Onuncu Sözün bir cihette esası ve Yirmi Sekizinci Sözün Arabi ikinci makamıdır.
Kainatın bütün zerratı, müçtemian ve münferiden, lisan-ı acz ve fakr ile vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ettikleri Sani-i Hakime hamdler, senalar, şükürler olsun. Ve kainatın tılsımını açıp, ayatını keşf ve beyan eden Resulü ile al ü ashabına ve sair enbiya ve mürselin ihvanına ve ibad-ı salihine salat ü selamlar olsun.
Arkadaş! Tabiat ve esbab, bazı insanlara şükür kapısını kapatıp şirk ve küfür kapısını açmıştır. Halbuki, şirkin temeli sayısız muhalattan kurulmuş olduğundan haberleri yok. O muhalattan bir taneyi beyan edeyim ki, şirkin ne kadar fena bulunduğunu kör gözleriyle görsünler. Şöyle ki:
Şirk sahibi, cehalet sarhoşluğunu terk ve ilim gözüyle küfrüne baktığı zaman, o küfrü iman ve izan edebilmek için, bir zerre-i vahideye bir ton ağırlığında bir yük yükletmeye ve her zerrede sayısız matbaaları icad edip tabiat ve esbabın eline vermeye ve bütün masnuatta bütün sanat inceliklerini tabiata ders vermeye muztar ve mecbur olur. Zira, hava unsurundan, mesela, herbir zerre, bütün nebatlar, çiçekler, semereler üstünde konup bünyelerinde vazifesini yapmak salahiyetindedir. Eğer bu zerreler, yaptıkları vazifelerde memur olup Cenab-ı Hakkın emir ve iradesine tabi oldukları kafirane inkar edilirse, o zerre herhangi bir bünyeye girse, o bünyenin bütün cihazatını, keyfiyetiyle teşekkülünü bilmesi lazımdır. Bu bilginin o zerrede bulunmasını ancak o kafir itikad edebilir.
Maahaza, bir semere, bir şecerenin bir misal-i musağğarıdır. Ve o semeredeki çekirdek, o şecerenin defter-i amalidir. O ağacın tarih-i hayatı o çekirdekte yazılıdır. Bu itibarla, bir semere şecerenin tamamına, belki o şecerenin nevine, belki küre-i arza nazırdır. Öyleyse, bir semerenin sanatındaki azamet-i maneviyesi, arzın cesameti nisbetindedir. O zerreyi, sanatça havi olduğu o azamet-i maneviyeyle bina eden, arzı haml ve bina etmekten aciz olmayacaktır. Acaba o kafir münkir, kalbinde böyle bir küfrü taşımakla, akıl ve zeka iddiasında bulunması kadar bir ahmaklık var mıdır?
Arkadaş! Her birşey için iki suret ve şekil vardır:
Biri: Maddiyedir ki, adeta bir gömlek gibi, herşeyin vücuduna göre kaderin takdiriyle biçilmiş şu görünen suretlerdir.
Diğeri: Makuledir ki, birşeyin yaşadığı bir ömürde mürur-u zamanla değiştirdiği muhtelif maddi suretlerin içtimaından tasavvur edilen bir suret-i vehmiyedir.
Bir ateşin süratle tedvirinden hasıl olan daire-i vehmiye gibi, herşeyin tarih-i hayatını bildiren ve kadere medar olan ve mukadderat-ı eşya denilen şu ikinci suret, makuledir. Suret-i maddiye itibarıyla herşeyin bir nihayeti, bir gayesi olduğu gibi, suret-i maneviye itibarıyle de bir nihayeti ve gizli bazı hikmetler için bir gayesi de vardır. Binaenaleyh, herşeyin suret-i maddiyesinde, kudret-i Rabbani ustadır, kader mühendistir. Suret-i maneviyesinde ise, kader mistardır, yani, teşekkülatın çizgilerini çizer; kudret mastardır, yani o çizgiler üstünde yapılan teşekkülat, kudretten sudur eder.
Ey kafir! Bunu işittikten sonra iyice düşün. Bir zerreye bir terzilik sanatını öğretmeye kudretin var mıdır? Kendine halık ittihaz ettiğin tabiat ve esbab, herşeyin muhtelif ve mütenevvi suretlerini biçip dikmesine kudretleri var mıdır?
Bak, ey gözden mahrum kafir! Şecere-i hilkatin semeresi ve kuvvet ve ihtiyarca esbabdan üstün olan insan, terziliğin bütün kabiliyetlerini, bilgilerini cem edip dikenli bir şecerenin azalarına uygun bir gömleği dikemez. Halbuki, Sani-i Hakim herşeyin neması zamanında pek muntazam, cedid ve taze taze gömlekleri ve yeşil yeşil hulleleri kemal-i sürat ve sühuletle yapar, giydirir. Fesübhanallah!
Evet, münezzehtir, herşeyin vücudu emrine bağlı olan Allah münezzehtir. Herşeyin içyüzü elinde bulunan Sani münezzehtir. Bütün mahlukata merci olan Sani münezzehtir.
Arkadaş! Herbir mevcudun üstünde, Sani-i Ehad ve Samedin bir sikkesi, bir hatemi olup, o mevcudun Sani-i Ehad ve Samedin mülkü ve eser-i sanatı olduğuna şehadet ediyorlar.
Evet, gayr-ı mütenahi ehadiyet sikkelerinden ve samedaniyet hatemlerinden, yalnız bahar mevsiminde sahife-i arza darb edilen sikkeye bak ki, şu zikredilecek müteselsil fıkralar, cümleler o sikkeyi güneş gibi gösteriyorlar ve izhar ediyorlar.
Evet, sahife-i arzda pek garip, hakimane bir icad görünüyor. Bu görünen icadın gösterdiği kuvvet ve faaliyeti görmek istersen, şu gelen fıkralara dikkat et:
1. O icad fiili, pek azim ve geniş bir sehavet-i mutlakadan geliyor.
2. Bir suhulet-i mutlaka ile bir kuvvet-i mutlakadan çıkıyor.
3. Mutlak bir intizamla, sürat-i mutlakada meydana geliyor.
4. Mevzun ve mizanlı olarak bir vüsat-i mutlakada bulunuyor.
5. Güzel bir eser-i sanat olmakla beraber, mutlak bir ucuzlukta görünüyor.
6. Taalluk ettiği şeyler pek karışık olmakla beraber, büyük bir imtiyaz-ı mutlak ve adem-i iltibasla yapılıyor.
7. Mahall-i taalluku gayr-ı mütenahi olmakla beraber, eserlerinde çirkinlik görünmez, ahsen şekilde husule gelir.
8. Efrad ve enva arasında, bud-u mutlak ile beraber, tevafuk-u mutlak var.
Arkadaş! Bu fıkraların herbirisi tek başına da o sikkeyi izhar etmeye kafidir.
Bakınız, en harika bir sehavetle en harika bir hüsn-ü sanat, muhit bir kudretin hassasıdır.
Ve intizamla beraber harika bir suhulet, hiçbir şeyden aciz olmayan muhit bir ilim sahibine mahsustur.
Tartılmış gibi gayet mizanlı olmakla beraber, mucizane bir sürat-i mutlaka, herşeyi emrine ve kudretine teshir eden Zata mahsustur.
Nevilerin pek dağınık bulunmasından, pek geniş bir tasarrrufla harika bir hüsn-ü sanat, ilim ve kudretiyle herşeyin yanında bulunan Zata hastır.
Kesret ve mebzuliyetle beraber her ferdin sanat itibarıyla kıymettar olması, sonsuz bir zenginlikle gayr-ı mütenahi hazinelere malik olan Zata mahsustur.
Efradın ziyadesiyle karışık olmasıyla beraber iltibassız ve fevkalade imtiyaz ve teşahhuslara mazhar olmaları, herşeye basir ve herşeye şehid ve herbir fiili kendisini diğer bir fiilden men etmeyen Zata mahsustur.
Ve keza, arzda dağınık bulunan efrad arasındaki uzaklıkla beraber, suretçe, vücutça, teşkilatça aralarında husule gelen tevafuk, küre-i arz yed-i tasarrufunda, ilminde, hükmünde, hikmetinde bulunan Zata mahsustur.
Ve keza, nevin kesret-i efradıyla beraber her ferdin harikulade bir hüsn-ü hilkate malik olması, Kadir-i Mutlaka hastır ki, az çok, küçük ve büyük herşey Ona nisbeten birdir.
Geçen fıkraların herbirisinde, herşeyin tek bir Saniin sunu ve sanatı olduğuna delalet eden başka bir ayet daha vardır. Evet, sehavetle kuvve-i iktisadiye arasında ve süratle mizanlı olmak arasında ve ucuzlukla kıymetli olmak arasında ve karışık olmakla mümtaz bulunmak arasında tezat vardır. Bu zıtları bir fiilinde cem etmek, ancak kudreti hadsiz bir Sani-i Kadire mahsustur.
Hülasa: Herbir fıkra, tek başına hatem-i ehadiyeti izhara kafi olduğu takdirde, fıkraların heyet-i içtimaiyesi pek zahir bir tarik-i evla ile hatem-i ehadiyeti gösterir. İşte bu izahtan, وَلَئِنْ سَئَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللهُ ayet-i kerimesinin sırrı zahir oldu. Yani, o inatlı münkire, “Halık-ı Semavat ve Arz kimdir?” diye sorulduğu zaman, çar u naçar, “Allahtır” diyecektir.
Arkadaş! Uluhiyet, risalet, ahiret, kainat arasında hakikatte telazum vardır. Yani, bunlardan birisinin vücut ve sübutu, ötekisinin de vücut ve sübutunu istilzam eder. Birisine iman, ötekisine de imanı icab ettirir.
Evet, mesela, herbir kelimesi bir kitabı ve herbir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, katipsiz vücudu mümkün değildir. Kainat kitabı da Nakkaş-ı Ezelinin vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezeliye iman etmekle kitab-ı kainata şahit olabilirler.
Ve keza, pek çok sanat harikalarına ve nakış ve ziynetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bani ve sanisiz vücudu mümkün olmadığı gibi, bu alemin vücudu da Saniin vücuduna tabidir. Dalalet sarhoşluğuyla sarhoş olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler.
Ve keza, deniz ve nehirlerin yüzünde, şemsin aksini gösteren kabarcıklardaki güneşin parıltısı, şemsin vücudunu inkar etmekle mümkün olmadığı gibi, aklı bozuk olmayanlar için, kemal-i intizamla tahavvül ve teceddüd eden şu kainatın şuhudu, Bani ve Saniin vücub-u vücudunun tasdikiyle olabilir. Çünkü, şu muhteşem kainatı meşiet ve hikmetiyle tesis ve kaza ve kaderinin düsturlarıyla tafsil ve adetinin kanunlarıyla tanzim ve inayet ve rahmetinin namuslarıyla tezyin ve esma ve sıfatının cilveleriyle tenvir eden, ancak ve ancak Bani ve Sanidir.
Evet, Halık-ı Vahid kabul edilmediği takdirde, kainatın zerrat ve mürekkebatı adedince sonsuz ilahların kabulüne mecburiyet hasıl olur. Ve aynı zamanda, herbir ilahın şu kainatı halk etmeye kàdir olması lazımdır. Çünkü, zihayatın her bir cüzisi, zevilhayatın küllüne, yani umumuna bir fihristedir. Cüziyi halk eden, külliyi de halk etmeye kàdir olmalıdır.
Ve keza, ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, uluhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusül ile olur.
Ve keza, hadd-i kemale baliğ olan en yüksek bir cemalin bilinmesi, görünmesi, gösterilmesi için resullerin tarifi lazımdır.
Ve keza, kemal-i cemale baliğ olan kemal-i hüsn-ü sanat, resullerin delaletiyle olur.
Ve keza, rububiyet-i amme, ubudiyet-i külliye ister. Bu da zülcenaheyn resullerin vahdet-i İlahiyeyi halka ilan etmeleriyle mümkün olur.
Ve keza, bir hüsün sahibinin isteği olmasa ve bir ayine bulunmasa ve tarif edici bir şahıs tavassut etmezse, onun hüsnünün görünmesi, gösterilmesi mümkün değildir. Bu da ancak resuller vasıtasıyla olur. Çünkü, resul, ubudiyetiyle Halıkın hüsnüne ayinedir; risaleti cihetiyle de halka izhar ve ilan eder.
Ve keza, bir zatın cevahirle, zikıymet eşya ile dolu hazinelerini açıp halka göstermek ve arz etmekle o zatın kudretini, zenginliğini, saltanatını ilan etmek için, ancak o zatın müsaadesiyle ve iradesiyle emir ve tayin edilmiş bir memur lazımdır. İşte o memur resuldür.
Arkadaş! Bu sıfatları haiz, bu vazifeleri en mükemmel görebilecek Muhammed aleyhissalatü vesselamdan başka alemde bir şahıs yoktur. En cami, en kamil, en fazıl o zattır. Tam tamına teşhir, tebliğ, tarif, tavsif, izhar, ilan eden, o zattır.
Aziz arkadaş! “İman-ı billah” ile “ahiret imanı” arasındaki telazuma geldik. Hazır ol, dinle:
Bir sultan, itaat edenlere mükafat ve isyan edenlere de mücazat etmezse, saltanatı inhidama yüz çevirir. Ve keza, bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr ve terbiye lazımdır. Mükafat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücazatı ister. Mükafat ve mücazat menzilleri ahirettir.
Ve keza, yüksek bir hikmet ve adalet sahibi olan bir sultan, saltanatının şanını kusurdan saklamak üzere, kendisine iltica edenleri taltif ve hakimiyetinin haşmetini göstermek için milletinin hukukunu muhafaza eder. Bu cihetlerin mühim bir kısmı ahirette olur.
Ve keza, lebaleb dolu hazinelere malik ve sehavet-i mutlakaya sahip olan bir sultan için umumi ve daimi bir dar-ı ziyafet lazımdır. Ve ayrı ayrı ihtiyaç sahiplerinin devam ve bekàlarını ister. Bu da ancak ahirette olur.
Ve keza, bir cemal sahibi, daima hüsün ve cemalini görmek ve göstermek ister. Bu ise ahiretin vücudunu ister. Çünkü daimi bir cemal, zail ve muvakkat bir müştaka razı olmaz, onun da devamını ister. Bu da ahireti ister.
Ve keza, yardım isteyenlere yardım ve dua edenlere cevap vermek hususunda, pek rahimane bir şefkat sahibi olan bir sultan—ki edna bir mahlukun edna bir isteğini derhal yapar, verir—elbette bütün mahlukatın en büyük bir ihtiyacını kemal-i suhuletle yapar. Böyle umumi ve en mühim bir ihtiyaç ancak ahirettir.
Ve keza, icraatından, faaliyetinden anlaşılan pek harika bir ihtişam içinde bir saltanatı varken, milletinin içtimaları için yalnız dar bir misafirhane yapılmış; daimi olarak milleti istiab edemez, daima dolar boşalır. Ve bir imtihan meydanı var; her vakit değişir, tebeddül eder. Ve sultanın bazı asar-ı sanatına ve ihsanatına bazı nümuneler göstermek için meclisleri var; zaman zaman tahavvül eder. Bu vaziyet, bu dar menzil ve meydan ve meşherden sonra daimi bir menzil, sabit saraylar, açık hazineler bulunup ve sakinleri sabit ve daimi kalacaklarına bilbedahe delalet eder.
Ve keza, dikkat sahibi bir sultan ki, milletinin bütün amallerini, efallerini, hizmetlerini, hacetlerini tamamıyla yazar ve yazdırır ve mülkünde cereyan eden herbir hadise ve herbir vakıanın suretlerini, fotoğraflarını alıp tesbit ve hıfz ederse, elbette bu vaziyet, bir muhasebenin, bir muhakemenin, bir mükafat ve mücazatın vukua geleceğine kati bir surette delalet eder.
Ve keza, mükafat ve mücazat hakkında tekrarla pek çok vaadleri ve tehditleri olursa ve o vaad ü vaid edilen şeyler kudretine ağır gelmezse ve o şeyler raiyeti için pek ehemmiyetli olursa, elbette söz verdiği şeylerde hilaf olmayacaktır. Çünkü hulfül-vaad, kudretin izzetine zıttır.
Ve keza, hadd-i tevatüre baliğ olan muhbirlerin ittifak ve icmalarına göre, o muhteşem ve azim saltanatın medarı ve cevelangahı ancak ahiret memleketidir. Bu küçük menziller, meydanlar o azamete daimi bir mekan olamaz. Çünkü, bu gibi zail, mütebeddil şeyler, o müstakar saltanata makar olamaz.
Evet, o Sultan şu küçük menzilde ve meydanda çok şeyleri, içtimaları, iftirakları gösteriyor. Fakat, bizzat maksat o şeyler değildir. Ancak ahiretin meydan-ı ekberinde vukua gelecek hallerin, emirlerin nümunelerini göstermektir. Çünkü, o mahşer-i azimde yapılacak muameleler, bu küçücük nümunelere göre cereyan edecektir. Demek bu menzilde gösterilen fani, zail haller, o alemde baki ve daimi semereler verecektir.
Evet, o Sultanın şu fani menzillerde ve korkunç meydanlarda gösterdiği hikmet, inayet, adalet, rahmet ve şefkatin fevkinde bir derecenin tasavvuru imkan haricidir. Elbette bu kadar yüksek ve geniş harika sanatlar, daimi mekanları, sabit meskenleri ve zevalsiz sakinleri isterler ki, o büyük hikmet ve adaletin hakikatlerine mazhar olsunlar. Ve illa, şu görünen hikmet, inayet ve merhametin inkarı lazım gelir. Ve aynı zamanda, bu kadar hikmetinden ve inayetinden zuhur eden fiiller sahibinin—haşa!—zalim, gaddar, sefih olduğuna zehab edilir. Bu ise, inkılab-ı hakaiki istilzam eder.
Ve keza, şu muvakkat menzillerin saltanat-ı daimeye makar olacak bir şekle gireceğine pek çok deliller, burhanlar vardır. Maahaza, bu alemi icad edip öteki alemi icad etmemek ve bu kainatı vücuda getirip öteki kainatı getirmemek, bu dünyayı yaratıp öteki dünyayı yaratmamak imkanı yoktur. Çünkü rububiyetin saltanatı mükafat ve mücazatı ister.
Ve keza, Sani-i alemin herşeyi içine almış ve herşeyi istila ve istiab etmiş bir rahmet-i vasiası vardır. Validelerin, hatta bir cihette nebatatın evladına olan şefkatleri ve küçük, zayıf yavrularının suhulet-i rızıkları, o rahmet deryasından bir katredir. O bahr-i rahmetin azametiyle, şu fani dünyada, bu kısa ömürde, şu kadar zahmet ve belalarla karışık, zail ve gayr-ı sabit olan şu nimetler ve ebedi bekayı isteyen insanlar arasında münasebet yoktur. Ve aynı zamanda, iade edilmemek üzere zeval, nimeti nikmete, şefkati zahmete, muhabbeti musibete ve lezzeti eleme ve rahmeti zıddına kalb eder…
Ve keza, alemde görünen tasarrufattan anlaşılıyor ki, Sani-i alemin pek yüksek, celalli, izzetli bir haysiyeti vardır ki, ubudiyetle Sanii tazim etmeyenlerin veya istihfaf edenlerin tediplerini, tehir ve imhal etse bile, ihmal etmez.
Ve keza, o Sultanın emirlerini, nehiylerini kıymetsiz görüp imanla imtisal etmeyenler ve ibadetle kendilerini sevdirmeyenler ve şükranla hürmette bulunmayanlar için rububiyetin ebedi karargahında elbette bir dar-ı mükafat ve mücazat olacaktır.
Ve keza, bütün mahlukatta görünen hüsn-ü sanatlar, intizamlar ve ihtimamlardan ve herşeyde takip edilmekte olan maslahat ve faidelerden anlaşılıyor ki, kainat taht-ı tasarrufunda bulunan Sani-i Zülcelalde pek büyük bir hikmet-i amme vardır ki, itaat ve iltica edenlerin büyük taltif ve inamlara mazhar olacakları o hikmet-i ammenin iktizasındandır.
Ve keza, görünüyor ki, herşey layık mevkiine vaz ediliyor. Ve her hak, hak sahibine veriliyor. Ve her ihtiyaç sahibinin haceti, istediği gibi yapılır. Ve her sual edenlerin matlupları—bilhassa istidat lisanıyla veya ihtiyac-ı fıtri lisanıyla veya ıztırar ve zaruret lisanıyla olsun—cevaplandırılıyor. Böyle eserleri görünen bir adalete bir mahkeme-i kübra lazımdır ki, rububiyetin hakimiyetiyle hukuk-u ibad muhafaza edilsin. Çünkü, fani olan şu dünya menzili, o büyük adalet-i hakikiyeye mazhar olamaz. Öyleyse, o büyük Sultan-ı adil için bir Cennet-i bakiye, bir cehennem-i daime lazımdır.
Ve keza, görünüyor ki, bu alemin Sahibi, yaptığı şu kadar fiillerin delaletiyle, harika bir sehavete sahip olduğu gibi, nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve ve semereleriyle hamile eşcar ve ağaçlar misillü pek çok hazineleri vardır. Binaenaleyh, bu ebedi sehavet, tükenmez servet ebedi bir ziyafetgahı ister ve devam ile muhtaçların da devam-ı vücudunu iktiza eder. Zira, nihayet bir sehavet, harika bir kerem, daima halka ihsan ve inam etmek iktiza eder. Bu ise, ihsan ve inamlara minnettar ve muhtaç olanların devam-ı vücutlarını ister.
Ve keza, şu mucizeli ve hikmetli efal-i kerimanenin tezahüratından anlaşılıyor ki, Sani-i Failin pek gizli kemalatı vardır. Ve daima o kemalatı, enzar-ı aleme arz ve teşhir etmek ister. Çünkü, daimi bir kemal, daimi bir tezahürle takdir edicilerin devam-ı vücutlarını iktiza eder. Çünkü, adem-i mutlaka namzet olan insan, kemalata kıymet vermez ve istihsan ve takdire bedel istiskal ve tahkir eder.
Ve keza, bu güzel, müzeyyen, münevver masnuatın Sanii için mücerred manevi bir cemal vardır. Ve Onun, o mahfi hüsün ve cemal için pek çok mehasin ve letaifi vardır ki, kısa akıllarımızla idrak edemeyiz. Ezcümle, o cemalin kesif ayinelerinden biri sath-ı arzdır. Bu sath-ı arz her asırda, her mevsimde, her vakitte daima tecelli etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif, ilan ve izhar eder.
Ve keza, hakaik-i sabitedendir ki, yüksek bir cemal sahibi, bizzat kendi gözüyle ve bilvasıta başkasının gözüyle, cemalini ve cemalinin inceliklerini görmek istiyor. Binaenaleyh, cemal sermedi ve daim olursa, behemehal onun inceliklerini gösteren ayinelerinin de ebedi ve daimi olması zaruridir. Çünkü, baki bir hüsn fani bir müştaka razı olamaz. Ve zail ve fani bir aşıkın, ebedi ve baki olan mahbubuna muhabbeti adavete kalb olur. Evet insan, eli veya fehmi yetişmediği güzel birşeyi, kendisini teselli için takbih eder. Bu itibarla, bu alem Sanii istilzam ettiği gibi, Sani de alem-i ahireti istilzam eder.
Ve keza, bu alemin Saniinde pek rahimane bir şefkat vardır. Zira görüyoruz ki, bu alemde yardım isteyen bir musibetzedeye kemal-i süratle yardım ediliyor. Dergah-ı izzete iltica eden kurtuluyor. Sual eden saillerin istekleri veriliyor. En adi bir zihayatın sesi işitiliyor ve haceti kabul ediliyor. İşte böyle bir şefkat sahibi, nev-i beşerin en büyük, en lazım, en zaruri, şedit bir haceti hakkında, bütün insanlar namına yaptığı duada istediği Cenneti ve saadet-i ebediyeyi ve basü badel mevti yapacaktır. Bilhassa, o reis-i muhteremin şu umumi duasına, bütün zevilhayat, bütün mahlukat “amin! amin!” diyorlar.
Bak, o zat öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki, insanı ve bütün mahlukatı, esfel-i safilin olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyetten, ala-yı illiyin olan kıymete, bekàya, ulvi vazifeye, mektubat-ı Samedaniye olması derecesine çıkarıyor.
Bak, hem öyle yüksek bir fizar-ı istimdatkaraneyle istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkaraneyle yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, semavata, arşa işittirip, vecde getirip, duasına “amin, Allahümme, amin!” dedirtiyor.
Acaba bütün beni ademi arkasına alıp, şu arz üstünde durup, Arş-ı azama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülasa-i ubudiyetini cami hakikat-i ubudiyet-i Ahmediye (a.s.m.) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferid-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kainat ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, bekà istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcudat ayinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiyeyle beraber istiyor, o esmadan şefaat talep ediyor, görüyorsun.
Eğer, ahiretin hesapsız esbab-ı mucibesi, delail-i vücudu olmasaydı, yalnız şu zatın tek duası, baharımızın icadı kadar Halık-ı Rahimin kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti. Demek, nasıl ki, o zatın risaleti, şu dar-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ sırrına mazhar oldu; onun gibi, ubudiyeti dahi, öteki dar-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى ذٰلِكَ الْحَبِيبِ الَّذِى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَفَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَحَيَاةُ الدَّارَيْنِ وَوَسِيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَذُو الْجَنَاحَيْنِ وَرَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَعَلٰى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ، اٰمِينَ
Ve keza, bu alemin geliş ve gidişatında ve bütün mahlukatın bir hedefe sevkinde ve semavi, süfli bütün ecramın bir kudrete bağlı ve musahhar olmasında pek büyük bir saltanat eseri görünüyor. Ve bundan anlaşılıyor ki, bu mevcudatta tasarruf eden Saniin azim rububiyetinde harika bir saltanatı vardır. Halbuki, bu dünya menzili tahavvülata, zevale maruzdur. Sanki misafirler için yapılmış bir handır ki daima dolup boşalıyor. Ne kendisinin sabit bir şekli vardır ve ne de içinde oturanların bir kararı vardır. Ve Sani-i alemin garip ve acip sanatlarının nümunelerini teşhir ve ilan için tahavvülden hali kalmayan bir meşherdir. Bu itibarla o handa ve o meşherde içtima eden insanlar sabit kalacak değiller. Çünkü meskenleri sabit değildir.
İşte bu hal ve şu vaziyet, bu fani menzilden sonra o sermedi saltanata karargah olmak üzere, sabit, baki, ebedi, sermedi saadetlerin, Cennetlerin ve sarayların olacağına kati bir delaletle şehadet eder. Çünkü, fani, bakiye makam ve medar olamaz. Evet, bir melikin gelip giden misafirleri için yolda yaptığı şu menzile ve o menzilde oturan misafirlere bakıldığı zaman görülüyor ki, milyonlarca lirayla yapılan o menzil, pek az bir zaman içindir. Ve ondaki ziynetler, kıymetli şeyler, hep suret ve örneklerdir. Ve misafirler o nefis taam ve yemeklerin yalnız tadına bakıp, karınlarını doyuracak derecede yemiyorlar. Ve herbir misafir, hususi makinesiyle o menzildeki zinetlerin resimlerini alırlar. Ve melikin de gizli memurları onların bütün harekat, efal ve muamelelerini yazıyorlar. Ve o melik her mevsimde milyonlarca o ziynetleri, o güzel şeyleri yeni gelecek misafirler için tahrip ve tecdit ediyor. Ve hakeza, pek çok garip ve acip şeyler görünüyor.
İşte bu vaziyet gösterir ki, o muvakkat menzil sahibinin pek yüksek kıymetli menzilleri, daireleri ve ebedi, sermedi sarayları vardır. Bu küçük menzilde görünen şeyler, haller, misafirleri ebedi menzillerdeki yüksek şeylere teşvik için gösterilen nümunelerdir.
Kezalik, bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların ahvaline dikkat edilirse anlaşılıyor ki, bu dünya ebedi kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenab-ı Hakkın ebedi ve sermedi olan Darüsselam menziline davetlisi olan mahlukatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünkü, visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez.
Maahaza, o lezzetlerden hiç kimse tam manasıyla muradına nail olamaz. Ya o lezzetlerin ömürleri kısa olur veya insanın ömrü kısa olduğundan muradına yetişemez. Ancak, o lezzetler ve o nefis şeyler ibret ve şükre sevk içindir. Çünkü, onlar Cenab-ı Hakkın ehl-i iman için Cennetlerde ihzar ettiği hakiki nimetlere nümunelerdir.
Ve o müzeyyen masnuat-ı faniye, fena ve adem için değildir. Ancak, onların suretleri ve misalleri, manaları, neticeleri alınır; alem-i bekàda, ehl-i bekà için ebedi manzaraların yapılmasına medar olurlar. Yahut ebedi alemde Sani-i Ebedi istediği şekillere sokar. Çünkü, o masnuat, bekà içindir. Onların o zahiri ölüm ve fenaları, vazifelerinden terhistir, idam değildir.
Evet, onların ölümleri fena olsa bile, yalnız bir cihetten fenaya gider, çok cihetlerden baki kalır. Mesela, kudret-i Ezeliyyenin yarattığı şu gül çiçeğine bak: Evet, nasıl bir kelime ağızdan çıkar çıkmaz zahiren fenaya giderse de, Allahın izniyle kulaklarda, kağıtlarda, kitaplarda milyonlarca timsalleri kaldığı gibi, akıllarda da akıllar adedince manaları kalır. Kezalik, o gül kısa bir zamanda vazifesi tamam olur olmaz solar, ölür, gider. Amma onu gören bütün insanların kuvve-i hafızalarında ve halefiyle hamile olan tohumlarında suretleri, manaları bakidir. Demek, o gülün tohumu olsun, kuvve-i hafızalar olsun, o gül çiçeğinin suretini, ziynetini, menzilini hıfz için sanki birer fotoğraf ve bekàsı için birer menzildir.
Ey arkadaş! İnsan da başıboş, serseri, sahipsiz bir hayvan değildir. Ancak, onun da bütün harekat ve efali yazılıyor, tesbit ediliyor. Ve amalinin neticeleri hıfzediliyor ki, muhasebe-i kübrada ona göre derece alsın. Hülasa, her güz mevsiminde yapılan tahribat, gelecek bahar mevsimlerinde gelen yeni misafirler için yer tedarik etmek ve bir nevi terhis ve izinlerdir.
Ve keza, bu alemde tasarruf eden Saniin öyle bir kitab-ı mübini vardır ki, ne küçük ve ne büyük, o kitapta yazılıp hıfz edilmemiş hiçbir şey yoktur. O kitabın maddelerinden alemde görünen yalnız nizam ve mizan maddelerine bak:
Evet, görüyoruz ki, herhangi muvazzaf bulunan birşey, vazifesinden terhis edilmekle daire-i vücuttan çıkarsa, Fatır-ı Hakim onun çok suretlerini levh-i mahfuzlarda tesbit eder. Ve tarih-i hayatını, tohumunda ve neticesinde nakşeder ve pek çok gaybi ayinelerde ibkà eder. Mesela, bir şecere, meyvesiyle hamile olduğu gibi, tohumu da meyveyle hamiledir. Demek, ağacın bünyesinde semeresi mevcut olduğu gibi, tohumunda da semere mevcuttur. Ve keza, vücuttan çıkmış pek çok şeyler, insanın kuvve-i hafızasında mevcut kalır.
İşte bu misallerden hıfz ve hafiziyet kanunu ne derece ihatalı olduğu anlaşıldı. Evet, bu mevcudatın sahibi pek büyük bir ihtimamla mülkünde cereyan eden herşeyi taht-ı hıfz ve muhafazasına almıştır. Ve hakimiyetinin muhafazası için sonsuz bir dikkati vardır. Ve rububiyetinde tam bir intizam ve saltanat vardır ki, edna bir hadiseyi, adi bir hizmeti yazar ve yazdırır.
İşte bu derece ihatalı, ihtimamlı bir hıfz kanunu, elbette alem-i ahirette yapılacak bir divan-ı muhasebata bakar. Şu muhafaza kanunu, bütün eşyada cari olduğu gibi, mahlukatın en eşrefi olan insana da şamildir. Çünkü, insan Cenab-ı Hakkın rububiyetine ait şuunat ve ahvaline şahittir. Ve mahlukatın cemaatleri içinde, Allahın birliğine dellaldır. Ve mevcudatın tesbihatına müşahit ve hilafet-i kübrayla tekrim ve teşrif edilmiştir. İnsan bu keramete, bu şerefe nail olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mesul zannetmesin. Onun da divan-ı muhasebatta pek karışık hesapları vardır. Ondan kurtulduktan sonra, müstehak olduğu yere gidecektir.
Evet, Kudret-i ezeliyeye nisbetle, ölümden sonra haşrin gelmesi, güzden sonra baharın gelmesi gibidir. Evet, nebatat gibi insanın da bir güzü, bir de baharı vardır. Evet, geçmiş zamanda vukua gelmiş olan mucizat-ı kudret, Saniin bütün imkanat-ı istikbaliyeye kadir olduğuna kati şahit ve burhanlardır.
Ve keza, bu alemin maliki, kendi kudretine pek kolay ve pek ehven ve ibadına fevkalade mühim ve pek şedidül-ihtiyaç olan haşrin tekrar be tekrar vaadinde bulunmuştur. Malumdur ki, hulfül-vaad, kudretin izzetine, rububiyetin merhametine zıttır. Zira, vaadin hilafını yapmak, cehlin veya aczin alametidir. Bu ise, Kadir-i Mutlak, Hakim-i Mutlak olan zata muhaldir.
Maahaza, insanların haşri nebatatın haşri gibidir. Bunu gören onu nasıl inkar eder? Haşrin icadına olan vaadi ise, bütün enbiyanın tevatürüyle ve büyük insanların icmaıyla sabit olduğu gibi Kuran-ı Kerimin lisanıyla da sabittir.
Ezcümle, اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَرَيْبَ فِيهِ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللهِ حَدِيثًا olan ayet-i kerime, büyük bir şiddet ve kuvvetle haşrin icadına söz veriyor. Fakat, bazı insan pek nankördür ki, bütün mevcudat, sıdkına ve hak olduğuna delalet ettiği o Malikül-Mülkün sözlerini tasdik etmez, kendi hezeyanına ve ahmaklığına itimat eder.
Ve keza, bu alemde pek ihtişamlı bir rububiyet asarıyla şaşaalı bir saltanatın şuaları görünmektedir. Evet, görüyoruz ki, koca arz, sekenesiyle beraber, ehli, zelil, muti bir hayvan gibi o rububiyetin emri altında beslenir. Güzde ölmesi, baharda dirilmesi ve bir Mevlevi gibi raks ve hareketi ve sair bütün işleri o emre tabi olduğu gibi, şemsin de seyyaratıyla tanzim ve teshiri ve sair vaziyetleri o emre bağlıdır. Halbuki, azametli şu rububiyet-i sermediye ve bu saltanat-ı ebediye şöyle zayıf, zail, muvakkat temeller ve esaslar üzerine bina edilemez. Ve bu mütebeddil, belalı, kederli, fani dünya üzerine kaim olamaz. Ancak, bu dünya o azametli rububiyetin pek azim ve geniş dairesi içinde insanları tecrübe ve imtihan, kudretin mucizelerini teşhir ve ilan için kurulmuş muvakkat bir menzildir ki, tahrip edilip pek muazzam, geniş, ebedi ve baki bir aleme cüz olmak için tebdil edilecektir. Binaenaleyh, bu tebeddülat marazı olan alemin Sanii için, diğer tagayyürsüz, sabit bir alemin vücudu zaruridir.
Maahaza, zahirden hakikate geçen ervah-ı neyyire ashabı ve kulub-u münevvere aktabı ve ukul-ü nuraniye erbabı ve kurb-u huzur-u İlahide dahil olanlar, o Zat-ı Zülcelalin, mutiler için bir dar-ı mükafat ve asiler için bir dar-ı mücazat ihzar ettiğini ve pek metin vaadlerle şedit tehditleri olduğunu kati ihbar ediyorlar.
Malumdur ki, vaadleri ifa etmemek bir züldür. Halık-ı alem züll ve zilletlerden münezzehtir. Ve aynı zamanda, o hakikati ihbar eden ehl-i hakikat ve enbiya ve evliya ve asfiya cemaatlerine kainat bütün ayatıyla, kelimatıyla, zahir olarak ihbarlarını teyid ve takviye ediyor. Ey insan! Bu haberden daha doğru bir haber ve bu sözden daha doğru bir söz var mıdır?
Ve keza, bu alemin mutasarrıfı, dar ve muvakkat şu arz meydanında, alem-i ahiretin büyük meydanının çok misallerini, nümunelerini her vakit gösteriyor.
Ezcümle: Bahar mevsiminde arzın sathında yapılan nebati haşirlere dikkat lazımdır. Evet, altı gün zarfında, o karışık nebatatın tohumlarından ölmüş, çürümüş, kaybolmuş olan cesetleri galatsız, haltsız kema fis-sabık inşa ve iade etmekle, arz meydanında nebati haşirleri yapan kudret, semavat ve arzı altı günde halk etmesinden aciz değildir. Ve o kudrete nazaran göz işareti kadar kolay olan haşr-i insaniyi yapmamak imkanı var mıdır? Evet, haşr-i nebatide kelimeleri, yazıları tamamen silinmiş üç yüz bin kadar sahifeleri, birlikte, bilahalt ve bilagalat, kısa bir zamanda eski yazılarını iade eden bir kudrete tek bir sahifeden ibaret bulunan haşr-i insani ağır gelir mi? Haşa!
İşte o kudret sahibi, lisan-ı Kuranla emrettiği, فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْىِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْىِ الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ ayet-i kerimesi bu meselenin hakikat olduğuna sarahatle şehadet ediyor.
Ey aziz arkadaş! Cenab-ı Hakkın şu tasarrufatından ve şuunatından anlaşıldı ki, arz meydanında yapılan nebati haşirler ve neşirler ve sair içtima ve iftiraklar maksud-u bizzat değildir. Çünkü, öteki alemin meydan-ı kebirinde yapılan o büyük ve mühim ihtifallerle kısa bir zamanda yapılan şu cüzi, gayr-ı sabit bu semereler arasında münasebet yoktur. Ancak bu cüzi semereler, birtakım misal ve nümunelerdir ki, bunların suret ve neticelerine o mecma-i kebirde muameleler tatbik ve icra edilsin. Demek bu fani şeylerin suretleri, o alemde baki semereleri meyve verecektir.
Ve keza görüyoruz ki, Sani-i Sermedi, Sultan-ı Ebedi, şu inhidama meyyal menzillerde ve zevale mahkum meydanlarda öyle bir hikmet-i bahirenin ve bir inayet-i zahirenin ve bir adalet-i aliyenin ve bir merhamet-i camianın asarını izhar ediyor ki, kalbi paslanmamış, gözü kör olmamış bir insan, aynelyakin ile anlar ki, o hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz. Ve o asarı görünen inayetten daha ecmel bir inayet kabil değil. Ve o emaratı görünen adaletten daha ecell bir adalet yoktur. Ve o semeratı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilemez. Öyleyse, o Sultanın memleketinde daimi mekanlar, sabit meskenler, daimi ve mukim sakinler bulunmazsa, şu görünen hikmet, inayet, merhamet ve adaletin, kalb ve fikir sahiplerince inkarları lazım gelir. Ve aynı zamanda o efal-i hakime sahibinin—haşa!—sefih, zalim olmasını istilzam eder. Bu ise, hakikati zıddına kalb eden bir muhaldir.
Ey sözlerimi dinleyen arkadaş! Haşrin vücuduna ve vukuuna dair delillerin, şu zikredilen kısma, emarelere münhasır olduğunu zannetme. Kuran-ı Kerimin gösterdiği gayr-ı mütenahi emarelerden istihraç edilen hakikat şudur ki: Halıkımız, şu muvakkat dünya meşherlerinde daimi olan rububiyetinin sabit karargahına bizleri nakledecektir. Ve bu seyyal memleketi sermedi bir memlekete tebdil edecektir.
Ve yine zannetme ki, haşir ve ahireti iktiza eden, Esma-i Hüsnadan yalnız Hakim, Kerim, Rahim, adil, Hafiz isimleridir. Belki, kainatın tedbiriyle alakadar olan herbir isim, ahiret ve haşri iktiza eder.
Hülasa: Haşir meselesi öyle bir hakikattir ki, celaliyle, cemaliyle, esmasıyla Halık-ı Zişan, bütün kütüb-ü semaviyeyle enbiya ve evliya ve asfiyanın icmalarını tazammun eden Kuran-ı Mucizül-Beyan ve Fahr-i Kainat Muhammed (a.s.m.), ekmelül-halk ve eşrefül-insan, haşrin geleceğine ittifakla hükmettikleri gibi, şu kainat dahi, bütün ayatıyla ve kelimatıyla haşrin vücut ve icadına şehadet ediyor. Hatta herbir cüzün, cüzi olsun külli olsun, cüz olsun küll olsun, iki veçhi vardır. Bir vecihle Halıka bakar, vahdaniyete delalet eder. Diğer vecihle de ahirete nazırdır ki, haşrin, ahiretin vücutlarını ister.
Mesela, bir insan kendi vücuduyla, hüsn-ü sanatıyla Saniin vücub-u vücuduna ve vahdetine delalet ettiği gibi, amal ve istidatları ebede kadar uzandığı halde pek süratle ölüm ve zevali, ahiretin vücuduna delalet eder. Bütün mevcudatta görünen intizam-ı hikmet, tezyin-i inayet, taltif-i rahmet, tevzin-i adalet, Sani-i Hakimin vücut ve vahdetine şahit oldukları gibi, ahiretin ve saadet-i ebediyenin de icad ve vücutlarına delalet ederler.
اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ اَهْلِ السَّعَادَةِ وَاحْشُرْنَا فِى زُمْرَةِ السُّعَدَۤاءِ وَاَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ السُّعَدَاءِ بِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰۤىاٰلِهِ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَبِحُرْمَتِهِ اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ