"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Reşhalar

Tenbih
Halık-ı alemi bize tarif ve ilan eden deliller ve burhanlar, layüad ve layuhsadır. O delillerin en büyükleri üçtür.

Birincisi: Bazı ayetlerini gördüğün, işittiğin şu kitab-ı kebir-i kainattır.

İkincisi: Bu kitabın ayetül-kübrası ve divan-ı nübüvvetin hatemi ve künuz-u mahfiyenin miftahı olan Muhammed aleyhissalatü vesselamdır.

Üçüncüsü: Kitab-ı alemin tefsiri ve mahlukata karşı Allahın hücceti olan Kurandır.

Şimdi, birkaç reşha zımnında ikinci burhanı tariften sonra sözlerini dinleyeceğiz.

BİRİNCİ REŞHA: Arkadaş! Halıkımızı tarif eden, pek büyük bir şahsiyet-i maneviyeye malik, burhan-ı natık dediğimiz, “Hazret-i Muhammed aleyhissalatü vesselam kimdir?” diye yapılan suale cevaben deriz ki:

Hazret-i Muhammed (a.s.m.) öyle bir zattır ki, azamet-i maneviyesinden dolayı sath-ı arz, o zatın mescid-i aksasıdır. Mekke-i Mükerreme onun mihrabı, Medine-i Münevvere onun minber-i fazl-ı kemalidir. Cemaat-ı müminine en son ve en ali imam ve nev-i beşerin hatib-i şehiridir; saadet düsturlarını beyan ediyor. Ve bütün enbiyanın reisidir; onları tezkiye ve tasdik ediyor. Çünkü, dini bütün dinlerin esasatına camidir. Ve bütün evliyanın başıdır; şems-i risaletiyle onları terbiye ve tenvir ediyor.

O zat (a.s.m.) öyle bir kutup ve nokta-i merkeziyedir ki, onun halka-i zikrinde bulunan bütün enbiya-i ahyar, ebrar-ı sadıkin onun gelmesine müttefik ve kelam-ı nutkuyla natıktırlar. Ve öyle bir şecere-i nuraniyedir ki, damar ve kökleri, enbiyanın esasat-ı semaviyesidir. Dal ve budakları, evliyanın maarif-i ilhamiyesidir.

Bu itibarla, herhangi bir davayı iddia etmiş ise, bütün enbiya mucizelerine istinaden ve bütün evliya kerametlerine müsteniden ona şehadet etmişlerdir. Evet, bütün davalarının tasdiklerini işar eden, bütün kamillerin hatem ve mühürleri vardır. Ezcümle:

O zatın (a.s.m.) davalarından biri tevhiddir. Bu davayı tasrih ve ifade eden La ilahe illallah kelime-i mübarekesidir. O zatın halka-i din ve zikrine giren bütün geçmiş ve gelecek insanlar o kelime-i mukaddeseyi rükn-i iman ve vird-i zeban etmişlerdir. Demek, o davanın hak ve hakikat olduğuna kanaat ve itminan ve izanları hasıl olmuş ki, zaman ve mekana şamil bir tarzda, o kelime-i mübareke, meşrepleri, meslekleri, ananeleri mütehalif, mütebayin insanların ağızlarında Mevleviler gibi semavi deveran ve cevelan ediyor.

Binaenaleyh, gayr-ı mütenahi şahitlerin tasdikiyle hak ve hakkaniyeti tahakkuk eden bir davaya, hiçbir vehmin haddi değildir ki, ona dest-i itirazı uzatabilsin!

İKİNCİ REŞHA: Arkadaş! Tevhidi ispat ve nev-i beşeri irşad eden o nurani burhan; biri sağında, diğeri solunda, biri mütevatir, diğeri mecma-ı aleyh bulunan nübüvvet ve velayetle mücehhezdir. Ve aynı zamanda, irhasat denilen kablen-nübüvvet kendisinden zuhur eden harika hallerin rumuzatıyla ve kütüb-ü semaviyenin beşaratıyla ve hevatif denilen, gayptan verilen tebşirat-ı müteaddide ile musaddaktır.

Ve keza, o burhan-ı nuraniden zuhur eden inşikak-ı kamer, parmaklarından fışkıran sular, ağaçların onun davetine icabetleri, duasının akabinde yağmurun nüzulü, pek az bir yemekten çokların yiyip doymaları ve kurt, ceylan, deve, taş ve sairenin konuşmaları gibi mucizelerinin delalet ve şehadetiyle tasdik edilmiş bir zattır (a.s.m.).

Ve keza, dünya ve ahiret saadetlerini temine kafil ve kafi olan şeriatı, nübüvvetini tasdik ve ispata kafidir. Geçen derslerde, şems-i şeriatinden bazı şuaları gördük. Tatvil-i kelamı mucip tekrarları lazım değildir.

ÜÇÜNCÜ REŞHA: Arkadaş! O zat (a.s.m.), delail-i afakiye denilen harici delillerle musaddak olduğu gibi, delail-i enfüsiye denilen zatında ve nefsinde sabit delil ve işaretlerle dahi musaddaktır. Çünkü o zat şems gibidir; zatını, zatıyla ziyalandırarak gösterir. Mesela, bütün ahlak-ı hamidenin en yüksekleri o zatta içtima etmiş olduğuna bütün alem şehadet ediyor. Ve keza, en nezih hasletleri ve huyları ve en yüksek seciyeleri cami bir şahsiyet-i maneviye sahibi olduğuna icma vardır. Ve keza, o zatın en yüksek derecede bulunan zühd ve takva ve ubudiyeti, şehadetleriyle malik olduğu kuvvet-i imaniyeyle musaddaktır. Ve keza, siyer-i nebeviyenin şehadetiyle derece-i vüsuku ve kemal-i ciddiyet ve metaneti ve bütün işlerinde ve harekatında kuvvet-i emniyeti, hakka mütemessik ve hakikate salik olduğunu tasdik eden kati delillerdir. Evet, yaprakların yeşilliği, çiçeklerin taravet ve güzelliği ve semerelerin tazeliği, ağacın canlı, hayatlı, hayy olduğuna sadık şahittirler.

DÖRDÜNCÜ REŞHA: Arkadaş! Tul-i zaman ve bud-i mekanın muhakemat-ı akliyede tesiri çoktur. Maahaza, لَيْسَ الْخَبَرُ كَالْعَيَانِ düsturuna ittibaen, şu zaman ve muhitin hayalatından çıkarak tayy-ı zaman ve mekanla, hayalen Ceziretül-Araba gidelim ve Medine-i Münevverede nurani ve yüksek minber-i saadetine çıkmış, nev-i beşere hitaben irşadatta bulunan o zat-ı muallayı bizzat görüp sözlerini dinlemeliyiz.

İşte, hayalen oraya gittik. Bak, harika bir surette hüsn-ü suret ile hüsn-ü sireti cem eden o mürşid-i umumi, o hatib-i kudsi, cevahir dolu bir kitab-ı mucizülbeyan eline alarak, bütün insanlara mele-i aladan nazil olan bir hutbe-i ezeliyeyi okuyor. Ve bütün beni ademi ve cinleri ve mevcudatı dinletiyor. Evet, pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-i alemin acip muammasını açıyor. Kainatın sırr-ı hikmetine dair tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev-i beşere, “Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?” diye irad ettiği akılları acz ve hayrette bırakan üç suale cevap veriyor.

BEŞİNCİ REŞHA: Arkadaş! Şu zat-ı nurani (a.s.m.), mürşid-i imani, Resulallah (aleyhissalatü vesselam) bak, nasıl neşrettiği hakikatin nuruyla, hakkın ziyasıyla, nev-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirerek, alemde yaptığı inkılap ile alemin şeklini değiştirerek nurani bir şekle sokmuştur. Evet, o zatın nurani güzelliğiyle kainata bakılmazsa, kainat bir matem-i umumi içinde görünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebi ve düşman durumunda bulunacaktı. Cemadat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zeval ve firakın korkusundan vaveylalara düşeceklerdi. Ve kainata, harekatıyla, tenevvüüyle ve tagayyüratıyla, nukuşuyla tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarıyla bakılacaktı. Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı.

İşte, o zatın telkin ettiği iman nazarıyla kainata bakılmadığı takdirde, kainat böyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görünecekti. Fakat o mürşid-i kamilin gözüyle ve iman gözlüğüyle bakılırsa, her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı didar edecektir.

Evet, kainat iman nuruyla matem-i umumi yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telakki edilen mevcudat, birbirine ahbap ve kardeş olmuşlardır. Cenaze ve ölü şeklini gösteren cemadat, ünsiyetli birer hayattar ve lisan-ı haliyle Halıkının ayatını natık birer musahhar memuru şekline giriyorlar. Ağlayan, müteşekki ve eytam kıyafetinde görünen insan, ibadetinde zakir, Halıkına şakir sıfatını takınıyor. Ve kainatın harekat, tenevvüat, tagayyürat ve nukuşu abesiyetten kurtuluyor. Rabbani mektuplar, ayat-ı tekviniyeye sahifeler, esma-i İlahiyeye ayineler suretine inkılap ederler.

Hülasa: İman nuruyla alem öyle terakki eder ki, “Hikmet-i Samedaniye Kitabı” namını alıyor. Ve insan, zelil ve fakir ve aciz hayvanların sırasından çıkar; zaafının kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, ubudiyetinin şevketiyle, kalbinin şuaıyle, aklının haşmet-i imaniyesiyle hilafet ve hakimiyetin zirvesine yükselmiştir. Hatta acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun sukutuna esbab iken, suud ve yükselmesine sebep olurlar. Zulmetli, karanlıklı bir mezar-ı ekber suretinde görünen zaman-ı mazi, enbiya ve evliyanın ziyasıyla ziyadar ve nurani görünmeye başlar. Karanlıklı gece şeklinde olan istikbal, Kuranın ziyasıyla tenevvür eder, Cennetin bostanları şekline girer. Buna binaen, o zat-ı nurani olmasaydı, kainat da, insan da, herşey de adem hükmünde kalır, ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı.

Binaenaleyh, bu kadar garip, acip, güzel kainat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i harika lazımdır. “Eğer bu zat (a.s.m.) olmasaydı kainat da olmazdı” mealinde لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ olan hadis-i kudsi şu hakikatı tenvir ediyor.

ALTINCI REŞHA: Arkadaş! O hutbe-i ezeliyeyi okuyan zat, kainatın kemalatını keşfeden canlı bir güneştir; saadet-i ebediyeyi ihbar ve tebşir ediyor.

Nihayetsiz rahmeti keşfetmiş, ilan ediyor. Saltanat-ı Rububiyetin mehasininin dellalı ve esma-i İlahiyenin gizli definelerinin keşşafıdır.

Evet, o zat (a.s.m.) vazifesi itibarıyla, hakkın burhanı, hakikatın ziyası, hidayetin güneşi, saadetin vesilesidir. Şahsiyet ve hüviyet cihetiyle, muhabbet-i Rahmaniyenin misali, rahmet-i Rabbaniyenin timsali, hakikat-i insaniyenin şerefi, şecere-i hilkatin en kıymettar ve kıymetli bahadar bir semeresidir. Tebliğ ettiği dini de harika bir süratle şark ve garbı ihata etmiş, nev-i beşerin beşte biri kabul etmiştir. Acaba böyle bir zatın davalarında nefis ve şeytanın münakaşa ve itirazlarına bir imkan var mıdır?

YEDİNCİ REŞHA: Arkadaş! O zatı harekete getirip o inkılapları kendisine yaptıran ancak bir kuvve-i kudsiyedir. Evet, bilhassa Ceziretül-Arabda yaptığı inkılap ve icraata bak:

O sahralarda, o çöllerde, adetlerini muhafazada çok mutaassıp ve asabiyetlerinde fevkalade inatçı ve kasavet-i kalb ve merhametsizlikte emsalsiz ve hatta diri diri kızlarını toprağa gömüp öldürürlerken müteessir bile olmayan pek çok vahşi kavimler oturmakta idiler. O zat-ı nurani, kısa bir zamanda, o kavimlerin ahlak-ı seyyielerini kaldırarak ahlak-ı hasene ile tebdil ettirdi. Hatta, o zat-ı mürşidin (a.s.m.) telkin ettiği iman nuru sayesinde, o vahşi insanlar, insan aleminde insanlara muallim oldular. Ve medeniyet dünyasında, medenilere üstad oldular. O zatın (a.s.m.) şu kadar geniş ve azim saltanatı, yalnız zahiri bir saltanat değildir. Daha geniş ve daha derin yerde saltanat-ı batıniyesi vardır ki, bütün kalbleri ve akılları kendisine cezb ve celb etmiştir. Ve bütün ruhları ve nefisleri teshir etmiştir ki, kalblere mahbub, akıllara muallim ve tenvir edici ve nefislere mürebbi ve ruhlara sultan olmuş ve olmaktadır.

SEKİZİNCİ REŞHA: Arkadaş! Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir adeti, birşeyi tiryakisinden ref etmek pek zahmettir. Hatta büyük bir hakim, büyük bir azimle, küçük bir kavimde itiyad edilen bir hasleti kaldırmakta büyük müşkilata rastgelir. Halbuki bu zat-ı nurani, pek çok adetleri, pek çok asabi, inatçı kavimlerden, cüzi bir kuvvetle, kısa bir zamanda kaldırarak, yerlerini yüksek, nezih ahlak ve adetlerle doldurmuştur.

Evet, Ömer İbnül-Hattabın (radıyAllah anh) İslamiyetten evvel ve sonraki halleri bu meseleye güzel bir misaldir. Bunun gibi, icraat-ı esasiyesinden binlerce harikalar vardır. O zatın, o zamandaki icraatına harika diyoruz. Acaba bu zamanın yüzlerce feylesofları, o zamanda, o vahşet-abad cezireye gidip, pek uzun zamanlarda o vahşileri ıslah için çalışsalar, o zat-ı mürşidin bir senede muvaffak olduğu kadar, onlar elli senede muvaffak olabilirler mi? Haşa!

DOKUZUNCU REŞHA: Arkadaş! Aklı başında olan bir adam münazaralı davalarda yalan söyleyemez. Çünkü, bilahare yalanının açığa çıkıp mahcup olmasından korkar. Ve keza, bir insan yalan söylediği takdirde pervasız, laübali bir tarzda söyleyemez. Ve keza, serbest, heyecanlı söylenmesine girişemez velev adi bir mesele, küçük bir cemaat içinde, küçük bir vazifede bulunan küçük bir şahıs olsun. Acaba büyük bir vazifeyle vazifedar, pek büyük bir meselede, pek büyük bir şeref ve haysiyet sahibi, pek büyük bir cemaat içinde, pek şedit hasımların karşısında iddia ettiği bir davada yalan ve hilaf-ı hakikat söyleyebilir mi?

İşte, o zat-ı nurani, okuduğu o hutbe-i ezeliyeyi öyle bir tarzla okuyor; ne tereddüdü var, ne hicabı, ne korkusu var, ne teessürü… Hem samimi bir safa-i kalble, halis bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokundurmak üzere, akıllarını tezyif, nefislerini tahkir edip izzetlerini kırıyor. Acaba böyle bir davada, böyle bir makamda, böyle bir şahıstan zerre miskal bir hilenin bu meseleye karışmasına imkan var mıdır? Haşa!

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى Evet, hak hileye muhtaç değil; hakkı söylemekte hile ve iğfal ihtimali yoktur. Hakikati gören bir nazar halkı iğfal etmez, hilaf-ı hakikat söylemez, hayal ile hakikati temyiz eder; aralarında iltibas olamaz.

ONUNCU REŞHA: Arkadaş! O zat-ı mürşid, nev-i beşeri korkutmak için pek müthiş hakikatlerden bahsediyor. Ve insanları tebşir için, kalbleri cezb ve akılları celb eden meselelerden haber veriyor.

Yahu! Hakaik ve garaibi keşif için insanlarda öyle bir şevk, öyle bir merak vardır ki, garip bir hakikati keşif yolunda canlarını, mallarını feda ediyorlar. Bu zatın (a.s.m.) keşf ve ihbar ettiği hakaike ne için ehemmiyet vermiyorlar? Halbuki, bütün enbiya ve evliya ve sıddıkin gibi ehl-i şuhud ve ashab-ı ihtisas, bilittifak o zatı tasdik etmiş ve ediyorlar.

Bu zat (a.s.m.), öyle bir Sultanın şuunundan bahsediyor ki, kamer Onun mülkünde bir sinek gibidir. Acip harikalardan bahsettiği gibi, pek müthiş infilak ve inkılaplardan da haber veriyor. Bakınız: O hutbe-i ezeliyede, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا gibi tilavet ettiği ayetlere dikkat ediniz.

Ve beşer için öyle bir istikbalden haber veriyor ki, dünyevi istikbal ona nisbeten bir katre hükmündedir. Ve öyle bir saadetten müjde veriyor ki, dünya saadetleri ona nazaran rüyalar gibi olur. Evet, bu kainatın perdesi altında çok acaip şeyler vardır, bizleri bekliyorlar. Biz de onları intizar ediyoruz. Binaenaleyh, o acaibi görüp bize keyfiyetlerini hikaye etmek için harikulade bir insan lazımdır ki, o harika garaibi görsün ve gördüğü gibi bize de söylesin.

Ve keza, o zat, Halıkımızın bizden talep ettiği şeylerden bahsediyor ve çok hakikatlerden, meselelerden haber veriyor ki, onlardan kurtuluş yoktur. Feya acaba! Ekser-i nas neden böyle hak şeylerden göz yumuyorlar, hakikatlerden kulak tıkıyorlar?

ON BİRİNCİ REŞHA: Arkadaş! Şu minber-i alide hutbe-i ezeliyeyi okuyan ve şahsiyet-i maneviyesiyle bizlere meşhud ve yüksek şuunatıyla alemde meşhur olan zat-ı nurani, (a.s.m.) vahdaniyet-i İlahiyeye bir burhan-ı sadık-ı natık ve tevhidin hakikat olduğuna bir delil-i hak ve saadet-i ebediyenin de vücuda gelmesine kati bir delil ve zahir bir burhandır.

Ve keza, o zat, insanları hidayete davet etmekle saadet-i ebediyenin husulüne sebep olduğu gibi, vüsulüne de sebeptir.

Ve keza, o zat, duasıyla, ubudiyetiyle o saadetin vücuduna ve icadına vesiledir. Evet, bak: O zat, nev-i beşere imamdır. Mescidi, yalnız Ceziretül-Arab değildir, küre-i arzdır. Cemaati de yalnız o zamanın insanları değildir. Belki adem zamanından kıyamete kadar herbir asrın halkı bir saf olup, bütün asırlar safları onun arkasında, onun duasına “amin” diyorlar.

Bilhassa o zat, o cemaat-ı uzmada umum zevilhayata şamil pek şedit bir ihtiyac-ı azim için dua eder. Ve onun duasına, yalnız o cemaat değil, belki arz ve sema ve bütün mevcudat “amin” söyler. Yani, “Ya Rabbena! onun duasını kabul eyle. Biz de o duayı ediyoruz. Biz de onun talep ettiğini talep ediyoruz.”

Bilhassa, o cemaat-i uzma önünde kıldırdığı namazda, öyle bir tazarru ve tezellül ile, öyle bir iştiyakla, öyle bir hüzünle niyaz ve dua eder ki, kainat bile heyecana gelir, o zatın duasına iştirak eder. Evet, öyle bir maksat için niyaz eder ki, eğer o maksat husule gelmezse, yalnız mahlukat değil, alem bile kıymetsiz kalır, esfel-i safiline düşer. Çünkü, o zatın matlubuyla mevcudat yüksek kemalata erişir.

Acaba o zat, o matlubu kimden istiyor? Evet, öyle bir Zattan talep eder ki, en gizli ve en küçük bir hayvanın cüzi bir ihtiyacı için lisan-ı haliyle yaptığı duayı işitir, kabul eder, ihtiyacını yerine getirir. Ve keza, en edna bir emeli, en edna bir gaye için, en edna bir zihayatta görür ve onu ona yetiştirmekle ikram ve merhamet eder. Bu duaların neticesinde yapılan terbiye ve tedbirler öyle bir intizamla cereyan eder ki, o terbiyelerin ancak bir Semi ve Basir, bir Alim ve Hakimden olduğuna şüphe bırakmaz.

Acaba o zat, o minberde Arşa müteveccihen ellerini kaldırarak yaptığı dua ile ne istiyor ki bütün mahlukat “amin” söylüyor?

Evet, o zat, Cenab-ı Hakkın rızasını ve Cennette mülakat ve rüyetiyle saadet-i ebediyeyi istiyor. Bu istenilen şeylerin icadına rahmet, hikmet, adalet gibi sayısız esbap olmadığı takdirde, o zat-ı nuraninin tek duası ve tazarru ile niyaz etmesi, Cennetin icadına ve itasına kafidir. Binaenaleyh, o zatın risaleti, imtihan ve ubudiyet için şu dünyanın kurulmasına sebep olduğu gibi, o zatın ubudiyetinde yaptığı dua, mükafat ve mücazat için dar-ı ahiretin icadına sebep olur.

Evet, bu yüksek intizam ve geniş rahmet ve güzel sanat ve kusursuz cemal ile zulüm ve çirkinlik arasında tezat vardır. İçtimaları mümkün değildir.

Evet, edna bir sesi, edna bir kimseden, adi bir iş için işitip kabul etmekle, en yüksek bir savtı, en büyük bir iş için işitip kabul etmemek, emsalsiz bir kubh ve çirkinlik ve bir kusurdur. Bu ise mümkün değildir. Çünkü, hüsn-i zati, kubh-u zatiye inkılap eder. İnkılab-ı hakaik ise muhaldir.

ON İKİNCİ REŞHA: Arkadaş! O hatib-i mürşidden gördüğün, işittiğin kafidir. Çünkü ahvalini tamamıyla ihata etmek mümkün değildir. Öyleyse, ondan sonra gelen asırların o zattan aldıkları feyizlere dikkat etmek üzere geri dönelim. Bak, arkadaş! Bütün bu asırlar o Asr-ı Saadetin güneşinden Ebu Hanife, Şafii, Ebu Yezid, Cüneyd-i Bağdadi, Abdülkadir-i Geylani, İmam-ı Gazali, Muhyiddin-i Arabi, Ebu Hasen-i Şazeli, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbani (radiyallahü anhüm ecmain) gibi binlerce nurani ziyadar yıldızlar ayrılıp alem-i beşeri tenvir etmişlerdir.

Meşhudatımızın tafsilatını başka vakte tehir ederek, mucizat sahibi o zat-ı nurani aleyhissalatü vesselama bir salat ü selam getirelim.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى هٰذَا الذَّاتِ النُّورَانِىِّ الَّذِى اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ اَعْنِى سَيِّدَنَا مُحَمَّدً اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ عَلٰى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرَاةُ وَاْلاِنْجِيلُ وَالزَّبُورُ وَبَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَهَوَاتِفُ الْجِنِّ وَاَوْلِيَاءُ اْلاِنْسِ وَكَوَاهِنُ الْبَشَرِ وَانْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ.. سَيِّدِنَا وَمْوْلاَنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ عَلٰى مَنْ جَاءَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ، وَنَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَائِهِ الْمَطَرُ، وَاَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ، وَشَبِعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاٰتٌ مِنَ الْبَشَرِ، وَنَبَعَ الْمَۤاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَسَبَّحَ فِى كَفَّيْهِ الْحَصَاةُ وَالْمَدَرُ، وَاَنْطَقَ اللهُ لَهُ الضَّبَّ وَالظَّبْىَ وَالذِّئْبَ وَالْجِذْعَ وَالذِّرَاعَ وَالْجَمَلَ وَالْجَبَلَ وَالْحَجَرَ وَالشَّجَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَمَا زَاغَ الْبَصَرُ… سَيِّدِنَا وَمَوْلاَنَا وَشَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمٰنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَۤاءِ عِنْدَ قِرَۤاءَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰى اٰخِرِ الزَّماَنِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا يَۤا اِلٰهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ.

Arkadaş! Risalet-i Ahmediyeyi ispat eden deliller pek büyük bir yekun teşkil ediyor. On Dokuzuncu Söz namındaki risalemde o delillerden bir kısmı zikredilmiştir. O zatın izhar ettiği bine yakın mucizeleriyle Yirmi Beşinci Söz namındaki eserimde tafsil edilen kırk vech-i icaza baliğ olan Kuran, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) şehadet ettiği gibi, bu kainat da ayatıyla o zatın nübüvvetine delalet eder. Evet, kainatta yazılan sayısız ayetler Zat-ı Ehadin vahdaniyetine şehadet ettikleri gibi, risalet-i Ahmediyeye de (a.s.m.) delalet ve şehadet ederler.
kadar onu okuyan her bir okuyucunun okuduğu her bir kelimenin hava dalgalarının ayinelerinde Rahmanın izniyle yansıyan bütün kelimelerinin bütün harfleri sayısınca, milyonlar salat ve selam olsun. Bütün bu salavatlardan her biri hürmetine bizi bağışla, ey İlahımız, bize merhamet et. amin.

Ezcümle: Kainatta görünen hüsn-ü sanat dahi risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) delalet ve şehadet eden kati bir delildir. Zira, şu ziynetli masnuatın cemali, hüsn-i sanat ve ziyneti izhar eder. Sanat ve suretin güzelliği, Sanide güzelleştirmek ve ziynetlendirmek isteği mevcut olduğuna delalet eder. Güzelleştirmek ve zinetlendirmek sıfatları, Saniin sanatına olan muhabbetine delalet eder. Bu muhabbet ise, masnuatın en ekmeli insan olduğuna delildir. Çünkü o muhabbetin mazhar ve medarı insandır. İnsan dahi masnuatın en cami ve en garibi olduğundan, şecere-i hilkate bir semere-i şuuriyedir. İnsan bir semere gibi olduğu cihetle kainatın eczası arasında en cami ve baid bir cüzdür. İnsan zişuur ve cami olduğu cihetle, nazarı amm, şuuru külli olur. Nazarı amm olduğundan şecere-i hilkati tamamıyla görür, şuuru da külli olduğundan, Saniin makasıdını bilir. Öyleyse, insan Saniin muhatab-ı hassıdır.

Evet, amm ve şumullü olan nazar ve şuurunu Saniin ibadetine ve muhabbetine sarf ve sanatını istihsan, takdir ve teşhirine tevcih ve nimetlerinin şükrüne istimal eden bir fert, verdiği nimetlere karşı şükür isteyen ve yarattığı mahlukatı ibadete, şükre davet eden Saniin has muhatap ve habibidir.

Ey insanlar! Zikredilen ahval ve şuunatla muttasıf olan Muhammedin (a.s.m.), Saniin o ferd-i ferid dediğimiz muhatab-ı hassı olmamasına imkan var mıdır? Ve tarihinizin gösterdiği nev-i beşerden en büyük insanlar arasında, bu makama daha layık diğer bir şahıs var mıdır?

Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız, insan aleminde iki daire ve iki levha vardır:

Birinci daire: Rububiyet dairesidir.
İkinci daire: Ubudiyet dairesidir.
Birinci levha: Hüsn-ü sanattır
İkinci levha ise: Tefekkür ve istihsandır.

Bu iki daire ile iki levha arasındaki münasebete bakınız ki, ubudiyet dairesi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleriyle hüsn-ü sanat ve nimet levhasına bakıyor.

Bu hakikati gözünle gördükten sonra, rububiyet ve ubudiyet dairelerinin reisleri arasında en büyük bir münasebetin bulunmamasına aklınca imkan var mıdır? Ve Saniin makasıdına kemal-i ihlasla hizmet eden ubudiyet reisinin Sani ile azim bir münasebeti ve kavi bir intisabı ve o intisapla her iki daire reisleri arasında bir muarefe ve mükaleme ve alışverişin olmamasına ihtimal var mıdır? Öyleyse, bilbedahe tahakkuk etti ki, ubudiyet reisi, rububiyetin has mahbup ve makbulüdür.

Ey insan! Bu süslü masnuatı enva-ı mehasinle tezyin eden ve bütün zihayat olanların zevklerine, iştahlarına göre bu kadar nimetleri inam eden Saniin en kamil, en cemil ve ibadetine kemal-i iştiyakla teveccüh eden ve Saniin mehasin-i sanatına takdir ve istihsanatıyla arş ve ferşi taraba, sevinmeye getiren ve Saniin ihsanatına yaptığı teşekkürat ve tekbirat ile berr ve bahri cezbeye getiren şu güzel mahluk ve masnuuna iltifat edip sözünü nazar-ı itibara almaması ve teşekküratına mukabele etmemesi ve teveccüh edip, kendisiyle konuşmaması ve iktidarına göre bütün mahlukata bir imam ve mürşid yapmaması imkanı var mıdır?