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, müminin ruhunda adavet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Kafirin ruhunda hırs, adavet olduğu gibi, nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır. Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kafirlerde olur. Ve keza, kafir, dünyada hasenatının mükafatını filcümle görür. Mümin ise, seyyiatının cezasını görür.

Bunun için dünya, kafire cennet (yani ahirete nisbeten), mümine Cehennemdir (yani saadet-i ebediyesine nisbeten)—yoksa, dünyada dahi mümin yüz derece ziyade mesuttur—denilmiştir.

Ve keza, iman insanı ebediyete, Cennete layık bir cevhere kalb eder. Küfür ise, ruhu, kalbi söndürür, zulmetler içinde bırakır. Çünkü, iman, kabuğunun içerisindeki lübbü gösterir. Küfür ise, lüb ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen lüb bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir.

Nokta
Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulum-i akliyeye tavaggul etmek nisbetindedir. Demek manevi olan hastalıklar, insanları akli ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye müptela olur.

Ve keza, dünyanın iki yüzünü gördüm.
Bir yüzü: Az çok zahiri bir ünsiyet, bir güzelliği varsa da, batını ve içi daimi bir vahşetle doludur.

İkinci yüzü: Filcümle zahiren vahşetli ise de, batınen daimi bir ünsiyetle doludur.

Kuran-ı Azimüşşan, nazarları ahiret ile muttasıl olan ikinci veçhe tevcih eder. Birinci vecih ise, ahiretin zıddı olup ademle muttasıldır.

Ve keza, mümkinatın da iki veçhi vardır:

Birisi: Enaniyet ile vücuttur. Bu ise, ademe gider ve ademe kalb olur.

İkincisi: Enaniyetin terkiyle ademdir. Bu ise Vacibül-Vücuda bakar, bir vücut kazanır. Binaenaleyh, vücut istersen, münadim ol ki vücudu bulasın.

Nükte
Mukaddemede zikredilen dört kelimeden, niyet hakkındadır.

Arkadaş! Bu niyet meselesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet, niyet öyle bir hasiyete maliktir ki, adetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acip bir iksir ve bir mayedir.

Ve keza, niyet ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur.

Ve keza, niyette öyle bir hasiyet vardır ki, seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek, niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlastır. Öyleyse, necat, halas, ancak ihlas iledir. İşte bu hasiyete binaendir ki, az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki, az bir ömürde Cennet, bütün lezaiz ve mehasiniyle kazanılır. Ve niyet ile insan daimi bir şakir olur, şükür sevabını kazanır.

Ve keza, dünyadaki lezzet ve nimetlere iki cihetle bakılır:

Bir cihette, o nimetlerin bir Münim tarafından verildiği düşünülür. Ve nazar, o lezzetten inam edene döner, Onu düşünür. Münimi düşünmek lezzeti, nimeti düşünmekten daha lezizdir.

İkinci cihet, nimeti görür görmez nazarını ona hasrederek, o nimeti ganimet telakki ederek minnetsiz yer.

Halbuki, birinci cihette lezzet, zeval ile zail olsa bile ruhu bakidir. Çünkü Münimi düşünür. Münim ise merhametlidir. “Daima bu nimetleri bana verir” diye ümitvar olur. İkinci cihette, nimetin zevali ölüm değildir ki, ruhu kalsın. Ruhu da söner, ancak dumanı kalır. Musibetlerin ise, zevalinden sonra dumanları söner, nurları kalır. Lezzetlerin zevalinden sonra kalan dumanları, günahlarıdır.

Arkadaş! Dünya ve ahiretteki lezzet ve nimetlere, imanla bakılırsa, bunlarda bir hareket-i devriye görülür ki, emsaller birbirini takip eder. Biri gider, yerine onun misli gelir. Bu sayede o nimetlerin mahiyeti sönmez. Ancak teşahhusat-ı cüziyede firak ve iftirakları vardır. Bunun içindir ki, lezaiz-i imaniye, firak ve iftirakla müteessir ve mükedder olmuyor. Fakat ikinci cihette, herbir lezzetin zevali var. Ve o zeval, hadd-i zatında elem olduğu gibi, düşünmesi de elemdir. Çünkü bu ikinci cihette, hareket devriye değildir, müstakimdir. Lezzet, ebedi bir ölüm ile mahkum olur.

Nokta
Arkadaş! Esbab ve vesaiti insan kucağına alıp yapışırsa, zillet ve hakarete sebep olur. Mesela, kelp, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı haseneyle muttasıftır ve o sıfatlar ile iştihar etmiştir. Hatta, sadakat ve vefadarlığı darb-ı mesel olmuştur. Bu güzel ahlakına binaen, insanlar arasında kendisine mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmaya layık iken, maalesef, insanlar arasında mübarekiyet değil, necisül-ayn addedilmiştir. Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler.

Bunun esbabı ise, kelpte hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zahiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki, Münim-i Hakikiden bütün bütün gafletine sebep olur.

Binaenaleyh, vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakikiden yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tahir olsun. Çünkü hükümler, hadler, günahları affeder. Ve beynennas tahkir darbesini, gaflete kefaret olarak yemiştir.

Öteki hayvanlar ise, vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar. Mesela, kedi seni sever, tazarru eder—senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muarefe yokmuş ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Münim-i Hakikiye şükran hisleri vardır. Çünkü, fıtratları Sanii bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar—şuur olsun, olmasın. Evet, kedinin mırmırları “Ya Rahim, ya Rahim, ya Rahim”dir.

Nükte
Yine gördüm ki: Eğer herşey Cenab-ı Hakka isnad edilmezse, bir an-ı vahidde, gayr-ı mütenahi ilahların ispatı lazım gelir. Ve bütün zerrat-ı kainattan daha çok olan şu ilahların herbirisi, bütün ilahlara hem zıd, hem misil olması lazım geliyor. Ve aynı zamanda, herbirisi, bütün kainata elini uzatmış, tasarrufatta bulunuyor gibi bir vaziyet alması lazım gelir. Mesela, balarısının bir ferdini yaratan bir kudretin hükmü, bütün kainata cari ve nafiz olması lazımdır. Zira, o balarısı kainatın unsurlarına nümunedir, eczasını kainattan alıyor. Halbuki, vücut sahasında mahal ve makam, yalnız ve yalnız Vacib-i Ehade mahsustur. Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse, herbir zerreye bir uluhiyet lazımdır. Mesela, Ayasofyanın banisi inkar edildiği takdirde, herbir taşı bir Mimar Sinan olması lazım geliyor. Öyleyse, kainatın Sanie olan delaleti, kendi nefsine olan delaletinden daha vazıh, daha zahir, daha evladır. Öyleyse, kainatın inkarı mümkün olsa bile, Saniin inkarı mümkün değildir.

Nokta
Gafletten neşet eden dalalet, pek garip ve aciptir. Mukareneti, illiyete kalb eder. İki şey arasında bir mukarenet olursa, yani daima beraber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalaletin şenindendir. Halbuki, devamlı mukarenet, illiyete delil olamaz.

Nükte
Arkadaş! نَعْبُدُ deki ن un ifade ettiği cem ve cemaat, fikri ve kalbi ayık olan musallinin nazarında sath-ı arzı bir mescid şekline getirir. Ve bütün müminlerden teşekkül etmiş, şarktan garba kadar dizilmiş safları havi o cemaat-i kübra içinde namaz kıldığını ihtar ettirir.

Ve keza, لاَ اِلٰهَ ِالاَّ اللهُ olan kelime-i zikriyeyi bir insan vird-i zeban ettiği zaman, zamanı bir halka-i zikir tahayyül etmekle, o halkanın sağ tarafı olan mazi cihetinde enbiyanın, sol tarafı olan istikbal cihetinde de evliyanın oturup cemaatle zikrettiklerini ve kendisi de, o cemaat-ı uzma içinde bulunarak şu kubbe-i minayı dolduran yüksek, İlahi ve tatlı sadalarına iştirak ettiğini tahayyül etsin. Kuvve-i hayaliyesi daha keskin olanlar da kainat mescidinde bütün masnuatın teşkil ettikleri halka-i zikirlerine girsin, şu fezayı velvelelendiren o sadaları dinlesin.

Nokta
Cenab-ı Hakkın masivasına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi yukarıdan aşağıya nazil olur; diğeri aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:

Bir insan en evvel muhabbetini Allaha verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allahın sevdiği herşeyi sever. Ve mahlukata taksim ettiği muhabbeti, Allaha olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.

İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allahı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazan da kavi bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mana-yı ismiyle tamamen cezb eder, helakete sebep olur. Şayet Allaha vasıl olsa da, vüsulü nakıs olur.

Nükte
وَمَا مِنْ دَۤابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللهِ رِزْقُهَا ayet-i kerimesiyle, rızık taahhüt altına alınmıştır. Fakat, rızık dediğimiz iki kısımdır: Hakiki rızık, mecazi rızık. Yani zaruri var, gayr-ı zaruri var.

ayetle taahhüt altına alınan, zaruri kısmıdır. Evet, hayatı koruyacak derecede gıda veriliyor. Cisim ve bedenin semizliği ve zaafiyeti, rızkın çok ve az olduğuna bakmaz. Denizin balıklarıyla karanın patlıcanları şahittir. Mecazi olan rızık ise, ayetin taahhüdü altında değildir. Ancak say ve kisbe bağlıdır.

Nokta
Arkadaş! Masum bir insana veya hayvanlara gelen felaketlerde, musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbab ve hikmetler vardır. Yalnız, meşiet-i İlahiyenin düsturlarını havi şeriat-ı fıtriye ahkamı, aklın vücuduna tabi değildir ki, aklı olmayan birşeye tatbik edilmesin. O şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbik ile tecziye edilir. Mesela, bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriyenin ahkamından olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı düşüp başı kırılırsa müstahak olur. Çünkü, bu musibet o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, öz evlatlarına olan şiddet-i şefkat ve himayeyi nazara almayarak, zavallı ceylanın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar. Sonra, bir avcı tarafından öldürülür. İşte, hiss-i şefkat ve himayeye muhalefet ettiğinden, ceylana yaptığı aynı musibete maruz kalır.

İtizar
Arkadaş! Bu risale, Kuranın bazı ayatını şuhudi bir tarzda beyan eden bir nevi tefsirdir. Ve havi olduğu mesail, Furkan-ı Hakimin Cennetlerinden koparılmış birtakım gül ve çiçekleridir. Fakat, ibaresindeki işkal ve icazdan tevahhuş edip, mütalaasından vazgeçme. Mütalaasına tekrar ile devam edilirse, meluf ve menus bir şekil alır. Kezalik, nefsin temerrüdünden de korkma. Çünkü, benim nefs-i emmarem bu risalenin satvetine dayanamayarak inkıyada mecbur olduğu gibi, şeytanım da “Eynel-meferr?” diye bağırdı. Sizin nefis ve şeytanlarınız benim nefis ve şeytanımdan daha asi, daha taği, daha şaki değiller.

Kezalik, Birinci Babda tevhidin beyanı için zikredilen delillerde vaki olan tekrarları faidesiz zannetme. Hususi makamlarda, ihtiyaca binaen zikredilmişlerdir. Evet, hatt-ı harpte siperde oturup müdafaa eden bir nefer, etrafında bulunan boş siperlere gitmeyip, bulunduğu siper içinde diğer bir pencereyi açması, elbette bir ihtiyaca binaendir.

Kezalik, bu risalelerin ibarelerindeki işkal ve iğlakın, keyif için ihtiyarımdan çıkmış olduğunu zannetme. Çünkü, bu risale, dehşetli bir zamanda, nefsimin hücumuna karşı yapılan ani ve irticali bir münakaşadır. Kelimeleri, o müthiş mücadele esnasında zihnimin eline geçen dikenli kelimelerdir. O, ateşle nurun karıştıkları bir hengamda, başım dönmeye başlıyordu. Kah yerde, kah gökte, kah minarenin dibinde, kah minarenin şerefesinde kendimi görüyordum. Çünkü, takib ettiğim yol, akıl ile kalb arasında yeni açılan berzahi bir yoldur. Akıldan kalbe, kalbden akla inip çıkmaktan bizar olmuştum. Bunun için, bir nur bulduğum zaman, hemen üstüne bir kelime bırakıyordum. Fakat, o nurların üstüne bıraktığım kelime taşları, delalet için değildi. Ancak, kaybolmamak için birer nişan ve birer alamet olarak bırakırdım. Sonra baktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden o nurlar, Kuran güneşinden ilham edilen misbah ve kandillerdi.
اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ نُورًا لِعُقُولِنَا وَقُلُوبِنَا وَاَرْوَاحِنَا وَمُرْشِدًا لاَنْفُسِنَا اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ