İfademin kısacık bir tetimmesi
Afyon Mahkemesine beyan ediyorum ki:
Nazarınıza ve kanun adaletine takdim edilen ifademde bulunan, üç vech ile kanunsuz menzilimi basmak, beni sorguya çekmek ve tevkif etmek, üç büyük mahkemelerin hürmetlerini kırmak ve haysiyet ve adaletlerine ilişmektir, belki istihfaf etmektir.
Çünkü, üç mahkeme ve üç ehl-i vukufun, iki sene, yirmi senelik kitaplarımı ve mektuplarımı inceden inceye tetkikinden sonra, ittifakla hem bize beraat verildi, hem kitaplarımız ve mektuplarımız iade edildi. Ve beraatten sonra üç sene, fevkalade bir inziva ve şiddetli bir tarassut altında, haftada yalnız zararsız bir mektup bazı dostlarıma yazardım. Dünya ile alakam kesilmiş gibiydi ki, serbestiyet verildiği halde memleketime gitmedim. Şimdi aynı meselede o üç mahkemenin adilane hükümlerini hiçe saymak gibi meseleyi tazelendirmek, onların şerefini kırıyor.
Benim hakkımda adalet eden o mahkemelerin haysiyetini muhafaza için mahkemenizden rica ederim. O aynı mesele olan “Risale-i Nur” ve “cemiyetçilik” ve “tarikatçilik” ve “ihlal-i emniyet ve asayişi bozmak” ihtimalinden başka bir sebep, bir mesele bulunuz, beni onunla muaheze ediniz. Benim kusurlarım çoktur. Ben de size mesuliyetime dair yardım edeceğime dair karar verdim. Çünkü hapsin haricinde hapisten çok ziyade azap çektim. Şimdi benim için medar-ı rahat ya kabir, ya hapistir. Hakikaten hayattan usandım. Bu yirmi sene haps-i münferitteki tazip ve işkenceli tarassutlar, ihanetler artık yeter. Sonra gayretullaha dokunur. Bu vatana yazık olur. Sizlere hatırlatıyorum. Bizim en metin melce ve siperimiz:
حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ وَبِهِ نَسْتَعِينُ
On sekiz sene sükuttan sonra mecburiyet tahtında bu istida mahkemeye ve sureti Ankaraya makamata verilmişken, tekrar vermeye mecbur olduğum iddianameye karşı itiraznamemdir.
Malum olsun ki, Kastamonuda üç defa menzilimi taharri etmek için gelen iki müddeiumumi ve iki taharri komiserine ve üçüncüde polis müdürüne ve altı yedi komiser ve polislere ve Ispartada müddeiumuminin suallerine ve Denizli ve Afyon mahkemelerine karşı dediğim ayn-ı hakikat küçük bir müdafaanın hülasasıdır. Şöyle ki:
Onlara dedim: Ben, on sekiz, yirmi senedir münzevi yaşıyorum. Hem Kastamonuda sekiz senedir karakol karşısında ve sair yerlerde dahi yirmi senedir daima tarassut ve nezaret altında kaç defa menzilimi taharri ettikleri halde, dünya ile, siyasetle hiçbir tereşşuh, hiçbir emare görülmedi. Eğer bir karışık halim olsaydı, oranın adliye ve zabıtası bilmedi veya bildi aldırmadı ise, elbette benden ziyade onlar mesuldürler. Eğer yoksa, bütün dünyada kendi ahireti ile meşgul olan münzevilere ilişilmediği halde, neden bana lüzumsuz, vatan ve millet zararına bu derece ilişiyorsunuz?
Biz Risale-i Nur şakirtleri, Risale-i Nuru değil dünya cereyanlarına, belki kainata da alet edemeyiz. Hem Kuran bizi siyasetten şiddetle men etmiş.
Evet, Risale-i Nurun vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı imani olan hakikatlerle gayet kati ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli burhanlarla Kurana hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nuru hiçbir şeye alet edemeyiz.
Evvela: Kuranın elmas gibi hakikatlerini, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyaset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymettar hakikatlere ihanet etmemektir.
Saniyen: Risale-i Nurun esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiş. Çünkü tokada ve belaya müstehak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir iki dinsize müteallik, yedi sekiz çoluk çocuk, hasta, ihtiyar, masumlar bulunur. Musibet ve bela gelse, o biçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husulü meşkuk olduğu halde, siyaset yoluyla idare ve asayişin zararına hayat-ı içtimaiyeye karışmaktan şiddetle men edilmişiz.
Salisen: Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acip zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lazım ve zaruridir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsi bir surette tesbit ve tahkim ederek, asayişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise, bu yirmi sene zarfında Risale-i Nurun, yüz bin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nafi haline getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilayetleri buna şahittir. Demek Risale-i Nurun, ekseriyet-i mutlaka eczalarına ilişenler herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hakimiyet-i İslamiyeye hıyanet ederler. Risale-i Nurun, yüz otuz risalelerinin bu vatana yüz otuz büyük faidesini ve hasenesini vehham ehl-i gafletin sathi nazarlarında kusurlu tevehhüm edilen iki üç risalenin mevhum zararları çürütemez. Onları bunlarla çürüten, gayet derecede insafsız bir zalimdir.
Amma benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurları ise, bilmecburiye, istemeyerek derim ki: Yirmi iki sene müddetinde, gurbette, haps-i münferit hükmünde, yalnız ve münzevi olarak hayat geçiren ve bu müddet zarfında ihtiyarıyla bir defa çarşıya ve mecma-ı nas büyük camilere gitmeyen ve çok tazyik ve sıkıntı verildiği halde, bütün emsali menfilere muhalif olarak istirahati için birtek defa hükumete müracaat etmeyen ve yirmi sene zarfında hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve merak etmeyen ve tam iki sene Kastamonuda ve yedi sene başka menfalarında bütün yakın ve görüşen dostlarının şehadetiyle, küre-i arz yüzündeki boğuşmaları ve harpleri ve sulh olmuş ve olmamış ve daha kimler harp ettiklerini bilmeyen ve merak etmeyen ve sormayan ve üç sene yakınında konuşan radyoyu üç defadan başka dinlemeyen ve hayat-ı ebediyeyi imha eden ve hayat-ı dünyeviyeyi dahi elem içinde eleme, azap içinde azaba çeviren küfr-ü mutlaka karşı galibane Risale-i Nur ile mukabele ettiğine onun ile imanlarını kurtaran yüz bin şahidin şehadetiyle ispat eden ve Kurandan tereşşuh eden Risale-i Nur ile ölümü yüz bin adam hakkında idam-ı ebediden terhis tezkeresine çeviren bir adama bu derece ilişmek ve meyus etmek ve onu ağlatmakla, o masum yüz binler kardeşlerini ağlatmaya hangi kanun var? Hangi maslahat var? Adalet namına emsalsiz bir gadir olmaz mı? Ve kanun hesabına, emsalsiz bir kanunsuzluk değil mi?
Eğer bu taharrilerde bazı vazifedar memurların itiraz ettikleri gibi derseniz ki, “Sen ve bir iki risalen rejime ve usulümüze muhalif gidiyorsunuz.”
Elcevap: Evvelen, bu yeni usulünüzün, münzevilerin çilehanelerine girmeye hiçbir hakkı yoktur.
Saniyen: Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükumet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve asayişe ilişmeyen şiddetli muhalifler, her hükumette bulunur. Hatta, Ömerin taht-ı hakimiyetindeki hristiyanlara kanun-u şeriatı ve Kuranı inkar ettikleri halde ilişilmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile, Risale-i Nurun bir kısım şakirtleri, idareye dokunmamak şartıyla rejim ve usulünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif amel etse, hatta rejimin sahibine adavet etse, onlara kanunen ilişilmez. Risaleler ise, o gibi risalelere mahrem demişiz, neşrini men etmişiz. Hatta bu defa bu hadiseye sebebiyet veren risale, Kastamonuda sekiz sene zarfında bir veya iki defa bir tek nüsha birisi bana getirdi. Aynı günde kaybettirdik. Şimdi siz onu zorla teşhir ediyorsunuz ve iştihar da etti.
Malumdur ki, bir mektupta kusur olsa, yalnız o kusurlu kelimeler sansür edilir, mütebakisine izin verilir. Eskişehir Mahkemesinde dört ay tetkikat neticesinde, yüz Nur Risalelerinde medar-ı tenkit yalnız on beş kelime bulmaları ve şimdi dört yüz sahifeli Zülfikarın yalnız iki sahifesinde irsiyet ve tesettür ayetlerinin otuz sene evvel yazılmış tefsiri bulunması ve şimdiki kanun-u medeniye uygun gelmemesi kati ispat eder ki, onun hedefi dünya değil. Herkes ona muhtaçtır. O dört yüz sahifelik herkese menfaatli Zülfikar iki sahife için müsadere edilmez. O iki sahife çıkarılsın, o mecmuamız bize iade edilsin; ve onun iadesi hakkımızdır.
Eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip, bu hadisede bazılarının dedikleri gibi derseniz, “Bu risalelerinle medeniyetimizi, keyfimizi bozuyorsun;” ben de derim: “Dinsiz bir millet yaşayamaz” dünyaca bir umumi düsturdur. Ve bilhassa küfr-ü mutlak olsa Cehennemden daha ziyade elim bir azabı dünyada dahi verdiğini, Risale-i Nurdan Gençlik Rehberi gayet kati bir surette ispat etmiş. O risale ise, şimdi resmen tab edildi.
Bir Müslüman el-iyazü billah, eğer irtidat etse, küfr-ü mutlaka düşer; bir derece yaşatan küfr-ü meşkukte kalmaz. Ecnebi dinsizleri gibi de olmaz. Ve lezzet-i hayat noktasında, mazi ve müstakbeli olmayan hayvandan yüz derece aşağı düşer. Çünkü, geçmiş ve gelecek mevcudatın ölümleri ve ebedi müfarakatları, onun dalaleti cihetiyle, onun kalbine mütemadiyen hadsiz firakları ve elemleri yağdırıyor. Eğer iman gelse, kalbe girse, birden o hadsiz dostlar diriliyorlar. “Biz ölmemişiz, mahvolmamışız” lisan-ı halleriyle diyerek, o Cehennemi halet, Cennet lezzetine çevrilir.
Madem hakikat budur. Size ihtar ediyorum: Kurana dayanan Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz. O mağlup olmaz, bu memlekete yazık olur. O başka yere gider, yine tenvir eder. Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-i Kuraniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.
Yirmi seneden beri bir münzevinin elbette ifadedeki kusuruna bakılmaz. Risale-i Nuru müdafaa ettiği için saded haricine çıktı denilmez. Madem, Eskişehir Mahkemesi, mahrem ve gayr-ı mahrem yüz risaleleri dört ay tetkikten sonra yalnız bir iki risalede hafif bir cezaya temas edecek bir iki maddeden başka bulmamış ve yüz yirmi adamdan on beşine altışar ay ceza verdi. Biz dahi bu cezayı çektik. Ve madem birkaç sene evvel Risale-i Nurun bütün eczaları Isparta hükumetinin eline geçti. Birkaç ay tetkikten sonra, sahiplerine iade edilmiş. Ve madem o cezadan sonra, Kastamonuda sekiz sene zarfında şiddetli taharriyatta zabıtayı ve adliyeyi alakadar edecek bir tereşşuh bulunmamış. Ve madem Kastamonudaki son taharride bir kısım risalelerimin, hiç bulunmayacak ve neşredilmeyecek bir tarzda kaç sene evvel odun yığınları altına saklanmış olduğu göründü ve heyet-i zabıtaca tahakkuk etti. Ve madem, Kastamonuda polis müdürü ve adliyesi o saklanmış zararsız kitaplarımı bana iade etmek üzere kati söz verdikleri halde, ikinci gün birden Ispartadan tevkif emri geldiğinden, daha o emanetlerimi almadan sevk edildim. Ve madem Denizli ve Ankara mahkemeleri bizi beraat ve umum risalelerimizi bize iade ettiler. Elbette ve elbette, bu mezkur altı hakikate binaen, Denizli Mahkemesi ve müddeiumumisi gibi, Afyon adliyesi ve müddeiumumisi benim çok ehemmiyetli bu hukukumu nazar-ı dikkate almaları, vazifeleri muktezasıdır. Ve hukuk-u umumiyeyi müdafaa eden müddeiumumiden, Risale-i Nur münasebetiyle ehemmiyetli bir hukuk-u amme hükmüne geçen bu şahsi hukukumu da müdafaa edeceğine ümitvarım ve bekliyorum.
Yirmi iki seneden beri hayat-ı içtimaiyeden çekilen ve şimdiki kanunları ve tarz-ı müdafaayı bilmeyen ve Eskişehir ve Denizli mahkemelerinde cerh edilmez yüz sahifelik müdafaatını bu yeni mahkemeye karşı da aynen takdim eden ve o zamana kadar kusurlarının cezasını çeken ve ondan sonra Kastamonuda ve Emirdağında mütemadiyen tarassut altında ve haps-i münferit tarzında yaşayan Yeni Said, sükut ile sözü Eski Saide bırakıyor. Eski Said de diyor ki:
Yeni Said dünyadan yüzünü çevirdiği için, ehl-i dünya ile konuşmayı, müdafaat-ı katiye mecburiyeti olmadan yapmıyor, lüzum görmüyor. Fakat bu meselede çok masum rençber ve esnaf adamlar, bize az bir münasebetiyle tevkif edilerek, iş zamanında, çoluk çocuklarına nafaka tedarik edemediklerinden, şiddetli rikkatime dokundu. Derinden derine beni ağlattı. Kasem ederim, eğer mümkün olsaydı, onların bütün zahmetlerini kendime alırdım. Zaten bir kusur varsa benimdir. Onlar masumdurlar. İşte bu elim halet için, Yeni Saidin sükutuna rağmen, ben diyorum:
Madem, Isparta ve Denizli ve Afyon müddeiumumilerinin yüzer lüzumsuz suallerine biçare Yeni Said cevap veriyor. Benim de, on üç sene evvel, başta Kaya Şükrü olarak, Dahiliye Vekaletinden ve şimdiki Adliye Vekaletinden hukukumuzu müdafaa niyetiyle üç sual sormak bir hakkımdır.
Birincisi: Risale-i Nurun talebesi olmayan ve yanında yalnız adi bir mektubumuz bulunan Eğirdirli bir adamın bir jandarma çavuşuyla vukuatsız bir münakaşa-i lisaniyesi yüzünden beni ve yüz yirmi adamı tevkif ile dört ay mahkeme tahkikinden sonra, on beş biçareden başka, bütün beraat kazanmakla masumiyetleri tahakkuk eden yüzden ziyade adamlara binler lira zarar vermek, hangi kanun iledir? Böyle imkanatı vukuat yerinde istimal etmek hangi usul iledir? Ve Denizlide dokuz ay tetkikten sonra, beraat kazanan yetmiş biçarelere binler lira zarar vermek, adaletin hangi düsturu iledir?
İkinci sual: وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ferman-ı esasisi ile, bir kardeşin hatasıyla diğer öz kardeşi mesul olmadığı halde, yanlış mana verilmemek için neşrini men ettiğimiz ve sekiz sene zarfında bir veya iki defa elime geçen ve yirmi beş seneden daha evvel aslı yazılan ve ehemmiyetli noktalarda imanı şüphelerden ve manası anlaşılmayan bir kısım müteşabih hadisleri inkardan kurtaran bir küçük risalenin bizden uzak bir yerde, bilmediğimiz bir adamda bulunmasıyla ve yanlış mana verilmesiyle ve Kütahya ve Balıkesir tarafında bir dokunaklı mektup bulunmasıyla bizleri o vakit Ramazan-ı Şerifte ve şimdi bu dehşetli soğukta pek çok masum rençber ve esnafları, hatta adi ve eski bir mektubumuz yanında bulunmasıyla ve arabası beni gezdirmesiyle ve bize bir dostluk münasebetiyle veya bir kitabımı okumasıyla tevkif edip perişan etmek ve maddeten ve manen onlara ve vatana ve millete, lüzumsuz bir evham yüzünden binler lira zarar vermek hangi adalet kanunuyladır? Adliyenin, hangi madde-i kanuniyesiyledir? Ayağımızı yanlış atmamak için, o kanunları bilmek talep ederiz.
Evet, hem Denizlide, hem Afyonda tevkifimizin bir sebebinin bir hakikati şudur ki: Bir kısım hadislerin manası ve tevili bilinmemesinden, “Akıl kabul etmiyor” diye inkar edenlere karşı avamın imanını kurtarmak fikriyle, çok zaman evvel Darül-Hikmet-i İslamiyede iken ve daha evvel aslı yazılan Beşinci Şua, farz-ı muhal olarak, dünyaya ve siyasete baksa ve bu zamanda da yazılsa, madem gizlidir ve taharriyatta bizde bulunmadı ve gaybi haberleri doğrudur ve imani şüpheleri izale eder ve asayişe dokunmuyor ve mübareze etmiyor ve yalnız ihbar eder ve şahısları tayin etmiyor ve ilmi bir hakikati külli bir surette beyan ediyor. Elbette o hakikat-i hadisiye bu zamanda dahi bir kısım şahıslara mutabık çıksa ve münakaşaya sebep olmamak için mahkemelerin teşhir ve neşirlerinden evvel bizce tam mahrem tutulsa, adalet cihetinde hiçbir vech ile bir suç teşkil etmez. Hem bir şeyi reddetmek ayrıdır ve ilmen kabul etmemek veya amel etmemek bütün bütün ayrıdır. “O risale yakın bir istikbalde gelecek bir rejimi ilmen kabul etmiyor” diye bir suç olduğuna, dünyada adliyelerin bir kanunu bulunmasına ihtimal vermiyoruz.
Elhasıl: Hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi dehşetli bir zehire çeviren ve lezzetini imha eden küfr-ü mutlakı otuz seneden beri köküyle kesen ve tabiiyyunun dehşetli bir fikr-i küfrilerini öldürmeye muvaffak olan ve bu milletin iki hayatının saadet düsturlarını harika hüccetleriyle parlak bir surette ispat eden ve Kuranın hakikat-i arşiyesine dayanan Risale-i Nur, böyle küçük bir risalenin bir iki maddesiyle değil, belki bin kusuru dahi olsa, onun binler büyük haseneleri onları affettirir diye dava ediyoruz ve ispatına da hazırız.
Üçüncü sual: Bir mektubun yirmi kelimesinde beş kelime kusurlu görülse, o beş kelime sansür edilir. Mütebakisine izin vermek bir düstur iken, Eskişehir Mahkemesinin dört ay tetkikten sonra, yüz bin kelime içinde zahiri nazarda zararlı tevehhüm edilen yalnız on beş kelimeden başka bulmamasıyla ve Heyet-i Vekile de dört yüz sahifeli Zülfikarın yalnız iki sahifesinde (şimdiki kanuna uygun olmamasından) otuz sene evvel yazılan iki ayetin tefsirinden başka ilişmemesi ve Denizli ve Ankara ehl-i vukufu on beş sehivden başka ilişmemesiyle ve şimdiye kadar yüz binler adamın ıslahına vesile olmasıyla, vatana ve millete bin büyük menfaati tahakkuk eden Risale-i Nura küçük bir hizmet eden veya kendi imanını kurtardığı için bir risalesini yazan ve Emirdağında garip ve ihtiyarlığıma şefkaten bana kardeşlik eden Çalışkanlar gibi rıza-yı İlahi için bana hizmet eden biçareleri iş mevsiminde ve dehşetli kışta taht-ı tevkife almak, hükumet-i cumhuriyenin hangi prensibiyle kàbil-i tevkif olabilir? Ve hangi kanunu, müsaade etmeye imkanı var?
Madem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanunu ile dinsizlere ilişmiyor; elbette mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübareze etmeyen ve ahiretine ve imanına ve vatanına dahi nafi bir tarzda çalışan dindarlara da ilişmemek gerektir ve elzemdir. Bin seneden beri bu milletin gıda ve ilaç gibi bir hacet-i zaruriyesi olan takvayı ve salahati bu mazhar-ı enbiya olan Asyada hükmeden ehl-i siyaset yasak etmez ve edemez biliyoruz.
Yirmi seneden beri münzevi yaşayan ve yirmi sene evvelki Saidin kafasıyla sorduğu bu suallerde bu zamanın tarz-ı telakkisine uygun gelmeyen kusurlarına bakmamak, insaniyetin muktezasıdır.
Vatan ve millet ve asayişin menfaati hesabına bunu da hatırlatmak bir vazife-i vataniyem olması cihetiyle derim: Böyle bize ve Risale-i Nura az bir münasebetle taht-ı tevkife alınmak, gücendirmek yüzünden vatana ve asayişe dindarane menfaati bulunan pekçok zatları idare aleyhine çevirebilir, anarşiliğe meydan verir. Evet, Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran ve millete zararsız ve tam menfaattar vaziyete girenler yüz binden çok ziyadedir. Hükumet-i cumhuriyenin belki her büyük dairesinde ve milletin her tabakasında faideli ve müstakimane bir surette bulunuyorlar. Bunları gücendirmek değil, belki himaye etmek elzemdir.
Şekvamızı dinlemeyen ve bizi söyletmeyen ve bahanelerle sıkıştıran bir kısım resmi adamlar, vatan aleyhinde anarşiliğe meydan açıyorlar diye kuvvetli bir vehim hatırımıza geliyor.
Hem maslahat-ı hükumet namına derim: Madem Beşinci Şuayı, hem Denizli, hem Ankara mahkemeleri tetkik edip ilişmemişler, bize verdiler. Elbette onu yeniden resmiyete koyup dedikodulara meydan açmamak, idarece zaruridir. Biz o risaleyi, mahkemelerin ellerine geçmeden ve onu teşhirlerinden evvel gizlediğimiz gibi, Afyon hükumet ve mahkemesi dahi onu medar-ı sual ve cevap etmemeli. Çünkü kuvvetlidir, reddedilmez. Kablelvuku haber vermiş, doğru çıkmış. Hem hedefi dünya değil; olsa olsa, ölmüş gitmiş bir şahsa, müteaddit manalarından bir manası muvafık geliyor. Onun dostluğu taassubuyla o gaybi ihbarı ve manayı resmiyete koymamayı ve bizi onunla muaheze etmekle daha ziyade teşhirine yol açmamayı, vatan ve millet ve asayiş ve idare hesabına ihtar etmeye vicdanım beni mecbur eyledi.
Afyon Müddeiumumisi ve Mahkeme Reisi ve azalarına
Denizlinin adliyesine hukukumu müdafaa için arz ettiğim Dokuz Esası aynen size de takdim ediyorum.
Yirmi senedir hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa böyle resmi ve ince ve siyasi hayatı terk etmişim. O hallere karşı alınması lazım gelen vaziyeti bilmiyorum ve düşünmüyorum ve düşünmesi beni cidden incitiyor. Fakat mecburiyetle başka mahkemede insafsız bir zatın intizamsız ve mükerrer ve lüzumsuz pek çok suallerine verdiğim cevapların hatimesi ve hülasası olan bu intizamsız müdafaatım ve istidamda belki sadet harici ve lüzumsuz tekrarat ve intizamsızlık ve aleyhime dönecek şiddetli tabirler ve bilmediğim yeni kanunlara muhalif ifadeler bulunabilir. Fakat madem hakikat üzere gidiyor; hakikatın hatırı için o kusurlara bakmamak gerektir. O istida ve müdafaatım Dokuz Esas üzerine gidiyor.
Birincisi: Madem, hükumet-i cumhuriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette, dindarlara ve takvacılara da ilişmemek gerektir. Ve madem dinsiz bir millet yaşamaz ve Asya din noktasında Avrupaya benzemez ve İslamiyet, hayat-ı şahsiye ve uhreviye cihetinde hristiyanlığa uymaz ve dinsiz bir Müslüman başka dinsizler gibi olmaz. Ve bu bin seneden beri dünyayı diyanetiyle ışıklandıran ve bütün dünyanın tehacümatına karşı salabet-i diniyesini kahramanane müdafaa eden bu vatandaki milletin bir ihtiyac-ı fıtrisi hükmüne geçen diyanet, salahat ve bilhassa iman hakikatlerinin öğrenmesi yerlerine hiçbir terakkiyat, hiçbir medeniyet tutamaz. Ve o ihtiyacı onlara unutturamaz. Elbette bu vatandaki millete hükmeden bir hükumet, Risale-i Nura adalet ve kanun ve asayiş cihetinde ilişemez ve iliştirmemeli.
İkinci esas: Madem bir şeyi reddetmek başkadır ve onunla amel etmemek bütün bütün başkadır. Ve her hükumette şiddetli muhalifler bulunur. Ve Mecusi hakimiyeti altında Müslümanlar ve hükumet-i İslamiye-i Ömeriyede Yahudiler ve hristiyanlar bulunması ve asayişe ve idareye ilişmeyenin hürriyet-i şahsiyesi her hükumette vardır ve ilişilmez. Ve hükumet ele bakar, kalbe bakmaz. Ve madem asayişe ve idareye ve siyasete ilişmek isteyen herhalde hiç şüphesiz gazetelerle ve dünya hadisatı ile alakadar olacak, ta kendine yardım eden cereyanları ve vaziyetleri ve hadisatı bilsin, ta yanlış ayağını atmasın. Ve Risale-i Nur ise, şakirtlerini o derece men etmiş ki, benim yakın dostlarım biliyorlar ki, yirmi beş senedir, değil gazeteleri okumak, belki sormasını ve merak etmesini ve düşünmesini bana terk ettirmiş. Şimdi on senedir katiyen dünya cereyanlarından ve vaziyetlerinden, Almanın mağlubiyeti ve bolşeviğin istilasından başka hiçbir haber almayacak derecede beni hayat-ı içtimaiyeden çekmiş. Elbette ve elbette, hikmet-i hükumet ve kanun-u siyaset ve düstur-u adalet bana ve benim gibi kardeşlerime ilişemez. Ve ilişen, herhalde ya evhamından, ya garazından veya inadından ilişir.
Üçüncü esas: Sabık mahkememizde bir müddeiumuminin yanlış bir mana ile Beşinci Şuaya dair suallerinde kanun hesabına değil, belki bir ölmüş şahsın dostluğu taassubu hesabına manasız ve lüzumsuz itirazları sebebiyle bu gelecek uzunca tafsilatı vermeye mecbur oldum.
Evvela: Bu Beşinci Şuayı hükümetin eline geçmeden evvel biz mahrem tutuyorduk. Hem bütün taharrilerde bende bulunmadı. Hem maksadı yalnız avamın imanlarını şüphelerden ve müteşabih hadisleri inkardan kurtarmaktır. Dünya cihetine üçüncü, dördüncü derecede, dolayısıyla bakar. Hem verdiği haberler doğrudur. Hem ehl-i siyaset ve dünya ile mübareze etmiyor, yalnız ihbar eder. Hem şahısları tayin etmiyor. Külli bir surette, bir hakikat-i hadisiyeyi beyan eder. Fakat, o külli hakikati bu asırdaki dehşetli bir şahsa tam tatbik etmişler. Onun için bu senelerde yeni telif edilmiş zannıyla itiraz ettiler. Hem o risalenin aslı, Darül-Hikmetten daha eskidir. Yalnız bir zaman sonra tanzim edildi, Risale-i Nura girdi. Şöyle ki:
Bundan kırk sene evvel ve Hürriyetten bir sene evvel İstanbula geldim.
O zaman Japonyanın Başkumandanı, İslam ulemasından dini bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler.
Ezcümle, bir hadiste, “ahirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında Haza kafirün yazılmış bulunur” diye hadis var deyip benden sordular. Dedim: “Bir acip şahıs bu milletin başına geçer ve sabah kalkar, başına şapka giyer ve giydirir.”
Bu cevaptan sonra bunu sordular: “Acaba o zaman onu giyen kafir olmaz mı?” Dedim: “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat, baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşaallah Müslüman edecek.”
Sonra dediler: “Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hadise ile Süfyan olduğu bilinecek.” Ben de cevaben dedim: “Bir darb-ı mesel var. Çok israflı adama eli deliktir denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi oluyor deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya müptela olup, onunla hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak.”
Sonra birisi sordu ki: “O öldüğü zaman İstanbulda dikili taşta şeytan dünyaya bağıracak ki, filan öldü.” O vakit ben dedim: “Telgrafla haber verilecek.” Fakat bir zaman sonra, radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Darül-Hikmette iken dedim: “Şeytan gibi radyoyla dünyaya işittirecek.”
Sonra sedd-i Zülkarneyn ve Yecüc ve Mecüc ve dabbetül-arz ve Deccal ve nüzul-ü İsa (a.s.) hakkında sualler sormuşlardı. Ben de cevap vermiştim. Hatta eski risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar. Bir zaman sonra Mustafa Kemal iki defa şifre ile Van vilayetinin eski valisi ve benim dostum Tahsin Beyin vasıtasıyla beni, neşredilen Hutuvat-ı Sitteye mükafaten taltif için Ankaraya celb etti, gittim. Şeyh Sinusi Kürtçe lisanı bilmediğinden, beni onun yerinde üç yüz lira maaşla vilayat-ı şarkıye vaiz-i umumisi, hem mebus, hem Diyanet Riyaseti dairesinde, Darül-Hikmet azalarıyla beraber, eski vazifemle memnun etmek ve benim Vanda temelini attığım Medresetüz-Zehra ve şark darülfünunuma Sultan Reşadın verdiği on dokuz bin altın lira, iki yüz mebus içinde yüz altmış üç mebusun imzasıyla yüz elli bin banknota iblağ edilerek kabul edildiği halde, ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve “Bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez” diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim. Fakat bazı zalim ve insafsız memurlar, bana dünyaya bakacak iki üç risaleyi yazdırdılar.
Sonra bazı zatlar, ahirzaman hadisatını haber veren müteşabih hadisleri sual etmek münasebetiyle, o eski risalenin aslını tanzim ettim. Risale-i Nurun Beşinci Şuaı namını aldı. Risale-i Nurun numaraları, telif tertibiyle değil. Mesela, Otuz Üçüncü Mektup, Birinci Mektuptan daha evvel telif edilmiş ve bu Beşinci Şuanın aslı ve Risale-i Nurun bir kısım eczaları, Risale-i Nurdan evvel telif edilmiş. Her ne ise… Bu makamda bir müddeiumuminin, Mustafa Kemale dostluğu taassubuyla, kanunsuz ve lüzumsuz ve yanlış itiraz ve sualleri beni bu sadet harici gibi izahatı vermeye mecbur eyledi. Ben onun, adliye kanunu namına tamamen şahsi ve kanunsuz bir sözünü misal olarak beyan ediyorum.
Dedi: “Beşinci Şuada sen hiç kalben nedamet etmedin mi ki, onu rakıdan ve şaraptan su tulumbası gibi tabirlerle tezyif etmişsin?” Ben onun bütün bütün manasız ve yanlış ve dostluk taassubuna mukàbil derim: Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilmez, yalnız onun bir hissesi olabilir. Nasıl ki ordunun ganimeti, malları, erzakları bir kumandana verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır.
Evet nasıl o insafsız, o çok kusurlu adamı sevmemekle beni ittiham etti, adeta vatan haini yaptı. Ben de onu, orduyu sevmemekle ittiham ediyorum. Çünkü bütün şerefi ve manevi ganimeti o dostuna verip, orduyu şerefsiz bırakıyor. Hakikat ise, müsbet şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzi edilir ve menfiler ve tahribat ve kusurlar başa verilir. Çünkü birşeyin vücudu, bütün şeraitin ve erkanının vücudu ile olur ki, kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise, bir şartın ademiyle ve bir rüknün bozulmasıyle olur, mahvolur, bozulur. O fenalık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ekseriyetle müsbet ve vücudidir. Başlar sahip çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar, ademidir ve tahribidir. Reisler mesul olurlar. Hak ve hakikat böyle iken, nasıl ki bir aşiret fütuhat yapsa, “Aferin Hasan Ağa”; mağlup olsa “Aşirete Tuh” diye aşiret tezyif edilse, bütün bütün hakikatin aksine hükmedilir. Aynen öyle de, beni ittiham eden o müddei bütün bütün hak ve hakikatin aksine bir hatasıyla, güya adliye namına hükmetti.
Aynen bunun hatası gibi: Eski Harb-i Umumiden biraz evvel, ben Vanda iken, bazı dindar ve müttaki zatlar yanıma geldiler. Dediler ki: “Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel, bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.”
Ben de dedim: “O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mesul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem.”
O zatlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, Harb-i Umumi patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi, o ordudan yüz bin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip kanlarıyla velayet fermanlarını imzaladılar.
Her ne ise… Biraz uzun söylemeye mecbur oldum. Çünkü hiçbir hissiyatla ve harici tesiratla müteessir olmamak, mahiyetinin kati bir hassası bulunan adalet hakikatı namına, cüzi ve hatta hissiyat ve tarafgirlikle bize ve Risale-i Nura karşı müzeyyifane hareket eden bir müddeiumuminin acip vaziyeti beni bu uzun ifadeye sevk etti.
Dördüncü esas: Eskişehir Mahkemesi, yüzer risaleleri ve mektupları dört ay tetkikten sonra, yalnız yüz yirmi adamdan on beş adama altışar ay ceza ve bana da, yüz risaleden yalnız bir iki risalede on beş kelime ile, bir sene ceza verebildi. Tarikatçilik ve cemiyetçilik ve şapka meselelerinde beraat ettirdiler. Biz dahi o cezayı çektik. Ondan sonra Kastamonuda çok defa taharrilerde hiçbir ilişiğimi bulmadılar. Ve kaç sene evvel Ispartada mahrem ve gayr-ı mahrem Risale-i Nurun bütün eczaları bilaistisna hükumetin eline geçti. Üç ay tetkikten sonra umumu sahiplerine iade edildi. Birkaç sene sonra, Denizli ve Ankara mahkemelerinde bütün risaleler iki sene kaldı. Tamamen bize iade edildi.
Madem hakikat budur. Beni ve Risale-i Nurun şakirtlerini ittiham eden ve o gibi kanun namına kanunsuz ve garazla ve hissiyatla bizi muaheze edenler, elbette bizden evvel, hem Eskişehir Mahkemesini, hem Kastamonu hükumetini ve zabıtasını, hem Isparta adliyesini, hem Denizli Mahkemesini, hem Ankaranın Ağırceza Mahkemesini ittiham edip, onları—varsa—suçumuza tam teşrik ediyorlar. Çünkü bir suçumuz olsaydı, bu üç dört hükumet yakınında çok zaman tecessüsüyle görmedi veya aldırmadı ve iki mahkeme iki sene inceden inceye bakıp bilmedi veya aldırmadı; bizden ziyade onlar suçlu olurlar. Halbuki bizde dünyaya karışmak arzusu bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti.
Evet, otuz bir (31) Martta Divan-ı Harb-i Örfide ve Mustafa Kemalin hiddetine karşı, divan-ı riyasette şiddetli ve dokunaklı ve serbest müdafaa eden bir adam on sekiz sene zarfında kimseye sezdirmeden dünya entrikalarını çeviriyor diye onu ittiham eden, elbette bir garazla eder. Biz Denizli Müddeiumumisinden ümit ettiğimiz gibi, Afyon Müddeiumumisinden de ümit ederiz ki, bizi böylelerin itirazından ve garazlarından kurtarsın ve hakikat-ı adaleti göstersinler.
Beşinci esas: Risale-i Nur şakirtlerinin, mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasileridir. Çünkü halisane hizmet-i Kuraniye, onlara herşeye bedel, kafi geliyor.
Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevi maksadına alet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddi mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat ile, birinin hatasıyla onun masum çok taraftarlarını ezmek lazım gelecek. Yoksa, mağlup düşecek. Hem dünya için dinini bırakan veya alet edenlerin nazarlarında Kuranın hiçbir şeye alet olmayan kudsi hakikatleri, bir propaganda-i siyasette alet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası, muvafıkı ve muhalifi, memuru ve amisinin o hakikatlerde hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirtleri, tam bitarafane kalmak için siyaseti ve maddi mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lazım gelmiş.
Altıncı esas: Bu meselede benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuruyla Risale-i Nura hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kurana bağlanmış ve Kuran dahi Arş-ı azamla bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın ve o kuvvetli ipleri çözsün? Hem bu memlekete maddi ve manevi bereketi ve fevkalade hizmeti, otuz üç ayat-ı Kuraniyenin işaratıyla ve İmam-ı Ali radıyallahu anhın üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı azamın (k.s.) kati ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur; bizim adi ve şahsi kusurlarımızla mesul olmaz ve olamaz ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem maddi, hem manevi, telafi edilmeyecek derecede zarar olacak.
Risale-i Nura karşı gizli düşmanlarımızdan bazı zındıkların şeytanetiyle çevrilen planlar ve hücumlar inşaallah bozulacaklar. Onun şakirtleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenab-ı Hakkın inayetiyle mağlup edilmezler. Eğer maddi müdafaadan Kuran men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler Şeyh Said ve Menemen hadiseleri gibi, cüzi ve neticesiz hadiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin, eğer mecburiyet-i katiye derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nura hücum edilse, elbette hükumeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.
Elhasıl, madem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz; onlar da bizim ahiretimize ve imani hizmetimize ilişmesinler.
Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latif bir kıssa-i müdafaayı beyan ediyorum.
Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”
Ben de dedim: “Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülasası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hali bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.”
Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihine muhalefet ediyorsun.”
Cevaben diyordum: “Hulefa-i Raşidin; hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddık-ı Ekber Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şeriyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
İşte, ey müddeiumumi ve mahkeme azaları, elli seneden beri bende olan bir fikrin aksiyle beni ittiham ediyorsunuz. Eğer laik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, laik manası, bitaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükumet telakki ederim. Yirmi beş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükumet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. Eliyazü billah, eğer dinsizlik hesabına imanına ve ahiretine çalışanları mesul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilaperva ilan ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve ahiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ olarak sizin beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkum etmenize mukàbil derim:
Ben, Risale-i Nurun keşf-i katisiyle, idam olmuyorum, belki terhis edilip Nur ve saadet alemine gidiyorum. Ve sizi, ey gizli düşmanlarımız ve dalalet hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedi ile ve daimi haps-i münferitle mahkum bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemal-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım, onlara demiştim.
Yedinci esas: Afyon Mahkemesi başka yerlerdeki sathi tahkikata binaen bize bir cemiyet-i siyasiye noktasında bakmış. Buna cevabımız:
Evvela: Bütün benimle arkadaşlık eden zatların şehadetiyle, on dokuz seneden beri hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve sormayan ve bu on sene beş aydır Harb-i Umumiden, Almanın mağlubiyetinden ve komünistin dehşetinden başka hiçbir haber almayan ve merak etmeyen ve bilmeyen bir adamın elbette siyasetle hiçbir alakası yoktur ve siyasi cemiyetlerle hiçbir münasebeti olmaz.
Saniyen: Risale-i Nurun yüz otuz parçaları meydandadır. İçinde imani hakikatlerden başka bir hedef, bir maksad-ı dünyevi olmadığını anlayan Eskişehir Mahkemesi, yalnız bir iki risaleden başka ilişmemesi ve Denizli Mahkemesi hiçbirine ilişmemesi ve koca Kastamonu zabıtasının sekiz sene zarfında daimi tarassutla beraber iki hizmetçimden ve yalnız üç adamdan başka bahane ile müttehem hiçbir kimseyi bulmaması kati bir hüccettir ki, Risale-i Nur şakirtleri hiçbir vech ile siyasi cemiyet değiller.
Eğer iddianamedeki cemiyetten maksadı, imani ve uhrevi bir cemaat ise, ona cevaben deriz ki: Eğer darülfünun talebelerine ve her nevi esnafa birer cemiyet namı verilse, bize de o neviden bir cemiyet namı verilebilir.
Eğer dini hissiyatla emniyet-i dahiliyeyi ihlal edecek bir cemaat namı veriyorsanız, buna mukàbil deriz: Yirmi sene zarfında bu fırtınalı halde Nur şakirtleri hiçbir yerde hiçbir vukuatla emniyet-i dahiliyeye ilişmemeleri ve iliştikleri ne hükumetçe ve ne de mahkemelerce kaydedilmemesi bu ittihamı çürütüyor.
Eğer hissiyat-ı diniyeyi kuvvetlendirmesinden istikbalde emniyet-i dahiliyeye zarar verebilir diye bir cemiyet namı verilmişse, buna mukàbil deriz:
Evvelen: Başta Diyanet Riyaseti, bütün vaizler aynı hizmeti görüyorlar.
Saniyen: Risale-i Nur şakirtlerinin değil emniyete ve asayişe zarar vermek, belki bütün kuvvet ve kanaatleriyle milleti anarşilikten muhafaza ve emniyet ve asayişi temin etmek için çalıştıklarına delil ise, birinci esasta beyan edilmiş.
Evet, biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız, evvela kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebediden ve daimi, berzahi haps-i münferitten kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhaya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nurun çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır.
Sekizinci esas: Risalelerde bazı dokunaklı cümleler var diye, başka yerlerin nakıs ve sathi tahkikatlarına binaen bizi ittiham ediyorlar. Buna mukàbil deriz:
Madem maksadımız iman ve ahirettir, ehl-i dünya ile mübareze değil. Ve madem o pek cüzi ve yalnız bir iki risaleye mahsus ilişmek kasti değil; belki maksadımıza yürürken onlara çarpmışız. Elbette bir garaz-ı siyasi manasında olamaz. Ve madem imkanat başkadır, vukuat başkadır. Hakkımızda asayişe zarar yapmış değil, “yapabilir” diye ittiham ise, herkes bir adamı öldürebilir diye ittiham gibi manasız bir ittihamdır. Ve madem yirmi sene müddetinde yirmi binler adamda ve binler nüshalar ve mektuplarda hem Eskişehir, hem Kastamonu, hem Isparta, hem Denizli şiddetli tetkik ve taharrilerde hakiki bir suç teşkil edecek maddeleri bulamadılar. Eskişehir Mahkemesi birşey bulamadığından mecburiyetle bir lastikli kanun maddesinden tek bir küçük risale ile bizi mesul ettiği gibi, bütün dini dersini vereni dahi mesul eder bir tarzda, yüz adamdan on beş adama altışar ay ceza verebildi. Acaba bizim gibi bir adamın sizden olsa, bir senede yirmi mahrem mektupları bu tarzda tetkik edilse, onu mesul ve mahcup edecek yirmi cümle bulunmaz mı? Halbuki, bizde yirmi bin adamdan yirmi bin nüsha risale ve mektuplarda hakiki mesul edecek yirmi cümle bulamamalarından gösteriyor ki, Risale-i Nurun hedefi doğrudan doğruya ahirettir. Dünya ile alışverişi yoktur.
Dokuzuncu esas: Denizli Mahkemesinin insaflı müdde-i umumisinin başka yerlerin insafsız ve sathi zabıtnamelerine binaen iddianamede kaydettiği maddeler gibi, Afyon Mahkemesi dahi sorguda gördüğümüz vaziyet delaletiyle, aleyhimizde aynı maddeler ve tarihsiz mektuplar, hem yirmi ve on beş ve on sene zarfındaki muhaberelerden ve kati cevabı üçüncü esasta ve iddiamın ikinci sualinde bulunan Beşinci Şuada ve yüz otuz risalelerin yalnız dört beş risalelerinde ve Eskişehir Mahkemesinin tetkikinden geçen ve cezasını çektiren ve af kanunları gören ve Denizli beraatini gören mektuplar ve risalelerde ittihamımıza medar bazı bahaneler var. Acaba, otuz bir (31) Mart hadisesinde Bab-ı Seraskeride Şeyhülislam ve ulemayı dinlemeyen sekiz taburu bir nutukla itaate getiren bir adam sekiz sene zarfında—zabıtnamelere göre—çalışmış, böyle yirmi otuz adamı kandırabilmiş, mesela koca Kastamonuda beş adamı iğfal edebilmiş denilebilir mi? İşte Kastamonuda, Denizli hadisesinde mahrem ve gayr-ı mahrem bütün evrak ve kitaplarımı odunlar yığını altından çıkarıp, üç ay tetkikten sonra yalnız Feyzi, Emin, Hilmi, Tevfik ve Sadıktan başka kimseyi o koca Kastamonuda bulmadılar. Bu beş zat ise, lillah için bana şahsi hizmet münasebetiyle ve üç buçuk senede Emirdağında üç kardeş ve üç dört adamı bulup göndermişler. Eğer o sathi zabıtnameler gibi yapsaydım, beş on değil, belki beş yüz, belki beş bin ve belki beş yüz bin adamları kandırabilirdim. O zabıtnamelerde ne kadar yanlışlar bulunduğuna, Denizli Mahkemesinde söylediğim gibi, bir iki nümuneyi beyan ediyorum:
Zaman-ı Saadetten şimdiye kadar cari bir adet-i İslamiyeye ittibaen, Risale-i Nurun hususi menbaları olan yüzer ayat-ı meşhureyi büyük bir enam gibi Hizb-i Kurani yaptığımızı, “Dinde tahrifat yapıyor” diye muahaze etmişler.
Hem bir sene cezasını çektiğim ve mahrem tutulan ve zabıtnamede kaydedildiği gibi odun yığınları altından çıkarılan Tesettür Risalesi bu sene yazılmış ve neşredilmiş gibi bizi ittiham etmek istiyor. Hem Ankarada hükumetin riyasetinde bulunan malum birisine ettiğim itirazlara ve ağır sözlere karşı o reis mukabele etmeyip sükut etmesi ve o öldükten sonra, onun yanlışını gösteren bir hakikat-i hadisiyeyi kırk sene evvel beyandaki fıtri ve lüzumlu ve külli ve mahrem tenkitlerim, makam-ı iddia, cerbezesiyle ona tam tatbikle bize medar-ı mesuliyet yapılmış. Ölmüş ve hükumetten alakası kesilmiş bir şahsın hatırı nerede? Hükumetin ve milletin bir hatırası ve Cenab-ı Hakkın bir tecelli-i hakimiyeti olan adalet kanunları nerede?
Hem biz hükumet-i cumhuriye esaslarından en ziyade kendimize medar-ı istinad ve onun ile kendimizi müdafaa ettiğimiz hürriyet-i vicdan esası, bizim aleyhimizde medar-ı mesuliyet tutulmuş. Güya biz hürriyet-i vicdan esasına muarız gidiyoruz!
Hem bir risalede medeniyetin seyyiatını ve kusurlarını tenkit ettiğimden, hatır ve hayalime gelmeyen bir şeyi zabıtnamelerde isnad ediyor: Güya ben radyo ve tayyare ve şimendiferin kullanılmasını kabul etmiyorum diye, terakkiyat-ı hazıra aleyhinde bulunduğumla mesul ediyor.
İşte bu nümunelere kıyasen ne kadar hilaf-ı adalet bir muamele olduğunu, inşaallah, insaflı ve adaletli olan Denizli Müddeiumumisi ve Mahkemesi gibi, Afyon Mahkemesi göstererek, o zabıtnamelerin evhamlarına ehemmiyet vermeyecekler.
Hem en garibi şudur ki, bir yerde demişim: Cenab-ı Hakkın büyük nimetleri olan tayyare ve şimendifer ve radyoyu, büyük şükürle mukabele lazımken, beşer şükretmedi; tayyarelerle başlarına bombalar yağdı. Ve radyo öyle büyük bir nimet-i İlahiyedir ki, ona mukàbil şükür ise, o radyo milyonlar dilli bir külli hafız-ı Kuran olup zemin yüzündeki bütün insanlara Kuranı dinlettirsin. Yirminci Sözde Kuranın medeniyet harikalarından gaybi haber verdiğini beyan ederken, bir ayetin işareti olarak, kafirler şimendiferle alem-i İslamı mağlup ederler demişim. İslamı bu harikalara teşvik ettiğim halde, bir sebeb-i ittiham olarak, şimendifer, tayyare ve radyo gibi terakkiyat-ı hazıra aleyhindedir diye sabık mahkemelerin bazı müddeiumumileri bizi ittiham etmiş.
Hem hiçbir münasebeti olmadığı halde, bir adam Risale-i Nurun ikinci bir ismi olan Risaletün-Nur tabirinden, “Kuranın nurundan bir risalettir, yani bir ilhamdır ve risaletin şeriat vazifesini yapan bir varistir” demiş. Bir iddianamede, başka yerin verdiği yanlış mana ile, güya “Risale-i Nur bir resuldür” diye benim için bir sebeb-i ittiham tutulmuş.
Hem müdafaatımda yirmi yerde kati bir surette hüccetlerle ispat etmişiz ki, bütün dünyaya karşı da olsa, dini ve Kuranı ve Risale-i Nuru alet edemeyiz ve edilmez. Ve biz onların bir hakikatını dünya saltanatına değiştirmeyiz ve bilfiil öyleyiz. Ve bu davanın emareleri yirmi senede binlerdir. Halbuki şimdi Afyon sorgusunun gidişatında ve iddianamede, başka zabıtnamelere binaen, güya bizim maksadımız ve sayimiz dünya entrikalarını çevirmek ve dünya garazlarına koşmak ve dini hasis şeylere alet etmek ve kudsiyetini düşürtmektir diye bizi ittiham ediyor. Madem öyledir; ben ve biz bütün kuvvetimizle deriz:
حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Afyon Mahkemesinin bizi ittiham etmesine karşı itiraznamenin tetimmesidir
Bu itirazımda muhatabım Afyon Müddeisi ve Mahkemesi değil, belki başka yerlerdeki müddeiumumilerin ve muhbir ve taharricilerin yanlış ve nakıs zabıtnameleriyle burada ve sorgu dairesindeki acip vaziyeti aleyhimize çeviren garazkar ve vehham memurlardır.
Evvelen: Asl u faslı olmayan ve hatırıma gelmeyen bir siyasi cemiyet namını masum ve siyasetle hiç alakaları olmayan Risale-i Nur talebelerine takıp ve o daire içine giren ve iman ve ahiretinden başka bir maksatları bulunmayan biçareleri, o cemiyetin naşiri veya faal bir rüknü veya mensubu veya Risale-i Nuru okumuş ve okutmuş veya yazmış diye suçlu sayıp mahkemeye vermek ne kadar adaletin mahiyetinden uzak olduğunun kati bir hücceti şudur ki:
Kuran aleyhinde yazılan, Doktor Duzinin ve sair zındıkların o muzır eserlerini okuyanlar, hürriyet-i fikir ve hürriyet-i ilmiye düsturuyla suçlu sayılmadığı halde, hakikat-i Kuraniyeyi ve imaniyeyi öğrenmeye gayet muhtaç ve müştak olanlara güneş gibi bildiren Risale-i Nuru okumak ve yazmak bir suç sayılmış. Ve hem, yüz risale içinde yanlış mana verilmemek için mahkemelerin teşhirlerinden evvel mahrem tuttuğumuz iki üç risalede yalnız birkaç cümlelerini bahane gösterip ittiham etmiş. Halbuki o risalelerden biri müstesna Eskişehir Mahkemesi tetkik etmiş, icabına bakmış, yalnız birtek Tesettür Risalesinin bir iki meselesine ilişmiş. Ve müstesnasının hem istidamda ve hem itiraznamemde gayet kati cevabı verildiği ve “Elimizde nur var, siyaset topuzu yok” diye Eskişehir Mahkemesinde yirmi vech ile kati ispat edildiği ve Denizli Mahkemesi bilaistisna bütün risaleleri tetkik etmiş, hiçbirisine ilişmediği halde, o insafsız müddeiler, o iki üç risalenin üç dört cümlelerini bütün Risale-i Nura teşmil edip, hatta dört yüz sahifeli Zülfikarı iki sahife için müsadere eder gibi, Risale-i Nuru okuyan ve yazanı suçlu ve beni de hükumetle mübareze eder diye ittiham etmişler.
Ben ve bana yakın ve benimle görüşen dostlarımı işhad ve kasemle temin ederim ki bu on seneden ziyadedir ki, iki reis ve bir mebustan ve Kastamonu Valisinden başka, hükumetin erkanını, vükelasını, kumandanlarını, memurlarını, mebuslarını kimler olduğunu kati bilmiyorum ve bilmeyi de merak etmemişim. Yalnız bir sene evvel bir iki zat benimle alakadarlık göstermelerinden, beş altı erkanını bildim. Acaba hiç imkanı var mı ki, bir adam mübareze ettiği adamları tanımasın ve bilmeyi merak etmesin ve dost mu, düşman mı diye karşısındakini tanımasına ehemmiyet vermesin? Bu hallerden anlaşılıyor ki, bililtizam herhalde beni perişan etmek için gayet asılsız bahaneleri icad ederler.
Madem keyfiyet böyledir. Ben de buradaki mahkemeye değil, belki o insafsızlara derim: Ben, sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza da beş para vermem ve hiç ehemmiyeti yok. Çünkü ben kabir kapısında, yetmiş beş yaşındayım. Böyle mazlum ve masum bir iki sene hayatı şehadet mertebesiyle değiştirmek, benim için büyük saadettir. Risale-i Nurun binler hüccetleriyle kati imanım var ki, ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer zahiri idam da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedi bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur. Fakat, siz ey gizli düşmanlar ve zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle sebepsiz meşgul eden insafsızlar! Kati biliniz ve titreyiniz ki, siz idam-ı ebedi ile ve ebedi haps-i münferitle mahkum oluyorsunuz. İntikamımız sizden pek çok muzaaf bir surette alınıyor görüyoruz. Hatta size acıyoruz. Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatinin elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her meselesinin fevkinde en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zarurisi ve katisidir. Acaba, bu çareyi kendine bulan Risale-i Nur şakirtlerini ve o çareyi binler hüccetlerle bulduran Risale-i Nuru adi bahanelerle ittiham edenler ne kadar kendileri hakikat ve adalet nazarında müttehem oluyor, divaneler de anlar.
Bu insafsızları aldatan ve hiç münasebeti olmayan bir siyasi cemiyet vehmini veren üç maddedir.
Birincisi: Eskiden beri benim talebelerim benimle kardeş gibi şiddetli alakadar olmaları, bir cemiyet vehmini vermiş.
İkincisi: Risale-i Nurun bazı şakirtleri, her yerde bulunan ve cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmeyen cemaat-ı İslamiye heyetleri gibi hareket etmelerinden bir cemiyet zannedilmiş. Halbuki o mahdut üç dört şakirdin niyetleri cemiyet memiyet değil, belki sırf hizmet-i imaniyede halis bir kardeşlik ve uhrevi bir tesanüddür.
Üçüncüsü: O insafsızlar kendilerini dalalet ve dünyaperestlikte bildiklerinden ve hükumetin bazı kanunlarını kendilerine müsait bulduklarından fikren diyorlar ki: “Herhalde Said ve arkadaşları bizlere ve hükumetin, bizim medenice nameşru hevesatımıza müsait kanunlarına muhaliftirler. Öyle ise, muhalif bir cemiyet-i siyasiyedirler.” Ben de derim:
Hey bedbahtlar! Eğer dünya ebedi olsaydı ve insan içinde daimi kalsaydı ve insani vazifeler yalnız siyaset bulunsaydı, belki bu iftiranızda bir mana bulunabilirdi. Hem eğer ben siyasetle işe girseydim, yüz risalelerde on cümle değil, belki bin cümleyi siyasetvari, mübarezekarane bulacaktınız. Hem, farz-ı muhal olarak, eğer biz dahi sizin gibi bütün kuvvetimizle dünya maksatlarına ve keyiflerine ve siyasetlerine çalışıyoruz diye-ki şeytan da bunu inandırmaya çalışamıyor ve kimseye kabul ettiremez-haydi böyle de olsa, madem bu yirmi senede hiçbir vukuatımız gösterilmiyor. Hükumet ele bakar, kalbe bakmaz ve herbir hükumette şiddetli muhalifler bulunur. Elbette adliye kanunu ile bizleri mesul etmezsiniz. Son sözüm
حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ dir.
Said Nursi
Denizli beraatimizden sonra üç sene münzevi ve siyasetten alakasız olduğum halde Afyon hapsini netice veren bu yeni hadisenin on vech ile kanunsuz olduğunu beyan ediyorum.
Birincisi: Üç mahkeme ve üç ehl-i vukufun ve Ankaranın yedi makamatında ve adliyelerin elinde iki sene Risale-i Nur tetkikten geçtiği halde, ittifakla hiçbiri muhalif kalmadan hem umum risalelerin beraatine, hem Said ile beraber yetmiş beş arkadaşı birlikte beraat ettirildiği ve bir gün bile ceza verilmediği halde, yeniden evrak-ı muzırra gibi o risalelere el uzatmak ne derece kanunsuzdur, zerre kadar insafı olan bilir.
İkincisi: Beraatten sonra üç buçuk sene Emirdağında münzevi, garip, kapısını hem dışarıdan kilit, hem içeriden sürgüyle kapayan ve yüzde bir adamı zaruri bir iş olmadan yanına kabul etmeyen ve yirmi seneden beri devam eden telifini de bırakıp, daha telif etmeyen bir adama dünya siyaseti için kapısının kilidini kırarak gelip, Arabi evradından ve başındaki levha-i imaniyeden başka taharriciler birşey bulamadıkları halde, bu eziyetin verilmesi ne derece hilaf-ı kanun olduğunu, zerre kadar insafı bulunan anlar.
Üçüncüsü: Mahkemede dediği gibi, yetmiş şahidin tasdikiyle, yedi sene Harb-i Umumiyi bilmeyen ve merak etmeyen ve sormayan—ki şimdi on senedir aynı halde bulunan—ve yirmi beş seneden beri hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve otuz seneden beri اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ deyip, siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmi iki sene işkenceli sıkıntılar çektiği halde ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini kendine celb etmemek ve siyasete karışmamak için bir defa istirahati için hükümete müracaat etmeyen bir adama, dehşetli bir siyasi gibi ve siyasi entrikacısı gibi onun menzilini ve inzivagahını basıp hasta halinde emsalsiz bir sıkıntı vermek, hiçbir kanuna muvafık gelir mi? Zerre kadar vicdanı bulunan bu hale acıyacak.
Dördüncüsü: Eskişehir Mahkemesinde altı ay tetkikten sonra, sebebi de cemiyetçilik, tarikatçilik olduğu ve o evham bahanesiyle büyük reisin ona şahsi garazıyla onun aleyhinde bazı adliyecileri teşvik ettiği halde, cemiyetçilik ve tarikatçilik ve Risale-i Nur cihetinde beraat ettirip, yalnız Risale-i Nurun bir küçük parçası olan Tesettür Risalesini bahane ederek, kanun ile değil de, yalnız kanaat-ı vicdaniye ile yüz şakird içinde beş on şakirde altışar ay ceza verdiler ki, tetkik zamanına kadar dört buçuk ay mevkuf, yani bir buçuk ay hapis kaldıkları ve on sene sonra Denizli Mahkemesi yine dokuz ay cemiyetçilik ve tarikatçilik gibi birkaç bahane ile yirmi senelik bütün mektubat ve telifatlarını inceden inceye tetkikle beraber, Ankaranın Ağırceza Mahkemesine beş sandık kitapları gönderdikleri ve iki sene o kitaplar ve mektuplar Ankara ve Denizli Mahkemelerinde tetkikten geçtikleri halde, o mahkemeler ittifakla cemiyetcilik, tarikatçilik vesair bahaneler cihetinde beraat kararı verip o kitap ve mektupları aynen sahiplerine iade ve Saidi arkadaşlarıyla beraber beraat ettirdikleri halde, bir siyasi cemiyetçi nazarıyla ve entrikacı bir adam tarzında onu ittiham etmek ve adliye memurlarını onun aleyhinde tarikat noktasında sevk etmek ne kadar kanunsuz olduğunu, insaniyeti sukut etmeyen bilir.
Beşincisi: Benim ve Risale-i Nurun mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibarıyla, bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere, değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hatta en şiddetli bir garazla bana zulmeden bazı fasık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde, değil maddi, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evladı gibi masumlara maddi zarar gelmemek için, o dört beş masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı helal ediyorum.
İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki, idare ve asayişe katiyen ilişmediğim gibi, bütün arkadaşlarıma o derece tavsiye etmişim ki, üç vilayetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki, “Bu Nur şakirtleri manevi bir zabıtadır; idare ve asayişi muhafaza ediyorlar” dedikleri ve bu hakikate binler şahit ve yirmi sene hayatıyla tasdikleri ve binler şakirtlerin de zabıtaca hiçbir vukuat kaydetmemeleriyle teyid ettikleri halde, o biçare adamın ihtilalci ve insafsız bir komiteci gibi menzilini basmak ve insafsız adamlar ona ihanet etmek ve menzilinde bir şey bulamamakla beraber, yüz cinayeti bulunan bir adam gibi, hatta gayet kıymettar ve antika ve mucizeli Kuranını ve başındaki levhalarını evrak-ı muzırra gibi toplamak, acaba hangi kanun müsaade eder? Böyle asayişe hüsn-ü ahlak ile hizmet eden dindar binler zatları, evham yüzünden idare ve asayiş aleyhine zorla sevk etmek, hangi maslahat icabıdır?
Altıncısı: Bundan otuz sene evvel, Cenab-ı Hakkın inayetiyle dünyanın muvakkat şan ve şerefinin ve enaniyetli hodfuruşluğunun, şöhretperestliğinin ne kadar faidesiz ve manasız olduğunu, hadsiz şükür olsun ki, Kuranın feyziyle anlamış bir adamın o zamandan beri bütün kuvvetiyle nefs-i emmaresiyle mücadele edip mahviyet etmek, benliğini bırakmak, tasannu ve riyakarlık yapmamak için elden geldiği kadar çalıştığına, ona hizmet eden veya arkadaşlık edenler kati bildikleri ve şehadet ettikleri halde ve yirmi seneden beri herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zan ve teveccüh-ü nas ve şahsını medh ü senadan ve kendini manevi makam sahibi olduğunu bilmekten herkese muhalif olarak bütün kuvvetiyle kaçtığı ve hem has kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarını reddedip, o halis kardeşlerinin hatırını kırması ve yazdığı cevabi mektuplarında onun hakkındaki medihlerini ve ziyade hüsn-ü zanlarını kabul etmemesi ve kendini faziletten mahrum gösterip bütün fazileti Kuranın tefsiri olan Risale-i Nura ve dolayısıyla Nur şakirtlerinin şahs-ı manevisine verip kendini adi bir hizmetkar bilmesi kati ispat ediyor ki, şahsını beğendirmeye çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde, onun rızası olmadan bazı dostları uzak bir yerden onun hakkında ziyade hüsn-ü zan edip medhetmeleri, bir makam vermeleri ve Kütahya havalisinde tanımadığı bir vaizin bazı sözleriyle ve Kütahyaya hiç mektup göndermediğim ve benim imzamı taklitle yazılan ve medar-ı mesuliyet tevehhüm edilen bir mektupla ve kimin yazısı bilinmeyen dokunaklı bir kitap Balıkesirde bulunmasıyla, acaba hangi kanun ile medar-ı mesuliyet olur ki, o biçare hasta ve çok ihtiyar ve garibin münzevi odasına, büyük bir cinayet işlemiş gibi, kilidini kırıp taharri memurlarını sokmak, hem evradından ve levhalarından başka bir bahane bulamamak, acaba dünyada hiç bir kanun, hiç bir siyaset bu taarruza müsaade eder mi?
Yedincisi: Bu sırada dahilde o kadar dahili, harici heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlasına zarar vermemek ve hükumetin nazarını kendine celb etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki, “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız” dediği ve iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri, eskisi evhamından, yenisi de “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdikleri halde, ehl-i dünyanın dünyalarına hiç karışmayıp kendi ahiretiyle meşgul olan ve memleketinde, Nurs karyesinde öz kardeşine yirmi iki sene zarfında birtek mektup yazmayan ve o vilayetlerdeki dostlarına yirmi senede on mektup yazmayan bir biçareye, onun ahiret meşguliyetine bu kadar ilişmeye hangi kanun müsaade ediyor?
Vatana ve millete ve ahlaka çok zararlı olan dinsizlerin kitaplarının intişarına ve komünistlerin neşriyatına serbestiyet kanunuyla ilişilmediği halde, üç mahkeme medar-ı mesuliyet olacak içinde hiçbir maddeyi bulmayan ve millet ve vatanın hayat-ı içtimaiyesini ve ahlakını ve asayişini temine yirmi seneden beri çalışan ve bu milletin hakiki bir nokta-i istinadı olan alem-i İslamın uhuvvetini ve bu millete dostluğunu iadeye ve o dostluğu takviyesine tesirli bir surette çabalayan ve Diyanet Riyasetinin uleması tenkit niyetiyle, Dahiliye Vekilinin emriyle, üç ay tetkikten sonra, tenkit etmeyerek, tam kıymetini takdir edip “kıymettar eser” diye diyanet kütüphanesine konulan Zülfikar ve Asa-yı Musa gibi ve-Kabr-i Peygamberi (aleyhissalatü vesselam) üzerinde alamet-i makbuliyet olarak Asa-yı Musa mecmuasını hacılar gördükleri halde-Nur eczalarını evrak-ı muzırra gibi toplayıp mahkeme eline vermek, acaba hiçbir kanun, hiçbir vicdan, hiçbir insaf buna müsaade eder mi?
Sekizincisi: Yirmi iki sene sıkıntılı sebepsiz bir nefiyden sonra tam serbestiyet verildiği halde, binler akraba ve ahbabı bulunan doğduğu memleketine gitmeyerek, gurbeti, kimsesizliği tercih ederek, ta ki dünyaya ve hayat-ı içtimaiyeye ve siyasete temas etmesin, ve çok sevaplı olan camideki cemaatin hayrını bırakıp, odasında yalnız namazını kılıp oturmasını tercih eden, yani halkın hürmetinden çekinmek olan bir halet-i ruhiyeyi taşıyan ve yirmi sene hayatının şehadetiyle ve binler Türk kıymettar zatların tasdikiyle, dindar, müttaki bir Türkü, lakayt çok Kürtlere tercih eden, hatta mahkemede Hafız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan bir Türk kardeşini yüz Kürde değiştirmediğini ispat eden ve hürmet ve ihtiram görmemek için zaruret olmadan halklarla görüşmeyen ve camiye gitmeyen ve kırk seneden beri bütün kuvvetiyle, bütün asarıyla İslamiyetin uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve Türk milleti Kuranın bayraktarı ve sena-i Kuraniyeye mazhar olduğu için o milleti çok seven ve hayatını onlar içinde geçiren bir adam hakkında, sabık vali resmi lisanla ihanet için propaganda yapmak ve dostlarını ürkütmek için “O Kürttür, siz Türksünüz, o Şafiidir, siz Hanefisiniz” deyip, herkesi ürkütüp ondan çekindirmeye çalışması ve yirmi senede ve iki mahkemede tarz-ı kıyafeti değiştirilmeye mecbur edilmeyen ve şapka yarı askerin başından kalkmasıyla beraber, münzevi bir adamın zorla başına şapka giydirmeye cebretmeyi hangi maslahat, hangi kanun buna müsaade eder?
Dokuzuncusu: Çok mühimdir, kuvvetlidir, fakat siyasete temas ettiği için sükut ediyorum.
Onuncusu: Bu da, hiçbir kanun müsaade etmediği ve hiç bir maslahat bulunmadığı ve yalnız manasız evhamdan bir habbeyi kubbeler yapmaktan ve hiçbir kanuna girmeyen bir taarruzdur. Bu da mesleğimizce bakamadığımız siyasete temas etmemek için sükut ediyoruz. Böylece on vech ile kanunsuz muamelelere karşı yalnız حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ deriz.
Said Nursi
Afyon hükumet ve mahkemesine ve zabıtasına daha birkaç nokta maruzatım var
Birincisi: Ekser enbiyanın şarkta ve Asyada zuhurları ve ağleb-i hükemanın garpta ve Avrupada gelmeleri, kader-i ezeliyenin bir işaretidir ki, Asyada din hakimdir, felsefe ikinci derecededir. Bu remz-i kadere binaen, Asyada hüküm süren, dindar olmazsa da din lehine çalışanlara ilişmemeli, belki teşvik etmelidir.
İkincisi: Kuran-ı Hakim bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. Eğer—eliyazübillah—Kuran küre-i arzın başından çıksa, arz divane olacak, akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpması, bir kıyamet kopmasına sebep olması akıldan uzak değildir.
Evet, Kuran Arşı ferş ile bağlamış bir zincir, bir hablullahtır; cazibe-i umumiyeden ziyade zemini muhafaza ediyor. İşte bu Kuran-ı Azimüşşanın hakiki ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu asırda, bu vatanda, bu millete yirmi seneden beri tesirini göstermiş büyük bir nimet-i İlahiye ve sönmez bir mucize-i Kuraniyedir. Hükumet ona ilişmek ve talebelerini ondan ürkütüp vazgeçirmek değil, belki himaye etmek ve okunmasına teşvik etmek gerektir.
Üçüncüsü: Ehl-i imandan bütün gelenler, maziye gidenlere mağfiret dualarıyla ve hasenatlarını onların ruhlarına bağışlamalarıyla yardımlarına binaen Denizli Mahkemesinde demiştim:
“Mahkeme-i kübrada, milyarlar ehl-i iman olan davacılar tarafından, Kuran hakikatlerine hizmet eden Nur talebelerini mahkum ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki, Serbestiyet kanunuyla dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşiliği yetiştiren cemiyetlerine müsamahakarane bakıp ilişmediğiniz halde, vatanı ve milleti anarşistlikten ve dinsizlik ve ahlaksızlıktan ve vatandaşlarını ölümün idam-ı ebedisinden kurtarmaya çalışan Risale-i Nur ve talebelerini hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz diye sizlerden sorulsa ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.” Onlara demiştim. O zaman o insaflı, adaletli zatlar bizi beraat ettirdiler, adliyenin adaletini gösterdiler.
Dördüncüsü: Ben bekliyordum ki, ya Ankara veya Afyon beni sorguda, pek büyük meseleler için, Nurların o meselelere hizmeti cihetinde bir meşveret dairesine alıp bir sual ve cevap beklerdim. Evet, üç yüz elli milyon Müslümanların eski kardeşliğini ve muhabbetini ve hüsn-ü zannını ve manevi yardımlarını bu memleketteki millete kazandıracak çareleri bulmak ki, en kuvvetli çare ve vesile Risale-i Nur olduğuna bir emaresi şudur:
Bu sene Mekke-i Mükerremede gayet büyük bir alim hem Hind lisanına, hem Arab lisanına Nurun büyük mecmualarını tercüme edip Hindistana ve Arabistana göndererek “En kuvvetli nokta-i istinadımız olan vahdet ve uhuvvet-i İslamiyeyi temine çalıştığı gibi, Türk milletinin daima dinde ve imanda ileri olduğunu Nur Risaleleri ile gösteriyor” demişler.
Hem beklerdim ki, “Vatanımızda anarşiliğe inkılap eden komünist tehlikesine karşı Nurların hizmeti ne derecededir ve bu mübarek vatan bu dehşetli seyelandan nasıl muhafaza edilecek?” gibi dağ misillü meselelerin sorulmasının lüzumu varken, sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan ve hiçbir medar-ı mesuliyet olmayan cüzi ve şahsi ve garazkarların iftiralarıyla habbe, kubbeler yapılmış meseleler için, bu ağır şerait altında hiç ömrümde çekmediğim bir perişaniyetime sebebiyet verildi. Bize üç mahkemenin sorduğu ve beraat verdiği aynı meselelerden ve adi ve şahsi bir iki mesele için manasız sualler edildi.
Beşincisi: Risale-i Nurla mübareze edilmez, o mağlup olmaz. Yirmi senedir en muannid feylesofları susturuyor, iman hakikatlerini güneş gibi gösteriyor. Bu memlekette hükmeden, onun kuvvetinden istifade etmek gerektir.
Altıncısı: Benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurlarıyla beni çürütmek ve ihanetlerle nazar-ı ammeden düşürmek, Risale-i Nura zarar vermez, belki bir cihette kuvvet verir. Çünkü, benim bir fani dilime bedel Risale-i Nurun yüz bin nüshalarının baki dilleri susmaz, konuşur. Ve halis talebeleri, binler kuvvetli lisanlarla o kudsi ve külli vazife-i Nuriyeyi, şimdiye kadar olduğu gibi, inşaallah kıyamete kadar devam ettirecekler.
Yedincisi: Sabık mahkemelerde dava ettiğim ve hüccetlerini gösterdiğimiz gibi, bizim gizli düşmanlarımız ve hükumeti iğfal ve bir kısım erkanını evhamlandıran ve adliyeleri aleyhimize sevk eden resmi ve gayr-ı resmi muarızlarımız, ya gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya anarşilik hesabına gayet gaddar bir ihtilalcidir veya İslamiyete ve hakikat-i Kurana karşı mürtedane mücadele eden bir dessas zındıktır ki, bize hücum etmek için istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka medeniyet namını takmakla, cebr-i keyfi-i küfriye kanun namını vermekle hem bizi perişan, hem hükumeti iğfal, hem adliyeyi bizimle manasız meşgul eylediler. Onları Kahhar-ı Zülcelalin kahrına havale edip, kendimizi onların şerrinden muhafaza için حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ kalasına iltica ederiz.
Sekizincisi: Geçen sene Ruslar, çoklukla hacıları hacca gönderip, onlarla propaganda yapıp ki, Ruslar başka milletlerden ziyade Kurana hürmetkar diye, alem-i İslamı din noktasında bu vatandaki dindar millet aleyhine çevirmeye çalıştığı aynı zamanda, Risale-i Nurun büyük mecmuaları hem Mekke-i Mükerremede, hem Medine-i Münevverede, hem Şam-ı Şerifte, hem Mısırda, hem Halepte alimlerin takdirleri altında kısmen intişarlarıyla o komünist propagandasını kırdığı gibi, alem-i İslama gösterdi ki, Türk milleti ve kardeşleri eskisi gibi dinine ve Kuranına sahiptir ve sair ehl-i İslamın dindar büyük bir kardeşi ve Kuran hizmetinde kahraman kumandanıdır diye o ehemmiyetli, kudsi merkezlerde o Nur mecmuaları bu hakikati gösterdiler. Acaba Nurun bu kıymettar hizmet-i milliyesi bu tarz işkencelerle mukabele görse, zemini hiddete getirmez mi?
Dokuzuncusu: Denizli müdafaatında izahı ve ispatı bulunan bir meselenin kısacık bir hülasasıdır.
Bir dehşetli kumandan deha ve zekavetiyle ordunun müsbet hasenelerini kendine alıp ve kendinin menfi seyyielerini o orduya vererek, o efrad adedince haseneleri, gazilikleri bire indirdiği ve seyyiesini o ordu efradına isnad ederek onların adedince seyyieler hükmüne getirdiğinden, dehşetli bir zulüm ve hilaf-ı hakikat olmasından, ben kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadisin o şahsa vurduğu tokada binaen, sabık mahkemelerimizde bana hücum eden bir müddeiumumiye dedim: “Gerçi onu hadislerin ihbarıyla kırıyorum, fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye ederim. Sen ise, birtek dostun için, Kuranın bayraktarı ve alem-i İslamın kahraman bir kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve hasenelerini hiçe indiriyorsun” dedim. İnşaallah, o müddei insafa geldi, hatadan kurtuldu.
Onuncusu: Adliyede, adalet hakikati ve müracaat eden herkesin hukukunu bila-tefrik muhafazaya, sırf hak namına çalışmak vazifesi hükmettiğine binaendir ki, İmam-ı Ali hilafeti zamanında bir Yahudi ile beraber mahkemede oturup muhakeme olmuşlar. Hem bir adliye reisi, bir memuru kanunca bir hırsızın elini kestiği vakit, o memurun o zalim hırsıza hiddet ettiğini gördü, o dakikada o memuru azleyledi. Hem çok teessüf ederek dedi: “Şimdiye kadar adalet namına böyle hissiyatını karıştıranlar pek çok zulmetmişler.”
Evet, “Hükm-ü kanunu icra etmekte o mahkuma acımasa da hiddet edemez; etse zalim olur. Hatta, kısas cezası da olsa, hiddetle katletse, bir nevi kàtil olur” diye, o hakim-i adil demiş.
İşte, madem mahkemede böyle halis ve garazsız bir hakikat hükmediyor. Üç mahkeme bizlere beraat verdiği ve bu milletin yüzde—bilseler, belki—doksanı, Nur talebelerinin zararsız olarak millete ve vatana menfaatli olduklarına pekçok emarelerle şehadet ettikleri halde, burada o masum ve teselliye ve adaletin iltifatına çok muhtaç Nur talebelerine karşı ihanetler ve gayet soğuk hiddetli muameleler yapılıyor. Biz her musibete ve ihanetlere karşı sabra ve tahammüle karar verdiğimizden, sükut edip Allaha havale ederek, “Belki bunda da bir hayır var” dedik. Fakat evham yüzünden ve garazkarların jurnalleriyle bu biçare masumlara böyle muameleler, belaların gelmesine bir vesile olacağından korktum, bunu yazmaya mecbur oldum. Zaten bu meselede bir kusur varsa benimdir. Bu biçareler, sırf imanları ve ahiretleri için bana rıza-yı İlahi dairesinde yardım etmişler. Pek çok takdire müstehak iken, böyle muameleler, hatta kışı dahi hiddete getirdi.
Hem medar-ı hayrettir ki, bu defa da yine bir cemiyet vehmini tekrar ileri sürüyorlar. Halbuki üç mahkeme bu ciheti tetkik edip beraat vermekle beraber, mabeynimizde böyle medar-ı ittiham olacak hiçbir cemiyet, hiçbir emare mahkemeler, zabıtalar, ehl-i vukuflar bulmamışlar. Yalnız bir muallimin talebeleri ve darülfünun şakirtleri ve Kuran dersini veren hafızın hıfza çalışanları gibi, Risale-i Nur talebelerinde bir uhrevi kardeşlik var. Bunlara cemiyet namını veren ve onunla ittiham eden, bütün esnaf ve mekteplilere ve vaizlere siyasi cemiyet nazarıyla bakmak gerektir. Bunun için ben böyle asılsız ve manasız ittihamlarla buraya hapse gelenleri müdafaa etmeye lüzum görmüyorum.
Yalnız, hem bu memleketi, hem alem-i İslamı çok alakadar eden ve maddi ve manevi bu vatana ve bu millete pek çok bereket ve menfaati tahakkuk eden Risale-i Nuru üç defa müdafaa ettiğimiz gibi, tekrar aynı hakikatle müdafaamı men edecek hiçbir sebep yok ve hiçbir kanun ve hiçbir siyaset yasak etmez ve edemez.
Evet, biz bir cemiyetiz. Ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var. Ve hergün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alakalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar.
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kudsi programıyla birbirinin yardımına, dualarıyla ve manevi kazançlarıyla koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız. Ve hususi vazifemiz de, Kuranın imani hakikatlerini tahkiki bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebediden ve daimi ve berzahi haps-i münferitten kurtarmaktır. Sair dünyevi ve siyasi ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve manasız gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz. Ve dört mahkeme, inceden inceye tetkikten sonra, o cihette bize beraat vermişler.
Said Nursi
Ankaranın altı makamatına ve Afyon Ağırceza Mahkemesine verilen müdafaanın itirazname tetimmesi ve layihasıdır
Afyon Mahkemesine beyan ediyorum ki: Artık yeter, sabır ve tahammülüm kalmadı. Yirmi iki sene sebepsiz bir nefiy içinde daimi tarassutlarla, hem tecrid-i mutlak ve haps-i münferit tarzında beni sıkmakla beraber, altı mahkeme iki üç meseleden başka Risale-i Nurun yüz kitabında medar-ı mesuliyet bulmadığı halde, evham yüzünden ve imkanatı vukuat yerinde istimal etmek cihetiyle, kanunsuz, bizi üç defa hapse sokup yüz binler lira Nur şakirtlerine zarar vermek, dünyada emsali hiç vuku bulmamış bir gadirdir ki, istikbal ve nesl-i ati, pek şiddetli olarak, bunun o zalim müsebbiplerini lanetle yad edecekleri gibi, mahkeme-i kübrada dahi Cehennemin esfel-i safilinine atmakla o zalimleri mahkum edeceklerine kati kanaatimizle şimdiye kadar bir derece teselli bulup sükut ederek tahammül ediyorduk. Yoksa hakkımızı tam müdafaa edebilirdik.
İşte, on beş sene zarfında, altı mahkeme, yirmi sene Nur risalelerini ve mektuplarımızı tetkik edip, beşi bize her cihetle beraat vermek manasıyla ilişmediler. Yalnız Eskişehir Mahkemesi tek bir mesele olan tesettür-ü nisa hakkındaki bir küçük risalenin beş on kelimesini bahane ederek, lastikli bir kanunla hafif bir ceza verdiği zaman, Mahkeme-i Temyizden sonra layiha-yı tashihimde kanunsuzluğun yalnız tek bir nümunesi olarak resmen Ankaraya yazdım ki: “Bin üç yüz elli senede, üç yüz elli milyonun kudsi bir düsturuyla daimi ve kuvvetli bir adet-i İslamiyeyi ders veren ve emreden tesettür ayetini, eskide bir zındığın Kuranın bu ayetine itirazına ve medeniyetin tenkidine karşı müdafaa için üç yüz elli bin tefsirin icmaına ve hükümlerine ittiba ederek o ayeti tefsir edip bin üç yüz elli senede geçen ecdadımızın mesleğine iktida eden bir adama o tefsiri için verilen ceza ve mahkumiyeti, dünyada adalet varsa, elbette o hükmü nakz edecek ve bu acip lekeyi bu hükumet-i İslamiyedeki adliyeden silecek” diye layiha-yı tashihimde yazdım, oranın müddeiumumisine gösterdim. Ondan dehşet aldı, dedi: “Aman, buna lüzum kalmadı. Cezanız az, hem pek az kaldı. Bunu vermeye lüzum kalmadı.”
İşte bu nümune gibi size ve Ankara makamatına takdim edilen itirazname ve müdafaanamemde böyle acip çok nümuneleri elbette anlamışsınız. Ben Afyon Mahkemesinden talep ve ümit ederim ki, bu milletin ve bu vatanın menfaatine bir ordu kadar hizmeti ve bereketi bulunan Risale-i Nurun tam serbestiyetine karar vermenizi, hakikat-i adalet namına sizden bekliyoruz. Yoksa, münasebetimle hapse giren beş on adam arkadaşımın gitmesiyle beraber size haber veriyorum ki, beni en büyük cezaya çarpacak bir suç işleyip bu çeşit hayattan veda edeceğime mecbur eden bir fikir kalbime gelmiş. Şöyle ki:
Hükumet beni tam himaye ve bana yardım etmek, milletin maslahatına ve vatanın menfaatine çok lüzumu varken beni sıkması ima eder ki, kırk seneden beri benimle mücadele eden gizli zındıka komitesiyle şimdi onlara iltihak eden komünist komitesinden bir kısmı, ehemmiyetli birer resmi makam elde ederek karşıma çıkıyorlar. Hükumet ise, ya bilmiyor veya müsaade ediyor diye çok emareler bana endişe veriyor.
Reis Bey, müsaadenizle çok hayret ettiğim bir şeyi soracağım. Neden hiç siyasete karışmadığım halde ehl-i siyaset beni bütün hukuk-u medeniyeden ve hukuk-u hürriyetten, belki hukuk-u hayattan iskat ediyorlar? Hatta, yüz cinayeti bulunan gibi, beni üç buçuk ay tecrid-i mutlak içinde hayatıma suikast edenler, on bir defa zehirleyen gizli düşmanlarımın şerrinden beni muhafazaya çalışan çok dikkatli kardeşlerimin ve sadık hizmetçilerimin de benimle temaslarını yasak etmişler ve ihtiyarlık ve gurbet ve hastalık içinde, yalnızlığımdan daimi ünsiyet ettiğim mübarek ve zararsız kitaplarımın mütalaasından dahi beni mahrum etmişler?
Müddeiumuma çok rica ettim ki, “Bana bir kitabımı ver.” Vaad ettiği halde vermedi. Yalnız olarak büyük, kilitli, soğuk bir koğuşta meşgalesiz durmaya mecbur edip, alakadar memurları ve hademeleri bana karşı dostluk ve teselli vermek yerinde, adeta adavetkarane bakmaya teşvik ediyorlar. Bir küçük nümunesi şudur:
Müdüre, Müddeiumuma, Mahkeme Reisine bir istida yazdım. Bir kardeşime gönderdim, ta bilmediğim yeni hurufla yazsın. Ve yazıldı, onlara verildi. Güya büyük bir suç işlemişim diye benim pencerelerimi mıhladılar. Ve duman beni sıkıyordu, bir pencereyi bırakmadım ki mıhlanmasın. Şimdi onu da mıhladılar. Hem hapis usulü tecrit on beş gün kadar olduğu halde, beni üç buçuk ay tecrid-i mutlakta hiçbir arkadaşımla temas ettirmediler. Hem üç aydan beri benim aleyhimde kırk sahifelik bir iddianame yazılıp bana gösterildi. Yeni hurufu bilmediğimden, hem rahatsız ve hattım çok noksan olmasından, çok rica ettim ki, “Bana biri iddianameyi okuyacak ve dilimi bilen talebelerimden benim itiraznamemi yazacak iki adama izin veriniz” dedim; izin vermediler. Dediler, “Avukat gelsin, okusun.” Sonra onu da bırakmadılar. Yalnız bir kardeşe dediler ki: “Eski hurufa çevir, ona ver.” Halbuki, o kırk sahifeyi yazmak altı yedi günde ancak olur. Bir saatte bana okumak işini, altı yedi güne kadar uzatmak, ta benimle kimse temas etmesin fikri ise, pek dehşetli bir istibdat ile benim bütün hukuk-u müdafaamı iskat etmektir. Dünyada, yüz cinayeti bulunan ve asılacak bir adam dahi böyle muamele göremez. Ben hakikaten bu emsalsiz işkencenin hiçbir sebebini bilmediğimden çok azap çekiyorum. Ben haber aldım ki, Mahkeme Reisi vicdanlı ve merhametlidir. Bu kanaate binaen, ilk ve son bir tecrübe olarak makamınıza bu istirhamname ve şekvayı yazdım.
Tecrid-i mutlakta hasta ve perişan
Said Nursi
İddianamede benim hakkımda dört esas var.
Birinci esas: Güya bende tefahur ve hodfuruşluk var ve kendimi müceddit biliyorum.
Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. Hem mehdilik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hatta Denizlideki ehl-i vukuf “Eğer Said mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirtleri kabul edecek” dediklerine mukàbil, Said, itiraznamesinde demiş ki: “Ben Seyyid değilim. Mehdi Seyyid olacak” diye onları reddetmiş.
İkinci esas: Neşriyatı gizlemesi-gizli düşmanlar yanlış mana verdirmesin. Yoksa siyasete ve dünya asayişine temas cihetiyle değildir. Hem eski harfle teksir makinesini bir bahane bulmasınlar. Mustafa Kemale karşı Nurun tokadı ise altı mahkeme ve Ankara makamatı bilmiş, ilişmemişler ve bize beraat verdiler ve Beşinci Şua ile beraber bütün kitaplarımızı iade ettiler. Hem onun fenalığını göstermek, ordunun kıymetini muhafaza etmek içindir. Bir şahsı sevmemesi, orduyu muhabbetkarane sena içindir.
Üçüncüsü: “Emniyeti ihlale teşvik ediyor” demesine mukàbil, yirmi sene zarfında, yüz bin adam Nurcuların, yüz bin nüsha Nur risalelerinin altı mahkemede ve on vilayette emniyeti ihlale ve asayişi bozmaya dair, on vilayetin zabıtaları ve altı mahkeme hiçbir maddeyi kaydetmemesi ve bulmaması, bu acip ittihamı çürütüyor. Bu yeni iddianamede üç mahkemenin bize beraat verdikleri aynı noktalara ait ve cevapları mükerreren verilmiş, ehemmiyetsiz birkaç meseleye cevap vermek manasızdır. O meselelerle bizi ittiham etmek, ondan bize beraat veren Ankara Ağırceza ve Denizli ve Eskişehir mahkemelerini ittiham etmek hükmünde olmasından, cevabını onlara bırakıyorum. Ve ondan başka da iki üç mesele var.
Birisi: İki sene Denizli ve Ankara Ağırceza Mahkemelerinde inceden inceye tetkikden sonra bize beraat verip o kitabı bize iade ettikleri halde, o Beşinci Şuanın bir iki meselesini, ölmüş gitmiş bir kumandana tatbik edip bize suç gösteriyor. Biz dahi deriz:
Ölmüş gitmiş, hükümetten alakası kesilmiş bir şahıs aleyhinde tatbik edilebilen külli bir haklı tenkidi hiçbir kanun suç saymaz.
Hem külli bir tevil manasından makam-ı iddia cerbezesiyle o kumandana bir hisse çıkarıp ona tatbik etmiş. Böyle yüzde bir adam ancak fehmeden bir mana mahrem ve gizli bir risalede bulunmasını hiçbir kanun suç sayamaz. Hem o risale harika bir tarzda müteşabih hadislerin tevillerini beyan etmiş. O beyan otuz kırk sene evvel olduğu ve üç mahkemeye ve mahkemenize ve Ankaranın altı makamatına üç sene zarfında iki defa takdim edilip tenkit görmeyen müdafaa ve itiraznamemde kati cevap verildiği halde, o hadisin hakikatini beyan sadedinde bir kusurlu şahsa mutabık çıkmasını hiçbir kanun suç sayamaz.
Hem o şahsı tenkit, o içinde bulunduğu ve kusurlara sebep olduğu bir inkılabın hasenatı yalnız onun değil, belki ordunun ve hükumetindir. Onun da yalnız bir hissesi var. Onun kusurları için onu tenkit etmek elbette bir suç olmadığı gibi, inkılaba hücum ediyor denilemez. Hem bu kahraman milletin ebedi bir medar-ı şerefi ve Kuran ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılıçlarının pek büyük ve antika bir yadigarı olan Ayasofya Camiini puthaneye ve Meşihat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olması imkanı var mı?
İddianamede sebeb-i ittiham ikinci mesele:
Üç mahkemede ondan beraat kazandığımız ve kırk sene evvel bir hadisin harika tevilini beyan ederken, cin ve insin Şeyhülislamı Zembilli Ali Efendinin “Şapkayı şaka ile dahi başa koymaya hiç bir cevaz yok” demesiyle beraber, bütün şeyhülislamlar ve bütün ulema-i İslam cevazına müsaade etmedikleri halde, avam-ı ehl-i iman onu giymeye mecbur olduğu zaman, o büyük allamelerin adem-i müsaadeleri ile, onlar tehlikede, yani ya dinini bırakmak, ya isyan etmek vaziyetinde iken, kırk sene evvel Beşinci Şuanın bir fıkrası, “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşaallah Müslüman edecek” demesiyle, avam-ı ehl-i imanı hem isyan ve ihtilalden, hem ihtiyarıyla imanını ve dinini bırakmaktan kurtardığı; ve hiçbir kanun münzevilere böyle şeyleri teklif etmediği; ve yirmi senede altı hükumet beni onu giymeye mecbur etmediği; ve bütün memurlar dairelerinde ve kadınlar ve çocuklar ve camidekiler ve ekser köylüler onu giymeye mecbur olmadıkları; ve şimdi resmen askerin başından kalktığı; ve örme ve bere çok vilayetlerde yasak olmadığı halde, hem benim, hem kardeşlerimin bir sebeb-i ittihamımız gösterilmiş. Acaba dünyada hiçbir kanun, hiçbir maslahat, hiçbir usul bu pek manasız ittihamı bir suç sayabilir mi?
Üçüncü medar-ı ittiham: Emirdağında emniyeti ihlale teşviktir. Buna karşı itiraz ise:
Evvela: Buradaki mahkemeye, hem Ankaranın altı makamatına bu mahkemenin malumat ve müsaadesiyle verilen ve cerh edilmeyen itiraznamedir. Onu aynen şimdi iddianameye karşı itiraz olarak izhar ediyorum.
Saniyen: Emirdağında, orada bütün benimle konuşan zatların şehadetleriyle ve ahalinin ve zabıtanın tasdikiyle, beraatimden sonra bütün kuvvetimle inzivamda dünya siyasetine karışmaktan çekinmişim. Hatta telifi ve muhabereyi de bırakmıştım. Yalnız tekrarat-ı Kuraniye ve meleklere dair iki nükteden başka telif etmedim. Ve haftada bir mektup bir yere Nurlara teşvik için yazardım. Hatta müftü olan öz kardeşime ve yirmi sene yanımda talebelik eden ve beni çok merak eden ve bayram tebrikleri yazan o biraderime üç senede üç dört mektup yazdım. Memleketimdeki biraderime yirmi senede hiç yazmadığım halde, iddianamede beni emniyeti ihlal suçu ile ittiham edip ve cerbeze ile eski nakaratı tazeleyerek “İnkılaba karşı geliyor” demiş. Buna karşı deriz:
Yirmi sene zarfında yirmi bin Nur nüshalarını merak ve kabul ile okuyan yirmi bin, belki yüz bin adamdan altı mahkeme ve alakadar on vilayetin zabıtaları emniyeti ihlale dair hiçbir maddeyi kaydetmemesi gösteriyor ki, hakkımızda binler ihtimalden ancak bir tek ihtimalle bir imkana, kati vukuat nazarıyla bakıyor. Halbuki iki üç ihtimalden bir ihtimal olsa, eseri görülmezse, hiçbir suç olmaz. Hem binler ihtimalden bir ihtimal değil, belki her adam, hem aleyhime hücum eden müddei çok adamları öldürebilir, anarşist ve komünist hesabına emniyeti, asayişi bozabilir, emniyeti ihlal edebilir. Demek böyle pek acip ve ifratkarane imkanatı vukuat yerinde istimal etmek, adliyeye ve kanuna karşı ihanettir.
Hem her hükumette muhalifler bulunur. Yalnız fikren muhalefet bir suç olmaz. Hükumet ele bakar, kalbe bakmaz. Ve bilhassa vatan ve millete zararsız çok hizmeti ve faidesi bulunan ve sonra hayat-ı içtimaiyeye karışmayan ve tecrid-i mutlakta yaşattırılan ve eserleri alem-i İslamın en mühim merkezlerinde kemal-i takdir ve tahsinle karşılanan bir adam hakkında bu pek acip ve asılsız ittihamları yapanlar, anarşilik, belki komünistlik hesabına bilmeyerek istimal ediliyor diye endişe ediyoruz.
Bazı emarelerle bildim ki, gizli düşmanlarımız Nurun kıymetini düşürmek fikriyle, siyaset manasını hatırlatan mehdilik davasını tevehhüm ile, güya Nurlar buna bir alettir diye çok asılsız bahaneleri araştırıyorlar. Belki benim şahsıma karşı bu işkenceler, bu evhamlarından ileri geliyor. Ben o gizli zalim düşmanlara ve onları aleyhimizde dinleyenlere deriz: Haşa! Sümme haşa! Hiç bir vakit böyle haddimden tecavüz edip iman hakikatlerini şahsiyetime bir makam-ı şan u şeref kazandırmaya alet etmediğime bu yetmiş beş, hususan otuz senelik hayatım ve yüz otuz Nur Risaleleri ve benimle tam arkadaşlık eden binler zatlar şehadet ederler.
Evet, Nur şakirtleri biliyorlar ve mahkemelerde hüccetlerini göstermişim ki, şahsıma değil bir makam, şan u şeref ve şöhret vermek ve uhrevi ve manevi bir mertebe kazandırmak, belki bütün kanaat ve kuvvetimle ehl-i imana bir hizmet-i imaniye yapmak için, değil yalnız dünya hayatımı ve fani makamatımı, belki-lüzum olsa—ahiret hayatımı ve herkesin aradığı uhrevi baki mertebeleri feda etmeyi, hatta cehennemden bazı biçareleri kurtarmaya vesile olmak için—lüzum olsa—Cenneti bırakıp Cehenneme girmeyi kabul ettiğimi hakiki kardeşlerim bildikleri gibi, mahkemelerde dahi bir cihette ispat ettiğim halde, beni bu ittihamla Nur ve iman hizmetime bir ihlassızlık isnad etmekle ve Nurların kıymetlerini tenzil etmekle, milleti onun büyük hakikatlerinden mahrum etmektir.
Acaba bu bedbahtlar dünyayı ebedi ve herkesi kendileri gibi dini ve imanı dünyaya alet ediyor tevehhümüyle dünyadaki ehl-i dalalete meydan okuyan ve hizmet-i imaniye yolunda hem dünyevi hem-lüzum olsa-uhrevi hayatlarını feda eden ve mahkemelerde dava ettiği gibi, bir tek hakikat-i imaniyeyi dünya saltanatıyla değiştirmeyen ve siyasetten ve siyasi manasını işmam eden maddi ve manevi mertebelerden ihlas sırrıyla bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmi sene emsalsiz işkencelere tahammül edip siyasete meslek itibarıyla tenezzül etmeyen ve kendini nefsi itibarıyla talebelerinden çok aşağı bilen ve onlardan daima himmet ve dua bekleyen ve kendi nefsini çok biçare ve ehemmiyetsiz itikad eden bir adam hakkında, bazı halis kardeşleri, Risale-i Nurdan aldıkları fevkalade kuvve-i imaniyeye mukàbil, onun tercümanı olan o biçareye, tercümanlık münasebetiyle Nurların bazı faziletlerini hususi mektuplarında ona isnad etmeleri ve hiçbir siyaset hatırlarına gelmeyerek, adete binaen, insanlar sevdiği adi bir adama da “Sultanımsın, velinimetimsin” demeleri nevinden yüksek makam vermeleri ve haddinden bin derece ziyade hüsn-ü zan etmeleri ve eskiden beri üstad ve talebeler mabeyninde cari ve itiraz edilmeyen makbul bir adetle teşekkür manasında pek fazla medh ü sena etmeleri ve eskiden beri makbul kitapların ahirlerinde mübalağa ile medhiyeler ve takrizler yazılmasına binaen, hiç bir cihetle suç sayılabilir mi? Gerçi mübalağa itibariyle hakikate bir cihette muhaliftir; fakat kimsesiz, garip ve düşmanları pek çok ve onun yardımcılarını kaçıracak çok esbab varken, insafsız çok muterizlere karşı sırf yardımcılarının kuvve-i maneviyelerini takviye etmek ve kaçmaktan kurtarmak ve mübalağalı medhedenlerin şevklerini kırmamak için, onların bir kısım medihlerini Nurlara çevirip bütün bütün reddetmediği halde, onun bu yaşta ve kabir kapısındaki hizmet-i imaniyesini dünya cihetine çevirmeye çalışan bazı resmi memurların ne derece haktan, kanundan, insaftan uzak düştükleri anlaşılır. Son sözüm, ﴾ لِكُلِّ مُصِيبَةٍ : ﴿ إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّۤا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ dur.
Said Nursi
Lahika
Sorgu hakimliğinin son tahkikat kararnamesinin arkasında denilmiş ki: “Heyet-i vekile Mucizat-ı Kuraniyeyi, yani, yalnız Yirmi Beşinci Söz risalesini, üç ayetin medeniyete karşı beyanatı şimdiki kanun-u medeniyete uygun gelmediği bahanesiyle resmen dağılmasının yasak edilmesine ve toplanmasına dört ay evvel bir karar vermiş” diye yazılı gördüm.
Buna cevaben: Mucizat-ı Kuraniye şimdi Zülfikardadır ve Zülfikarın dört yüze yakın sahifesinden yalnız iki sahifesinde otuz sene evvel medeniyetin Kurana karşı tenkitlerine itiraz edilmez bir tarzda cevap verilen ve üç eski risalelerimde bulunan üç ayetin tefsiridir. Biri tesettür-ü nisvan hakkındaki ayet, ikincisi irsiyet hakkında فَِلاُمِّهِ السُّدُسُ üçüncüsü yine irsiyet hakkında فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ 2 ayetlerindeki hakikatlerin hikmetini, feylesofları ilzam edecek bir surette, iki sahifeyi yirmi sene evvel ve başka risalelerimde otuz sene evvel yazdığım halde, bugün yazılmış gibi tevehhümüyle dört yüz sahife Zülfikar yasak edilmesinin yerine o iki sahifeyi Zülfikardan çıkarıp kitabımızı bize iade etmek kanunen hakkımızdır. Nasıl bir mektupta zararlı bir iki kelime bulunsa, o kelimeler kaldırılır, mütebakisinin neşrine izin verilir. Bu kàbilden, mahkeme-i adilinizden bu hakkımızı isteriz.
Bir ay evvel bize verilen kırk sahifelik iddianameyi birisi yanıma gelip bana okumaya imkan bulamadığından, bugün 11 Haziranda yeni olarak iddianameyi bana okudular. Ben dinledim. Gördüm ki, size yazdığım iki ay evvel itiraznamem, bir aya yakın evvel de itiraznamemin tetimmesi ve lahikası, hem Ankaranın altı makamatına, hem makamınıza da verilmiş. İşte bu itirazname, o iddianameyi esasıyla kesiyor ve reddediyor. Yeniden iddianameye karşı itirazname yazmaya hiç lüzum görmüyorum. Yalnız iki üç noktayı makam-ı iddiaya hatırlatmak nevinden derim ki:
Ben iddianameyi nazar-ı itibara alıp cevap vermediğimin sebebi, bizi beraat ettiren üç adil mahkemenin haysiyetini kırmamak ve ihanet etmemek içindir. Çünkü o mahkemeler, şimdi iddianamedeki esasları tamamıyla inceden inceye tetkikten sonra bize beraat vermişler. Onların beraatini hiçe saymak, adliyenin şerefine ilişmektir.
İkinci nokta: Makam-ı iddia, cerbezesiyle, binler mesail içinde bir-iki meseleye, hatırımıza gelmeyen bazı manalar vererek bizi ittiham ediyor. Halbuki o mesailler Nurun büyük mecmualarında var. Mısır Camiül-Ezher uleması ve Şam-ı Şerif büyük alimleri ve Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevverenin müdakkik hocaları ve Halep ve saire, hususan Diyanet Riyasetinin muhakkik alimleri onları görüp kemal-i takdirle tahsin ve tasdik ettikleri halde, hocavari ve alimane bazı ilmi itirazları bu iddianamede hayretle ve taaccüple gördüm. Haydi, bazı yanlışlarım bulunsa bile, binler alimlerin görmedikleri veya ilişmedikleri itiraznamedeki o yanlışlar hakiki olsa da, bir suç olamaz, yalnız ilmi bir hata olabilir.
Hem üç mahkeme bütün Risale-i Nuru ve bizleri beraat ettirdi. Yalnız Eskişehir Mahkemesi bir tesettür-ü nisvan meselesine dair Yirmi Dördüncü Lemanın on beş kelimesini sebep gösterip bana ve yüzde on beş arkadaşıma hafifçe bir ceza verdi. Size takdim ettiğim tetimme-i itirazımda, üç yüz elli bin tefsirin hükmüne ittiba ile o tefsirim için mahkumiyetimi, ru-yi zeminde adalet varsa o hükmü kabul etmez diye yazmışım. Makam-ı iddia, bin dereden su getirir gibi, yirmi seneden beri yazılan kitap ve mektupların bazı cümlelerini zekavetiyle aleyhimize çevirmeye çalışmış. Halbuki bu noktada bizi beraat ettiren üç değil, belki beş altı mahkeme bu mevhum suçta bize şerik oluyorlar. Ben o adil mahkemelerin haysiyetine ilişmemek lazım geliyor diye makam-ı iddiaya hatırlatıyorum.
Üçüncüsü: Ölmüş gitmiş, hükumetten alakası kesilmiş ve inkılaptaki bazı kusurata sebep olmuş bir reise, sarihan tenkit ve itiraz da olsa, kanunen bir suç olamaz. Halbuki sarahat değil, o kendi cerbezesiyle külli beyanatımızı ona tatbik etmiş. O mahrem ve herkese bildirmediğimiz manaları izhar ve teşhir edip umumun nazar-ı dikkatini celb ediyor. Eğer onda bir suç varsa, o makam-ı iddia suçlu olur. Çünkü halkı teşvik edip o manalara nazar-ı dikkati celb ediyor.
Dördüncüsü: Üç mahkeme cemiyet noktasında bize kati beraat verdiği halde, yine eski nakarat gibi gizli cemiyet vehmine bin dereden su toplamak gibi emareler araştırmış. Halbuki siyasi ve vatan ve millete zararlı olan müteaddit cemiyetler varken, onlara müsaade ve müsamahakarane bakmakla beraber, bizim gibi binlerle şahitlerin ve emarelerin şehadetleriyle ve altı vilayetin ilişmemeleriyle sabit olan Nur talebelerinin ders arkadaşlıklarına ve sırf vatan ve millet ve din menfaatine ve saadet-i dünyeviye ve uhreviye hesabına ve hariçten ve dahilden gelen ifsad cereyanlarına karşı mücahidane tesanüdlerine gizli cemiyet namını vermek ve yirmi senede yüz binler Risale-i Nur şakirtlerinin emniyeti ihlale dair hiçbir vukuatları kaydedilmediği halde, “Dini alet ederek emniyeti ihlale halkı teşvik ediyor” diye makam-ı iddia onları ittiham etmesi, değil nev-i beşeri, belki zemini de hiddete getirip o ittihamı reddeder. Her neyse, daha fazla söylemeye lüzum görmüyorum. İddianameden çok evvel yazılan itirazname ve tetimmesi ona bir cevabımızdır.
Afyon Cezaevinde mevkuf
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Afyon Mahkemesine ve Ağırceza Reisine beyan ediyorum ki:
Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı alakamı kesmiştim. Şimdi o kadar manasız, lüzumsuz tahakkümler içinde hayat bana gayet ağır gelmiş, yaşayamayacağım. Hapsin haricinde yüzler resmi adamların tahakkümlerini çekmeye iktidarım yok. Bu tarz hayattan bıktım. Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi talep ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor. Hapiste kalmak bana lazımdır. Makam-ı iddianın asılsız isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni manen cezalandıracak, vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasipse, sorunuz, cevap vereyim.
Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.
Nur şakirtlerinin halis ve sırf uhrevi Nurlara ve tercümanına karşı alakalarına dünyevi ve siyasi cemiyet namını verip onları mesul etmeye çalışanların ne kadar hakikatten ve adaletten uzak düştüklerine karşı üç mahkemenin o cihette beraat vermesiyle beraber deriz ki:
Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususan millet-i İslamiyenin üssül-esası, akrabalar içinde samimane muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alakadarane irtibat ve İslamiyet milliyetiyle mümin kardeşlerine karşı, manevi, muavenetkarane bir uhuvvet ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakarane bir alaka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kuran hakikatlerine ve naşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi, hayat-ı içtimaiyeyi esasıyla temin eden bu rabıtaları inkar etmekle ve şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirtlerine medar-ı mesuliyet cemiyet namını verebilir. Onun için, hakiki Nur şakirtleri, çekinmeyerek Kuran hakikatlerine karşı kudsi alakalarını ve uhrevi kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar ediyorlar. O uhuvvet sebebiyle gelen herbir cezayı memnuniyetle kabul ettiklerinden, mahkeme-i adilenizde hakikat-i hali olduğu gibi itiraf ediyorlar. Hile ile, dalkavuklukla ve yalanlarla kendilerini müdafaaya tenezzül etmiyorlar.
Mevkuf
Said Nursi
Afyon Mahkemesine, iddianameye karşı verilen itirazname tetimmesinin bir zeylidir
Evvela: Mahkemeye beyan ediyorum ki, bu yeni iddianame de Denizli ve Eskişehir mahkemelerimizdeki o eski iddianamelere ve aleyhimizde sathi ehl-i vukufların sathi tahkikatlarına bina edildiğinden, mahkemenizde dava ettim ki: Bu iddianamenin yüz yanlışını ispat etmezsem, yüz sene cezaya razıyım. İşte o davamı ispat ettim. Yüzden ziyade yanlışların cetvelini isterseniz takdim edeceğim.
Saniyen: Ben Denizli Mahkemesinde, kitap ve evraklarımız Ankaraya gittiği sırada, aleyhimize hüküm verilecek diye telaş ve meyusiyetle beraber, arkadaşlarıma yazdım. Ve bazı müdafaatımın ahirinde bulunan o yazdığım parça şudur:
“Eğer Risale-i Nuru tenkid fikriyle tetkik eden adliye memurları, imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar, sonra beni idamla mahkum etseler, şahit olunuz, ben hakkımı onlara helal ediyorum. Çünkü biz hizmetkarız. Risale-i Nurun vazifesi imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeyerek hizmet-i imaniyeyi hiçbir tarafgirlik girmeyerek yapmaya mükellefiz.”
İşte, ey heyet-i hakime, bu hakikate binaen, Risale-i Nurun cerh edilmez kuvvetli hüccetleri elbette mahkemede kalbleri kendine çevirmiş. Aleyhimde ne yapsanız ben hakkımı helal ederim, gücenmem. Bunun içindir ki, eşedd-i zulüm ile bir eşedd-i istibdat tarzında, şahsımı hiç ömrümde görmediğim ihanetlerle çürütmekle damarıma dokundurulduğu halde tahammül ettim. Hatta beddua da etmedim. Bize karşı bütün ittihamlara ve bütün isnad edilen suçlara karşı elinizdeki Risale-i Nurun mecmuaları, benim mukabele edilmez müdafaanamem ve cerh edilmez itiraznamemdirler.
Medar-ı hayrettir ki, Mısır, Şam, Halep, Medine-i Münevvere, Mekke-i Mükerreme allameleri ve Diyanet Riyasetinin müdakkik hocaları o Nur mecmualarını tetkik edip hiç tenkit etmeyerek takdir ve tahsin ettikleri halde, iddianameyi aleyhimize toplayan zekavetli (!) zat, Kuranı, yüz kırk suredir diye, acip ve pek zahir bir yanlışıyla ne derece sathi baktığı ve Risale-i Nur bu ağır şerait içinde ve benim gurbet ve kimsesizliğim ve perişaniyetimde ve aleyhimde dehşetli hücumlarla beraber yüz binler ehl-i hakikate kendini tasdik ettirdiği halde, daha Kuranın kaç suresi var olduğunu bilmeyen o iddiacı zat, “Risale-i Nur Kuranın tefsirine ve hadislerin teviline çalışmasıyla beraber, bir kısmında okuyanlara birşey öğretme bakımından ilmi bir mahiyet ve kıymet taşımadığı görülmektedir” diye tenkidi ne derece kanundan, hakikatten, adaletten ve haktan uzak olduğu anlaşılıyor.
Hem size şekva ediyorum ki, kırk sahifeli ve yüzer yanlışı bulunan ve kalblerimizi yaralayan iddianameyi tamamıyla bize iki saat dinlettirdiğiniz halde, ayn-ı hakikat bir buçuk sahifeyi ona karşı ısrarımla beraber iki dakika okumaya müsaade etmediğiniz için, ona mukàbil itiraznamemi tamamıyla okumaya, adalet namına sizden istiyorum.
Salisen: Her bir hükumette muhalifler var. asayişe ilişmemek şartıyla, kanunen onlara ilişilmez. Ben ve benim gibi dünyadan küsmüş ve yalnız kabrine çalışanlar, elbette bin üç yüz elli senede, ecdadımızın mesleğinde ve Kuranımızın daire-i terbiyesinde ve her zamanda üç yüz elli milyon müminlerin takdis ettiği düsturlarının müsaade ettiği tarzda hayat-ı bakiyesine çalışmayı terk edip, gizli düşmanlarımızın icbarıyla ve desiseleriyle, fani ve kısacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefihane bir medeniyetin ahlaksızcasına, belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyane kanunlara, düsturlara tarafdar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün müdür? Ve dünyada hiçbir kanun ve zerre miktar insafı bulunan hiçbir insan bunları onlara kabul ettirmeye cebretmez. Yalnız o muhaliflere deriz: Bize ilişmeyiniz, biz de ilişmemişiz.
İşte bu hakikate binaendir ki; Ayasofyayı puthane ve Meşihatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfi kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz. Ve bu yirmi sene işkenceli esaretimde eşedd-i zulüm şahsıma edildiği halde siyasete karışmadık, idareye ilişmedik, asayişi bozmadık. Yüz binler Nur arkadaşım varken, asayişe dokunacak hiç bir vukuatımız kaydedilmedi. Ben şahsım itibarıyla hiç hayatımda görmediğim bu ahir ömrümde ve gurbetimde şiddetli ihanetler ve damarıma dokunduracak haksız muameleler sebebiyle yaşamaktan usandım. Tahakküm altındaki serbestiyetten dahi nefret ettim. Size bir istida yazdım ki, herkese muhalif olarak ben beraatimi değil, belki tecziyemi talep ediyorum ve hafif cezayı değil, sizden en ağır cezayı istiyorum. Çünkü, bu emsalsiz, acip zulmi muameleden kurtulmak için, ya kabre veya hapse girmekten başka çarem yok. Kabir ise, intihar caiz olmadığından ve ecel gizli olmasından şimdilik elime geçmediğinden, beş altı ay tecrid-i mutlakta bulunduğum hapse razı oldum. Fakat, bu istidayı masum arkadaşlarımın hatırları için şimdilik vermedim.
Rabian: Benim bu otuz sene hayatımda ve yeni Said tabir ettiğim zamanımda bütün Risale-i Nurda yazdıklarım ve şahsıma temas eden hakikatlerinin tasdikiyle ve benimle ciddi görüşen ehl-i insaf zatların ve arkadaşların şehadetleriyle iddia ediyorum ki: Ben nefs-i emmaremi elimden geldiği kadar hodfuruşluktan, şöhretperestlikten, tefahurdan mene çalışmışım ve şahsıma ziyade hüsn-ü zan eden Nur talebelerinin belki yüz defa hatırlarını kırıp cerh etmişim. “Ben mal sahibi değilim. Kuranın mücevherat dükkanının bir biçare dellalıyım” dediğimi hem yakın dostlarım, hem kardeşlerimin tasdikleriyle ve emarelerini görmeleriyle, ben, değil dünyevi makamatı ve şan ü şerefi şahsıma kazandırmak, belki manevi büyük makamat faraza bana verilse de, fakat hizmetteki ihlasıma nefsimin hissesi karışmak ihtimaline binaen korkarak o makamatı da hizmetime feda etmeye karar verdiğim ve fiilen de öylece hareket ettiğim halde, mahkeme-i alinizde güya en büyük bir siyasi mesele gibi, bana karşı bazı kardeşlerimin Nurdan istifadelerine manevi bir şükran olarak ben kabul etmediğim halde, pederinden çok fazla hürmet etmesini medar-ı sual ve cevap yaptınız. Bir kısmını inkara sevk ettiniz ve bize hayretle dinlettirdiniz. Acaba kendi razı olmadığı ve kendini layık bulmadığı halde başkalarının onu medhetmeleriyle o biçareye bir suç tevehhüm edilebilir mi?
Hamisen: Katiyen size beyan ediyorum ki, hiçbir cemiyetçilik ve cemiyetlerle ve siyasi cereyanlarla hiçbir alakası olmayan Nur talebelerini, cemiyetçilik ve siyasetçilikle ittiham etmek, doğrudan doğruya kırk seneden beri İslamiyet ve iman aleyhinde çalışan gizli bir zındıka komitesi ve bu vatanda anarşiliği yetiştiren bir nevi bolşevizm namına bilerek veya bilmeyerek bizimle bir mücadeledir ki, üç mahkeme cemiyetçilik cihetinde bütün Nurcuların ve Nur risalelerinin beraatlerine karar vermişler. Yalnız Eskişehir Mahkemesi, tesettür-ü nisa hakkında bir küçük risalenin bir tek meselesini, belki bu gelen cümleyi, “Mesmuatıma göre, merkez-i hükumette bir kundura boyacısı, çarşı içinde bir büyük adamın yarım çıplak karısına sarkıntılık edip o acip edepsizliği yapması tesettür aleyhinde olanın hayasız yüzüne şamar vuruyor” diye eskiden yazılmış cümle sebebiyle, bir sene bana ve yüz yirmi adamdan on beş arkadaşıma altışar ay ceza verdiler. Demek, şimdi Risale-i Nuru ve şakirtlerini ittiham etmek, o üç mahkemeyi mahkum etmek ve ittiham ve ihanet etmek demektir.
Sadisen: Risale-i Nur ile mübareze edilmez. Onu gören bütün ulema-i İslam Kuranın gayet hakikatli bir tefsiri, yani hakikatlerinin kuvvetli hüccetleri ve bu asırda bir mucize-i maneviyesi ve şimalden gelen tehlikelere karşı bu millet ve bu vatanın bir kuvvetli seddi olduğunu tasdik ettiklerinden, mahkemeniz bunun talebelerini bundan ürkütmek değil, belki hukuk-u amme noktasında tergib etmek bir vazifeniz biliyoruz ve onu sizden bekliyoruz. Millete, vatana, asayişe muzır dinsizlerin ve bazı siyasi zındıkların kitaplarına ve mecmualarına hürriyet-i ilmiye serbestiyetiyle ilişilmediği halde, masum ve muhtaç bir gencin imanını kurtarmak ve su-i ahlaktan kurtulmak için Nura talebe olması, elbette değil bir suç, belki hükumet ve maarif dairesi teşvik ve takdir edecek bir halettir.
Son sözüm: Cenab-ı Hak, hakimleri adalet-i hakikiyeye muvaffak etsin. amin deyip,
حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dir.
Said Nursi
Son sözüm
Heyet-i hakimeye beyan ediyorum ki:
Hem iddianameden, hem uzun tecridlerimden anladım ki, bu meselede en ziyade şahsım nazara alınıyor ve şahsımı çürütmek maslahat görülmüş. Güya şahsiyetimin idareye, asayişe, vatana zararı var. Ve ben de din perdesi altında dünyevi maksatlar güdüyormuşum, bir nevi siyaset peşinde koşuyormuşum. Buna karşı, size bunu katiyetle beyan ediyorum:
Bu evham yüzünden, benim şahsiyetimi çürütmek suretinde Risale-i Nura ve bu vatana ve bu millete fedakar ve kıymettar olan şakirtlerini incitmeyiniz. Yoksa bu vatana ve bu millete manevi büyük bir zarar, belki bir tehlikeye vesile olur.
Bunu da size katiyen beyan ediyorum: Şahsıma tahkir ve ihanet ve çürütmek ve işkence, ceza gibi ne gelse; Risale-i Nura ve şakirtlerine benim yüzümden zarar gelmemek şartıyla, şimdiki mesleğim itibarıyla kabule karar vermişim. Bunda da ahiretim için bir sevap var. Ve nefs-i emmarenin şerrinden kurtulmama bir vesiledir diye, bir cihette ağlarken memnun oluyorum. Eğer bu biçare masumlar benimle beraber bu meselede hapse girmeseydiler, mahkemenizde pek şiddetli konuşacaktım. Siz de gördünüz ki, iddianameyi yazan, bin dereden su toplamak gibi, yirmi otuz senelik hayatımda, mahrem ve gayr-i mahrem bütün kitap ve mektuplarımdan, cerbezesiyle ve kısmen yanlış mana vermesiyle, güya umum onlar bu sene yazılmış, hiç mahkemeleri görmemiş, af kanunlarına ve mürur-u zamana uğramamış gibi, onunla benim şahsiyetimi çürütmek istiyor. Ben kendim, şahsımın çürük olduğunu yüz defa söylediğim ve aleyhimde olanlar her vesile ile yine şahsımı çürüttükleri halde, ehl-i siyaseti evhamlandıracak derecede teveccüh-ü ammeye karşı faide vermediğinin sebebi: İmanın kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gayet şiddetli bir ihtiyac-ı kati ile ders-i dinde bazı şahıslar lazımdır ki, hakikati hiçbir şeye feda etmesin, hiçbir şeye alet etmesin, nefsine hiçbir hisse vermesin. Ta ki, imana dair dersinden istifade edilsin, kanaat-i katiye gelsin.
Evet, hiçbir zaman, bu zeminde bu zaman kadar böyle bir ihtiyac-ı şedid olmamış gibidir. Çünkü tehlike hariçten şiddetle gelmiş. Şahsımın bu ihtiyaca karşı gelmediğini itiraf edip ilan ettiğim halde, yine şahsımın meziyetinden değil, belki şiddet-i ihtiyaçtan ve zahiren başkalar çok görünmemesinden şahsımı o ihtiyaca bir çare zannediyorlar. Halbuki ben de çoktan beri buna taaccüp ve hayretle bakıyordum ve hiçbir cihetle layık olmadığım halde, dehşetli kusurlarımla beraber bu teveccüh-ü ammenin hikmetini şimdi bildim. Hikmeti de şudur:
Risale-i Nurun hakikati ve şakirtlerinin şahs-ı manevisi, bu zaman ve bu zeminde o şiddetli ihtiyacın yüzünü kendine çevirmiş. Benim şahsımı—hizmet itibarıyla binden bir hissesi ancak bulunduğu halde—o harika hakikatin ve o halis, muhlis şahsiyetin bir mümessili zannedip o teveccühü gösteriyorlar. Gerçi bu teveccüh hem bana zarar, hem ağır geliyor. Hem de hakkım olmadığı halde hakikat-i Nuriyenin ve şahsiyet-i maneviyesinin hesabına sükut edip o manevi zararlara razı oluyorum. Hatta İmam-ı Ali ve Gavs-ı azam (k.s.) gibi bazı evliyanın ilham-ı İlahi ile bu zamanımızda Kuran-ı Hakimin mucize-i maneviyesinin bir ayinesi olan Risale-i Nurun hakikatine ve halis talebelerinin şahs-ı manevisine işaret-i gaybiye ile haber verdikleri içinde benim ehemmiyetsiz şahsımı o hakikate hizmetim cihetiyle nazara almışlar. Ben hata etmişim ki, onların şahsıma ait bir parçacık iltifatlarını bazı yerde tevil edip Risale-i Nura çevirmemişim. Bu hatamın sebebi de, zaafiyetim ve yardımcılarımı ürkütecek esbabın çoğaltılmaması ve sözlerime itimadı kazanmak için zahiren şahsıma bir kısmını kabul etmiştim.
Size ihtar ediyorum! Fani ve kabir kapısındaki çürük şahsımı çürütmeye ihtiyaç yok ve bu kadar ehemmiyet vermeye de lüzum yok. Fakat Risale-i Nurla mübareze edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu mağlup edemezsiniz. Mübarezede millet ve vatana büyük zarar edersiniz. Fakat şakirtlerini dağıtamazsınız. Çünkü, hakikat-i Kuraniyenin muhafazası yolunda kırk elli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdatlarımızın ahfadlarına bu zamanda hakikat-i Kuraniyenin muhafazası ve alem-i İslamın nazarında eskisi gibi dindarane kahramanlıkları terk ettirilmeyecek. Zahiren çekilseler de, o halis şakirtler, ruh u canıyla o hakikate bağlıdırlar. Ve o hakikatin bir ayinesi olan Risale-i Nuru terkedip, o terk ile vatan ve millet ve asayişe zarar vermeyeceklerdir.
Son sözüm,
فَاِنْ تَوَلَّوْ فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
Heyet-i Vekileye gönderilmiş bir istidadır.
Heyet-i vekileye gayet ehemmiyetli bir ricam var.
Risale-i Nurdan Siracün-Nur namındaki üç yüz sahifeden ziyade mecmuanın ahirinde ve aslı çok zaman evvel yazılan ve on beş sahife kadar olan ve Heyet-i Vekilece o mecmuanın toplanmasına vesile bulunan Beşinci Şua herkese, hususan musibetzedelere ve ihtiyarlara ve imanda şüphelere düşenlere pekçok faideleri tahakkuk eden Siracün-Nurdan, o zararlı tevehhüm edilen parçayı çıkarıp yasak ederek, mütebaki üç yüz sahifenin neşrine izin verilmesini ve tesellisinden tam istifade eden bütün musibetzedeler ve ihtiyarlar ve iman hakikatlerine muhtaçlarla beraber Heyet-i Vekileden rica ederiz.
Hem dört yüz sahifelik Zülfikarda, otuz sene evvel Avrupa feylesoflarına karşı yazılan irsiyet ve tesettür hakkındaki iki ayetin tefsiri iki sahife, hem otuz sene evvel tab edilen İşaratül-İcazda اَحَلَّ اللهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰوا ayetine dair yazılan, bankaya dair bir satır ve hem otuz sene evvel ben Darül-Hikmette iken İngilterenin Anglikan Kilisesinin Başpapazının Meşihat-ı İslamiyeden sorduğu altı sual içinde bir satır kadar yazılan yazıların kaldırılarak şimdiki kanun-u medeniye uygun gelmediği iki sahife bir satır bahanesiyle müsadere edilen ve alem-i İslamca çok tahsin ile çok menfaati bilfiil görülen ve üç rükn-ü imaniyi harika bir tarzda ispat eden o Zülfikar mecmuamızı iade etmesini rica edip istiyoruz ve hakkımızdır. Bir mektupta beş kelime sansür edilse baki kısmına izin verilmesi gibi, biz de kanunen ehemmiyetli bu hakkımızı isteriz. Ve hakkımızda habbeleri kubbeler yapanların zulmünden kurtarılmamızı, millet ve vatan ve asayişe Nurlarla hizmet eden Kuran ve iman-perverlerle beraber talep ederiz. Hem on sekiz sene evvel şiddetli bir zulme maruz olduğum hiddetli bir zamanımda yazdığım Hücumat-ı Sitteyi on sekiz seneden beri görmediğim gibi, mahrem deyip neşrine izin vermemişim. Ve hem üç dört mahkemenin eline geçmiş, o risaleyi sahiplerine iade etmişlerdir.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Diyanet Riyasetindeki ehl-i vukufa bir teşekkürname ve tetkiklerindeki cüzi ve cevabı zahir ve verilmiş tenkitlerine tashihle yardım etmek için üç noktayı beyan edeceğim.
Birincisi:
Üç cihetle o alimlere teşekkür ederim. Şahsım itibarıyla minnettarım.
Birincisi: Siracün-Nur mecmuasının Beşinci Şuadan başka on üç parçasını takdirkarane hülasa etmeleridir.
İkincisi: Medar-ı ittihamımız olan tarikatçilik ve cemiyetçilik ve emniyeti ihlal bahanelerini reddetmeleridir.
Üçüncüsü: Benim mahkemedeki davamı tasdikleridir. Yani, mahkemeye dedim: Kusur varsa bütün o kusur benimdir. Nur talebeleri halis ve masum olup imanları için Nurlara çalışmışlar. İşte o ehl-i vukuf dahi Nurcuları kurtarıyorlar. Bütün kusuru bana veriyorlar. Ben de onlara, “Allah sizden razı olsun” derim. Yalnız, merhum Hasan Feyzi ve merhum Hafız Aliyi ve o iki mübarek şehidin sisteminde ve varislerinden iki üç zatı benim suçuma şerik etmişler. Fakat bir cihette sehvetmişler. Çünkü o zatlar, kusurda değil, belki hizmet-i imaniyede benden ileri ve benim hatalarımdan müberra olarak, zaafiyetime merhameten inayet-i İlahiye tarafından bana yardımcı verilmişler.
İkinci nokta:
O ehl-i vukuf, Beşinci Şuadaki rivayetlerin bir kısmına zayıf ve bir kısmına mevzu demişler ve tevillerinin bir kısmına yanlış demişler ki, bu Afyonda aleyhimizde iddianame o tarzda yazılmış ve on beş sahifede seksen bir yanlış yaptığını bir cetvelde ispat etmişiz. Muhterem ehl-i vukuf o cetveli görsünler. Birtek nümunesi şudur:
İddiacı demiş: “Bütün tevilleri yanlıştır ve o rivayetler, ya mevzu veya zayıftır.”
Biz dahi deriz: Tevil demek, yani “Bu mana bu hadisten murad olmak mümkündür, muhtemeldir” demektir. Mantıkça o mananın imkanını reddetmek ise, muhaliyetini ispat etmekle olur. Halbuki o mana gözle göründüğü ve tahakkuk ettiği gibi, hadisin mana-yı işari tabakasının külliyetinde bir fert olması bilmüşahede mucizane bir lema-yı ihbar-ı gaybiyi bu asrın gözüne gösterdiğinden, hiçbir cihetle kàbil-i inkar ve itiraz olamaz. Hem o “Bütün rivayetler mevzudur veya zayıftır” iddiacının demesi üç vech ile yanlış olduğu, cetvelde ispat edilmiş.
Birisi: Bir milyon hadisi hıfzına alan İmam-ı Ahmed ibni Hanbel ve beş yüz bin hadisi hıfzeden İmam-ı Buharinin cesaret edemedikleri ve o nefyin ispatı kàbil olmadığı ve bütün hadis kitaplarını görmediği ve ümmetin ekseriyeti her asırda o rivayetlerin manalarının zuhurlarını veya o küllinin bir ferdini görmesini bekledikleri ve ümmetçe telakki-i bilkabul derecesine yakınlaşmış ve ayn-ı hakikat bazı nümune ve fertleri meydana çıkıp görüldüğü halde, o rivayetleri külliyetle inkar etmek on cihetle hatadır.
İkinci vecih: “Mevzudur” manası, “Bu rivayet ananeli, senedli hadis değil” demektir. Yoksa manası yanlıştır demek değildir. Madem ümmette, hususan ehl-i hakikat ve keşif ve bir kısım ehl-i hadis ve ehl-i içtihad kabul edip manalarının vukularını beklemişler. Elbette o rivayetlerin durub-u emsal gibi umuma bakan hakikatleri vardır.
Üçüncü vecih: Hangi mesele veya rivayet var ki, meşrepleri, mezhepleri muhtelif alimlerin bir kitabında ona itiraz edilmesin? Mesela, İslam içinde birkaç deccal geleceğine dair rivayetlerden birisi bu hadis-i şerif, sarih bir surette Cengiz ve Hülagu fitnesinden haber verir:
لَنْ تَزَالَ الْخِلاَفَةُ فِى وَلَدِ عَمِّى صِنْوِ اَبى الْعَبَّاسِ حَتّٰى يُسَلِّمُهَا اِلَى الدَّجَّالِ
Yani, “Uzun zaman hilafet-i Abbasiye devam edecek, sonra o saltanat Deccal eline geçecek” diye, beş yüz seneden sonra İslam içine bir deccal gelecek, o hilafeti bozacak gibi ki, eşhas-ı ahirzamandan çok rivayetler haber verdikleri halde, mezhebi ayrı veya fikri müfrit bir kısım ehl-i içtihad kabul etmemişler, “mevzu” veya “zayıftır” demişler. Her ne ise, şimdi bu uzun kıssayı kısa kesmeme sebep, Risale-i Nur ile alakadar ve Nurlara hücumun aynı zamanında zeminin hiddetini gösteren dört büyük zelzelenin tevafuku gibi bu cevabı yazdığım aynı saatte, burada iki şiddetli zelzele vuku buldu. Şöyle ki:
Akşamda elime verilen ehl-i vukufun raporundaki ameliyat-ı cerrahiyenin yaralarından elim bir tesir ve temassızlıktan hazin bir zahmetle kendim perişan kalemimle yazmaktan teellüm hissederken, iki zelzelenin tevafukudur. Evet, sekiz ay tecrit ve sıkıntılar içinde en ziyade güvendiğim ve raporlarıyla imdadıma yetişmelerini beklediğim Diyanet Riyaseti dairesinden gelen raporu akşamdan aldım. Bu sabah bildim ki, pek ehemmiyetsiz şeylerle imdadıma değil, belki iddiacıya yardım ederek, “Geçen dört zelzeleler Nurun kerametlerindendir, Said demiş” dediklerini gördüm. Cetvelde yazdığım gibi, “Nurlar, sadaka-i makbule misillü, belaların define bir vesiledir. Ne vakit Nurlara hücum edilse, musibetler fırsat bulup gelirler ve bazan da zemin hiddet eder” diye yazmaya niyet ederken, burada iki şiddetli zelzele beni o bahsi yazmaktan vazgeçirdi. Onu bırakıp üçüncü noktaya geçiyorum.
Üçüncü nokta:
Ey müdakkik ve hakikatli ve insaflı ehl-i vukuf alimlerimiz.
Eskiden beri ehl-i ilim mabeyninde bir makbul adet-i müstemirreye binaen, yeni telif edilen güzel kitapların ahirlerinde başkaların o kitaba methiyeleri ve takrizleri ve mübalağane ve bazan müfritane senaları yazılıp neşredildiği ve müellif kemal-i memnuniyetle o takrizcilere minnettar olduğu ve rakipleri dahi onu hodfuruşlukla ittiham etmedikleri halde, Nurun bir kısım has ve halis şakirtlerinin ve merhum Hasan Feyzi ve şehid Hafız Ali tarzında yazdıkları takrizleriyle aleyhime şiddetli hücum eden pek çok insafsız muarızlara karşı aczime, zaafıma, garipliğime, kimsesizliğime yardım ve Nurlara muhtaçları teşvik fikriyle olan methiyelerini bütün bütün reddetmediğimi ve şahsıma ait kısmını Nurlara çevirdiğimi bir hodfuruşluk telakki etmenizi kemal-i dikkatinize ve tahkiki ilminize ve şefkatkarane muavenetinize ve insafınıza yakıştıramadığımdan müteessir oldum. Ve o methiyeleri yazan safi arkadaşlarımın hiç siyaseti düşünmeyerek riyazi bir hesapla, “Mana-yı işari külliyetinin bir masadakı ve cüzi bir ferdi bu zamanda Risale-i Nurdur” demelerine hata denilmez. Çünkü zaman tasdik ediyor. Haydi, çok mübalağa veya hata dahi olsa, ilmi bir hatadır. Herkes kendi kanaatini yazabilir. Acaba, şeriatta on iki mezhep, hususan Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli mezheplerinde ve yetmişe yakın ilm-i kelam ve usulüddin dairesindeki allamelerin fırkalarında ne kadar ayrı ayrı kanaatler ve fikirler kitaplara yazılmış, bilirsiniz. Halbuki bu zaman kadar, hiç bir zaman, din alimlerinin ittifakına ve münakaşa etmemesine muhtaç olmamış. Şimdilik teferruattaki ihtilafı bırakmaya ve medar-ı münakaşa etmemeye mecburuz.
Ehl-i vukufun insaflı hocalarından üç sualim var:
Birisi: Bir adam, diğer bir adamı safi bir niyetle onu methetmekle mesul olur mu? Hususan o istemediği, elinden geldiği kadar o medihleri ya red veya başkasına çevirdiği ve o halis dostunu kaçırmamak için onu tekdir etmeyip, methini yüz derece haddimden fazladır diye sükut ile mukabele etmesi hiç hodfuruşluk sayılır mı?
İkinci sual: Acaba ortalıkta din aleyhinde bu dehşetli hücumlar ve dağ gibi dini meseleler içinde Nur şakirtlerinden bir hakikat aşıkı, zararsız ve cüzi bir hata-i ilmi ve yanlış bir kanaati cihetinde böyle tekdir ve tezyife müstehak olur mu? Siz gibi üstadlardan, medhiye yazan talebe şefkatle hatasını ihtar beklerken, böyle adliye eliyle tokatlamak caiz olur mu?
Üçüncü sual: Bu yirmi senedir hadsiz muarızlara karşı sarsılmayan ve yüz binler muhtaçların imanlarını kuvvetlendiren Risale-i Nura bir iki mesele için bu tarz tenkidiniz yakışır mı? Hem o müdakkik alimlere bunu hatırlatıyorum ki, raporlarında, Ahmed Feyzinin medhiyesinin başında bir mektubumu görmelerinden, güya o medihleri ben kendime yapmışım gibi tenkit ediyorlar. Halbuki o mektubum benim şahsımın hakkındaki medihlerini kabul etmemek ve kaldırmak içindi ki, bir kısmını kaldırdım, bir kısmını da tadil edecektim. Fakat acele edip tam yapmadan o mektubu bir kardeşime göndermiştim. Onlar dahi o mahrem medhiynin başına koyup hususi bir zata gönderdikleri zaman hükumetin eline geçmiş. Acaba böyle hususi takriz ve sırf ilmi ve bir kanaat-i vicdaniye ve mahrem arkadaşların mabeyninde ve sonra tam tadil etmek fikriyle bir meşveret tarzında gezmesi, bu şiddetli itiraza müstehak olur mu? Hem kırmızı ve siyah ciltli iki mecmuacık, arkadaşlara hususi ve tebrik ve teşvik ve taltif için yazılmış bazı hususi mektuplardır. Her nasılsa bir iki zat merak edip zayi olmasın diye bir deftere toplamış. Taharride zabıta eline geçmiş. Acaba böyle mektuplardan ahkam çıkarmak ve sual ve cevaba medar etmek ve siyasete temas ettirmeye çalışmaya hiç ihtiyaç var mı? Kurana hücum eden dehşetli ejderhaları görmüyor, bakmıyor, sineklerin ısırmasıyla uğraşıyor gibi olmaz mı?
Dini ve terbiye-i Muhammediyeyi zehir diyen Saraçoğlunu bırakıp, hakikat-i Kuraniyeyi güneş gibi gösteren ve nev-i beşerin yaralarına tam tiryak olduğunu ispat eden Siracün-Nur ile münakaşa ederek, Nurun o mecmuasının ahirine ilhak edilen bir risalede zayıf hadislerin tevilleri var diye, o mecmuanın müsaaderesine yardım etmek çıkmaz mı? Bizler siz gibi zatlardan yaralarımıza merhem sürmek ve ferasetinizle yardım bekler ve cüzi tenkitlerinizden gücenmeyiz.
Mevkuf
Said Nursi
Hata-Savab Cetveli
Yirmi sahifeden ziyade arkadaşlara ait olduğundan, yanlışlarını beyan etmedim. Bu yanlışların hepsi yüzden geçer. Mahkemede kırk sahife iddianame iki saate yakın dinlettirildi. Hem hukukumuza, hem hayat-ı şahsiyemize, hem hayat-ı içtimaiyemize ve şerefimize ve Risale-i Nurun kıymetine çok dokunduğu halde gücenmediğimize mukàbil, iddianameyi yazan zatın meselemizdeki sathiliğine ve dikkatsizliğine ve cerbezeliğine dokunacak bir cihet varsa onun da gücenmemesini ve mahkemenin de tamamen itiraznamemi okumaklığıma müsaadesini talep ederiz.
Mahkemede aleyhimizdeki iddianamede “Yüz yanlışını ispat etmezsem yüz sene cezaya razıyım” diye iddia ettiğime bir hüccet olarak, iddianamenin kırk sahifesinde, şahsıma ait on beş sahifede seksen bir yanlışını gösteren bu cetveli takdim ediyorum.
Said Nursi
Hatalar ve Cevapları
Hata 1: Dini alet ederek.
Cevap: Reddedilmemiş müdafaatımdaki hüccetler bu yanlışı herkese gösterir.
Hata 2: Emniyeti bozabilecek.
Cevap: Yirmi senede bir vukuatı altı mahkeme göstermemesiyle bu yanlışını ispat eder.
Hata 3: Gizli bir cemiyet kurmak.
Cevap: Üç mahkemenin bu noktada beraat vermesi bu yanlışını ispat eder.
Hata 4: Gizli cemiyete girmek.
Cevap: Bu defa yirmi üç adamı makam-ı iddia tahliyesiyle kendi yanlışını kendi gösteriyor.
Hata 5: Hiçbir iş ile meşgul olmayan.
Cevap: Risale-i Nurun telifi ve tashihiyle olan büyük meşgaleyi görmemesi, bu yanlışını herkese gösteriyor.
Hata 6-7: Devletin emniyetini ihlale teşvik edecek hareketlerde bulunduğundan ve gizli cemiyet kurduğundan.
Cevap: Eskişehir Mahkemesinin yalnız tesettür ve şapka meselesini esas tutması ve cemiyet ve emniyeti ihlale ehemmiyet vermemesi bu yanlışını gösteriyor.
Hata 8: Kanunun 163üncü maddesi.
Cevap: Zahiren o madde-i kanuni ile, fakat hakikaten Eskişehir Mahkemesi kanaat-i vicdaniye ile hüküm vermesi, Tesettür Risalesinin eskiden yazıldığını anlamasıyla, mecburiyetle kanaat-i vicdaniyeye müracaat etmesi, bu yanlışını gösteriyor.
Hata 9: Dinen mukaddes tanınan şeyleri alet etmesi.
Cevap: Bu otuz seneki hayatım ve bütün benimle görüşenler ve mahiyetimi bilenler, bu hükmü tekzip ediyorlar.
Hata 10: Devletin emniyetini bozacak hareketlere halkı teşvik ve tergib ederek.
Cevap: Yirmi senede hiç bir Nur şakirdi böyle bir vukuata sebep olmadığı ve on vilayetin zabıtaları kaydetmemeleri, bunun hata olduğunu gösteriyor.
Hata 11: Gizli cemiyet kurmak.
Cevap: Üç mahkemenin o noktada beraat vermesi ve yirmi senedir siyaseti terk etmekliğim, bu hatanın ne kadar açık bir iftira olduğunu gösteriyor.
Hata 12: Gizli neşriyatta bulunmak.
Cevap: alem-i İslamın mühim merkezlerinde ve burada merkez-i hükumette ve darülfünunda yazdıkları Nur mecmuaları ellerde gezmesiyle bu yanlışını gösteriyor.
Hata 13: Gençlik Rehberi, Nurcular cemiyeti arasında gizli satılmasına.
Cevap: Cerh edilmeyen müdafaatta, yedi makamata gönderilen itiraznamede kati hüccetlerle ki, Nur talebeleri hiçbir vech ile siyasi cemiyet olmazlar. Hem Eskişehir Emniyet Müdürlüğü müsaadesiyle resmen tab edilen Gençlik Rehberi, değil yalnız Nurcular arasında, herkese alenen satıldığı bu hatasını ispat eder.
Hata 14: Zülfikar ve Asa-yı Musanın gizli satılmasına.
Cevap: Doğrudan doğruya Diyanet Riyasetine bera-yı malumat bu mecmuaların gönderilmesi, hem alenen İstanbulda ciltlenmesi ve İstanbuldaki mühim zatlara, hatta bazı kitapçılara—ki, Hindistana kadar gönderilmek için—gönderilmesi, gizli satılmadığını, belki ilanatla, teşhir edilmekle satıldığı bu hatasını gösteriyor.
Hata 15: “Yüz kırk sure Kuran” demesine.
Cevap: Kuran yüz on dört sure olduğunu, Kuranı okuyan herkes bildiği halde, sathiliği ve aceleliği bu acip yanlışa sevketmiş.
Hata 16: Kuran-ı Kerime adeta bir nazire.
Cevap: Bin defa haşa! Risale-i Nur Kuranın bu asırda bir mucize-i maneviyesinin bir ayinesi ve ondan tereşşuh etmiş bir tefsiri olduğuna bütün Nurcuların ve Risale-i Nurdaki yazıları görenlerin kanaatleri, bu yanlışı tekzip ediyor.
Hata 17: Risale-i Nur yüz kırk parçadan ibaret olan.
Cevap: Müdafaatımda belki pek çok defalar lüzumu için yüz otuz parça diye tekrarımız bu yanlışını gösteriyor.
Hata 18: Risale-i Nurun telifi yirmi üç senede tamamlandığı bildirilen.
Cevap: İmam-ı Alinin ve Gavs-ı azamın (k.s.) işarat-ı gaybiyeleriyle ve mana-yı işarisiyle, bir vakit yirmi dört senede Risale-i Nur tamam olacak denilmesi, o yanlışı tashih eder.
Hata 19: Üç kitapta toplanan Nur Risalelerinin.
Cevap: Belki, yalnız Yirmi Yedinci Mektup, lahikasıyla beraber o üç mecmua kadar büyük olduğu gibi, onlardaki Nurun risaleleri o üç mecmuada ancak beşten birisi olması, dikkatsizlikten gelen bu yanlışını gösteriyor.
Hata 20: Perakende halinde bulunan Nur Risaleleri.
Cevap: Şimdi, Nurları yazan kalemlerin yüz binler ve güzel, itina ile, tevafukla yazan yüzler katibin aşk-ı imani ve ilmi ile yazdıkları Nur Risalelerine perakende, ehemmiyetsiz parçalar namı verilmesi zahir bir yanlıştır.
Hata 21: Bazı kısmında mevzu ve gaye ile hiç ilgisi olmadığı.
Cevap: Eski zamanda mantıkta en derin alimleri ilzam eden ve şimdiye kadar müdakkik alimlerin Risale-i Nuru o cihette tenkit edememeleri, bu hatayı söyleyene iade eder.
Hata 22-23: Risale-i Nurun bir kısmında okuyanlara birşey öğretme bakımından ilmi mahiyet taşımadığı.
Cevap: Yirmi seneden beri hükumetin iğfal olunmuş bazı rükünleri ve aldanmış bazı müteassıp hocalar Risale-i Nurun aleyhinde hücum ettikleri ve herkesi ürküttükleri halde, hiçbir esere müyesser olmayan yüz binler her sınıftan muhtac-ı ilm-i hakikat ona talip olup istifadeleri bu iftirayı pek çirkin gösteriyor.
Hata 24: Şimalden gelecek büyük kızıl tehlikeye karşı bir sed olduğunu iddia ve zannetmektedir.
Cevap: Nurları okuyan bütün zatlar; değil zan ve tahmin, belki kati ve yakini bir surette, Risale-i Nurun şimalden gelen tehlikeye bir sed olduğunu söylemeleri bu hatayı gösteriyor.
Hata 25: Devletin emniyetini ihlal etmiş.
Cevap: Üç mahkemede, üç müdafaatımda bu iftiranın asılsız olduğunu ispat ettiğim gibi, yirmi senede bulunduğum beş altı vilayet zabıtaları, emniyeti ihlale dair hiçbir emareyi ne Saidin ve ne de arkadaşlarının hakkında kaydetmemesi, bu iftirayı tamamıyla reddeder.
Hata 26: Nurcuların zanları hilafına olarak, Nur Risaleleri yegane okunacak tefsir değildir.
Cevap: Nur Risalelerinde ve talebelerinin lisanında her vakit söylenen “Bu zamanda en kuvvetli bir tefsir-i Kuranidir” cümlesidir. Yoksa hiçbir vakit başka tefsirlere ilişmek hatırlarına gelmediği, bu acip hatanın ne kadar çirkin olduğunu gösterir.
Hata 27: Nurcular adı verilen talebelerin de yekdiğerleriyle görüşmeleri gizli olduğu.
Cevap: Isparta vilayetinde ve bütün köylerinde, zabıtanın ve hükümetin taht-ı nezaretinde aşikare surette görüşmeleri ve bazı köylerde yüz kalemle yazıları neşretmeleri, gizlilik isnadını kırıyor.
Hata 28: Teksir makinesiyle çoğaltılması ve alanların bulunduğu yerlere götürülmesi gizli yapılmaktadır.
Cevap: Bu ifadede bir dirhem doğruluk varsa, üç dirhem yanlış var. Evet, insafsız gizli düşmanlarımız bahane bulmamak için, dörtte bir gizli yapılmıştı. Yoksa şimdi buldukları bahaneyle bizi daha evvelden adliyeye sürüklemeleri ihtimaline binaen, bir parça gizliydi. Yoksa herbirisi üç yüz dört yüz sahifeli mecmualardan bin beş yüze yakın miktarı memleketin her tarafına mümanaatsız gitmesi, bu hatayı tam gösterir.
Hata 29: Ve nitekim mektupların, mürsellerin bulunduğu yerden değil, başka yer postahanesinden verilerek gönderilmekte olduğu.
Cevap: Yirmi sekizinci yanlışta zikri geçtiği gibi, onda biri doğru ise dokuzu yanlıştır. Mektuplar, pek nadir olarak postahaneye mürsellerin bulundukları yerlerden verilmemiştir.
Hata 30: Cemiyet mensubininden Ali Savran tarafından gönderildiği.
Cevap: Makam-ı iddianın o Ali Savranı tahliye etmesi ve sonra da bu mahkemede yine tevkif etmeyip memleketine gitmesine izin vermesi, cemiyetçilik olmadığını makam-ı iddia kendi kalemiyle ispat etmiştir.
Hata 31: Yine gizlice bazı vatandaşların mensup oldukları gizli cemiyete.
Cevap: Böyle asılsız bir hatayı tekrar etmek de büyük bir hata olduğu malumdur.
Hata 32: Herkese okunmasının dahi sevap olduğunu söyleyerek iğfale çalıştıkları.
Cevap: Otuz üç ayat-ı Kuraniyenin işaratına mazhar ve şimdiye kadar yüz binler adama iman cihetinde tesirli hizmet eden ve pekçok gençleri ıslah eden Risale-i Nurla iğfal edilmiş diyen, elbette nefs-i emmarenin iğfaline kapılmış ki, böyle hata ediyor.
Hata 33: Bundan başka gizli maksat görünmüyorsa bu gizliliğe mahal görünmezdi.
Cevap: Kırk seneden beri bana suikasta çalışan gizli düşmanlarımın desiseleriyle şahsıma karşı eşedd-i zulmü yapanlardan çekinmek için gizlenmiştir.
Hata 34-35: Dini hissiyatı alet ederek devletin emniyetini bozmaya halkı teşvik eden hareketlerinin.
Cevap: Hiç aslı olmayan uzak bir imkanı vukuat yerinde sarf ederek bu kadar tekrar etmek, yalnız garazkarane bir iftiradır.
Hata 36: Kanuni ve zaruri olarak takip edilmesine, münafıklık, zındıklık, dinsizlik ve zulüm olarak tavsif eden.
Cevap: Bizi kanunsuz hapislere sokmak ve gizli düşmanlarımızın desiseleriyle bizi perişan etmek sırasında o gizli düşmanlarımıza münafıklık, zındıklık, dinsizlik söylediğimizi, iğfallerine kapılmış memurlara atfetmesi hatadır.
Hata 37-38: Kimseyle görüşmediğini ileri sürdüğü halde, gizli olarak vilayet ve kaza ve köylerden gelenleri kabul edip görüşmüş.
Cevap: Bu yazıda bir doğru varsa, yirmisi yanlış. Çünkü, yirmi ve otuz ziyaretçiden ancak bir tanesini kabul ettiğimi mahalli zabıtası ve ahali bildiği halde böyle külli ve daimi bir surette isnat etmek iftiradır.
Hata 39: Sureten bu inziva hali, yakınları olan talebeleri tarafından birçok kerametlerin mevcudiyetinin kabulüne ve bütün Nurculara inandırılmasına yol açmış.
Cevap: Bu inziva, böyle kanunsuz belalara düşmemek ve tasannu ve hodfuruşluktan kurtulmak için olduğu ve Nur şakirtlerinin bu inzivayı beğenmedikleri halde, bundan kendimi keramet sahibi göstermek ve dostları da onunla onu kerametli bilmek manasız bir iftiradır.
Hata 40: Kerametleri ve veliliği hakkındaki söylenenleri ve yazıları red ve cerh etmiyor.
Cevap: Bu pek zahir bir hatadır. Yüz yerde kardeşlerime yazmışım ki, “Şahsımda hiç bir ehemmiyet yok. Bana karşı hüsn-ü zannınız yanlıştır. Sizin ihlasınız var. Ben belki ihlasa muvaffak olamıyorum. Hizmette de size yetişemiyorum” dediğim ve hiç bir defa nefsimi methetmediğim halde bu isnat büyük bir iftiradır.
Hata 41: Ve bu yolda öğünmesine bir sebep olmuştur.
Cevap: İddianameyi yazan, sathilik ve garazla baktığı için, Risale-i Nurun senasını benim şahsımın senası zannetmiş, bu hataya düşmüş. Ve çok yerlerde böyle hataya düşüyor.
Hata 42: Said tefahura düşkündür.
Cevap: Bu otuz senelik yeni hayatım ve bütün beni tanıyanlar onun bu iftirasını tekzip eder.
Hata 43: Bunu eserlerinin muhtelif yerlerinde görmek mümkündür.
Cevap: İddiacının bu dediği tefahur benim şahsıma değil; bütün o tefahuru hatırına getiren senalar, Risale-i Nura aittir. Risale-i Nur da Kuranın tefsiridir.
Hata 44: Siracün-Nur kitabında, eserin dört buçuk saat zarfında yazıldığı kaydedilmiştir.
Cevap: Bu yazısında iki hatası var. Birisi: Siracün-Nur dört buçuk saatte telif edilmiş değil; onun içinde on beş yirmi sahifeden ibaret Hastalık Risalesine aittir. Orada imzaları bulunan iki katibin arzularıyla bir tahdis-i nimet olarak yazılmıştır. Bunda hiçbir kimsenin hatırına tefahur gelmez; ancak bir şükürdür.
Hata 45: İlminin vüsatini ve karihasının genişliğini ve zekasının feyzini ve yüksekliğini anlatmak istemiştir.
Cevap: Elli altmış senelik hayat-ı ilmiyesi böyle temeddühlere ihtiyaç bırakmadığı gibi, ahir ömründe şahsını temeddühten bütün bütün çekindiği, yalnız hakaik-ı imaniyenin beyanında yanlış etmediği ve sırf Kuranın feyzinden iktibas ettiğine dair beyanatı böyle hodfuruşane bir surete çevirmek büyük bir iftiradır. Hatta o yanlış doğru da olsa meşhur Abdülvehhab-ı Şarani ve Muhyiddin-i Arabi gibi pek çok ehl-i hakikat ulema, tahdis-i nimet nevinde bu tarz-ı ihsanat-ı İlahiyeyi çok defa kitaplarında zikretmişler.
Hata 46-47: Kendi kerametine o kadar inanmıştır ki, İlahi ve tabii olan birçok hadiseleri kendisinin ve Risale-i Nurun kerametidir der.
Cevap: Bu hatasında birkaç vech ile yanlışı var. İlahi ve tabii olarak iki kısma ayırmak ve tabiata da bir hisse-i icad vermek dinde bir yanlış olduğu gibi, Risale-i Nura ve şakirtlerine gelen zulmün aynı zamanında zelzele gibi müteaddit hadiselerin tevafukları Risale-i Nurun makbuliyetine ve bir sadaka-i makbule hükmüne geçtiğine bir işaret-i gaybiyedir demesini tefahur zannetmek iftira olduğunu herkes bilir.
Hata 48: Risale-i Nurun tokadı olarak vasıflandırmaktadır.
Cevap: Bunu müdafaatımda pek zahir bir hata olduğunu ispat ettiğimiz gibi; Risale-i Nurun tokadıdır denilmemiş; belki “Risale-i Nur sadaka-i makbule gibi belaların define vesile olmasından, o gizlendiği ve müsadere edildiği zamanda bazı belalar fırsat bulup başımıza gelir” denilmiş. Bu ise adalet-i İlahiyenin bir tokadıdır.
Hata 49: Muhtelif yerlerde olan zelzeleler ve seylaplar, Risale-i Nurun şiddetli birer tokadı olarak vuku bulmuştur.
Cevap: Cevabı mükerrer verilmiş bir hatayı tekrar etmek garazkarane bir yanlıştır.
Hata 50-51: Bu seylap ve zelzelelerden Risale-i Nurun ve binnetice kendisinin kerametiyle kurtulmuşlardır. Ve masumlar ve çocuklar o belalardan zarar görmüşler. Said bunu izah etmemiş ve edememiştir.
Cevap: Risale-i Nurun mükerrer yerlerinde yazılmış ki, zalimlere gelen musibetlerde masumların telef olan malları sadaka ve vefat edenler de şehid hükmünde olduğunu beyan, bu yanlışını ve sathiliğini gösterir.
Hata 52: Hayır ve şerrin Allahtan olduğunu inkar yoluna sapmak gibi bir tezada düşmüştür.
Cevap: Risale-i Nurdan Kader Risalesi olan Yirmi Altıncı Sözün sırr-ı kaderi emsalsiz bir surette beyanı ve imanın erkanlarını Risale-i Nurun harika bir tarzda ispatı meydanda iken, böyle bir iftira garazkarlıktan başka birşey değildir.
Hata 53: Nur şakirtlerinin bazıları ona bir mehdilik de tevcih etmişlerdir.
Cevap: İtiraznamemde kati hüccetlerle onun bu hatası reddedilmiş. Hem hiçbir vakit, değil böyle büyük makamları, belki küçük medih ve hüsn-ü zan ile nefs-i emmaresine bir benlik vermemek için reddettiği mahkemelerde de görülmüştür.
Hata 54: Müceddidlik ve büyük makamlar veren şakirtlerinin hitabelerine, enaniyet ve tefahura olan meyli icabı itiraz etmeyerek bu teveccühleri kabul ettiği göz önündedir.
Cevap: Bu hatasında kaç vech ile iftira var olduğu itiraznamemde ve bu cetvelde kaç yerde ispat edilmiştir.
Hata 55: “Hazret-i Alinin ilm-i hakikat itibariyle şakirdi olduğumdan, manevi evladı olabilirim” demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatini kabul etmiş görülmektedir.
Cevap: Bedi manasında olan Celcelutiye kasidesinde İmam-ı Alinin çok cihetlerle Risale-i Nura sarahat derecesine yakın işaratı içinde, Bediüzzaman ismini Risale-i Nura vermesinden, bana emaneten verilen o ismi Risale-i Nura iade ettiğimi yazmışım. Bununla beraber, “Ben de manevi al-i Beytten sayılabilirim” demekten maksadım, bir kısım müçtehidlerin وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ duasında, “Seyyid olmayan, fakat ehl-i takva bulunanlar o duada dahildirler” dediklerinden, o umumi duada benim de bir hissem bulunması için ricakarane bir tevildir. Yoksa, o hatakarane mana hiç hatırıma gelmemiş.
Hata 56: Ahmed Feyzinin risaleciğinin başında Saidin iki buçuk sahifelik yazısıyla يَۤا اَيُّهَا الْمُزَّمِّلُ 2 ayet-i kerimesinden ebced hesabıyla “Kürdi” kelimesi çıkarılmış.
Cevap: Burada benim iki sahifecik yazıma, Ahmed Feyzinin hakkımda mübalağakarane medihlerini kabul ettiğim manası verilmiş, hata etmiş. Çünkü benim o mektubum Ahmed Feyzinin dikkatini ve ilmini takdirle beraber, hakkımdaki haddimden ziyade hüsn-ü zanlarını cerh ve tadil için yazılmıştır. Hem ayetin mana-yı işari tabakasından riyazi ve ebcedi bir tevafukla üstadına karşı bir mana çıkarıp, hürmetine bir makbuliyet alameti olarak yazmış. Böyle şeylere yanlış denilmez ki, medar-ı mesuliyet olsun. Olsa olsa ilmi bir hatadır; siyasete teması yoktur.
Yine Ahmed Feyzinin, Risale-i Nurun müsellem faziletinin bir parçasını kendi üstadına isnad etmesi ve bu zamanın bir hidayet vasıtası olduğunu demesini, medar-ı mesuliyet görüyor. Halbuki, herkes sevdiği bir adam hakkında mübalağakarane ve ifratkarane medih ve sena etmekte, örfen, adeten, ilmen dahi hata olmadığı halde, hiç münasebeti olmayan bir sözdür.
Hata 57: Böyle acip davalarla belki bir zaman peygamberliğini dava ile hezeyan hali başlamış oluyor.
Cevap: Bunun bu iftira ve isnat ve hatasından eliyazü billah derim. Böyle hiç kimsenin hatırına gelmeyen ve bizi bilen hiç kimseyi kandırmayan isnatları, elbette kanun, siyaset ve idarenin haricinde bunda dehşetli bir mana hükmediyor ki, şeytanın da kimseyi inandıramadığı iftirayı ediyor.
Hata 58: İhtiyar Risalesinde “Yedinci Rica” gibi bazı risaleleri halkı devletin aleyhine teşvik edecek harekette ve mahiyette görülüp, Eskişehir Mahkemesinde mahkumiyetine karar verilmiş.
Cevap: Bu da zahir bir hatadır. Yedinci Rica ve İhtiyarlar Risalesi, değil sebeb-i mahkumiyet ve emniyeti ihlal etmek, belki çok cihetlerle beni zulümden kurtardığı gibi, Eskişehirdeki kanaat-i vicdaniye ile verilen hafif ceza da Tesettür Risalesinin bir meselesi içindir. Makam-ı iddianın dikkatsizliği ve sathiliği ile böyle yanlışlar oluyor.
Hata 59: Hüsrev Altınbaşak, Türk Harfleri Kanununa aykırı olarak Asa-yı Musa ve Zülfikar gibi mecmuaları Arap harfleriyle yazmış.
Cevap: Şimdiye kadar Kuran harfleri ve hattı, Türk milletinin hatt-ı kadimi olduğu halde, Latin harflerini Türk harfleri deyip Kuran harfleriyle Asa-yı Musayı yazan Hüsrevi mesul etmek birkaç vech ile yanlış olduğunu ehl-i insaf anlar.
Hata 60, 61, 62, 63: İstinad ettiği hadisler zayıf ve hatta mevzu olmakla beraber, tevilleri yanlış ve aslı yoktur.
Cevap: Bütün ümmet bin seneden beri telakki-i bilkabul ettiği ve alem-i İslam içinde az bir kısım ulemanın başka tevillerle bir derece zaafiyetine hükmettiklerine mukàbil, cumhur-u muhaddisin ve ümmet-i Muhammediye (a.s.m.) kabul ettiği, ahir zamanda gelen bazı hadiseler hakkındaki muhtelif rivayetleri tevil, yani mümkün bir ihtimal manasıyla bu zamanda vukua gelen ve gözle görülen hadiselere tam mutabık çıkmasını beyana, dünyada hiçbir ehl-i ilim yanlış diyemez. Faraza o hadislerden birisi mevzu da olsa, mevzuun manası, “hadis değil” demektir. Yoksa manası yanlıştır demek değildir ki, darb-ı mesel nevinde ümmet o rivayeti kabul etmiş. Bu nevi tevilata yanlış diyenler, kaç cihette yanlış olduğu gibi, ümmetin telakkisine ihanet ve hadisleri inkardır. Ve “Süfyana dair hiçbir hadis yoktur, varsa mevzudur” diyen müddei hiç hadis kitaplarını okumadığı, belki Kuranın surelerinin ne kadar olduğunu bilmediği halde, biri bir milyon, diğeri beş yüz bin hadisi hıfzına alan İmam-ı Ahmed ibni Hanbel ve İmam-ı Buhari gibi müçtehidlerin, böyle külli ve umumi bir tarzda cesaret edemedikleri halde, o müddei, külli bir surette ve umumi bir tarzda “Süfyan hakkında hiçbir hadis yoktur, varsa mevzudur” demesiyle haddinden binler defa tecavüz edip büyük bir hatayı irtikap etmiş. Farz-ı muhal olarak hadis de olmasa, ümmet-i İslamiyede bir hakikat-i içtimaiye ve müteaddit defalar eseri görülmüş vaki ve hak bir hadise-i istikbaliyedir.
Hata 64: İrsiyette kadın ve erkeğin müsavatı aleyhinde olduğu gibi, medeni kanunları kabul etmediğinden, inkılap aleyhinedir.
Cevap: Otuz sene evvel medeni kanunlara istinad edip Kuranın bir iki ayetini tenkit eden ve Doktor Duzinin kitabını ifsad için neşreden bir iki münafığa karşı bazı ayetlerin cerh edilmez bir tarzda tefsirini şimdi yazılmış gibi telakki edip medar-ı mesuliyet etmek, Kuranın o ayetlerini inkar etmek hükmünde bir hatadır.
Hata 65: Süfyan ve bir İslam deccalı, Mustafa Kemal olduğu Beşinci Şuada anlaşılıyor.
Cevap: Beşinci Şua, külli bir surette, çok zaman evvel müteşabih bir hadisin bir tevilini beyan etmesi ve itiraznamemde kati cevabı verilmesi, bu zahir yanlışı ve medar-ı mesuliyet olması büyük hata olduğunu gösteriyor. Eğer mesuliyet varsa, bu ince, külli manayı böyle cüzi bir şahsa tatbik edip mahkemede teşhir eden kimse mesul ve suçlu olur.
Hata 66: Şapka fes gibidir. İman ile hiç alakası yoktur. İman ise tamamen vicdani ve kalbi olduğunu Said bilmekten acizdir.
Cevap: İslam uleması ve müçtehidleri ve Şeyhülislamlar, hususan İmam-ı azam, imanı zedeleyen çok alametleri ve harekatları kaydettikleri halde (hususan şapka ve zünnarın) kütüb-ü kelamiyede dahi ulemanın, imanın muktezasına münafi olduğunun ittifaklarına karşı böyle sözleri yazan ne kadar hata ve yanlış olduğunu divaneler de anlar. Şapka hakkında itiraznamemdeki beyanat ve Risale-i Nurdaki iman-ı tahkikinin harika hüccetleri, Saidin idrakinde acizdir demesini yüzüne çarpar.
Hata 67-68: Şapkanın küfür alameti ve devam-ı ısrarı da dinsizlik olması üzerinde çok durmaktadır. Şapkanın giyilmemesi için propagandaya ve kendi tabirlerince mücadele ve mücahedeye giriştikleri görülmektedir.
Cevap: İtiraznamemde dört beş yerinde gayet kati bir surette bu yanlışın ne kadar manasız olduğunu gösterir.
Hata 69: Nur talebelerinin şapka giymeyerek bere giydikleri müşahede edilmiştir.
Cevap: Nur talebelerinin umumu değil, ehl-i takva olanlar, hususan hayat-ı içtimaiye ile alakası az olanlar lüzumsuz, manasız, secdeye mani olan şapkayı giymediklerini medar-ı mesuliyet zanneden, kendisi hakikat ve adalet ve maslahat-ı millet nazarında mesuldür.
Hata 70: Şapkanın küfür alameti olması ve sayılması bir iman haline geldiği gibi.
Cevap: Kırk sene evvel İstanbul ulemasına verdiğim cevabı, mahkemede beyan ettiğim gibi, bütün ulema-i İslamın istimal ettiği bir tabiri yalnız bana isnat etmek ve bunu da “bir iman haline geldiği” ile tabir etmek, hem İslamiyete, hem ehl-i ilme, hem bana karşı bir ittiham değil, divanecesine bir ihanettir. Ona iade ediyorum.
Hata 71: Medreselerin ve tekyelerin kapanmasından, ezan ve kàmette Allahu ekber denilmemesinden, bunlar ahirzaman alametlerinden sayıldığından, inkılap hareketlerine karşı bir kışkırtmak istediği anlaşılmıştır.
Cevap: Kırk sene evvel bir iki hadisin tevilini beyan ettiğimi ve Diyanet Riyasetinin ulemasının yeni icadlarının fetvasına karşı on beş sene evvel yazdığım bir risaleyi reddetmeyip bana ilişmedikleri halde, bu meseleyi şimdi medar-ı bahsetmek adliye kanunuyla hiç bir münasebeti yok. Makam-ı iddia eski nakaratı tekrar edip, bin dereden su toplamak nevinde isnad etmesi hem yanlış, hem hata, hem de idareye bir zararı muhtemeldir.
Hata 72: “Beşinci Şuanın meselelerini herkese göstermek caiz değildir, mahremdir” ihtarını yapmayı unutmamıştır.
Cevap: Her bahaneyle bizi perişan etmek isteyen gizli düşmanlarımızın şerlerinden tahaffuz ve müddei gibi sathice manalar verilmemek için, “Bu mahremdir, herkese gösterilmesin” denilmesini bir suç sayıp ve suçunu ikrar ediyor manasına çevirmek zahir bir yanlıştır.
Hata 73: Ahmed Feyzi “Bediüzzamanül-Kürdi” kelimesini bulmak için iki kere Muhammed (a.s.m.) kelimesinin tevafukunu göstermiş. Acaba Said el-Kürdi, Peygamberimiz Muhammed Mustafaya (a.s.m.) benzetilmek mi istenilmiştir?
Cevap: Ahmed Feyzinin, Risale-i Nur, Kuranın bir tefsiri olmasından ve her vakit Nübüvvetin şeriatını tatbik eden ve veraset-i Nübüvvet ve اَلْعُلَمَۤاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَۤاءِ hadisine istinaden, biçare Saidi o irsiyette, o Kuran hizmetinde, değil bir benzemek, belki sünnete ittiba etmek manasındaki ilmi ve ebcedi istihracını medar-ı mesuliyet gören, hem تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ رَسُولِ اللهِ manasını anlamayan elbette üç cihette yanlış etmiş. Zat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) güneşinden tereşşuh eden bir zerrecik nuruna mazhariyetini büyük bir saadet telakki eden Saidin elbette yüz bin derece kendi haddinden tecavüz edip ona kendini benzetmeye çalıştığını söyleyen divanedir. Peygamberimiz aleyhissalatü vesselama ittibaı ve sünnetine iktida manasını anlamamış.
Hata 74: İslam tarihinde hiç bir din aliminin Kuran-ı Kerimi ve hadisleri böyle şahsi fikirlere ve maksatlara alet ettiği görülmemiş ve işitilmemiştir.
Cevap: Bunun, bu yanlışında beş vech ile hata var. Hem kitapları, ulemayı, tefsirleri görmediğine ve mana-yı sarihi ile, mana-yı işari ve mana-yı külli ile hususi ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddin-i Kübra ile Muhyiddin-i Arabi gibi binler ulemaların, külli hadiselerine, hatta nefsin cüzi ahvaline dair ayatın mana-yı sarihi değil, işari manalarını beyan sadedinde çok yazıları var olduğu malumdur. Hem ayatın mana-yı işari-i küllisinde her asırda efradı bulunduğu gibi, bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirtleri de bulunduğuna eskiden beri ulema mabeyninde makbul bir riyazi düsturu olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiçbir cihetle ayatı şahsi fikirlere alet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hata eder. Ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder.
Hata 75: Ehl-i Sünnete göre, İmam-ı Mahfi ve İmam-ı Muntazır akidesi batıldır.
Cevap: Mehdi hakkında Şiilerin “On iki imamdan birisi hayatta iken gizlenmiş, ahirzamanda çıkacak” demelerine mukàbil, Ehl-i Sünnetin bir kısmı “İmam-ı Muntazır akidesi batıldır” demişler. Az bir kısım Hanefi uleması da لاَ مَهْدِىَّ اِلاَّ عِيسٰى demişler. Bunda hem Denizlideki ehl-i vukufun bir kısmı, hem makam-ı iddia yanlış mana vermişler. Her asırda mehdi manasına ümmetin fıtri bir ihtiyacına binaen beklemişler. Ve birkaç vecihte, rivayetlerin delaletiyle birkaç mehdi, belki her asırda bir nevi mehdi sadat-ı Ehl-i Beytten geleceği ümmetçe kabul edilmiş. Buna hata diyen bir kaç cihette yanlış eder.
Hata 76: Bir kitapta Mehdiye dair hadislerin kaffesi zayıftır denilmiş.
Cevap: Hangi mesele var ki, bazı kitaplarda ona ilişilmesin? Hatta İbni Cevzi gibi büyük bir muhaddis bazı sahih ehadisi mevzu dediğini, ulemalar taaccüple nakletmişler. Hem her zayıf veya mevzu hadisin manası yanlıştır demek değildir. Belki ananeli sened ile hadisiyeti kati değildir demektir. Yoksa manası hak ve hakikat olabilir.
Hata 77: Bunların zayıf ve muztarip olduğunda ittifak vardır. İmam-ı Şafii değil mevzuu, mürseli de kabul etmediği halde, Said Şafii iken bunları kavl etmesinin hikmeti anlaşılamamıştır.
Cevap: İttifak olmadığına bin seneden beri ehl-i hadis ve ümmetçe bu hakikatın devamı kati bir delildir. Bu da hata içinde bir hatadır. Hem İmam-ı Şafii mürsel ve zayıf hadisleri ahkam-ı şeriyede hüküm çıkarmak için hüccet tutmuyor. Yoksa—haşa—ümmetçe kabul edilen hakikatli hadisleri ahkamda değil, fezail-i amalde ve hadisat-ı İslamiyede hüccetlerini ve delaletlerini kabul etmiştir.
Hata 78: İlm-i gayb Allaha mahsustur. Hiçbir veli tasarrufat yapamaz ve gaybı bilemez. Hatta Peygamber de bilmez. Halbuki, bir risalede işarat-ı hadisiye ile hilafetin mebde ve müntehasını göstermiş.
Cevap: Evet, herkes bizzat gaybı bilmez. Fakat ilam ve ilham-ı İlahi ile bilinebilir ki, bütün mucizat ve keramat ona dayanır. İmam-ı Alinin işarat-ı gaybiyesinin Risale-i Nura işaratına dair bir risalenin ahirinde اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً hadis-i şerifinin işaratında birkaç lema-yı icaziyeyi tam vakıa mutabık güzel bir tarzda ve görenlerin takdirine mazhar olmuş bir beyanı çürük görmek ve itiraz etmek bir cehalet, bir hata eseridir.
Hata 79-80: Gizli cemiyet kurduğu ve din perdesi altında emniyeti bozmak maksadıyla kitap ve mektupların vasıtalarla gönderilmiş olması.
Cevap: Üç mahkeme gizli cemiyet noktasında beraat vermesi ve beş on vilayetin zabıtaları hiç ilişmemesi ve itiraznamemde reddine dair yüz hüccet gösterilmesiyle beraber, böyle on beş sahifede on beş defa tekrarı on vecihte hatadır.
Hata 81: Beşinci Şuanın tevilleri yanlıştır.
Cevap: Bunun ve sair bütün tenkit ve itirazlarının cevapları, itiraznamemin ahirinde kati bir surette zikredilmesinden, kısa kesiyoruz.
Hata-Savab cetvelinin zeylidir
Hata 82: Gizli cemiyeti var. Ve Emirdağında onunla meşgul olmuş.
Cevap: Bu ittihamı hiç bir cihetle ispat edilemeyeceğine ve iftira olduğuna kati delili, şiddetli tarassut ve tam bir inziva ve dünya hadisatına hiç kulak vermeyecek derecede bir tecerrüt ve ihtiyarlık ve zaafiyet ve hastalık içinde bulunmasıdır. Haftada yalnız birtek mektup birtek yere göndermekten başka hiç muhabere etmeyen ve telifi dahi bırakan ve serbestiyet verildiği halde, hadsiz dostları ve onu dinleyecek hemşehrileri bulunan memleketine gitmeyen ve hizmeti için bir iki terzi çırağından başka kimseyi istemeyen ve ziyaret için gelenlerden kırktan birisini birkaç dakikadan ziyade yanında durdurmayan bir garip ve kabir kapısında ve beraat etmiş ve otuz seneden beri siyaseti terk etmiş bir biçare hakkında, bu gizli cemiyet isnadının ittihamı öyle büyük ve insafsızca ve zalimane bir hatadır ki, ona temas edenlerden zerre kadar aklı bulunan, “Bu yalandır ve asılsızdır” der.
Hata 83-84-85: İddiacı demiş: Saidin gizli düşmanı yok. Ve onu zehirleyen yok. Ve zındık namını verdiği ve kırk seneden beri Said onların ehl-i iman hakkındaki ifsadatına karşı Kuranın hakikatleriyle mukabele ettiği bir komite yoktur. Belki onu tazyik eden bir kısım memurlara zındık ve münafık diyor.
Cevap: İddiacının bu ittihamı, hem kaç vech ile hata ve yalan, hem biçare ve aldanmış ve vazife itibarıyla Saidi hapis veya tazip etmiş, bir kısım Müslüman ve ehl-i iman memurlara o münafık ve zındık tabirini vermek büyük bir cinayettir. Ve bu dindar milleti bir tahkir ve ittihamdır ki, Said mükerrer demiş: “O vazifeperver Müslümanlar Nurlara zarar vermeyen ve istifade eden adliye memurları beni idamla mahkum etseler, hakkımı onlara helal ederim” deyip, mümkün olduğu kadar musalahakarane onların vazifelerine dokunacak harekattan çekinen bir münzevi ve garip adam hakkında bu ittiham büyük bir günah ve bir iftiradır. Halbuki Saidi bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamdan görse de, yine tevile çalışır, onu tekfir etmez. Her vakit hüsn-ü zanla hareket ettiği halde ona bu ittihamı yapan, elbette kendisi o ittiham ile tam müttehemdir.
Hem “Gizli düşmanı ve ifsat komitesi yok” demesi öyle bir yalandır ki, komünist ve mason ve taşnak gibi çok komiteler lisan-ı hal ile “Bu iftiradır, biz meydandayız” derler. Ve otuz seneden beri emsalsiz bir tarzda Saidin başına gelen elim hadiseler, hususan bu on ay tecrid-i mutlak ve Saidin herşeyi bırakıp bütün kuvvetiyle Kuran için o mütecaviz din düşmanlarına karşı yüz Nur Risaleleriyle galibane çalışması, o yalan davayı yüz hüccetle tekzip eder.
Hem iddiacının “Onu zehirleyen olmamış” demesi öyle bir hatadır ki, o daima Said ile bulunmak ve sergüzeşte-i hayatına tamamen muttali olmakla ancak o menfi hükmünü ispat ve yirmi sene koltuğum altında işleyen ve görenler hayret eden ve aşılamakla olan zehir çıbanı ve yanımda bulunan dostların görerek şehadetleriyle hem Kastamonuda, hem Denizli hapsinde, hem Emirdağındaki tesemmümlerimi inkar etmekle o hatasını tamir edebilir.
Hata 86: İddiacı der: Zelzele gibi bazı hadiseler, Nurlara hücum zamanında gelmeleri Nurun kerametidir ki, zemin hiddet eder. İşte Saidin bu fiili zemine vermesi dine muhaliftir.
Cevap: Kuranda تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ ayetinde, “Cehennem ehl-i küfre öyle hiddet eder ki, parçalanmak derecesine gelir” manasında olduğu tarzında, teşbih suretinde, Nurlara hücum hatasıyla zemin hiddet eder ve hava ağlar ve kış kızar. Yani, emr-i İlahi ile o mahluklar vazifeleri içinde kuvvet ve kudret-i Rabbaniyenin tecellisine mazhar olup gazab-ı İlahiyi gösterirler. Beşeri ikaz için titrer, ağlar demektir.
Hata 87: Hem tefahura meylini gösterir kendini müceddid bilir.
Cevap: İddiacının “Tefahura meyli var, kendini makam sahibi bilir” demesine cevap:
Evvelen: “Ben al-i Beytten sayılabilirim” demekten maksadım, وَعَلٰۤى اٰلِهِ duasında dahil olmak için bir ricadır.
Saniyen: Nefs-i emmaremi tebrie etmem. Her fenalığa meyli olabilir. Fakat o nefsin kırk sene belasını çeken ve otuz beş seneden beri onun şerlerinden ve heveslerinden çekilmeye çalışan ve amalde bütün kuvvetini ihlasta gören ve o halini yakın dostları müşahede eden ve Nurun eczaları ve onun müstenkifane ve müstağniyane halkın hürmetinden ve medihlerinden çekilmesi, onun mahviyetkarane meşrebine şehadet eden bir adamı bu ittihamla mesul etmek, pek insafsızca bir hatadır.
Hem Said “Nurlar bir sadaka-i makbule gibi belaların define bir vesiledir” deyip muhtaçları Nurlara teşvik için bazı fevkalade ihsanat-ı İlahiyeyi bir nevi keramet-i Nuriye ve bir lema-i mucize-i Kuraniyeyi, hakikatlerinin bir tefsiri olan Nurlara inikas etmiş demesinin ve izhar etmesinin sebebi ise:
Bu millet ve vatana tam bir hizmet-i imaniye yapmak için, o ikramat-ı İlahiyeyi bazan yazar, ta Nurlara itimad ve hüccetlerine kanaat gelsin. Yoksa bu kadar insafsız muarızlara ve evhamlı memurlara karşı, zayıf, fakir ve garip biçare bu kudsi hizmet-i milliye ve vataniyeyi yapamazdı. Bin dereden su toplayan ve habbeyi kubbeler yapan iddiacı gibiler mani olurdu. Nurların makbuliyetine imza basan ve şehadet eden bine yakın işaret-i gaybiye ve emarat ve vakıatı, Sikke-i Gaybiye mecmuası delilleriyle ispat etmiş. Bin ince ipler toplansa koca bir halat olur.
Hata 88: İddiacı der: Nur, tefsir değil. Hem bazen akideye muhalif gider.
Cevap: Tefsir iki kısımdır. Biri ibaresini izah eder, biri de hakikatlerini ispat eder. Nurlar bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarı olduğuna, ehl-i dirayet ve dikkat yüz binler şahitler var. Ve Mısır, Şam ve Haremeyn-i Şerifeynin muhakkik alimlerinin ve İstanbul ve sair yerlerin müdakkik hocalarının Nurları tasdik edip ilişmemeleri ve Saidin müddet-i hayatında mantıki ve galibane mücadele-i ilmiyesi, iddiacının bu isnat ve ittihamını tekzip ve reddeder.
Hata-Cevap 89: İddiacı, eski zamanda Ehl-i Sünnete karşı Hasan Sabbah, Batıniyyun mezhebiyle ve Şeyhül-Cebel bir galat-ı Şia tarikıyla meydana çıkıp siyasi sarsıntı vermeleri gibi, Saidi onlara benzetmesi ve ittiham etmesi pek acip bir yanlıştır. Evet, sünnete muhalif hareket etmemek ve siyasete karışmamak için yirmi üç sene işkenceli esareti, hapsi, ihanetleri kabul eden ve siyasete girmemek için bütün dünyevi rütbelerinden yüzünü çeviren biçare Saidi onlara benzetmek öyle soğuk bir hatadır ki, bu günlerde hararetli ümitlerimizi kıran o iddianın aynı zamanında gelen kar ve soğuktan daha bariddir.
Hem iddiacı, güya dünyada ebedi kalınacak ve herkes her cihetle dünya maksatlarına çalışıyor itikadında bulunur gibi, diyor: “Said inkılap aleyhinde ve emniyeti ihlal fikriyle mukaddesatı alet yapıp halkı fesada teşvik ediyor” diye ittihamı öyle bir yanlıştır ki, Nurun bütün kudsi hakikatlerinin ve talebelerinin uhrevi alakaları onu reddederler. O iddiacı bilsin ki, birtek hakikat-ı imaniyeyi dünya saltanatıyla değiştirmeyiz. Ve birtek nükte-i Kuraniyenin bir paşalık rütbesinden daha ziyade yanımızda ehemmiyeti var.
Hata-Cevap 90: İddiacı, bin dereden su toplamak gibi, Nur şakirtlerinin birbirlerine karşı muhabbetkarane ve hususi hissiyatlarını ve Nurlardan istifadelerini, samimane ve bazen müfritane gösteren mektuplarını bir esas yaparak cerbezesiyle onlardan medar-ı ittiham çıkarıp bizi irtica ile ittiham etmeye çalışması öyle bir hatadır ki, kabrinde onun çok azabını çekecek. Mesela, uzak bir köyde Muallim Mustafa Sungurun bir mektubunu hem ona, hem bize medar-ı irtica yapıyor. Acaba o genç muallim, Nurlarla hakiki ve imanlı bir muallim ve masum çocuklara hüsn-ü ahlak sahibi bir terbiye edici vaziyetine girmesine şükür ve hamd manasında, “Ben eski sefahet ve dalaletimden kurtuldum” demesiyle bir irtica olur mu? İrtidattan çekinmek ve dalaletten sakınmakla bir fesat, bir irtica değil, belki dersini dinleyecek masumlar adedince bir ıslah, bir manevi terakkidir.
Son Posta gazetesine yazdıranların ve ihbar edenlerin ve mahkemeyi mecbur edip bize ceza verdirenlerin iltibasları, sehiv ve yanlışları.
1. Yedinci Ricada, “Ankara Kalasında dört beş ihtiyarlığın ve hilafet saltanatının vefatı beni mahzun eyledi” demiştim. On dört sene evvel Eskişehir Mahkemesi bu kelimeye ilişti. Ben dedim: “Saltanatın vefatı değil, belki hilafet saltanatının vefatı demişim. Siz bir ن u okumadınız.” Sonra sustular.
2. Latin harflerinin kabulü değil, belki Kuran hurufunun dersinin menine yirmi sene evvel bir mahrem risalede itiraz etmişim.
3. Otuz kırk sene evvel hakaik-ı Kuraniyeye müdafaa için, bütün İslam müçtehidlerine ve müfessirlerine ittibaen, Kuranın irsiyet ve tesettür hakkındaki sarih ayetlerini tefsirim ve dört beş defa hükümetin tetkikinden geçtikten sonra bize iade edilen yalnız Tesettür Risalesi bahanesiyle kanunen değil, belki kanaat-i vicdaniye ile bana hafif ceza çektiren ve mürur-u zamana uğrayan ve af kanunları gören ve Denizli ve Temyiz mahkemelerince beraat kazanan birkaç cümleye yanlış mana verip bize ceza vermesini haklı gören Son Posta gazetesi düşünsün ki, ne kadar o neşriyatta hata var. Efkar-ı ammeyi aldatmamak lazımdır.
4. Nurun bir şakirdinin hususi kanaatini umum Nurculara vermesi ve birisinin hususi bir dostuna yazdığı adi bir mektubu mevhum bir gizli cemiyetin naşir-i efkarı telakki etmesi ve otuz kırk senede telif edilen yüz otuz risaleyi bu sene yazılmış ve hiç mahkemeleri görmemiş gibi, üç dört mahrem risalede olan otuz kırk kelimeyi, yüz otuz Risale-i Nurdaki bütün yüz bin kelimelere teşmil edip umumunu mesul etmesi ve yirmi üç seneden beri beni tarassut ve nezaret altında tutan ve dört beş mahkemelere sevk eden ve beş altı defa Risale-i Nurun ekseriyet-i mutlaka eczalarını müsadereden sonra iade eden beş altı vilayetin hükumetlerini ve adliyelerini ve zabıtalarını bizim o mevhum, asılsız suçlarımıza tam teşrik etmesidir.
5. Nurun mahrem parçalarında tesadüf ihtimali, kanaatimizce bulunmayan bazı tevafukat-ı gaybiye ve tetabukat-ı riyaziye ve ebcediye ve çok işarat-ı Kuraniye bilittifak hem mana, hem riyazi ve cifri hesabıyla Risale-i Nurun makbuliyetine imza basmaları ve İmam-ı Ali Celcelutiyesinde sarahate yakın Risale-i Nurdan haber vermesini ve Gavs-ı azamın (k.s.) yine imza basmasını bizler kati bir kanaatle hakkımızda bir inayet-i Rabbaniye ve bir ikram-ı Sübhani ve Nurların makbuliyetine bir işaret-i gaybiye ve Kuranın bir mucize-i maneviyesi olan Risale-i Nurdaki hakaik-ı imaniyenin bir nevi keramatı biliyoruz. Biz, hususan ben, gayet derece kuvve-i maneviyeye ve kudsi teselliye çok muhtaç olduğumuz bir zamanda, ihtiyarımızın haricinde bu işarat-ı gaybiyeyi gördük ve tasdik ettik. Fakat bir zaman gizledik. Sonra, şahsımın aleyhinde pek şiddetli propaganda ve eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat başlamasıyla Nurlara muhtaç ve müştaklar çekinmeye başlamamak için, has kardeşlerime gösterdim; onlara çok faide verdiği için bir derece izhar ettik.
Yirmi iki sene eşedd-i zulme hedef olduğumun ve hukuk-u medeniyeden iskat edildiğimin tek bir nümunesi şudur ki: On bir ay tecrid-i mutlakta hizmetçilerim ve has kardeşlerim bana temas etmemek için şiddetle yasak edilip aleyhimizde müddeiumumi altmış sahife ve mahkeme elli bir sahife iddianame ve kararname yazdıkları halde, çok rica ettiğimizle beraber yalnız iki günde üç dört saatten başka izin vermediler. Ben yeni hurufu bilmediğimden çok yalvardım ki, “Benim dilimi bilecek ve bana kararnameyi ve iddianameyi okuyacak ve benim itiraznamemi yazacak bir talebemin yanıma gelmesine izin veriniz.” İzin vermediler. Hatta dört saat yüz yanlışını ispat ettiğimiz iddianameyi ve birkaç ay sonra, daha garazkarane, bin dereden su toplamak ve yanlış mana vermekle aleyhimizde pek şiddetli ikinci bir iddianameyi bize dinlettirdikleri halde, çok yalvardım ki, “Üç sahifecik mukabelemi okumaya müsaade ediniz.” İzin vermediler.
Medar-ı hayrettir ki, beni konuştursaydılar, Nurun dünyaya baktığı nadir bazı cümlelerini lehimde söyleyecektim. Kararnamede aynı cümleleri, yanlış mana vererek aleyhimde yazmışlar. Ben de mahkemeye, verdikleri cezaya mukàbil teşekkürname yazdım: “Benim bedelime siz, Risale-i Nurun bir kısım mühim fıkralarını neşredip bir cihette Nurcu olduğunuzu ispat ettiniz.” Ben de şimdiye kadar bana hilaf-ı kanun verdikleri azap ve sıkıntıdan onlara hakkımı helal ettim.
Acaba garip, hastalıklı, çok ihtiyar, ziyade zayıf, tam fakir ve yarım ümmi ve kendini çok biçare bilir ve hodfuruşluktan ve tasannudan kaçmak isteyen bir adam, vatan ve millete, belki alem-i İslama ehemmiyetli alakası bulunan bir vazife-i imaniye ve Kuraniyeyi hakkıyla yapmak için, siyasetle alakaları bulunmayan bazı zatların yardımlarını ve ondan kaçmamalarını temin etmek fikriyle kati kanaat getirdiği ve büyük edipler ve meşhur alimlerin kabul ettikleri bir kaide ile, binden ziyade işarat-ı gaybiyeden ve yüz hadisatın tam tamına tevafuklarından bir kısmını izhar etmesi, hiçbir cihetle medar-ı itiraz ve mesuliyet olabilir mi ve dine muhalif ve kanuna aykırı olur mu diye, Son Posta gazetesinden ve bizi suçlu yapandan soruyorum.
6. Bir adam otuz sene evvel اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ deyip efkarında ve hayatında bir düstur yapan ve yirmi beş sene gazeteleri okumayan ve dinlemeyen ve on sene Harb-i Umumiyi bilmeyen, merak etmeyen, sormayan ve on iki sene zarfında hükumetin erkan ve vükela ve mebuslarının kimler olduğunu bilmeyen ve dünyanın en hoş mertebelerine hiç ehemmiyet vermeyen ve bu halini mahkemelerdeki bütün dostlarını şahit göstererek dava edip bir cihette ispat eden ve imanın cüzi bir hakikatine ve Kuranın bir kudsi nüktesine dünya saltanatından ziyade ehemmiyet verip bütün hayatını öyle hakikatlere sarf eden ve dünya ahvalini ahiret işlerine tercih edenleri divaneler telakki eden o münzevi adamı, siyaset-i dünyeviye ile ve gizli entrikalarla ittiham etmek ne kadar çirkin ve zalimane bir yanlış olduğunu, ceza verdirenlerin ve Posta gazetesine ihbar edenlerin vicdanlarına havale ediyorum.
Temyiz Mahkemesine, temyiz layihası olarak iddianameye karşı büyük itiraznamemi takdim ediyorum.
Afyon Cezaevinde on bir ay tecrid-i mutlakta azap çeken
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aşağıda yazılan fıkraların mukaddimesidir.
Mahkeme-i Temyizin lehimizde olarak aleyhimizdeki Afyon kararnamesini haklı ve hakikatli delillerle bozmasına bir cüzi yardım etmek fikriyle, kararnamede olan sehivlerden bir kısmına kısa işaretler için, aşağıda onların mahrem risalelerden suç mevzuu diye zikrettikleri fıkraları aynen kaydedip yanlışlarını göstererek, bizi mahkum edenleri mesul ederiz.
Ezcümle: Beni şiddetli ceza ile mahkum etmek için bütün suçlarımın fihristesi olarak kararın ahirinde yazmışlar ki: “Said Nursinin reddettiği maddeler: Biri, saltanat ve hilafetin ilgası.” Hem hata, hem sehivdir. Çünkü, İhtiyar Lemasında “Hilafet saltanatının vefatı beni mahzun eyledi” diye yazdığımı on beş sene evvel Eskişehir Mahkemesine cevap verdim, sustular. Mürur-u zamana uğramış, af kanunu ve beraat görmüş ehemmiyetsiz bir hatırayı suç sayan, kendisi suçlu olur.
Hem bu mevhum suça bir senet diye, benim bir Lemada ve Mucizat-ı Ahmediyede (a.s.m.), bir hadiste,
اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِي ثَلاَثُونَ سَنَةً ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا وَفَسَادًا وَجَبَرُوتًا yani, Hulefa-i Raşidinden sonra bir fesat olacak. İşte bu hadis üç mucize-i gaybiyeyi gösterdiğini bir eski risalemde yazmıştım. Kararname benim bir suçum olarak, “Said bir risalede demiş: Hilafetten sonra ceberut ve fesat olacak.”
Ey sathi heyet! Bir işaret-i gaybiyede, bu zamanımızda maddi ve manevi en büyük bir fesad-ı beşeriyi ve zemini zir ü zeber eden bir hadiseyi haber veren bir hadisin icazını beyan etmeyi suç sayan, maddeten ve manen suçludur!
Hem suçlarından diye: “Tekye ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması ve laikliğin kabulü, İslamiyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, Latin harflerinin huruf-u Kuraniye yerinde cebren kabulü, Türkçe ezan ve kàmet okunması, mekteplerde din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler derecesinde irsiyet ve hak tanınması ve taaddüd-ü zevcatın kaldırılması gibi inkılap hareketlerini bidat, dalalet, ilhaddır diyen, irtica ile suçludur” diye yazmışlar.
Ey insafsız heyet! Eğer her asırda üç yüz elli milyonun kudsi ve semavi rehberi ve bütün saadetlerinin programı ve dünyevi ve uhrevi hayatın mukaddes hazinesi olan Kuran-ı Mucizül-Beyanın tesettür ve irsiyet ve taaddüd-ü zevcat ve zikrullah ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeair-i diniyenin muhafazası haklarında gelen ve tevil kaldırmaz sarih çok ayat-ı Kuraniyeyi inkar etmek ve bütün İslam müçtehidlerini ve umum şeyhülislamları suçlu yapmak mümkünse ve mürur-u zamanı ve müteaddit mahkemelerin beraatlerini ve af kanunları ve mahremiyet ve mahrem vechini ve hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükumetlerden kaldırabilirseniz, beni bu şeylerle suçlu yapınız. Yoksa siz hakikat ve hak ve adalet mahkemesinde dehşetli suçlu olursunuz.
Said Nursi
Mahkemenin—hayretle—aleyhlerinde iken, aleyhimizde yazdığı bir fıkradır.
Ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsi ve hakikatli bir düstur-u İlahiyi üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üç yüz elli senede geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkum eden haksız bir kararı, elbette ru-yi zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakz edecektir.
Mahkemenin taaccüp ve takdirle kararnamede yazdığı bir fıkra olup, güya aleyhimizdedir! Halbuki, onları mahkum eder.
Yirmi Altıncı Mektupta Said Nursi kendisinden bahisle:
Bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var ki, birbirinden çok uzaktırlar.
Birincisi: Kuran-ı Hakimin hazine-i aliyesinin dellallığı cihetindeki muvakkat ve sırf Kurana ait bir şahsiyetim var. Onda dellallığın iktiza ettiği pek yüksek ahlak var ki, o benim değil; ben sahibi değilim. O makamın ve vazifenin iktiza ettiği bir seciyedir. Bende bu neviden ne görseniz, benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır.
İkincisi: Ubudiyet vaktinde, dergah-ı İlahiye müteveccih olduğum vakit, Cenab-ı Hakkın ihsanıyla muvakkat bir şahsiyet görünüyor ki, o şahsiyetin bazı asarı var. O asar, mana-yı ubudiyetin esası olan kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergah-ı İlahiye iltica etmek noktalarından ileri geliyor ki, o şahsiyetle kendimi herkesten ziyade bedbaht, biçare, aciz, fakir ve kusurlu görüyorum. O vakit bütün dünya beni medh ü sena etse, beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemalim.
Üçüncüsü: Hakiki şahsiyetim, yani, Eski Saidin bozması bir şahsiyetim var.
Onda Eski Saidden irsiyet kalma bazı damarlar var ki, bazen riya ve hubb-u caha bir arzu bulunuyor. Hem asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde iktisada düşkün ve pest ahlaklar görünüyor. Sizi bütün bütün kaçırmamak için bu şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve su-i hallerini söylemeyeceğim.
Cenab-ı Hak merhametkarane inayetini benim hakkımda böyle göstermiş ki, en edna bir nefer gibi bu şahsımı en ali ve has bir mürşid hükmünde olan esrar-ı Kuraniyede istihdam ediyor. Yüz bin şükür olsun. Nefis cümleden edna, vazife cümleden ala!
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبىِِّ
Mahkeme dehşetli korkarak kararnamede aleyhimizde kaydettiği bir cümledir. Halbuki, on beş sene evvel yazılan o şiddetli cümle, sonradan bu gelen cümle ile tadil edilmiş.
“Kardeşlerim, masumların ve ihtiyarların hatırları için beni zulmen öldürenlerden intikamımı almayınız. Azab-ı kabir ve sakar onlara yeter” fıkrası, onları insafa getirmek lazımdı.
“Madem sizlerle—itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran—külli bir muhalefetimiz var. Siz, dininizi ve ahiretinizi dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette mabeynimizde, tahmininizce bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi, hilafınıza olarak, dünyamızı dinimiz uğrunda ve ahiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zalimane ve vahşiyane hükmünüz altında bir iki sene zelilane geçecek hayatımızı kudsi bir şehadeti kazanmak için feda etmek, bize ab-ı kevser hükmüne geçer. Fakat Kuran-ı Hakimin feyzine ve işaretine istinaden, sizi titretmek için size kati haber veriyorum ki, beni öldürdükten sonra yaşayamayacaksınız. Kahhar bir el ile bu fani cennetinizden ve mahbubunuz olan dünyadan tard edilip ebedi zulümata çabuk atılacaksınız. Arkamdan pek çabuk sizin nemrutlaşmış reisleriniz gebertilecek ve yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u İlahide yakalarını tutup adalet-i İlahiye onları esfel-i safiline atmakla intikamımı alacağım.
“Ey din ve ahiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz. İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz. Ben rahmet-i İlahiyeden ümit ederim ki, mevtim hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacak. Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa göreceğiniz de var” deniliyor ve bir ayetle bitiriliyor.
Mahkeme aleyhimde yazmış. Halbuki onları ifratla ittiham eden bir fıkradır.
Ankarada Mustafa Kemalin şiddet ve hiddetle divan-ı riyasete girip “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyleri yazdın, içimize ihtilaf verdin” dediğini, Saidin de ona “Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduttur” dediğini, sonra Mustafa Kemal bir nevi tarziye verip hiddetini geri aldığını ve Mustafa Kemalin hissiyatını ve prensiplerini rencide ettiği halde kendisine ilişmemesini ve bu cebbar kumandanların adeta Eski Saidden korkmalarının Risale-i Nurun ilerideki kahraman şakirtlerinin şahs-ı manevisinin harika bir kuvveti ve Risale-i Nurun parlak bir kerameti olduğu yazılıyor.
Aleyhimizde yazılan, fakat mahkemeyi mesul eden bir fıkradır.
“Ayasofyayı puthane ve Meşihatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfi kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz” denilmektedir.
29.8.1948 tarihli dilekçesinde, “Bir fikir kalbime gelmiş, şöyle ki: Hükumet beni tam himaye ve bana yardım etmesi milletin maslahatına ve vatanın menfaatına çok lüzumlu iken beni sıkması ima eder ki, benimle mücadele eden gizli zındıka komitesiyle şimdi onlara iltihak eden komünist komitesinden bir kısmı, ehemmiyetli resmi makamları elde ederek karşıma çıkıyorlar. Hükumet ise ya bilmiyor, ya müsaade ediyor. Kahraman bir milletin ebedi bir medar-ı şerefi ve Kuran ve cihad hizmetinde dünyada bir pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılıçlarının pek büyük ve antika bir yadigarı olan Ayasofya Camiini puthaneye ve Meşihat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olmasına imkan var mıdır?”
Mahkemenin Saidi cezalandırmak için en kuvvetli tahmin ettikleri fıkradır. Saidin gizli düşmanlarına karşı Denizli Mahkemesinde istimal ettiği bu sözünü, mahkeme bütün bütün yanlış mana vererek devlete ve hükumete çevirip tecziyeye sebep göstermiş.
“Bu inkılapları mevki-i meriyete koyan devletin bir kısım yeni kanunlarına cebr-i keyfi-i küfri, cumhuriyete istibdad-ı mutlak, rejime irtidad-ı mutlak ve bolşeviklik ve medeniyete sefahet-i mutlaka demiş.”
Mahkemenin kararnamesinde hayret ve takdirle yazılan bir fıkradır.
Risale-i Nuru yazmanın uhrevi ve dünyevi pekçok faideleri olduğu, bunların da:
1. Ehl-i dalalete karşı manen mücahede etmek.
2. Üstadına neşr-i hakikatte yardım etmek.
3. Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmek.
4. Kalemle ilmi tahsil etmek.
5. Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen tefekküri ibadeti yapmak.
6. İman ile kabre girmektir.
Beş türlü de dünyevi faideleri var:
1. Rızıkta bereket.
2. Kalbde rahat ve sürur.
3. MAyşette sühulet.
4. İşlerinde muvaffakiyet.
5. Talebelik faziletini almakla, bütün Risale-i Nur talebelerinin dualarına hissedar olmak olduğu ve bunların yakında gençlik tarafından idrak olunup üniversitenin bir Nur mektebi haline döneceği yazılıyor.
Medar-ıhayrettir ki, bu samimi fedakarlığı suç saymışlar.
Gizli münafıkların takip ettikleri iki plandan birisi: Benim haysiyetimi kırmakla güya Nurların kıymeti düşecek!
İkincisi: Nur şakirtlerine telaş ve fütur vermekle Nurların intişarına mani olunacak!
Hiç korkmayınız. Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsi hakikate bizim gibi bazı biçarelerin başları da feda olsun!
Pek aciptir ki, merhum Hasan Feyzinin gayet halisane ve ayn-ı hakikat ve vakıa mutabık ve hiç zararı olmayan ve çoklara menfaatli olan takrizini ve methiyesini bir suç mevzuu diye Nurun bir mecmuasının ahirinde bulunmasıyla o mecmuanın müsaderesine vesile yapmak istenilmiş.
Hasan Feyzinin bir mektubu vardır. Hülasası:
“Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili ve hakkın ilhamı olup onun izniyle yazıldığına şüphe yok… Ben kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitaptan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbani ve Kuraniyim. Bir layemutun eserinden fışkıran kerametli bir Nurum… Sen çok feyizli ve rahmetli bir hak kitapsın. Bazı has ve halis talebelerini evliya ve asfiya nişanlarıyla taltif ve tezyin ediyorsun.
Hem mahkemelere senin eczaların bir mücrim, bir maznun sıfatıyla değil, belki bir muallim, bir mürebbi ve bir mürşid olarak girmiştir. Her divan-ı adalette en büyük dehşet ve savletini azamet ve izzetine parlak ve şaşaalı bir surette gösterdin. Onları da iman ve Kuran suyuyla yıkadın.”
“Ey Risale-i Nurun bir hadimi ve tercümanı olan Üstadım! Allahın abdi ve İmam-ı Alinin manevi veledi ve Gavs-ı azamın (k.s.) müridi olan Üstadım! Beni huzur-u ali-yi irfanına çıkar. İşte ancak bir kilo kadar olan bir aylık erzakı ve zahiresi paket halinde kağıtta sarılı ve çivide asılı duruyor. O yokluk içinde tükenmez bir varlığa kavuşuyor. Hediye ve behiyeleri almaktan çekiniyor. Zekat ve sadakaları, teberrük ve teberruları alsaydı, bugün bir milyon servet sahibi olurdu.”
Risale-i Nur tesmiyesinin dokuz sebepleri içinde yalnız birisine ilişmişler. “Nur isimli, has şakirtlerinden göremiyoruz” demişler. Haşiyede cevap verildiği gibi, şimdi de Nuri Benli ve Küreli Saatçi Nuri, Nur hizmetinde mümtazdırlar. Demek tenkit edemiyorlar, cüzi bahanelere mecbur oluyorlar.
Yirmi Altıncı Söz Risalesinde otuz üç adet Sözlerin, otuz üç adet Mektupların, otuz bir adet Lemaların ve on üç adet Şuaların mecmuuna Risale-i Nur denilmesinin sırrı şudur ki:
Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rast gelmiş. Ezcümle, karyem Nurstur, merhum validemin ismi Nuriyedir. Nakşi üstadım Seyyid Nur Muhammeddir. Kàdiri üstadlarımdan Nureddin, Kuran üstadlarımdan Nuri, talebelerimden benimle en ziyade alakadar Nur isimli bulunanlarıdır. (Ne gariptir ki, mühim Nur şakirtleri arasında Nuri isimli kimseye rastlanmamaktadır.) Hem kitaplarımı en ziyade izah ve tenvir eden Nur temsilleridir. Hem hakaik-i İlahiyede müşkülatımın ekserisini halleden Esma-i Hüsnadan Nur ism-i nuranisidir. Hem Kurana şiddet-i şevk ve inhisar-ı hizmetim için hususi imamım Osman-ı Zinnureyndir .
Hücumat-ı Sitte ve Zeyli, hem yirmi sene evvel, hem şiddetli ve zalimane bir tecavüze karşı, hem gayet mahrem, hem mahkemeleri görmüş, hem hiddet zamanında yazılmış, hem İkinci Harb-i Umumi zamanı, o hiddeti haklı göstermişken; şimdi yazılmış gibi suç sayıp müsadere etmek, adaletten çok uzaktır.
“Hücumat-ı Sittenin Zeyli” başlıklı yazı, “İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için şu mahrem zeyl yazılmıştır. Yani, Tuh o asrın gayretsiz adamlarına! denildiği zaman, yüzümüze tükrükleri gelmemek veyahut silmek için yazılmıştır. Avrupanın insaniyetperver maskesi altındaki vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Bu asırda yüz bin cihette Yaşasın Cehennem dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir” yazısıyla başlıyor.
“Bu yakınlarda ehl-i ilhadın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimane ve dinsizcesine tecavüz nevinden, hususi ve gayr-ı resmi, kendim tamir ettiğim bir mabedimde bana ve hususi bir iki kardeşimle hususi ibadetime ve gizli ezan ve kàmetimize müdahale edildi. Niçin Arabi kàmet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz? denildi. Sükutta sabrım tükendi. Kàbil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderatıyla keyfi istibdatla oynayan bir kısım Firavunmeşrep gizli komitenin başlarına derim ki: Ey ehl-i bida ve ilhad! Altı sualime cevap isterim.
“Birincisi: Dünyada hükumet süren, hükmeden her kavmin, hatta insan eti yiyen yamyamların ve vahşi canavar çete reislerinin dahi bir usulü var, bir düstürla hükmeder. Siz hangi usulle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Böyle hususi ibadette kanun olmaz.”
Medar-ı teessüftür ki, hem eski, hem mahrem, hem hakikatli olan İşarat-ı Sebada bir iki cümleye ilişip müsaderesine ve bize suç yapmaya çalışmışlar. Halbuki o hakikat o kadar kuvvetlidir ki, bütün beşeriyete ve dünyaya ilan edilecek bir maslahat-ı hayat-ı içtimaiyedir.
Dünyada en büyük ahmak odur ki, dinsiz serserilerden terakkiyi ve saadet-i hayatiyeyi beklesin. Böyle ahmaklardan mühim bir mevkiyi işgal eden birisi demiş ki: “Biz Allahallah diye diye geri kaldık. Avrupa top tüfek diye diye ileri gitti.”
“Cevabül-ahmak es-sükut” kaidesince, böylelere karşı cevap sükuttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht gafiller de bulunduğundan deriz ki: Ey biçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Madem ölüm var, kabre girilecek. Bu hayat gidiyor, baki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse, bin defa Allahallah demek lazım gelir.
Mucib-i hayrettir ki, On Altıncı Lemada bizim lehimizde olan bir cümleyi aleyhimize çevirip o kıymettar menfaatli risalenin müsaderesine meyil göstermişler.
On Altıncı Lemadan:
“Harp belası bizim hizmet-i Kuraniyemize mühim bir zarardır. Kàdir-i Külli Şey bir dakikada bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semanın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları izale edip hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin; o vakit kendi kendine iş düzelir.
“Madem ki sizin elinizdeki nurdur. Nurdan zarar gelmez. Neden arkadaşlarınıza ihtiyat tavsiye ediyorsunuz?” Bu suale karşı muhtasar cevabım şudur:
“Baştaki başların bir kısmı sarhoştur, okumaz. Okusa da anlamaz, yanlış mana verip ilişir. İlişmemek için, aklı başına gelinceye kadar göstermemek lazımdır. Onun için kardeşlerime tavsiye ediyorum ki, ihtiyat etsinler, naehillerin ellerine hakikatleri vermesinler” denilmektedir.
Tesettür, Kuranın emri ve çok kuvvetli cevabı verilmiş ve eski yazılmış ve cezayı çektirmişken yine suç yapmaları ve İhtiyar Lemasından gayet kıymetli ve herkese menfaatli ve Rehberde yazılmış bir hakikatin yalnız başını yazıp bir suç mevzuu diye müsaderesine yürümek gösteriyor ki, medar-ı tenkit birşey bulamıyorlar.
Yirmi Dördüncü Lemada, tesettür hakkında, tesettür Kuranın emri olduğunu izahtan sonra, “Mesmuatıma göre, merkez-i hükumette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet adi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayasız yüzlerine bir şamar vuruyor” denilmektedir.
Yirmi Altıncı Lema, ihtiyarlar hakkında, “Ankaranın eskimiş kalasının başına çıktım. O kala tahaccür etmiş hadisat-ı tarihiye suretinde bana göründü. Benim ihtiyarlığım, kalanın ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı, hilafet saltanatının vefatı bana gayet hazin geldi. Firkatli bir halet içinde, geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın tepelerine baktım. Mazi, teselli yerine dehşet verdi; istikbal, benim ve emsalimin ve nesl-i atinin büyük ve karanlık bir kabri suretinde göründü. Hazır günüme baktım. Ölümle bir hareket-i mezbuhanenin ıztırabını çeken cismimin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde göründü” denilmektedir.
Onlar bunu çok takdir etmeleri lazımken tenkit etmişler, suç mevzuu yapmışlar.
“Darül-Hikmetil-İslamiyede aldığım maaştan çoğunu sarf etmiştim. Az bir kısmını hacca gitmek için sakladım. O cüzi para iktisat ve kanaat bereketiyle bana kafi geldi. Yüz suyumu döktürmedi. O mübarek paradan biraz daha var” deniliyor.
Yirmi İkinci Lema mahrem işaretli ve “En has ve halis ve sadık kardeşlerime mahsustur” kayıtlıdır. “Birinci İşaret: Sen ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki onlar her fırsatta senin ahiretine karışıyorlar? Bu suale cevap verecek Isparta vilayetinin hükumeti ve bu vilayetin milletidir.”
Şefkat-i imaniyeden gelen bu masumane ve halisane ve hayretkarane ümit ve arzu ve temenniyi bir suç tevehhüm edenler, elbette kendileri suçludurlar.
Said imzalı bir mektupta, “Yedi yaşından on yaşına kadar masum çocuklar, faytonla gezdiğim vakit, beni görünce koşuşup ellerime sarılmalarının hikmeti nedir? diye hayret ediyordum. Birden ihtar edildi ki, küçük masumlar taifesi bir hiss-i kablelvuku ile, Risale-i Nurla saadet bulacaklarını ve tehlike-i maneviyelerden kurtulacaklarını hissettiklerini anladım” denmektedir.
Bu fıkra, başta lehimde ve ahirde bir arzu ve bir temenni iken, suç saymak insaftan hariçtir.
Bir kısım ayetler ve hadislerin müttefikan bu asırda bir hakikat-i nuraniyeye işaret ettikleri ve ahirzamanda gelecek bir müceddid-i ekberi gösterdikleri ve o gelecek zatın ve cemiyetinin üç vazifesinden en ehemmiyetlisi imanı kurtarmak olduğu ve şeriatı ihya ve hilafeti tatbik gibi çok geniş dairede hükmeden bu iki vazifesini nazara almamalarının zararsız olduğu, fakat Nurun muarızlarının, hususan siyasi taifenin tenkidine ve hücumuna vesile olabileceği, onun için kendisinin müdakkik kardeşimizin risaleciğinin bir kısmını ve bazı cümlelerini kaldırıp tadil ederek göndereceği yazılıyor.
Said Nursi imzalı bir mektupta, darülfünuna inkılap eden Harbiye Nezaretinin kapısındaki اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا وَيَنْصُرَكَ اللهُ نَصْرًا عَزِيزًا hatt-ı Kuraninin üzeri mermer taşlarla kapatılmışken, meydana çıkarılması, şimdi yeniden hatt-ı Kuraniye bir nümune-i müsaade ve Risale-i Nurun takip ettiği maksadına bir vesile ve üniversitenin bir Nur medresesi olmasına işaret olarak gösterilmektedir.
Tekbiratül-Huccac mektubumda hakikat ve izahıma karşı tenkitlerine, Hüsrevin ahirdeki haşiyesi tam cevaptır.
Saidun-Nursi imzalı “Tekbiratül-Huccac fi Arafat” başlıklı mektupta, “Nurun ehemmiyetli bir kısım şakirtleri pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini musırrane kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Bu bir tezattır. Hallini isteriz” diye sormaları sebebiyle, onlara cevap olmak üzere, bundan sonra gelecek Mehdi-i Resulün temsil ettiği kudsi cemaatin şahs-ı manevisinin üç vazifesi olduğu, bunların imanı kurtarmak, hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanıyla şeair-i İslamiyeyi ihya etmek ve inkılabat-ı zamaniye ile çok ahkam-ı Kuraniyenin ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunlarının bir derece tatile uğramasıyla o zat bu vazife-i uzmayı yapmaya çalışır. Nur şakirtleri birinci vazifeyi tamamıyla Risale-i Nurda gördüklerinden, ikinci, üçüncü vazifeleri de, buna nisbeten ikinci, üçüncü derecededir diye, Risale-i Nurun şahs-ı manevisini haklı olarak bir nevi mehdi telakki ediyorlar. Bir kısmı, o şahs-ı manevinin bir mümessili olan biçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Hatta, evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nuru aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, bu tahkikatla teville anlaşılır diyorlar. İki noktada bir iltibas var; tevil lazımdır.
Birincisi: ahirde iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller. Fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam avamda ve ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri üç vazifeden birisini bir cihette yapması itibarıyla, ahirzamanın büyük mehdisi ünvanını almamışlar.
İkincisi: ahirzamanın o büyük şahsı, al-i Beytten olacak. Gerçi manen ben Alinin bir veled-i manevisi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım. Ve al-i Muhammed (a.s.m.) bir manada hakiki Nur şakirtlerine şamil olmasından, ben de al-i Beytten sayılabilirim. Fakat Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsi makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz. Nurda ihlası bozmamak için uhrevi makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur bilirim diye, yarı muvafakat şeklinde bir cevap verilmekte ve bu mehdilik teklifi açık ve kesin olarak reddedilmemektedir.
“Bu fıkradaki hadiseler vakıa mutabık ve acip bir tarzda “Beni mahzun etmeyiniz, zemin hiddet eder” dediğimden üç dakika sonra zelzele olmasınıhayret ve taaccüple tahsin etmek şefkatin iktizası olduğu halde, medar-ı tenkit olamaz.
Dört saat ifadesi alınıp sıkıntı çekmesinden on saat sonra, adeta aynı zamanda iki milyon lira zarar veren Maarif yangını gösterdi ki, Risale-i Nur belaların define bir vesiledir ki, Nurlara hücum edildi, bela yol buldu, geldi” denilmektedir.
Yüz kırk bir (141) numaralı mektupta: Dört buçuk saat ifadesi alındıktan sonra, Ankarada Maarif dairesinin ve otomobil garajının, İzmirde bir fabrikanın, Adanada büyük bir binanın yanmasından bahisle, bunun bir tesadüf olmadığı ispata kalkışıldıktan sonra, “Beni risalelerimden mahrum etmeyiniz. Yoksa hem bana, hem bu vatana yazık olur; zemin zelzele ile hiddet eder” dediğinden üç dakika sonra üç saniye devam eden zelzele, zeminin hiddeti ve ateşle Maarif dairesini sarması, mahkemece dört defa ispat edilen çok defa zelzelenin Risale-i Nura ve şakirtlerine taarruzları zamanına gelmesi tesadüf olamaz. Risale-i Nurun bu memlekette belanın define vesile olduğu çok hadiselerle tahakkuk etmiştir” denilmektedir.
Yüz kırk yedi (147) numaralı mektupta, “Bu defa bize hücumların aynı zamanında kış çok hiddet etti, şiddetli soğuk ve fırtına ile havanın kızdığı gösterdi ki, hücumların durmasıyla ve Nurcuların ferahlanmasıyla Zemherir günlerinin Nevruz günleri gibi gülmeye başlaması ve Maarif dairesinin yanması külli bir tokattır.”
Tebrik ve aferinle mukabele edilecek bir hale itiraz nazarıyla bakılmaz.
Bu defa bana mahkemede sordukları çok manasız sualler içinde, “Neyle yaşıyorsun?” dediler. Dedim ki: “İktisat bereketiyle. Bir vakit Ispartada bir Ramazanda bir ekmek, bir kilo torba yoğurdu, bir kilo pirinçle yaşayan bir adam, mAyşet için dünyaya tenezzül etmez ve hediyeyi de kabul etmeye mecbur olmaz” dedim.
Zübeyirin mahkemede okuduğu müdafaası gibi, parlak methiyesi inşaallah onları takdir ve tahsine sevk etmiş ki, taaccüple kararnamede yazmışlar.
Zübeyir Gündüzalpin daktiloyla yazdığı “Gençliğimiz, hak ve hakikatı öğreten malumat ve en yüksek ahlak istiyor” adlı bir formasında, onuncu sahifede:
“Risale-i Nur yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir karanlığından kurtarmak için, müellifinin kendi ihtiyarıyla değil, büyük Yaratıcımızın ihtarıyla yazılmış bir şaheserdir.”
On ikinci sahifede: “Risale-i Nura hizmet eden birisine denilse: Risale-i Nur yerine şu kitapları kopya et de, Fordun servetini sana vereyim. O, Risale-i Nur satırlarından kaleminin ucunu bile kaldırmadan şöyle cevap verir: Dünya servet ve saltanatının hepsini verseniz kabul etmem.”
On beşinci sahifede: “Dürüst fikirli yazarlara bağlılığımızın derecesi yüz ise, Bediüzzaman gibi dünya ve ahiretimize rehberlik eden büyük bir şahsiyete bir kentrilyondur, sonsuzdur.”
On ikinci sahifede: “Risale-i Nurun şahs-ı manevisi, asrın içtimai ve ruhi ve dini hastalıklarını teşhis etmiş ve müzminleşmiş içtimai illetleri tedavi edecek şekilde Kuran-ı Hakimin hakikatlerini, İlahi bir emirle, bu zamanda yaşayan bütün insanlara arz etmiştir.”
Kırk dördüncü sahifede: “Bediüzzaman, bu risaleleri bir sene okuyan bu zamanın mühim bir alimi olabilir demiştir. Evet, öyledir.”
Elli dördüncü sahifede: “Risale-i Nur okuyan hakimlerin isabetsiz karar verdikleri görülmüyor” denilmektedir.
Bu gelen parça tam lehimde ve ayn-ı hakikat iken, kararnamede suç mevzuları içine konulmamalıydı.
Ahmed Feyzinin eserinin bir kısmını tadil ettiğini, fakat bir kısmının da aceleye geldiğinden tadil edemeden gönderdiğini, “Dine ve terbiye-i Muhammediyeye (a.s.m.) zehir diyen Saraçoğlunu bırakıp, hakikat-ı Kuraniyeyi güneş gibi gösteren Siracün-Nur ile münakaşa etmek, onun müsaderesine yardım etmek demek olduğunu beyan ediyoruz” denmektedir.
Mahkemeye tarihsiz ibraz ettiği bir müdafaasında, neticeten; kendisinin ve şakirtlerinin siyasetle iştigal etmediklerini, tecavüz olarak gösterilen yazıların mahrem olduklarını, vicdan ve tefekkür hürriyeti mevcut olduğunu, bunların bazı kanunları tenkit mahiyetinde de görünse suç teşkil etmeyeceğini, ele alınan birçok risalelerin eskiden yazılmış olduğunu, bilirkişi tetkikatından geçerek zararsız bulunduklarının tesbit olunduğunu, evvelce de Eskişehir Mahkemesinde bunlardan dolayı mahkumiyet kararı verildiği gibi, Denizli Mahkemesinde de beraat ettiklerini, artık bir daha aynı suçtan dolayı muhakeme edilmelerinin doğru olmadığını, kendisinin ve gerekse Nur şakirtlerinin şimdiye kadar asayişi bozacak hareketlerde bulunmadıklarını, Beşinci Şuada isim tasrih etmemesine ve maksadının sadece ihbardan ibaret olmasına göre bunların da bir suç teşkil etmeyeceğini ileri sürerek savunmuştur.
Bu nümuneleri daha kıyas edilsin.
Said Nursi
Temyiz Mahkemesi Riyasetine
Afyon mahkemesinden hakkımızda sadır olan haksız hükmün temyizen bozulması üzerine yapılan duruşmamızda beni yine konuşturmadılar. Hakkımızda üçüncü bir şiddetli iddianameyi bize dinlettirdiler. Hem yanıma kimseyi bırakmadılar ki, gelsin, yazıyla bana yardım etsin. Yazım noksan olmakla beraber, hasta halimle beraber yazdığım bu şekvamı, bu zamanda hakkımda iki defa tam adalet eden makamınıza bir layiha-i temyizim olarak takdim ediyorum.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Haşirdeki mahkeme-i kübraya bir arzıhaldir. Ve dergah-ı İlahiyeye bir şekvadır. Ve bu zamanda Mahkeme-i Temyiz ve istikbaldeki nesl-i ati ve darülfünunların münevver muallim ve talebeleri dahi dinlesinler. İşte bu yirmi üç senede yüzer işkenceli musibetlerden on tanesini, adil-i Hakim-i Zülcelalin dergah-ı adaletine müştekiyane takdim ediyorum.
Birincisi: Ben kusurlarımla beraber bu milletin saadetine ve imanının kurtulmasına hayatımı vakfettim. Ve milyonlarla kahraman başların feda oldukları bir hakikate, yani Kuran hakikatine benim başım dahi feda olsun diye bütün kuvvetimle Risale-i Nurla çalıştım. Bütün zalimane taziplere karşı tevfik-i İlahi ile dayandım. Geri çekilmedim.
Ezcümle, bu Afyon hapsimde ve mahkememde başıma gelen çok gaddarane muamelelerden birisi: Üç defa ve her defasında iki saate yakın, aleyhimizde garazkarane ve müfteriyane ittihamnamelerini bana ve adaletten teselli bekleyen masum Nur talebelerine cebren dinlettirdikleri halde, çok rica ettim, “Beş on dakika bana müsaade ediniz ki, hukukumuzu müdafaa edeyim.” Bir iki dakikadan fazla izin vermediler.
Ben yirmi ay tecrid-i mutlakta durdurulduğum halde, yalnız üç dört saat bir iki arkadaşıma izin verildi. Müdafaatımın yazısında az bir parça yardımları oldu. Sonra onlar da men edildi. Pek gaddarane muameleler içinde cezalandırdılar. Müddeinin bin dereden su toplamak nevinden ve yanlış mana vermekle ve iftiralar ve yalan isnatlarla garazkarane ve on beş sahifesinde seksen bir hatasını ispat ettiğim aleyhimizdeki ittihamnamelerini dinlemeye bizi mecbur ettiler. Beni konuşturmadılar. Eğer konuştursalardı, diyecektim:
Hem dininizi inkar, hem ecdadınızı dalaletle tahkir eden ve Peygamberinizi (a.s.m.) ve Kuranınızın kanunlarını reddedip kabul etmeyen Yahudi ve Nasrani ve Mecusilere, hususan şimdi bolşevizm perdesi altındaki anarşist ve mürted ve münafıklara hürriyet-i vicdan, hürriyet-i fikir bahanesiyle ilişmediğiniz halde; ve İngiliz gibi hristiyanlıkta mutaassıp, cebbar bir hükumetin daire-i mülkünde ve hakimiyetinde, milyonlarla Müslümanlar her vakit Kuran dersiyle İngilizin bütün batıl akidelerini ve küfri düsturlarını reddettikleri halde, onlara mahkemeleriyle ilişmediği; ve her hükumette bulunan muhalifler alenen fikirlerinin neşrinde, o hükumetlerin mahkemeleri ilişmediği halde; benim kırk senelik hayatımı ve yüz otuz kitabımı ve en mahrem risale ve mektuplarımı, hem Isparta hükumeti, hem Denizli Mahkemesi, hem Ankara Ceza Mahkemesi, hem Diyanet Riyaseti, hem iki defa, belki üç defa Mahkeme-i Temyiz tam tetkik ettikleri ve onların ellerinde iki üç sene Risale-i Nurun mahrem ve gayr-ı mahrem bütün nüshaları kaldığı ve bir küçük cezayı icap edecek birtek maddeyi göstermedikleri, hem bu derece zafiyetim ve mazlumiyetim ve mağlubiyetim ve ağır şeraitle beraber iki yüz bin hakiki ve fedakar şakirtlere vatan ve millet ve asayiş menfaatinde en kuvvetli ve sağlam ve hakikatli bir rehber olarak kendini gösteren Risale-i Nurun elinizdeki mecmuaları ve dört yüz sahife müdafaatımız masumiyetimizi ispat ettikleri halde, hangi kanunla, hangi vicdanla, hangi maslahatla, hangi suçla bizi ağır ceza ve pek ağır ihanetler ve tecritlerle mahkum ediyorsunuz? Elbette mahkeme-i kübra-i haşirde sizden sorulacak.
İkincisi: Beni cezalandırmaya gösterdikleri bir sebep, benim tesettür, irsiyet, zikrullah, taaddüd-ü zevcat hakkında Kuranın gayet sarih ayetlerine, medeniyetin itirazlarına karşı onları susturacak tefsirimdir.
On beş sene evvel Eskişehir Mahkemesine ve Ankaraya Mahkeme-i Temyize ve tashihe yazdığım ve aleyhimdeki kararnamede yazdıkları bu gelen fıkrayı, hem haşirde mahkeme-i kübraya bir şekva, hem istikbalde münevver ehl-i maarif heyetine bir ikaz, hem iki defa beraatimizde insaf ve adaletle feryadımızı dinleyen Mahkeme-i Temyize, el-Hüccetüz-Zehra ile beraber bir nevi layiha-i temyiz, hem beni konuşturmayan ve seksen hatasını ispat ettiğimiz garazkarane ittihamname ile beni iki sene ağırceza ve tecrid-i mutlak ve iki sene başka yere nefiy ve göz nezareti hapsiyle mahkum eden heyete, aynen o fıkrayı tekrar ediyorum:
İşte, ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların hayat-ı içtimaiyesinde kudsi ve hakiki bir düstur-u İlahiyi, üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üç yüz senede geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkum eden haksız bir kararı, elbette ru-yi zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir diye bağırıyorum. Bu asrın sağır kulakları dahi işitsin! Acaba bu zamanın bazı ilcaatının iktizasıyla muvakkaten kabul edilen bir kısım ecnebi kanunlarını fikren ve ilmen kabul etmeyen ve siyaseti bırakan ve hayat-ı içtimaiyeden çekilen bir adamı, o ayatın tefsirleriyle suçlu yapmakla, İslamiyeti inkar ve dindar ve kahraman bir milyar ecdadımıza ihanet ve milyonlarla tefsirleri ittiham çıkmaz mı?
Üçüncüsü: Mahkumiyetime gösterdikleri bir sebep, emniyeti ihlal ve asayişi bozmaktır. Pek uzak bir ihtimal ve yüzde, belki binde bir imkanla, hatta uzak imkanatı vukuat yerinde koyup bazı mahrem risale ve hususi mektuplardan Risale-i Nurun yüz bin kelime ve cümlelerinden kırk elli kelimesine yanlış mana vererek bir senet gösterip bizi ittiham ve cezalandırmak istiyorlar.
Ben de bu otuz kırk senelik hayatımı bilenleri ve Nurun binler has şakirtlerini işhad ederek derim: İstanbulu işgal eden İngilizlerin başkumandanı, İslam içinde ihtilaf atıp, hatta Şeyhülislam ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek itilafçı, ittihatçı fırkalarını birbiriyle uğraştırmasıyla Yunanın galebesine ve harekat-ı milliyenin mağlubiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde Hutuvat-ı Sitte eserimi Eşref Edipin gayretiyle tab ve neşretmekle o kumandanın dehşetli planını kıran ve onun idam tehdidine karşı geri çekilmeyen ve Ankara reisleri o hizmeti için onu çağırdıkları halde Ankaraya kaçmayan ve esarette Rusun başkumandanının idam kararına ehemmiyet vermeyen ve Otuz Bir (31) Mart hadisesinde sekiz taburu bir nutukla itaate getiren ve Divan-ı Harb-i Örfide, mahkemedeki paşaların “Sen de mürtecisin, şeriat istemişsin” diye suallerine karşı, idama beş para kıymet vermeyip, cevaben “Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaretse, bütün cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciyim ve şeriatın birtek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” diyen ve o büyük zabitleri hayretle takdire sevk edip, idamını beklerken beraatine karar verdikleri ve tahliye olup dönerken, onlara teşekkür etmeyerek “Zalimler için yaşasın Cehennem!” diye yolda bağıran ve Ankarada divan-ı riyasette, Afyon kararnamesinin yazdığı gibi, Mustafa Kemal hiddetle ona dedi: “Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilaf verdin.” Ona karşı, “İmandan sonra en yüksek namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur” diye kırk elli mebusun huzurunda söyleyen ve o dehşetli kumandan ona bir nevi tarziye verip hiddetini geri aldıran ve altı vilayet zabıtasınca ve hükumetçe asayişin ihlaline dair birtek maddesi kaydedilmeyen ve yüz binlerle Nur şakirtlerinin hiçbir vukuatı görünmeyen, yalnız bir küçük talebenin, haklı bir müdafaada küçük bir vukuatından başka hiçbir şakirdinden bir cinayet işitilmeyen ve hangi hapse girmişse o mahpusları ıslah eden ve Risale-i Nurdan yüz binler nüsha memlekette intişar etmekle beraber, menfaatten başka hiç bir zararı olmadıklarını yirmi üç senelik hayatının ve üç hükumet ve mahkemelerin beraatler vermelerinin ve Nurun kıymetini bilen yüz bin şakirtlerinin kavlen ve fiilen tasdiklerinin şehadetiyle ispat eden ve münzevi, mücerred, garip, ihtiyar, fakir ve kendini kabir kapısında gören ve bütün kuvvet ve kanaatiyle fani şeyleri bırakıp, eski kusuratına bir kefaret ve hayat-ı bakiyesine bir medar arayan ve dünyanın rütbelerine hiç ehemmiyet vermeyen ve şiddet-i şefkatinden masumlara, ihtiyarlara zarar gelmemek için, kendisine zulüm ve tazip edenlere beddua etmeyen bir adam hakkında, “Bu ihtiyar münzevi asayişi bozar, emniyeti ihlal eder. Ve maksadı dünya entrikalarıdır ve muhabereleri dünya içindir. Öyle ise suçludur” diyenler ve onu pek ağır şerait altında mahkum edenler, elbette yerden göğe kadar suçludurlar, mahkeme-i kübrada hesabını verecekler!
Acaba bir nutukla, isyan eden sekiz taburu itaate getiren ve kırk sene evvel bir makalesiyle binler adamı kendine taraftar yapan ve mezkur üç dehşetli kumandanlara karşı korkmayan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde, “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalalete teslim-i silah edip vatan ve millet ve İslamiyete hıyanet etmem, hakikat-i Kurana feda olan bu başımı zalimlere eğmem” diyen ve Emirdağında beş on ahiret kardeşi ve üç dört hizmetçilerden başka kimse ile alakadar olmayan bir adam hakkında, ittihamnamede, “Bu Said Emirdağında gizli çalışmış, asayişe zarar vermek fikriyle orada bir kısım halkları zehirlemiş. Yirmi adam da etrafta onu medhedip hususi mektuplar yazdıkları gösteriyor ki, o adam inkılap ve hükumet aleyhinde gizli bir siyaset çeviriyor” diyerek emsalsiz bir adavet ve ihanetlerle iki sene hapse sokmak ve hapiste tecrid-i mutlakla ve mahkemede konuşturmamakla tazip edenler ne derece haktan ve adaletten ve insaftan uzak düştüklerini vicdanlarına havale ediyorum.
Hiç mümkün müdür ki, böyle haddinden yüz derece ziyade teveccüh-ü ammeye mazhar ve bir nutukla binler adamı itaate getiren ve bir makaleyle binlerle insanları İttihad-ı Muhammediye Cemiyetine iltihak ettiren ve Ayasofya Camiinde elli bin adama takdirle nutkunu dinlettiren bir adam, üç sene Emirdağında çalışsın, yalnız beş on adamı kandırsın ve ahiret işini bırakıp siyaset entrikalarıyla uğraşsın, yakın olduğu kabrine nurlar yerine lüzumsuz zulmetler doldursun. Hiç kàbil midir? Elbette şeytan dahi bunu kimseye kabul ettiremez.
Dördüncüsü: Şapka giymediğimi mahkumiyetime ehemmiyetli bir sebep göstermeleridir. Beni konuşturmadılar. Yoksa beni cezalandırmaya çalışanlara diyecektim ki:
Üç ay Kastamonuda polisler ve komiser karakolunda misafir kaldım. Hiçbir vakit bana demediler, “Şapkayı başına koy.” Ve üç mahkemede şapkayı başıma koymadığım ve başımı mahkemede açmadığım halde bana ilişmedikleri ve yirmi üç sene bazı dinsiz zalimlerin o bahaneyle bana gayr-ı resmi çok sıkıntılı ve ağır bir nevi ceza çektirdikleri ve çocuklar ve kadınlar ve ekseri köylüler ve dairelerde memurlar ve bere giyenler şapka giymeye mecbur olmadıkları ve hiçbir maddi maslahat, giymesinde bulunmadığı halde, benim gibi bir münzevi, bütün müçtehidlerin ve umum şeyhülislamların yasak ettikleri bir serpuşu giymediğim bahanesiyle ve uydurmalar ilavesiyle yirmi sene cezasını çektiğim ve libasa ait manasız bir adetle tekrar beni cezalandırmaya çalışan ve çarşıda, Ramazanda, gündüzde rakı içip namaz kılmayanları hürriyet-i şahsiye var diye kendine kıyas edip ilişmediği halde, bu derece şiddet ve tekrarla ve ısrarla beni kıyafetim için suçlandırmaya çalışan, elbette ölümün idam-ı ebedisini ve kabrin daimi haps-i münferidini gördükten sonra, mahkeme-i kübrada ondan bu hatası sorulacak.
Beşincisi: Otuz üç ayat-ı Kuraniyenin tahsinkarane işaretine mazhariyeti; ve İmam-ı Ali (kerremallahu vechehu) ve Gavs-ı azam (kuddise sırruhu) gibi evliyanın takdirlerini ve yüz bin ehl-i imanın tasdiklerini ve yirmi senede millete, vatana zararsız pek çok menfaatli bir mertebeyi kazandıran Risale-i Nuru, sinek kanadı gibi bahanelerle, bazı risalelerinin müsaderesine, hatta dört yüz sahife ve yüz bin adamın imanlarını kurtaran ve kuvvetlendiren Zülfikar: Mucizat-ı Ahmediye mecmuasını, eskiden yazılmış ve mürur-u zaman ve af kanunları görmüş iki ayetin tam haklı tefsirine dair iki sahifeyi bahane ederek, o pek çok menfaatli ve kıymettar mecmuanın müsaderesine sebep oldukları gibi, şimdi de Nurun kıymettar risalelerini, herbirisinde bin kelime içinde bir iki kelimeye yanlış mana vermekle, o bin menfaatli risalenin müsaderesine çalışıldığını, bu üçüncü iddianameyi işiten ve neşrettiğimiz kararnameyi gören tasdik eder. Biz dahi, لِكُلِّ مُصِيبَةٍ: ﴿ إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ
حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ deriz.
Altıncısı: Nurun şakirtlerinden bazılarının Nurlardan fevkalade iman hüccetlerini ve sarsılmaz, aynelyakin ulum-u imaniyeyi görüp istifade ettiklerinden, bu biçare tercümanına bir nevi teşvik ve tebrik ve takdir ve teşekkür nevinde ziyade hüsn-ü zanla müfritane methetmeleriyle beni suçlu gösterene derim:
Ben aciz, zayıf, gurbette, menfi, yarım ümmi, aleyhimde propaganda ile halkı benden ürkütmek haleti içinde Kuranın ilaçlarından ve imani ve kudsi hakikatlerinden dertlerime tam derman olarak kendime bulduğum zaman, bu millete ve bu vatan evlatlarına dahi tam bir ilaç olacağına kanaat getirdiğim için, o kıymettar hakikatleri kaleme aldım. Hattım pek noksan olmasından yardımcılara pek çok muhtaç iken, inayet-i İlahiye bana sadık, has, metin yardımcıları verdi.
Elbette ben onların hüsn-ü zanlarını ve samimane medihlerini bütün bütün reddetmek ve hatırlarını tekdirle kırmak, o hazine-i Kuraniyeden alınan Nurlara bir ihanet ve adavet hükmüne geçer. Ve o elmas kalemli ve kahraman kalbli muavinleri kaçıracak diye, onların adi, müflis şahsıma karşı medh ü senalarını, asıl mal sahibi ve bir manevi mucize-i Kuraniye olan Risale-i Nura ve has şakirtlerinin şahsiyet-i maneviyesine çeviriyordum. “Benim haddimden yüz derece ziyade hisse veriyorsunuz” diye bir cihette hatırlarını kırıyordum. Acaba hiç bir kanun, müstenkif ve razı olmayan bir adamı başkaların onu methetmesiyle suçlu yapar mı ki, kanun namına hareket eden resmi memur beni suçlu yapıyor?
Hem neşrettiğimiz aleyhimizde yazılan kararnamenin elli dördüncü sahifesinde, “ahirzamanın o büyük şahsı neslen al-i Beytten olacak. Biz Nur şakirtleri, ancak manevi al-i Beytten sayılabiliriz. Hem Nurun mesleğinde hiç bir cihette benlik, şahsiyet ve şahsi makamları arzu etmek, şan ü şeref kazanmak olmaz. Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevi makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur bilirim” denmektedir diye kararnamede yazdıkları; ve yine kararnamede, yirmi ikinci ve üçüncü sahifesini “Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergah-ı İlahiye iltica etmek ki, o şahsiyetle kendimi herkesten ziyade biçare, aciz, kusurlu görüyorum. O halde, bütün halk beni medh ü sena etse, beni inandıramazlar ki iyiyim, sahib-i kemalim. Sizi bütün bütün kaçırmamak için, üçüncü hakiki şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve su-i hallerini söylemeyeceğim. Cenab-ı Hak inayetiyle, en edna bir nefer gibi, bu şahsımı esrar-ı Kuraniyede istihdam ediyor. Yüz bin şükür olsun. “Nefis cümleden edna, vazife cümleden ala” fıkrasını, kararname yazdığı halde, beni başka zatların methiyle ve Risale-i Nur manasıyla büyük bir hidayet edici vasfını vermekle beni suçlu yapanlar, elbette bu hatanın cezasını dehşetli çekmeye müstehak olurlar.
Yedincisi: Biz ve umum Nur Risaleleri, Denizli ve Ankara ağırcezalarının ve Temyiz mahkemelerinin ittifakıyla beraat ettiğimiz ve umum risale ve mektuplarımızı bize iade ettikleri ve “Temyizin bozma kararında, Denizli beraatinde faraza bir hata dahi olsa, o beraat ve hüküm katiyet kesb etmiş; daha tekrar muhakeme edilmez” dedikleri halde, ben Emirdağında üç sene münzevi ve iki üç terzi çırağı nöbetle bana hizmet ve pek nadir olarak beş on dakika bazı dindar zatlardan başka zaruret olmadan konuşmayan ve tek bir yerde Nurlara teşvik için haftada birtek mektuptan başka göndermeyen ve kendi müftü kardeşine üç senede üç mektuptan başka yazmayan ve yirmi otuz seneden beri devam eden telifini bırakan yalnız bütün ehl-i Kuran ve imana menfaatli yirmi sahifelik iki nükte—biri Kurandaki tekrarların hikmetini, diğeri melekler hakkında—bazı meselelerden başka hiçbir risale daha telif etmeyen, yalnız mahkemelerin iade ettikleri risalelerin büyük mecmualar yapılmasına ve eski harfle tab edilen ayetül-Kübranın beş yüz nüshası mahkeme tarafından bize teslim edildiğinden ve teksir makinesi resmen yasak olmadığından, alem-i İslamın istifadesi fikriyle kardeşlerime neşir için teksirine izin vererek onların tashihleriyle meşgul olan ve katiyen hiçbir siyasetle alakadar olmayan ve memleketine gitmek için resmen izin verildiği halde, bütün menfilere muhalif olarak, dünyaya ve siyasete karışmamak için sıkıntılı bir gurbeti kabul edip memleketine gitmeyen bir adam hakkında, bu üçüncü ittihamnamedeki asılsız isnatlar ve yalan bahisler ve yanlış manalarla o adamı suçlu yapmaya çalışanda—şimdilik söylemeyeceğim—dehşetli iki mana hükmettiğini, bu yirmi ayda bana karşı muamelesi ispat ediyor. Ben de derim: Kabir ve sakar yeter; mahkeme-i kübraya havale ediyorum.
Sekizincisi: Beşinci Şua, iki sene Denizli ve Ankara mahkemelerinin ellerinde kalıp sonra bize iade ettiklerinden, Denizli Mahkemesinde beraatimizi netice veren müdafaatımla beraber Siracün-Nur ismindeki büyük mecmuanın ahirinde yazılmış. Gerçi evvelce mahrem tutuyorduk; fakat madem mahkemeler onu teşhir edip beraatle bize iade ettiler. Demek bir zararı yoktur diye teksirine izin verdim. Ve o Beşinci Şuanın aslı, otuz kırk sene evvel yazılmış müteşabih hadislerdir; fakat ümmette eskiden beri intişar eden bir kısmına gerçi bazı ehl-i hadis bir zaafiyet isnad etmişler, fakat zahiri manaları medar-ı itiraz olmasından, sırf ehl-i imanı şüphelerden kurtarmak için yazıldığı halde, bir zaman sonra onun harika tevillerinin bir kısmı gözlere göründüğü için biz onu mahrem tuttuk, ta yanlış mana verilmesin. Sonra, müteaddit mahkemeler onu tetkik edip teşhirine sebep olmakla beraber, bize iade ettikleri halde, şimdi beni tekrar onunla suçlu yapmak ne kadar adaletten, haktan, insaftan uzak olduğunu, bizi kanaat-ı vicdaniye ile mahkum edenlerin vicdanlarına ve onları dahi mahkeme-i kübraya havale ederek, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ deriz.
Dokuzuncusu: Çok mühimdir. Fakat bizi mahkum edenlerin, Risale-i Nuru mütalaalarının hatırı için, onları kızdırmamak fikriyle yazmadım.
Onuncusu: Kuvvetli ve ehemmiyetlidir. Fakat yine onları küstürmemek niyetiyle şimdilik yazmadım.
Tecrid-i mutlakta mevkuf
Said Nursi
On beş sene evvel Eskişehir Mahkemesinde, Heyet-i Vekileye yazılan arzuhalin bir parçasıdır.
Ey ehl-i hall ve akd!
Dünyada emsali nadir bulunan bir haksızlığa giriftar edildim. Bu haksızlığa karşı sükut etmek hakka karşı bir hürmetsizlik olduğundan, bilmecburiye, gayet ehemmiyetli bir hakikati faş etmeye mecburum. Diyorum ki:
Ya benim idamımı ve yüz bir sene cezayı istilzam edecek kusurumu kanun dairesinde gösteriniz. Veyahut bütün bütün divane olduğumu ispat ediniz. Veyahut benim ve risalelerimin ve dostlarımın tam serbestiyetimizi verip zarar ve ziyanımızı müsebbiplerinden alınız.
Evet, her bir hükumetin bir kanunu, bir usulü var; o kanuna göre ceza verilir. Hükumet-i cumhuriyenin kanunlarında, beni ve dostlarımı en ağır bir cezaya müstehak edecek esbab bulunmazsa elbette takdir ve mükafat ve tarziye ile beraber tam hürriyetimizi vermek lazım gelir. Çünkü, meydandaki gayet ehemmiyetli hizmet-i Kuraniyem eğer hükumetin aleyhinde olsa, böyle bir senelik bana ceza ve birkaç dostuma altışar ay mahkumiyetle olamaz. Belki yüz bir sene ve idam gibi bana ceza ve en ağır cezaları da benimle ciddi hizmetime irtibat edenlere vermek lazım gelir. Eğer hizmetimiz hükumetin aleyhinde olmazsa, o vakit değil ceza, hapis, ittiham, belki takdir ve mükafatla karşılanmak lazım gelir. Çünkü, bir hizmet ki, yüz yirmi risale o hizmetin tercümanları olmuş ve o hizmetle koca Avrupa feylesoflarına meydan okuyup esasları zir ü zeber edilmiş. Elbette o tesirli hizmet, ya dahilde gayet müthiş bir netice verir, veyahut gayet nafi ve yüksek ve ilmi bir semere verecek. Onun için göz boyamak nevinde ve efkar-ı ammeyi aldatmak tarzında ve hakkımızda zalimlerin entrikalarını, yalanlarını setretmek suretinde, çocuk oyuncağı gibi, bana bir sene ceza verilmez. Benim emsalim, ya idam olur, darağacına müftehirane çıkarlar, veyahut layık olduğu makamda serbest kalırlar.
Evet, binler lira kıymetinde elmasları çalabilen mahir bir hırsız, on kuruşluk bir cam parçasına hırsızlık etmekle, elmas çalmış gibi aynı cezaya kendini mahkum etmek, dünyada hiçbir hırsızın, belki hiçbir zişuurun karı değildir. Böyle bir hırsız kurnaz olur, böyle nihayet derecede eblehane hareket etmez.
Ey efendiler! Haydi, vehminiz gibi, ben o hırsız gibi oldum. Ben Isparta nahiyelerinden perişan, bir köyde dokuz sene inzivada bulunan ve şimdi benimle beraber gayet hafif bir cezaya mahkum olan safdil beş on biçarelerin fikirlerini hükumet aleyhine çevirmekle kendini ve gaye-i hayatı olan risalelerini tehlikeye atmaktan ise, eski zamanda olduğu gibi Ankarada veya İstanbulda büyük bir memuriyette oturup binler adamı takip ettiğim maksada çevirebilirdim. O vakit böyle zelilane mahkumiyet değil, belki mesleğime ve hizmetime münasip bir izzet ile dünyaya karışabilirdim.
Evet, fahr ve temeddüh niyetiyle değil, belki mecburiyet ve mahcubiyetle, hodfuruşane eski bir kısım riyakarlığımı hatırlamakla beni ehemmiyetsiz, vücudundan istifade edilmez, adi mertebeye sukut ettirmek isteyenlerin yanlışlarını göstermek için derim:
İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi namındaki matbu, eski müdafaatımı görenlerin tasdikiyle, Otuz Bir (31) Mart hadisesinde, bir nutukla isyan etmiş sekiz taburu itaate getiren ve bir zaman gazetelerin yazdıkları gibi, İstiklal Harbinde Hutuvat-ı Sitte namında bir makale ile İstanbuldaki efkar-ı ulemayı İngiliz aleyhine çevirip Harekat-ı Milliye lehinde ehemmiyetli hizmet eden ve Ayasofyada binler adama nutkunu dinlettiren ve Ankaradaki Meclis-i Mebusanın şiddetli alkışlamasıyla karşılanan ve yüz elli (150) bin banknot yüz altmış üç (163) mebusun imzasıyla medrese ve darülfünununa tahsisatı kabul ettiren ve Reisicumhurun hiddetine karşı divan-ı riyasette kemal-i metanetle, fütur getirmeyerek mukabele edip namaza davet eden ve Darül-Hikmetil-İslamiyede hükumet-i İttihadiyenin ittifakıyla hikmet-i İslamiyeyi Avrupa hükemasına tesirli bir surette kabul ettirmek vazifesine layık görünen ve cephe-i harpte yazdığı ve şimdi müsadere edilen İşaratül-İcaz, o zamanın başkumandanı olan Enver Paşaya o derece kıymettar görünmüş ki, kimseye yapmadığı bir hürmetle istikbaline koştuğu o yadigar-ı harbin hayrına, şerefine hissedar olmak fikriyle, İşaratül-İcazın tabı için kağıdını vererek, müellifinin harpteki mücahedatı takdirkarane yad edilen bir adam, böyle adi bir beygir hırsızı veyahut kız kaçırıcı ve bir yankesici gibi en aşağı bir cinayetle kendini bulaştırıp izzet-i ilmiyesini ve kudsiyet-i hizmetini ve kıymettar binler dostlarını rezil edip sukut edemez ki, siz onu bir senelik cezayla mahkum edip adi bir keçi, koyun hırsızı gibi muamele edesiniz… Ve sebepsiz on sene sıkıntılı bir tarassutla tazip ettikten sonra, şimdi de bir sene hapisle beraber bir senede nezaret altında tutmak suretiyle, Padişahın tahakkümünü kaldıramadığı halde garazkar bir hafiyenin veya adi bir polisin tahakkümü altında azap vermektense, idam edilmesini daha evla görür. Eğer böyle bir adam dünyaya karışsaydı ve karışmaya arzusu olsaydı ve hizmet-i kudsiyesi müsaade etseydi, Menemen hadisesinin ve Şeyh Said vakıasının onar misli olacak bir tarzda karışırdı. Dünyaya işittirecek bir top sadası, bir sinek sadasına inmeyecekti.
Evet hükumet-i cumhuriyenin nazar-ı dikkatine arz ediyorum ki, beni bu belaya sevk eden gizli komitenin yaptığı tedabir ve ettiği propaganda ve entrikalar bu hali gösteriyor. Çünkü hiçbir hadisede görülmemiş bir tarzda umumi bir propaganda, bir entrika ve bir dehşet aleyhimize döndüğüne delil şudur ki: Altı aydır yüz bin dostum varken hiçbiri bana bir mektup yazamadı, bir selam gönderemedi. Hükumeti iğfale çalışan entrikacıların ihbaratıyla, vilayat-ı Şarkıyeden ta vilayat-ı Garbiyeye kadar her yerde istintaklar, taharriyatlar devam ettiğidir.
İşte bu entrikacıların çevirdikleri plan, benim gibi binler adamı en ağır cezaya çarpacak bir hadiseye göre tertip edilmiş. Halbuki, en adi bir adamın en adi bir hırsızlığı gibi bir hadiseyi andıracak bir ceza vaziyetini netice verdi. Yüz on beş adamdan on beş masumlara beş altı ay ceza verildi. Acaba dünyada hiç bir ziakıl, elinde gayet keskin elmas bir kılıç bulunsa, müthiş bir arslanın veya bir ejderhanın kuyruğuna hafifçe iliştirip kendine musallat eder mi? Eğer maksadı tahaffuz veyahut döğüşmekse, kılıcı başka yere havale eder.
İşte sizin nazarınızda ve vehminizde beni o adam gibi telakki etmişsiniz ki, beni bu tarzda cezaya ve mahkumiyete çarptınız. Eğer bu derece hilaf-ı şuur ve muhalif-i akıl hareket ediyorsam, koca memlekete dehşet verip propaganda ile efkar-ı ammeyi aleyhime çevirmek değil, belki adi bir divane gibi tımarhaneye gönderilmem lazım gelir. Eğer verdiğiniz ehemmiyete mukàbil bir adam isem, elbette arslanı kendine saldırtmak ve ejderhayı kendine hücum ettirmek için o keskin kılıcı onların kuyruklarına uzatmaz; belki mümkün olduğu kadar kendini muhafaza edecek. Nasıl ki on sene ihtiyari bir inzivayı ihtiyar edip takat-ı beşerin fevkinde sıkıntılara tahammül ederek hükumetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve karışmak arzu etmedim. Çünkü, hizmet-i kudsiyem beni men ediyor.
Ey ehl-i hall ve akd! Acaba hiç mümkün müdür ki, yirmi beş sene evvel gazetelerin yazdığı gibi, bir makaleyle otuz bin adamı kendi fikrine çeviren ve koca Hareket Ordusunun nazar-ı dikkatini kendine döndüren ve İngiliz Başpapazının altı yüz kelime ile istediği suallerine altı kelimeyle cevap veren ve bidayet-i hürriyette en meşhur bir diplomat gibi nutuk söyleyen bir adamın yüz yirmi risalesinde dünyaya, siyasete bakacak yalnız on beş kelime mi bulunur? Hiç bir akıl kabul eder mi ki, bu adam siyaseti takip ediyor ve maksadı dünyadır ve hükümete ilişmektir? Eğer fikri, siyaset ve hükumete ilişmek olsa idi, böyle bir adam birtek risalesinde sarihan, işareten, yüz yerde maksadını ihsas edecekti. Acaba o adamın maksadı siyasetçe tenkid olsaydı, yalnız tesettür ve irsiyete dair eski zamandan beri cari bir iki düsturdan başka medar-ı tenkit bulamaz mıydı?
Evet, koca bir inkılabı yapan bir hükumetin rejimine muhalif bir fikr-i siyaseti takip eden bir adam, bir iki malum maddeler değil, yüz binler madde-i tenkit bulabilirdi. Güya hükumet-i cumhuriyenin yalnız inkılabı bir iki küçük meseledir! Bende onu hiçbir tenkit maksadım olmadığı halde, eskiden yazdığım bir iki kitabımda zikrettiğim bir iki kelime varmış diye “Hükumetin rejimine ve inkılabına hücum ediyor” denilmiş. İşte ben de soruyorum: Böyle en edna bir cezaya medar olamayan ilmi bir maddeye koca bir memleketi meşgul edip endişe verecek bir şekil verilir mi?
İşte beni ve beş on dostlarımı bu adi ve ehemmiyetsiz cezaya çarpmak, umum memlekette aleyhimize bir şiddetli propaganda ve milleti korkutup bizden nefret ettirmek ve Dahiliye Nazırı Şükrü Kaya, mühim bir kuvvetle, Ispartada birtek neferin göreceği işi görmek için, yani beni tevkif etmek için Ispartaya celb edilmesi ve Heyet-i Vekile Reisi İsmet, vilayet-i Şarkiyeye o münasebetle gitmesi ve iki ay benim hapiste bütün bütün konuşmaktan men edilmem ve bu gurbette kimsesizlikte hiçbir kimsenin halimi sormak ve selam göndermesine meydan verilmemesi gösteriyor ki, dağ gibi bir ağaçta nohut gibi birtek meyve bulundurup manasız, hikmetsiz, kanunsuz bir vaziyettir ki, değil hükumet-i cumhuriye gibi en ziyade kanunperest ve kanuni bir hükumet, belki hikmetle iş görmek manasıyla hükumet namı verilen dünyada hiçbir hükumetin işi olamaz.
Ben hukukumu kanun dairesinde istiyorum. Kanun namına kanunsuzluk edenleri cinayetle ittiham ediyorum. Böyle canilerin keyiflerini elbette hükumet-i cumhuriyenin kanunları reddeder ve hukukumu iade eder ümidindeyim.
Said Nursi
Risale-i Nurun hakkaniyetine bir nümune
Tenbih
On dokuz sene evvel telif edilen bu risaleyi okuyan ehl-i insaf ve münevverlerin de vakıf olup kati kanaat getireceği vech ile, yüz otuz kitaptan müteşekkil olan Risale-i Nur Külliyatının umum eczaları, siyasi ve dünyevi maksatlardan ari ve müberra olarak tamamen imani ve uhrevi bir ruh ve mahiyette telif edilmiştir. Bu zahir ve kati hakikati de Eskişehir, Isparta, Denizli ve Afyon mahkemelerinin yaptığı uzun tahkikat ve gayet ince tetkikat teyid etmiştir. Bu itibarla, yirmi aydan fazladır Afyon Mahkemesinde mevkuf tutulan ve Mahkeme-i Temyizce hiçbir eserde suç mevzuu teşkil edecek en küçük bir nokta bile gösterilmeyen ve yüz binlerle kimselerin imanını kurtaran ve okuyanların ve ehl-i ilmin ve alem-i İslamın takdir ve tahsinine mazhar olan kitaplarımızın umumunu iade etmeleri hususunda alaka ve yardımınızı istiyoruz.
Afyon Mahkemesindeki kitapların kısm-ı azamı evvelce tahliye olunan arkadaşlarımızdan alınmış olup, onlar da “Kitaplarımızı, sahibi olan Üstadımıza verdik. Ona teslim olunsun” diyerek bana havale etmişlerdir. Bilhassa yaldızlı ve tevafuk mucizesiyle yazılan Kuranımızı manasız iki senedir müsadere olunan kitaplar içinde, mahkemede bırakmışlar. Herşeyden evvel Denizli ve Ankara mahkemelerinin bize iade ettikleri o kitaplarımızı ve Kuranımızı çabuk bize iade etmelerini bekliyoruz.
Said Nursi
Gençlik Rehberinin küçük bir haşiyesi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Risale-i Nurdaki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.
Evet, gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Ve bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün hem hapsin, hem düşmanının endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur. Bunlara kıyasen, biçare gençlerin çok vartaları var ki, en tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar. Ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü akıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibahe eder. Belki hamamlarında erkek-kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem, serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helal eder ki, bütün beşer bu musibete karşı titriyor.
İşte bu asırda İslam ve Türk gençleri kahramanane davranıp, iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı Risale-i Nurun Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılıçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa, o biçare genç, hem dünya istikbalini ve mesut hayatını, hem ahiretteki saadetini ve hayat-ı bakiyesini azaplara, elemlere çevirip mahveder ve su-i istimal ve sefahetle hastahanelere ve hissiyat taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, eseflerle ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kuraniye ve Nurun hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mesut bir Müslüman ve sair zihayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.
Evet, bir genç hapiste, yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve ekser günahlardan hapis mani olduğu gibi o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tevbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbaline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabasına büyük faidesi olması gibi, on on beş senelik fani gençlikle ebedi, parlak, baki bir gençliği kazanacağını, başta Kuran-ı Mucizül-Beyan, bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kati haber verip müjde ediyor. Evet, o şirin güzel gençlik nimetine istikametle, taatle şükretse, hem ziyadeleşir, hem bakileşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belalı olur, hem elemli, gamlı, kabuslu olur, gider. Hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.
Eğer mahpus, zulmen mahkum olmuşsa, farz namazını kılmak şartıyla her bir saati bir gün ibadet hükmünde olduğu gibi, o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevi salihlerden sayılabilirler.
Eğer fakir veya ihtiyar veya hasta ve iman hakikatlerine müştak ise, farzını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, her bir saatleri dahi yirmişer saat ibadet olup, hapis ona bir istirahathane ve merhametkarane ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla, haricindeki müşevveş, her tarafta günahların hücumlarına maruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir, hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman bir katil, bir müntakim olarak değil, belki tevbekar, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar. Hatta Denizli hapsindeki zatların az bir zamanda Nurlardan fevkalade hüsn-ü ahlak dersini alanlarını gören bazı alakadar zatlar demişler ki:
“Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa, on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder.”
Madem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapanmıyor; kàfile kàfile arkasından gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve madem bu hayat-ı dünyeviye gayet süratle gidiyor. Ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında idam-ı ebediden terhis tezkeresine çevrildiğini, hakikat-i Kuraniye ile Risale-i Nur güneş gibi göstermiş, ve ehl-i dalalet ve sefahet hakkında gözle göründüğü gibi bir idam-ı ebedidir, bütün mahbubatından ve mevcudattan bir firak-ı layezalidir. Elbette ve elbette, hiçbir şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki, sabır içinde şükredip hapis müddetinden tam istifade ederek, Nurlar dersini alarak, istikamet dairesinde imanına ve Kurana hizmete çalışır.
Ey zevk ve lezzete müptela insan! Ben yetmiş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakin bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevi bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur, hayatın lezzetini kaçırır.
Ey hapis musibetine düşen biçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve tatlı hayatınız acılaştı. Çalışınız, ahiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bakiyeniz gülsün, tatlılaşsın. Hapisten istifade ediniz. Nasıl bazen ağır şerait altında, düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir. Öyle de, sizin ağır şerait altında her bir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sizi taziye değil, belki tebrik ediyorum. Madem kader-i İlahi bizi bu üçüncü medrese-i Yusufiyeye bir hikmet için sevk etti ve bir kısım rızkımızı bize burada yedirecek ve rızkımız bizi buraya çağırdı. Ve madem şimdiye kadar kati tecrübelerle عَسٰى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrına inayet-i İlahiye bizi mazhar etmiş. Ve madem medrese-i Yusufiyedeki yeni kardeşlerimiz herkesten ziyade Nurlardaki teselliye muhtaçtırlar ve adliyeciler, memurlardan ziyade Nur kaidelerine ve sair kudsi kanunlarına ihtiyaçları var. Ve madem Nur nüshaları pek kesretle hariçteki vazifenizi görüyorlar ve fütuhatları tevakkuf etmiyor. Ve madem burada herbir fani saat, baki ibadet saatleri hükmüne geçer. Elbette biz bu hadiseden, mezkur noktalar için kemal-i sabır ve metanet içinde mesrurane şükretmemiz lazımdır. Denizli hapsinde teselli için yazdığımız bütün o küçük mektupları size de aynen tekrar ederim. İnşaallah o hakikatli fıkralar sizi de müteselli ederler.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Hadsiz şükrederim ki, Risale-i Nurun hakiki sahipleri olan müftüler, vaizler, imamlar, hocalardan manevi kahramanlar meydana çıktılar. Şimdiye kadar Nurun fedakarları gençler, mektepliler, muallimler idi. Bin barekallah, Ethem, İbrahimler, Ali Osmanlar ehl-i medresenin yüzlerini ak ettiler, çekingenliklerini cesarete çevirdiler.
Saniyen: Halisane faaliyetlerinden ve heyecanlarından neşet eden bu hadiseden teessüf etmesinler. Çünkü, Denizli hapsi, netice itibarıyla, ihtiyatsız hareket edenleri tebrik ettirdi. Zahmet pek az, faide-i maneviye pek çok oldu. İnşaallah bu üçüncü medrese-i Yusufiye ikinciden geri kalmayacak.
Salisen: Meşakkat derecesinde sevabın ziyadeleşmesi cihetinde, bu şiddetli hale şükretmeliyiz. Vazifemiz olan hizmet-i imaniyeyi ihlasla yapmaya çalışmalı, vazife-i İlahiye olan muvaffakiyet ve hayırlı neticeleri vermek cihetine karışmamalıyız. خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا deyip bu çilehanedeki sıkıntılara sabır içinde şükretmeliyiz. Amelimizin makbuliyetine bir alamet ve kudsi mücahedemizin imtihanında tam bir şehadetname almamıza bir emaredir bilmeliyiz.
Başta Müdür olarak hapsin heyet-i idaresine sureten ehemmiyetsiz, fakat bence çok ehemmiyetli bir maruzatım var
Yirmi iki sene tecrid-i mutlak içinde geçen hayatım ve yetmiş beş yaşında vücudumun aşılara tahammülü yoktur. Hatta, çok zaman evvel beni aşıladılar; yirmi sene onun eseri olarak cerahat yapıyordu. Müzmin bir zehir hükmüne geçti. Emirdağında iki doktor ve arkadaşlarım bunu biliyorlar. Hem dört sene evvel Denizlide beni de umum mahkumlar içinde aşıladılar. Hiçbirisine zarar olmadığı halde, beni yirmi gün hasta eyledi. Hıfz-ı İlahi ile, benim için tehlikeli olan hastahaneye gitmeye mecbur edilmedim. Katiyen vücudum aşıya gelmez. Hem mazeretim kuvvetlidir. Hem yetmiş beş yaşında gayet zayıf olduğumdan, on yaşında bir çocuğa edilen aşıya ancak tahammül ederim. Hem madem daima tecrid-i mutlak içindeyim; benim başkalarla temasım yok. Hem bir ay evvel iki doktoru Vali Emirdağına gönderdi; beni tam muayene ettiler, hiçbir sari hastalık bulunmadığı, yalnız gayet zaafiyetten ve tecrit ve ihtiyarlıktan ve kulunç hastalığından başka birşey bulamadılar. Elbette bu hal, beni kanunca aşılamaya mecbur etmez.
Hem büyük bir ricam var, beni hastahaneye sevk etmeyiniz. Bütün hayatımda, hususan bu yirmi iki sene tecrid-i mutlak ömrümde tahammül edemediğim bir vaziyete, yani tanımadığım hastabakıcıların hükmü altına mecbur etmeyiniz. Gerçi bu sıralarda kabre girmeyi hoş görmeye başlamıştım. Fakat insaniyetlerini gördüğüm bu hapsin heyet-i idaresinin hatırları ve mahpusların tesellileri için, şimdilik hapsi kabre tercih ettim.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Benim şahsıma edilen eziyet ve ihanetlerden müteessir olmayınız. Çünkü Risale-i Nurda bir kusur bulamıyorlar, onun bedeline benim ehemmiyetsiz ve çok kusurlu şahsımla uğraşıyorlar. Ben bundan memnunum. Risale-i Nurun selametine ve şerefine binler şahsi elemler, belalar, tahkirler görsem, yine müftehirane şükretmek, Nurdan aldığım dersin muktezasıdır. Ve onun için bana bu cihette acımayınız.
Saniyen: Pek geniş ve şiddetli ve merhametsiz bu taarruz ve hücum, şimdilik yirmiden bire indi. Binler haslar yerinde birkaç zat ve yüz binler alakadarlar bedeline mahdut birkaç yeni kardeşleri topladılar. Demek inayet-i İlahiye ile pek hafif bir surete çevrilmiş.
Salisen: İnayet-i Rabbaniye ile, iki sene aleyhimizde plan çeviren sabık vali def oldu. Ve aleyhimizde pek ziyade evhamlandırılan Dahiliye Vekilinin, hemşehriliği ve nesilce cedleri ziyade dindarlık cihetiyle, bu dehşetli hücumu pek çok hafifleştirdiğine kuvvetli bir ihtimal var. Onun için meyus olmayınız ve telaş etmeyiniz.
Rabian: Pek çok tecrübelerle ve hadiselerle kati kanaat verecek bir tarzda, Risale-i Nurun ağlamasıyla ya zemin titrer veya hava ağlar. Gözümüzle çok gördüğümüz ve kısmen mahkemede dahi ispat ettiğimiz gibi, tahminimce bu kış emsalsiz bir tarzda, yaz gibi bidayette gülmesi, Risale-i Nurun perde altında teksir makinesiyle gülmesine ve intişarına tevafuku; ve her tarafta taharri ve müsadere endişesiyle tevakkufla ağlamasına, birden bire kış dehşetli hiddeti ve ağlamasıyla tetabuku kuvvetli bir emaredir ki, hakikat-i Kuraniyenin bu asırda parlak bir mucize-i kübrasıdır, zemin ve kainat onun ile alakadar…
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugün birden hatıra geldi ki, mesele-i Nuriye münasebetiyle bu medreseye kader-i İlahi ve kısmetin sevkiyle gelenleri taziye yerine tebrik eyle. Çünkü ekseriyetin herbiri yirmi otuz sene, belki yüz sene, belki bin masum kardeşlerimize bedel gelip onları bir derece zahmetten kurtarıyor. Hem Nurla imana hizmetiniz devam etmekle beraber, herbiri az zamanda çok hizmet etmiş, bazıları on senede yüz senelik iş görmüş gibidir. Hem bu yeni medrese-i Yusufiyenin imtihanında bulunup onun geniş ve külli kıymettar neticelerine bilfiil hissedar olmak için bu zahmetli mücahedeye giriyorlar. Ve kolayca görmelerine müştak oldukları halis, sadık kardeşlerini görüp, tatlı bir ders alıp veriyorlar. Hem madem dünyanın istirahat zamanları devam etmiyor, boşuboşuna gidiyor! Elbette böyle az zahmetle çok kar kazananlar tebrike layıktırlar.
Kardeşlerim, bu geniş hücum, Risale-i Nurun fütuhatına karşıdır. Fakat anladılar ki, Nurlara iliştikçe daha ziyade parlar, ders dairesi genişlenip ehemmiyet kesbeder ve mağlup olmaz. Yalnız sırran tenevveret perdesi altına girer. Onun için planı değiştirdiler; zahiren Nurlara ilişmiyorlar.
Biz madem inayet altındayız; elbette kemal-i sabır içinde şükretmeliyiz.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Garip ve latif iki halimi beyan etmek lazım geldi.
Birincisi: Benim tecrid-i mutlakta sizin gibi canımdan ziyade sevdiğim kardeşlerimle serbest görüşemediğimde bir inayet-i İlahiye ve bir maslahat bulunduğu kalbime ihtar edildi. Çünkü elli lirayı sarf edip görüşmek için Emirdağına gelerek elli dakika, bazı on dakika, bazı hiç görüşmeden giden çok ahiret kardeşlerimiz, birer bahaneyle kendilerini bu medrese-i Yusufiyeye atacaklardı. Benim dar vaktim ve inzivadan gelen halet-i ruhiyem bıraksa, o fedakar dostlara tam sohbet etmeye hizmet-i Nuriye müsaade etmezdi.
İkincisi: Bir zaman meşhur bir allameyi, harbin müteaddit cephesinde cihada gidenler görmüşler, ona demişler. O da demiş: “Bana sevap kazandırmak ve derslerimden ehl-i imana istifade ettirmek için benim şeklimde bazı evliyalar benim yerimde işler görmüşler.” Aynen bunun gibi, Denizlide camilerde beni gördükleri, hatta resmen ihbar edilmiş ve müdür ve gardiyana aksetmiş. Bazıları telaş ederek, “Kim ona hapishane kapısını açıyor?” demişler. Hem burada dahi aynen öyle oluyor. Halbuki benim çok kusurlu, ehemmiyetsiz şahsiyetime pek cüzi bir harika isnadına bedel, Risale-i Nurun harikalarını ispat edip gösteren Sikke-i Gaybi Mecmuası yüz derece, belki bin derece ziyade Nurlara itimat kazandırır ve makbuliyetine imza basar. Hususan Nurun kahraman talebeleri, hakikaten harika halleri ve kalemleriyle imza basıyorlar.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Beni merak etmeyiniz; ben sizinle beraber bir binada bulunduğumda bahtiyarım, memnun ve mesrurum.
Şimdi vazifemiz: Bir müdafaa nüshası Ispartaya gitsin. Mümkünse, hem yeni hurufla, hem makineyle eski huruf yirmi nüsha çıksın. Hatta oranın müddeiumumuna gösterilsin. Hem bir nüsha avukatımıza bizzat verilsin ve ayrı bir nüsha da müdüre verip ta onu da dava vekilimize o versin. Hem Ankara makamatına yeni harfle beraber eski harfle, Denizlide olduğu gibi, gönderilecek. Mümkünse beş nüsha makamata hazırlansın. Çünkü müsadere edilen Nurlar, eski harfle o makamata, hususan Diyanet Riyaseti heyetine gönderilmiş, sonra buraya gelmiş. Hem vekilimiz Ahmed Beye haber veriniz ki, müdafaayı makineyle yazdığı vakit sıhhatine pekçok dikkat etsin. Çünkü ifadelerim başkasına benzemiyor. Bir harfin ve bazen bir noktanın yanlışıyla bir mesele değişir, mana bozulur.
Hem buraya gelen iki makine, size müsaade verilmezse geri gitsinler. Hem telaş edip sıkılmayınız, meyus olmayınız. اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا sırrıyla, inayet-i İlahiye inşaallah çabuk imdadımıza yetişir.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretindeki meşguliyet, tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor. Şimdi Hüsrev gibi Nur kahramanı size ihsan edildi. İnşaallah bu medrese-i Yusufiye dahi, Medresetüz-Zehranın bir mübarek dershanesi olacak. Ben şimdiye kadar Hüsrevi ehl-i dünyaya göstermiyordum, gizlerdim. Fakat neşredilen mecmualar, onu ehl-i siyasete tamamıyla gösterdi, gizli birşey kalmadı. Onun için ben onun iki üç hizmetini has kardeşlerime izhar ettim. Hem ben, hem o, daha gizlemek değil, lüzum ise aynı hakikat beyan edilecek. Fakat şimdilik karşımızda hakikati dinleyecekler içinde dehşetli ve tezahür etmiş iki muannid, hem zındık, hem komünist hesabına—biri Emirdağında malum olmuş, biri de burada—gayet dessasane, aleyhimizde iftiralarla memurları ürkütmeye çalışıyorlar. Onun için biz şimdilik çok ihtiyat edip telaş etmemek ve inayet-i İlahiyenin imdadımıza gelmesini tevekkülle beklemek lazımdır.
Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim,
Size, hem dünya azabından, hem ahiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek kalbime ihtar edildi. O da şudur:
Mesela, birisi birisinin kardeşini veya akrabasını öldürmüş. Bir dakika o hiddet yüzünden milyonlar dakika hem kalbi sıkıntı, hem hapis azabını çeker. Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var: O da, Kuranın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslamiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalaha etmektir.
Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden, daha dünyada kalmayacaktı. O katil ise, o kaza-yı İlahiyeye vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki; “Üç günden fazla bir mümin diğer bir mümine küsmemek” İslamiyet emrediyor. Eğer o katl bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa o cüzi musibet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır. Kaza ve kader-i İlahiyeye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler, elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmaya, hem maslahat ve istirahat-i şahsiye ve umumiye iktiza ediyorlar. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar Nurlar dersiyle birbirine kardeş oldular ve bizim beraatimize bir sebep olup hatta dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında “Maşaallah, barekallah” dedirttiler, o mahpuslar tam teneffüs ettiler.
Ben burada gördüm ki, bir tek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip beraber teneffüse çıkmıyorlar. Onlara zulüm olur. Merd, vicdanlı bir mümin, küçük ve cüzi bir hata veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imana vermez. Eğer hata etse, verse çabuk tevbe etmek lazımdır.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim
Ben hem Risale-i Nuru, hem sizleri, hem kendimi, Hüsrev ve Hıfzı ve Bartınlı Seyyidin kıymettar müjdeleriyle hem tebrik, hem tebşir ediyorum. Evet, bu sene hacca gidenler, Mekke-i Mükerremede Nurun kuvvetli mecmualarını büyük alimlerin hem Arapça, hem Hintçe tercüme ve neşre çalışmaları gibi, Medine-i Münevverede dahi o derece makbul olmuş ki, Ravza-i Mutahharanın Makber-i Saadeti üstünde konulmuş. Hacı Seyyid, kendi gözüyle Asa-yı Musa mecmuasını kabr-i Peygamberi (a.s.m.) üzerinde görmüş. Demek makbul-ü Nebevi olmuş ve rıza-yı Muhammedi aleyhissalatü vesselam dairesine girmiş. Hem niyet ettiğimiz ve buradan giden hacılara dediğimiz gibi, Nurlar bizim bedelimize o mübarek makamları ziyaret etmişler. Hadsiz şükür olsun, Nurun kahramanları bu mecmuaları tashihli olarak neşretmeleriyle, pekçok faidelerinden birisi de; beni tashih vazifesinden ve merakından kurtardığı gibi, kalemle yazılan sair nüshalara tam bir mehaz olmak cihetinde yüzer tashihçi hükmüne geçtiler. Cenab-ı Erhamürrahimin o mecmuaların her bir harfine mukàbil onların defter-i hasenatlarına bin hasene yazdırsın. amin, amin, amin.
Müjdeli ve tabiri çıkmış latif bir rüya
Bana hizmet eden Ali geldi, dedi: “Ben rüyada gördüm ki, sen Hüsrevle beraber Peygamber aleyhissalatü vesselamın elini öptün.” Birden, bir mektup aldım ki, Hüsrevin hattıyla yazılan Asa-yı Musa mecmuasını kabr-i Muhammedi aleyhissalatü vesselam üzerinde hacılar görmüşler. Demek benim bedelime Peygamber aleyhissalatü vesselamın manevi elini, Hüsrev kaleminin vasıtasıyla öpmüş ve rıza-yı Nebeviyeye mazhar olmuş.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim ve hapis arkadaşlarım,
Evvela: Sureten görüşmediğimizden merak etmeyiniz. Bizler manen her zaman görüşüyoruz. Benim ehemmiyetsiz şahsıma bedel, Nurdan elinize geçen hangi risaleyi okusanız veya dinleseniz benim adi şahsım yerine, Kuranın bir hadimi haysiyetiyle, beni o risale içerisinde görüp sohbet edersiniz. Zaten ben de sizinle bütün dualarımda ve yazılarınızda ve alakanızda hayalimde görüşüyorum ve bir dairede beraber bulunmamızdan her vakit görüşüyoruz gibidir.
Saniyen: Bu yeni medrese-i Yusufiyedeki Risale-i Nurun yeni talebelerine deriz: Kuvvetli hüccetlerle, hatta ehl-i vukufu da teslime mecbur eden işarat-ı Kuraniye ile “Nurun sadık şakirtleri imanla kabre girecekler. Hem şirket-i maneviye-i Nuriyenin feyziyle, herbir şakirt derecesine göre umum kardeşlerinin manevi kazançlarına ve dualarına hissedar olur. Güya adeta binler dille istiğfar eder, ibadet eder.” Bu iki faide ve netice, bu acip zamanda bütün zahmetleri, sıkıntıları hiçe indirir, pekçok ucuz olarak o iki kıymettar karları sadık müşterilerine verir.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Afyon müdafaanamesinin hem bize, hem bu Nurlara, hem bu memlekete, hem alem-i İslama alakadar ehemmiyetli hakikatleri var. Herhalde bunu yeni hurufla beş on nüsha çıkarmak lazımdır, ta Ankara makamatına gönderilsin. Bizi tahliye ve tecziye etseler de hiç ehemmiyeti yok. Şimdi vazifemiz, o müdafaattaki hakikatleri hem hükumete, hem adliyelere, hem millete bildirmektir. Belki de kader-i İlahi bizi bu dershaneye sevketmesinin bir hikmeti de budur. Mümkün olduğu kadar çabuk makine ile çıksın. Bizi bugün tahliye etseler, biz yine onu bu makamata vermeye mecburuz. Sizi aldatıp tehir edilmesin. Artık yeter, aynı mesele için on beş senede üç defa bu eşedd-i zulüm ve bahaneler ve emsalsiz işkencelere karşı son müdafaamız olsun. Madem kanunen kendimizi müdafaa etmek için sabık mahkemelerde makineyi bize vermişler; burada o hakkımızı bizden hiç bir kanunla men edemezler. Eğer resmen çare bulmadınızsa, hariçten bizim avukat her şeyden evvel bunun makine ile beş nüshasını çıkarsın; hem sıhhatine çok dikkat edilsin.
Said Nursi
Aziz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar,
Benim kati kanaatim gelmiş ki, buraya girmemizin inayet-i İlahiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani sizi, Nurlar tesellileriyle ve imanın hakikatleriyle sizi bu hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevi çok zararlarından ve boşu boşuna gam ve hüzünle giden hayatınızı faidesizlikten, bad-ı heva zayi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi ahiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli size vermektir.
Madem hakikat budur; elbette siz dahi Denizli mahpusları ve Nur talebeleri gibi birbirinize karşı kardeş olmanız lazımdır. Görüyorsunuz ki, bir bıçak içinize girmemek ve birbirinize tecavüz etmemek için, dışarıdan gelen bütün eşyanız ve yemek ve ekmeğinizi ve çorbanızı karıştırıyorlar. Size sadakatle hizmet eden gardiyanlar çok zahmet çekiyorlar. Hem siz beraber teneffüse çıkmıyorsunuz. Güya canavar ve vahşi gibi birbirinize saldıracaksınız!
İşte, şimdi sizin gibi fıtri kahramanlık damarını taşıyan yeni arkadaşlar, bu zamanda manevi büyük bir kahramanlıkla heyet-i idareye deyiniz ki: “Değil elimize bıçak, belki mavzer ve rovelver verilse, hem emir de verilse, biz bu biçare ve bizim gibi musibetzede arkadaşlarımıza dokunmayacağız. Eskide yüz düşmanlık ve adavetimiz dahi olsa da, onları helal edip hatırlarını kırmamaya çalışacağımıza Kuranın ve imanın ve uhuvvet-i İslamiyenin ve maslahatımızın emriyle ve irşadıyla karar verdik” diyerek bu hapsi bir mübarek dershaneye çeviriniz.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ehl-i dünya bir siyasette ve bir sanatta ve bir vazifede, ya bir hayat-ı içtimaiyeye ait bir hizmette ve hususi bir nevi ticarette bulunan her bir taifenin bir nevi kongrede toplanması ve müzakeresi gibi, iman-ı tahkiki hizmet-i kudsiyesinde bulunan Nur talebeleri dahi kader-i İlahiyenin emriyle ve inayet-i Rabbaniyenin tensibi ve sevkiyle bu medrese-i Yusufiye kongresine gelmesinde inşaallah pek çok kıymettar manevi faide ve ehemmiyetli neticeler ihsan edilecek. Ve Nurun erkanları, her biri bir elif gibi tek başına bir yerde bir kıymeti varsa, bir elif üç elifle omuz omuza gelip halen görüşse bin yüz on bir olması gibi, bu içtimada kıymeti ve inşaallah kudsi hizmeti ve sevabı bin olur; o elif elfün olur.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugün benim pencerelerimi mıhlamalarının sebebi, mahpuslarla mürafaa ve selamlaşmamaktır. Zahirde başka bahane gösterdiler. Hiç merak etmeyiniz. Bilakis, benim ehemmiyetsiz şahsımla meşgul olup Nurlara ve talebelerine çok sıkıntı vermediklerinden, beni cidden ve kalben onların şahsi ihanetler ve işkencelerle tazip etmeleri, Nurların ve sizlerin bedeline olduğu ve bir derece Nurlara ilişmemeleri cihetinde memnunum ve sabır içinde şükrederim. Merak etmiyorum; siz dahi hiç müteessir olmayınız. Gizli düşmanlarımız memurların nazar-ı dikkatini şahsıma çevirmesinden, Nurların ve talebelerinin selamet ve maslahatları noktasında bir inayet ve bir hayır var diye kanaatim var. Bazı kardeşlerimiz hiddet edip dokunaklı konuşmasınlar. Hem ihtiyatla hareket etsinler ve telaş etmesinler, hem herkese bu meseleden bahis açmasınlar. Çünkü, safdil kardeşlerimiz ve ihtiyata daha alışmayan yeni kardeşlerimizin sözlerinden mana çıkaran casuslar bulunur. Habbeyi kubbe yapar, ihbar edebilir. Şimdi vaziyetimiz şaka kaldırmıyor. Bununla beraber, hiç endişe etmeyiniz. Biz inayet-i İlahiye altındayız ve bütün meşakkatlere karşı kemal-i sabırla, belki şükürle mukabele etmeye azmetmişiz. Bir dirhem zahmet, bir batman rahmet ve sevabı netice verdiğinden, şükür etmeye mükellefiz.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
İki ehemmiyetli sebep ve bir kuvvetli ihtara binaen, ben bütün vazife-i müdafaatı buraya gelen ve gelecek Nur erkanlarına bırakmaya kalben mecbur oldum. Hususan H, R, T, F, S.
Birinci sebep: Ben hem sorgu dairesinde hem çok emarelerden kati bildim ki, bana karşı ellerinden geldiği kadar müşkülat yapmaya ve fikren onlara galebe etmemden kaçmaya çalışıyorlar ve resmen de onlara işar var. Güya ben konuşsam, mahkemeleri ilzam edecek derecede ve diplomatları susturacak bir iktidar-ı ilmi ve siyasi göstereceğim diye, benim konuşmama bahanelerle mani oluyorlar. Hatta sorguda bir suale karşı dedim: “Tahattur edemiyorum.” O hakim taaccüp ve hayretle dedi: “Senin gibi fevkalade acip zekavet ve ilim sahibi nasıl unutur?” Onlar Risale-i Nurun harika yüksekliklerini ve ilmi tahkikatını benim fikrimden zannedip dehşet almışlar. Beni konuşturmak istemiyorlar. Hem güya benimle kim görüşse birden Nurun fedakar bir talebesi olur. Onun için beni görüştürmüyorlar. Hatta Diyanet Reisi dahi demiş: “Kim onunla görüşse ona kapılır. Cazibesi kuvvetlidir.”
Demek şimdi işimi de sizlere bırakmaya maslahatımız iktiza ediyor. Ve yanınızdaki yeni ve eski müdafaatlarım benim bedelime sizin meşveretinize iştirak eder, o kafidir.
İkinci sebep: Başka vakte bırakıldı. Amma ihtar-ı manevinin kısa bir işareti şudur: Bana yirmi beş sene siyaseti ve gazeteleri ve sair çok fani şeyleri terk ettiren ve onlarla meşguliyeti men eden gayet kuvvetli bir vazife-i uhreviye ve tesirli bir halet-i ruhiye benim bu meselenin teferruatıyla iştigal etmeme katiyen mani oluyorlar. Sizler, bazen ara sıra iki dava vekilinizle meşveretle benim vazifemi dahi görürsünüz.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Şimdi namazda bir hatıra kalbe geldi ki, kardeşlerin, ziyade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddi ve manevi ders ve yardım ve himmet bekliyorlar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkanların meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de, uhrevi ve Kurani ve imani ve ilmi işlerinde dahi Risale-i Nuru ve şakirtlerinin şahs-ı manevilerini tevkil eyle; o halis, muhlis hasların şahs-ı manevileri senden çok mükemmel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yaparlar. Hem daima da şimdiye kadar yapıyorlar. Mesela, seninle görüşen muvakkat bir dirhem ders ve nasihat alsa, Risale-i Nurdan, bir cüzünden yüz dirhem ders alabilir. Hem senin yerinde ondan nasihat alır, sohbet eder. Hem Nur şakirtlerinin hasları, bu vazifeni her vakit yapıyorlar. Ve inşaallah pek yüksek bir makamda bulunan ve duası makbul olan onların şahs-ı manevileri, daimi beraberlerinde bir üstad ve yardımcıdır diye ruhuma hem teselli, hem müjde, hem istirahat verdi.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu iki gün zarfında iki küçük patlak, zahiri hiç bir sebep yokken acip, manidar bir tarzda olması tesadüfe benzemiyor.
Birincisi: Koğuşumda muhkem demirden olan soba birden kuvvetli tabanca gibi ses verip aşağısındaki kalın ve metin demiri bomba gibi patladı, iki parça oldu. Terzi Hamdi korktu; bizi hayret içinde bıraktı. Halbuki çok defa kışta taş kömürüyle kızgın kırmızılaştığı halde tahammül ediyordu.
İkincisi: İkinci gün Feyzilerin koğuşunda, hiç bir sebep yokken, birden su testisi üstünde duran bardak acip surette parça parça oldu. Hatıra geliyor ki, inşaallah bize zarar dokunmadan, aleyhimizdeki dehşetli bombalar Ankaranın altı makamatına gönderilen müdafaat nüshaları patlattırdılar; bize zarar vermeden aleyhimize ateşlenen ve kızışan hiddet sobası iki parça oldu. Hem ihtimal var ki, mübarek soba, benim teessüratımı ve tazarruatımı dinleyen tek ve menfaatli arkadaşım bana haber veriyor ki: “Bu zindan ve hapishaneden gideceksin, bana ihtiyaç kalmadı.”
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugün manevi bir ihtarla sizin hesabınıza bir telaş, bir hüzün bana geldi. Çabuk çıkmak isteyen ve derd-i mAyşet için endişe eden kardeşlerimizin hakikaten beni müteellim ve mahzun ettiği ayni dakikada bir mübarek hatıra ile bir hakikat ve bir müjde kalbe geldi ki: Beş günden sonra çok mübarek ve çok sevaplı ibadet ayları olan şuhur-u selase gelecekler. Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise, Receb-i Şerifte yüzden geçer, Şaban-ı Muazzamda üç yüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve Cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadirde otuz bine çıkar. Bu pekçok uhrevi faideleri kazandıran ticaret-i uhreviyenin bir kudsi pazarı ve ehl-i hakikat ve ibadet için mümtaz bir meşheri ve üç ayda seksen sene bir ömrü ehl-i imana temin eden şuhur-u selaseyi böyle bire on kar veren medrese-i Yusufiyede geçirmek, elbette büyük bir kardır. Ne kadar zahmet çekilse ayn-ı rahmettir.
İbadet cihetinde böyle olduğu gibi, Nur hizmeti dahi nisbeten—kemiyet değilse de keyfiyet itibarıyla—bire beştir. Çünkü bu misafirhanede mütemadiyen giren ve çıkanlar, Nurun derslerinin intişarına bir vasıtadır. Bazan bir adamın ihlası, yirmi adam kadar faide verir. Hem Nurun sırr-ı ihlası, siyasetkarane kahramanlık damarını taşıyan, Nurun tesellilerine pekçok muhtaç bulunan mahpus biçareler içinde intişarı için bir parça zahmet ve sıkıntı olsa da, ehemmiyeti yok. Derd-i mAyşet ciheti ise: Zaten bu üç ay ahiret pazarı olmasından, herbiriniz çok şakirtlerin bedeline, hatta bazınız bin adamın yerinde buraya girdiğinden, elbette sizin harici işlerinize yardımları olur diye tamamıyla ferahlandım ve bayrama kadar burada bulunmak büyük bir nimettir bildim.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Receb-i Şerifinizi ve yarınki Leyle-i Regaibinizi ruh u canımızla tebrik ederiz.
Saniyen: Meyus olmayınız, hem merak ve telaş etmeyiniz. İnayet-i Rabbaniye inşaallah imdadımıza yetişir. Bu üç aydan beri aleyhimizde ihzar edilen bomba patladı. Benim sobam ve Feyzilerin su bardağı ve Hüsrevin iki su bardaklarının verdikleri haber doğru çıktı. Fakat dehşetli değil, hafif oldu. İnşaallah o ateş tamamen sönecek. Bütün hücumları, şahsımı çürütmek ve Nurun fütuhatına bulantı vermektir. Emirdağındaki malum münafıktan daha muzır ve gizli zındıkların elinde alet bir adam ve bidatkar bir yarım hoca ile beraber bütün kuvvetleriyle bize vurmaya çalıştıkları darbe, yirmiden bire inmiş. İnşaallah o bir dahi, bizi mecruh ve yaralı etmeyecek ve düşündükleri ve kasdettikleri bizi birbirinden ve Nurlardan kaçırmak planları dahi akim kalacak. Bu mübarek ayların hürmetine ve pek çok sevap kazandırmalarına itimaden sabır ve tahammül içinde şükür ve tevekkül etmek ve مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ düsturuna teslim olmak elzemdir, vazifemizdir.
Said Nursi
Başbakanlığa, Adliye Bakanlığına, Dahiliye Bakanlığına
Hürriyet ilanını, Birinci Harb-i Umumiyi, mütareke zamanlarını, Milli Hükumetin ilk teşekkülünü ve Cumhuriyet zamanını birden derk eden bütün hükumet ricali beni pek iyi tanırlar. Bununla beraber, müsaadenizle hayatıma bir sinema şeridi gibi sizinle beraber göz gezdirelim.
Bitlis vilayetine tabi Nurs köyünde doğan ben, talebe hayatımda rastgelen alimlerle mücadele ederek, ilmi münakaşalarla karşıma çıkanları inayet-i İlahiye ile mağlup ede ede İstanbula kadar geldim. İstanbulda bu afetli şöhret içinde mücadele ederek, nihayet rakiplerimin ifsadatıyla, merhum Sultan Hamidin emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim. Hürriyet ilanıyla ve Otuz Bir (31) Mart Vakasındaki hizmetlerimle İttihad ve Terakki hükumetinin nazar-ı dikkatini celb ettim. Camiül-Ezher gibi, “Medresetüz-Zehra” namında bir İslam üniversitesinin Vanda açılması teklifiyle karşılaştım. Hatta temelini attım. Birinci Harbin patlamasıyla talebelerimi başıma toplayarak gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettim. Kafkas cephesinde, Bitliste esir düştüm. Esaretten kurtularak İstanbula geldim. Darül-Hikmetil-İslamiyeye aza oldum. Mütareke zamanında, istila kuvvetlerine karşı bütün mevcudiyetimle İstanbulda çalıştım. Milli hükumetin galibiyeti üzerine, yaptığım hizmetler Ankara hükumetince takdir edilerek Vanda üniversite açmak teklifi tekrarlandı.
Buraya kadar geçen hayatım bir vatanperverlik hali idi. Siyaset yoluyla dine hizmet hissini taşıyordum. Fakat bu andan itibaren dünyadan tamamen yüz çevirdim ve kendi ıstılahıma göre “Eski Said”i gömdüm. Büs bütün ahiret ehli “Yeni Said” olarak dünyadan elimi çektim. Tam bir inziva ile bir zaman İstanbulun Yuşa Tepesine çekildim. Daha sonra doğduğum yer olan Bitlis ve Van tarafına giderek mağaralara kapandım. Ruhi ve vicdani hazzımla başbaşa kaldım. اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ yani, “Şeytandan ve siyasetten Allaha sığınırım” düsturuyla kendi ruhi alemime daldım. Ve Kuran-ı Azimüşşanın tetkik ve mütalaasıyla vakit geçirerek “Yeni Said” olarak yaşamaya başladım. Fakat kaderin cilveleri, beni menfi olarak muhtelif yerlerde bulundurdu. Bu esnada Kuran-ı Kerimin feyzinden kalbime doğan füyuzatı yanımdaki kimselere yazdırarak birtakım risaleler vücuda geldi. Bu risalelerin heyet-i mecmuasına “Risale-i Nur” ismini verdim. Hakikaten Kuranın nuruna istinad edildiği için, bu isim vicdanımdan doğmuş. Bunun ilham-ı İlahi olduğuna bütün imanımla kaniim ve bunları istinsah edenlere “Barekallah” dedim. Çünkü iman nurunu başkalarından esirgemeye imkan yoktu.
Bu risalelerim birtakım iman sahipleri tarafından birbirinden alınarak istinsah edildi. Bana böyle bir kanaat verdi ki, Müslümanların zedelenen imanlarını takviye için bir sevk-i İlahidir. Bu sevk-i İlahiye hiç bir sahib-i iman mani olamayacağı gibi, teşvike de dinen mecbur bulunduğumu hissettim. Zaten bugüne kadar yüz otuzu bulan bu risaleler tamamen ahiret ve iman bahislerine ait olup, siyasetten ve dünyadan kasti olarak bahsetmez. Buna rağmen birtakım fırsat düşkünlerinin de iştigal mevzuu oldu. Üzerinde tetkikat yapılarak Eskişehir, Kastamonu, Denizlide tevkif edildim; muhakemeler oldu. Neticede hakikat tecelli etti, adalet yerini buldu. Fakat bu düşkünler bir türlü usanmadılar. Bu defa da beni tevkif ederek Afyona getirmişlerdir. Mevkufum, isticvab altındayım. Bana şunları isnad ediyorlar;
1. Sen siyasi bir cemiyet kurmuşsun.
2. Sen rejime aykırı fikirler neşrediyorsun.
3. Siyasi bir gaye peşindesin.
Bunların esbab-ı mucibe ve delilleri de, risalelerimin iki üçünden on-on beş cümleleridir.
Sayın Bakan,
Napolyonun dediği gibi, “Bana tevili kàbil olmayan bir cümle getiriniz, sizi onunla idam edeyim.” Beşerin ağzından çıkan hangi cümle vardır ki, tevillerle cürüm ve suç teşkil etmesin? Bilhassa benim gibi yetmiş beş yaşına varmış ve bütün dünya hayatından elini çekmiş, sırf ahiret hayatına hasr-ı hayat etmiş bir adamın yazıları elbette serbest olacaktır. Hüsn-ü niyete makrun olduğu için pervasız olacaktır. Bunları tetkikle altında cürüm aramak insafsızlıktır, başka birşey değildir. Binaenaleyh, bu yüz otuz risalemden hiçbirisinde dünya işini alakalandıran bir maksat yoktur. Hepsi Kuran nurundan iktibas edilen ahiret ve imana taalluk eder. Ne siyasi ve ne de dünyevi hiçbir gaye ve maksat yoktur. Nitekim hangi mahkeme işe başlamışsa, aynı kanaatle beraat kararını vermiştir. Binaenaleyh, lüzumsuz mahkemeleri işgal etmek ve masum iman sahiplerini işlerinden güçlerinden alıkoymak, vatan ve millet namına yazıktır. Eski Said bütün hayatını vatan ve milletin saadeti uğrunda sarf etmişken, bütün bütün dünyadan el çekmiş, yetmiş beş yaşına gelmiş Yeni Said, nasıl olur da siyasetle iştigal eder? Buna tamamen siz de kanisiniz.
Bir tek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslam memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, alem-i İslamın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedemle inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allahın birliğine hizmet edeyim.
Mevkuf
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu dünyada, hususan bu zamanda, hususan musibete düşenlere ve bilhassa Nur şakirtlerindeki dehşetli sıkıntılara ve meyusiyetlere karşı en tesirli çare, birbirine teselli ve ferah vermek ve kuvve-i maneviyesini takviye etmek ve fedakar hakiki kardeş gibi birbirinin gam ve hüzün ve sıkıntılarına merhem sürmek ve tam şefkatle kederli kalbini okşamaktır. Mabeynimizdeki hakiki ve uhrevi uhuvvet, gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz. Madem ben size bütün kuvvetimle itimad edip bel bağlamışım ve sizin için, değil yalnız istirahatimi ve haysiyetimi ve şerefimi, belki sevinçle ruhumu da feda etmeye karar verdiğimi bilirsiniz, belki de görüyorsunuz. Hatta kasemle temin ederim ki, sekiz gündür Nurun iki rüknü zahiri birbirine nazlanmak ve teselli yerine hüzün vermek olan ehemmiyetsiz hadisenin, bu sırada benim kalbime verdiği azap cihetiyle, “Eyvah, eyvah! Elaman, elaman! Ya Erhamerrahimin, medet! Bizi muhafaza eyle. Bizi cin ve insi şeytanların şerrinden kurtar. Kardeşlerimin kalblerini birbirine tam sadakat ve muhabbet ve uhuvvet ve şefkatle doldur” diye hem ruhum, hem kalbim, hem aklım feryat edip ağladılar.
Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim, bana yardım ediniz. Meselemiz çok naziktir. Ben sizlere çok güveniyordum ki, bütün vazifelerimi şahs-ı manevinize bırakmıştım. Siz de, bütün kuvvetinizle benim imdadıma koşmanız lazım geliyor. Gerçi hadise pek cüzi ve geçici ve küçük idi. Fakat saatimizin zembereğine ve gözümüzün hadekasına gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir. Ve bu noktada ehemmiyetlidir ki, maddi üç patlak ve manevi üç müşahedeler tam tamına haber verdiler.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sobamın ve Feyzilerin ve Sabri ve Hüsrevin iki su bardakları parça parça olması, dehşetli bir musibet geldiğini haber vermiştiler. Evet, bizim en kuvvetli nokta-i istinadımız olan hakiki tesanüt ve birbirinin kusuruna bakmamak ve Hüsrev gibi Nur kahramanından—benim yerimde ve Nurun şahs-ı manevisinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasından—hiçbir cihetle gücenmemek elzemdir. Ben kaç gündür dehşetli bir sıkıntı ve meyusiyet hissettiğimden, “Düşmanlarımız bizi mağlup edecek bir çare bulmuşlar” diye çok telaş ederdim. Hem sobam, hem hayali ayn-ı hakikat müşahedem doğru haber vermişler. Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz. Vallahi, bu hadisenin bizim hapse girmemizden daha ziyade Kuran ve iman hizmetimize—hususan bu sırada—zarar vermek ihtimali kavidir.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Leyle-i Mirac, ikinci bir Leyle-i Kadir hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket-i maneviye sırrıyla, inşaallah herbiriniz kırk bin dille tesbih eden bazı melekler gibi, kırk bin lisanla bu kıymettar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve dualar edeceksiniz. Ve hakkımızda gelen fırtınada binden bir zarar olmamasına mukàbil, bu gecedeki ibadetle şükredersiniz. Hem sizin tam ihtiyatınızı tebrikle beraber, hakkımızda inayet-i Rabbaniye pek zahir bir surette tecelli ettiğini tebşir ederiz.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Sizin Leyle-i Miracınızı bütün ruh u canımla tebrik ederim.
Saniyen: Yirmi seneden beri bir davamız ki, asayişe mümkün olduğu kadar Nur şakirtleri dokunmuyorlar. Ve bize hücum edenlere, en başta emniyeti ve asayişi bozmak davalarına bir emare ve davamızı cerh etmeye bahane olması kuvvetle muhtemel bulunan bu hapis hadisesi, inayet-i İlahiye ile, harika bir tarzda, sizin sadakat ve ihlasınızın bir kerameti olarak yüzde bire indi, kubbe habbe edildi. Yoksa, hakkımızda habbeyi kubbe yapanlar bundan istifade edip aleyhimizdeki iftiralarını çoklara inandıracaklardı.
Salisen: Beni merak etmeyiniz. Sizinle bir binada bulunmam, her zahmetimi ve sıkıntımı hiçe indirir. Zaten burada toplanmamızın çok cihetlerle ehemmiyeti var. Ve hizmet-i imaniyeye faideleri çoktur. Hatta bu defa, tetimme-i itirazdaki ehemmiyetli bazı hakikatler o altı makamata gidip, tam dikkatlerini celb edip hükmünü bir derece onlarda icra etmesi, bütün sıkıntılarımızı hiçe indirdi.
Rabian: Mümkün olduğu kadar Nurlarla meşguliyet, hem sıkıntıları izale eder, hem beş nevi ibadet sayılabilir.
Hamisen: Nurun dersleri vasıtasıyla, geçen musibet yüzden bire indi. Yoksa, zemin ve zamanın nezaketi cihetiyle, baruta ateş atmak hükmünde, o tek habbe kubbeler olacaktı. Hatta resmi bir kısım memurlar demişler ki: “Nur dersini dinleyenler karışmadılar.” Eğer umum dersini dinleseydi, hiçbir şey olmazdı. Siz mümkün olduğu kadar ikiliğe meydan vermeyiniz. Hapis sıkıntısına başkası ilave olmasın. Mahpuslar dahi Nurcular gibi kardeş olsunlar, birbirinden küsmesinler.
Said Nursi
Aziz, sıddık, muhlis kardeşlerim,
Bizler imkan dairesinde bütün kuvvetimizle Lema-i İhlasın düsturlarını ve hakiki ihlasın sırrını mabeynimizde ve birbirimize karşı istimal etmek, vücup derecesine gelmiş. Kati haber aldım ki, üç aydan beri buradaki has kardeşleri birbirine karşı meşrep veya fikir ihtilafıyla bir soğukluk vermek için üç adam tayin edilmiş. Hem metin Nurcuları usandırmakla sarsmak ve nazik ve tahammülsüzleri evhamlandırmak ve hizmet-i Nuriyeden vazgeçirmek için sebepsiz mahkememizi uzatıyorlar. Sakın, sakın! Şimdiye kadar mabeyninizdeki fedakarane uhuvvet ve samimane muhabbet sarsılmasın. Bir zerre kadar olsa bile, bize büyük zarar olur. Çünkü pek az bir sarsıntı, Denizlide …. gibi hocaları yabanileştirdi. Bizler birbirimize lüzum olsa ruhumuzu feda etmeye hizmet-i Kuraniye ve imaniyemiz iktiza ettiği halde, sıkıntıdan veya başka şeylerden gelen titizlikle hakiki fedakarlar birbirine karşı küsmeye değil, belki kemal-i mahviyet ve tevazu ve teslimiyetle kusuru kendine alır, muhabbetini, samimiyetini ziyadeleştirmeye çalışır. Yoksa habbe kubbe olup tamir edilmeyecek bir zarar verebilir. Sizin ferasetinize havale edip kısa kesiyorum.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ehemmiyetli bir manevi ihtara binaen, size şimdilik bir iki vazife-i Nuriye var ki, bütün kuvvetinizle bu üçüncü medrese-i Yusufiyede musibetzede biçare mahpuslar içinde ikilik ve garazkarane tarafgirlik düşmemek için Nur dersleriyle çalışmaktır. Çünkü, ihtilaftan ve garaz ve kin ve inattan istifadeye çalışan perde altında dehşetli müfsidler var. Madem bu hapis arkadaşlarımız, çoğu lüzum olsa vatanına ve milletine ve ahbabına fedakarane ruhunu feda ettiren kahramanlık damarını taşıyorlar. Elbette o civanmertler, inadını ve garazını ve adavetini, milletin selameti ve bu hapis istirahati ve perde altında anarşiliğe çabalayan bolşevizmi aşılayanların ifsadlarından kurtulmak için, hiç menfaati bulunmayan ve bu fırtınalı zamanda zararı çok olan adavetini ve inadını feda etmeleri lazımdır. Yoksa bu zamanda, baruta ateş atmak gibi, hem yüz biçare mahpuslara, hem Nurun masum talebelerine, hem bu Afyon memleketine ehemmiyetli zahmetlere, sarsıntılara, belki memlekete giren ecnebi komitesi parmaklarının ilişmesine bir vesile olur. Madem bizler onların hatırları için kader-i İlahi ile buraya girdik ve bir kısmımız onların saadeti ve manevi rahatları için buradan çıkmak istemiyoruz ve istirahatimizi onlar için feda edip her sıkıntıya sabır ve tahammül ediyoruz. Elbette o yeni kardeşlerimiz dahi, Denizli mahpusları gibi, kardeşliğimiz hatırı için, Şaban ve Ramazan hürmetine birbirine küsmemek ve kardeş olup barışmak lazım ve elzemdir. Zaten biz ve ben, onları Nur talebeleri dairesinde biliriz ve dualarımıza girmişler.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ 2 sırrıyla, inşaallah mahkememizin tehirinde ve tahliye olan kardeşlerimizin yine mahkeme gününde burada bulunmalarında büyük hayırlar var.
Evet, Risale-i Nurun meselesi, alem-i İslamda, hususan bu memlekette külli bir ehemmiyeti bulunduğundan böyle heyecanlı toplamalarla umumun nazar-ı dikkatini Nur hakikatlerine celb etmek lazımdır ki, ümidimizin ve ihtiyatımızın ve gizlememizin ve muarızların küçültmelerinin fevkinde ve ihtiyarımızın haricinde böyle şaşaa ile Risale-i Nur kendi derslerini dost ve düşmana aşikaren veriyor. En mahrem sırlarını en namahremlere çekinmeyerek gösteriyor. Madem hakikat budur; biz küçücük sıkıntılarımızı “kinin” gibi bir acı ilaç bilip sabır ve şükretmeliyiz, “Yahu bu da geçer” demeliyiz.
Saniyen: Bu medrese-i Yusufiyenin nazırına yazdım: Ben Rusyada esirken, en evvel bolşevizmin fırtınası hapishanelerden başladığı gibi, Fransız İhtilal-i Kebiri dahi en evvel hapishanelerden ve tarihlerde serseri namıyla yad edilen mahpuslardan çıkmasına binaen, biz Nur şakirtleri, hem Eskişehir, hem Denizli, hem burada mümkün oldukça mahpusların ıslahına çalıştık. Eskişehir ve Denizlide tam faidesi görüldü. Burada daha ziyade faide olacak ki, bu nazik zaman ve zeminde Nurun dersleriyle geçen fırtınacık yüzden bire indi. Yoksa ihtilaftan ve böyle hadiselerden istifade eden ve fırsat bekleyen harici muzır cereyanlar, o baruta ateş atıp bir yangın çıkacaktı.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık, sarsılmaz, sıkıntıdan usanıp bizlerden çekilmez kardeşlerim,
Şimdi maddi, manevi bir sıkıntıdan nefsim sizin hesabınıza beni mahzun eylerken, birden kalbe geldi ki, hem senin, hem buradaki kardeşlerin tek birisiyle yakında görüşmek için bu zahmet ve meşakkatin başka surette on mislini çekseydiniz yine ucuz olurdu. Hem Nurun takvadarane ve riyazetkarane meşrebi, hem umuma ve en muhtaçlara, hatta muarızlara ders vermek mesleği, hem dairesindeki şahs-ı maneviyi konuşturmak için eski zamanda ehl-i hakikatin senede hiç olmazsa bir iki defa içtimaları ve sohbetleri gibi, Nur şakirtlerinin de, birkaç senede en müsait olan medrese-i Yusufiyede bir defa toplanmalarının lüzumu cihetinde bin sıkıntı ve meşakkat dahi olsa ehemmiyeti yoktur. Eski hapislerimizde birkaç zayıf kardeşlerimizin usanıp daire-i Nuriyeden çekinmeleri onlara pek büyük bir hasaret oldu ve Nurlara hiç zarar gelmedi. Onların yerine daha metin, daha muhlis şakirtler meydana çıktılar. Madem dünyanın bu imtihanları geçicidir, çabuk giderler; sevaplarını, meyvelerini bizlere verirler. Biz de inayet-i İlahiyeye itimad edip sabır içinde şükretmeliyiz.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Son iki parçayı ya eski harf veya makine harfiyle bera-yı malumat, gayr-ı resmi, mahkeme reisine münasip gördüğünüz bir ciddi adamla verdiğiniz vakit, ayrı bir pusula da ona yazınız ki, Said size teşekkür eder, der: “Pencereleri açtılar. Fakat hiçbir kardeşim ve hizmetçilerime, yanıma gelmeye müddeiumumi müsaade vermiyor. Hem zatınızdan çok rica eder ki, mahkemede bulunan mucizatlı ve antika Kuranını ona veriniz ki bu mübarek aylarda okusun. O harika Kuranından üç cüzü Diyanet Riyasetine nümune için göndermişti, ta fotoğrafla tabına çalışsınlar. Hem onunla beraber Risale-i Nurun mahkemedeki mecmualardan birisini sizden istiyor ki, bu tecrid-i mutlakta ve yalnızlıkta ve şiddetli sıkıntılarında mütalaasıyla bir medar-ı tesellisi ve bir arkadaşı olsun. Zaten o mecmualar üç dört mahkeme gördükleri ve ilişmedikleri gibi, hacıların şehadet ve müşahedeleriyle, o büyük mecmuaları hem Mekke-i Mükerremede, hem Medine-i Münevverede, hem Şam-ı Şerifte ve Halepte, hem Mısır Camiül-Ezherindeki büyük alimler çok takdir ve tahsin edip hiç tenkit ve itiraz etmemişler.”
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Hizb-i Nuriden Feyzilerin yanında iki nüsha var. Eğer onlara lüzum yoksa, birisi bana gönderilsin veya Mehmed Feyzi daha bir nüshayı yazsın. Hem Ramazaniye Risalesi ve matbu ayetül-Kübra burada bulunmak lazımdır. Mabeyninizdeki gerginliği çabuk tamir ediniz. Sakın sakın! Az bir inhiraf Nur dairesine pek büyük zararı olacak. Sıkıntıdan gelen hislere kapılmayınız. Sobamın patlaması bu musibete işaret idi.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim Hüsrev ve Mehmed Feyzi, Sabri,
Ben sizlere bütün kanaatimle itimad edip istirahat-i kalble kabre girmek ve Nurların selametini size bırakmak bekliyordum ve hiçbir şey sizi birbirinden ayırmayacak biliyordum. Şimdi dehşetli bir planla, Nurun erkanlarını birbirinden soğutmak için resmen bir işar var. Madem sizler lüzum olsa birbirinize hayatınızı, kuvvet-i sadakatiniz ve Nurlara şiddetli alakanızın muktezası olarak feda edersiniz. Elbette gayet cüzi ve geçici ve ehemmiyetsiz hissiyatınızı feda etmeye mükellefsiniz. Yoksa, katiyen bizlere bu sırada büyük zararlar olacağı gibi, Nur dairesinden ayrılmak ihtimali var diye titriyorum. Üç günden beri hiç görmediğim bir sıkıntı beni tekrar sarsıyordu. Şimdi katiyen bildim ki, göze bir saç düşmek gibi az bir nazlanmak, sizin gibilerin mabeyninde hayat-ı Nuriyemize bir bomba olur. Hatta size bunu da haber vereyim: Geçen fırtına ile bizi alakadar göstermeye çok çalışılmış. Şimdi, mabeyninizde az bir yabanilik atmaya çabalıyorlar. Ben sizin hatırınız için herbirinizden on derece ziyade zahmet çektiğim halde, sizden hiç birinizin kusuruna bakmamaya karar verdim. Siz dahi, haklı ve haksız olsa benlik yapmamak, üstadımız olan şakirtlerin şahs-ı manevisi namına istiyorum. Eğer o acip yerde beraber bulunmaktan gizli parmaklar karışıyorlar, biriniz Tahirinin koğuşuna gidiniz.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Rica ederim, üçünüzün hakkında birbirinden ziyade gücenmeye ehemmiyet verdiğimden gücenmeyiniz. Çünkü, Hüsrevle Feyzide benim gibi insanlardan tevahhuş ve sıkılmak var. Hem birbirine bir derece meşrepçe ayrıdırlar. Ve Sabri ise, akraba ve tarz-ı mAyşet cihetinde hayat-ı içtimaiye ile bir kaç vecihte alakadar ve ihtiyata mecburdur. İşte üçünüz bu ihtilaf-ı meslek ve meşrep haysiyetiyle o dağdağalı koğuşta ve sıkıntılı kalabalık içinde herhalde tam tahammül ve sabredemediğinizden ben telaş edip vesvese ediyorum. Çünkü, pek az bir muhalefet bu sırada pek zararı var.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim, bu medrese-i Yusufiyede ders arkadaşlarım,
Bu gelen gece olan Leyle-i Berat, bütün senede bir kudsi çekirdek hükmünde ve mukadderat-ı beşeriyenin programı nevinden olması cihetiyle, Leyle-i Kadrin kudsiyetindedir. Herbir hasenenin Leyle-i Kadirde otuz bin olduğu gibi, bu Leyle-i Beratta herbir amel-i salihin ve herbir harf-i Kuranın sevabı yirmi bine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhur-u selasede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsi leyali-i meşhurede on binler, yirmi bin veya otuz binlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için, elden geldiği kadar Kuranla ve istiğfar ve salavatla meşgul olmak büyük bir kardır.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا سَلَّمَكُمُ اللهُ فِى الدَّارَيْنِ Elli senelik bir manevi ibadet ömrünü ehl-i imana kazandırabilen Leyle-i Beratınızı ruh u canımızla tebrik ederiz. Herbiriniz, şirket-i maneviye sırrıyla ve tesanüd-ü manevi feyziyle, kırk bin lisanla tesbih eden bazı melekler gibi, herbir halis, muhlis Nur şakirtlerini kırk bin dille istiğfar ve ibadet etmiş gibi rahmet-i İlahiyeden kanaat-i tamme ile ümit ediyoruz.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Evvela: Bidakar bazı hocaların telkinatıyla, iddianamede, İslam deccalı ve müteaddit birkaç deccalın gelmesini kabul etmiyor gibi, Beşinci Şuanın bir meselesine itiraz etmişler. Buna cevaben gayet parlak kati bir mucize-i Nebeviyeyi (a.s.m.) gösteren bu hadis-i sahihte, لَنْ تَزَالَ الْخِلاَفَةُ فِى وَلَدِ عَمِّى صِنْوِ اَبى الْعَبَّاسِ حَتّٰى يُسَلِّمُهَا اِلَى الدَّجَّالِ yani, “Benim amcam, pederimin kardeşi Abbasın veledinde hilafet-i İslamiye devam edecek. Ta Deccala, o hilafeti, yani saltanat-ı hilafet, deccalın muhrip eline geçecek.” Yani, uzun zaman, beş yüz sene kadar hilafet-i Abbasiye vücuda gelecek, devam edecek. Sonra Cengiz, Hülagu denilen üç deccaldan birisi o saltanat-ı hilafeti mahvedecek, deccalane İslam içinde hükumet sürecek. Demek İslam içinde, müteaddit hadislerde, üç deccal geleceğine zahir bir delildir. Bu hadisteki ihbar-ı gaybi, kati iki mucizedir:
Biri, hilafet-i Abbasiye vücuda gelecek, beş yüz sene devam edecek. İkincisi de, sonunda en zalim ve tahripçi Cengiz ve Hülagu namındaki bir deccal eliyle inkıraz bulacak. Acaba kütüb-ü hadisiyede Kurana, şeair-i İslama ait hatta cüzi şeyleri de haber veren sahib-i şeriat, hiç mümkün müdür ki, bu zamanımızdaki pek acip hadisattan haber vermesin? Hem hiç mümkün müdür ki, bu acip hadisatta Kurana sebatkarane, geniş bir sahada, en acip bir zamanda, en ağır şerait altında hizmet eden ve o hizmetin semerelerini dost ve düşmanları tasdik eden Risale-i Nur şakirtlerine işaretleri bulunmasın?
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّ لَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ ayet-i celilesinin bir nüktesi Aziz Nur kumandanı ve Kuranın hadimi kardeşim Refet Bey,
Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Beni İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i milli ve dini olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistanda az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.
Said Nursi
Sual: Küre-i arzın kürevi olduğuna dair bir ayet var mı ve hangi surededir? Müstevi veya kürevi olduğundan tereddüdüm vardır. Her hükumetin bulunduğu arazi deniz ortasındadır. Bu denizlerin etrafını muhafazakar neler var? Lütfen beyanını rica eder, ellerinizden öperim.
Emirdağlı Ali Hoca
Risale-i Nur bu çeşit mesaili halletmiş. Küreviyet-i arz, ulema-i İslamca kabul edilmiş; dine muhalefeti yok. ayetteki satıh demesi, kürevi olmadığına delalet etmiyor. Müçtehidlerce, “istikbal-i kıble” namazda şart olması ve şart ise bütün erkanda bulunması sırrıyla, secde ve rükuda istikbal-i kıble lazım geliyor. Bu ise, yerin, zeminin küreviyetiyle ve şeran kıble Kabe-i Mükerremenin üstü ta Arşa kadar ve altı ferşe kadar bir amud-u nurani olması, küreviyetle istikbal-i erkanda bulunabilir.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak bu Ramazan-ı Şerifin Leyle-i Kadrini umumunuza bin aydan hayırlı eylesin, amin. Ve seksen sene bir ömr-ü makbul hükmünde hakkınızda kabul eylesin, amin.
Saniyen: Bayrama kadar burada kalmamızın bizlere çok faidesi ve hayrı olduğuna kanaatim var. Şimdi tahliye olsaydık, bu medrese-i Yusufiyedeki hayırlardan mahrum kaldığımız gibi, sırf uhrevi olan Ramazan-ı Şerifi, dünya meşgaleleriyle huzur-u manevimizi haleldar edecekti. اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ sırrıyla, inşaallah bunda da hayırlı büyük sevinçler olacak. Mahkemede siz de anladınız ki, hatta kanunlarıyla da hiçbir cihetle bizi mahkum edemediklerinden, ehemmiyetsiz, sinek kanadı kadar kanunla teması olmayan cüzi mektupların cüzi hususiyatı gibi cüzi şeyleri medar-ı bahis edip büyük ve külli mesail-i Nuriyeye ilişmeye çare bulamadılar. Hem gayet külli ve geniş Nur talebeleri ve Risale-i Nurun bedeline yalnız şahsımı çürütmek ve ehemmiyetten iskat etmek bizim için büyük bir maslahattır ki, Risale-i Nur ve talebelerine kader-i İlahi iliştirmiyor. Yalnız benim şahsımla meşgul eder. Ben de size, bütün dostlarıma beyan ediyorum ki, bütün ruh u canımla hatta nefs-i emmaremle beraber Risale-i Nurun ve sizlerin selametine, şahsıma gelen bütün zahmetleri manevi sevinç ve memnuniyetle kabul ediyorum. Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil. Dünya ve zahmetleri fani ve çabuk geçici olduğu gibi, bize gizli düşmanlarımızdan gelen zulüm ve mahkeme-i kübrada ve kısmen de dünyada yüz derece ziyade intikamımız alınacağından, hiddet yerinde onlara teessüf ediyoruz.
Madem hakikat budur. Telaşsız ve ihtiyat içinde kemal-i sabır ve şükürle, hakkımızda cereyan eden kaza ve kader-i İlahi ve bizi himaye eden inayet-i İlahiyeye karşı teslim ve tevekkülle ve buradaki kardeşlerimizle de halisane ve tesellikarane ve samimane ve mütesanidane hakiki bir ülfet ve muhabbet ve sohbetle Ramazan-ı Şerifte hayrı birden bine çıkan evradlarımızla meşgul olup ilmi derslerimizle bu cüzi, geçici sıkıntılara ehemmiyet vermemeye çalışmak büyük bir bahtiyarlıktır. Ve Nurun pek ehemmiyetli bu imtihanındaki tesirli dersleri ve muarızlara kendini okutturması, ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriyedir.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Rivayat-ı sahiha ile “Leyle-i Kadri nısf-ı ahirde, hususan aşr-ı ahirde arayınız”ferman etmesiyle, bu gelecek geceler, seksen küsur sene bir ibadet ömrünü kazandıran Leyle-i Kadrin gelecek gecelerde ihtimali pek kavi olmasından istifadeye çalışmak, böyle sevaplı yerlerde bir saadettir.
Saniyen: مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ “Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur” sırrıyla, خُذُوا مِنْ كُلِّ شَىْءٍ اَحْسَنَهُ “Herşeyin güzel cihetine bakınız” kaidesinin sırrıyla, اَلَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولٰئِكَ الَّذِينَ هَدٰيهُمُ اللهُ وَاُولٰئِكَ هُمْ اُولُوا اْلاَلْبَابِ
Bazı kardeşlerimizin lüzumsuz talebeliğini inkar, hususan …. eskide ehemmiyetli kendi hizmet-i Nuriyelerini lüzumsuz setretmeleri gerçi çirkin; fakat onların sabık hizmetleri için affedip gücenmemeliyiz.
Said Nursi gayet kısacık bir meali: “Sözleri dinleyip, en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır” mealinde, bizler için şimdi herşeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lazımdır ki, manasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi celb edip kalbimizi meşgul etmesin. Sekizinci Sözde, bir bahçeye iki adam, biri çıkar, biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır, istirahata bedel sıkıntı çeker, çıkar, gider. Şimdi hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin safhaları, hususan Yusufiye medresesi bir bahçe hükmündedir. Hem çirkin, hem güzel, hem kederli, hem ferahlı şeyler beraber bulunur. akıl odur ki, ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Yarın gece Leyle-i Kadir olmak ihtimali çok kuvvetli olmasından, bir kısım müçtehidler o geceye Leyle-i Kadri tahsis etmişler. Hakiki olmasa da, madem ümmet o geceye o nazarla bakıyor, inşaallah hakiki hükmünde kabule mazhar olur.
Saniyen: Sarsıntılı olan altıncıdaki kardeşlerimizin istirahatlerini merak ediyorum. Bir parmak hariçten hapse, hususan altıncıya karışıyor. Oradaki kardeşlerimiz dikkat ve ihtiyat edip hiç bir şeye karışmasınlar.
Salisen: Avukata, reise okutmak için parçayı gönderdiniz mi? Hem Halil Hilmi, vahdet-i mesele itibariyle yalnız Sabrinin değil, belki umumumuzun avukatıdır. Ben bu nazarla ona bakıyordum. Şimdi umumumuzun hesabına birinci avukatımıza tam yardım etsin.
Rabian: Taşköprülü Sadık Beyin mukaddimesini istinsah için Sabriye vermiştim. Eğer yazılmışsa, tashihten geçen parça ona gönderilecek. Yeni yazılan bir sureti bana gönderilsin. Hem Sadıkın manzumeciği yanımda bir sureti var; sizde yoksa göndereceğim.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Hem sizin, hem hapisteki arkadaşlarınızın bayramınızı tebrik ederiz. Sizle bayramlaşanı, aynen benimle bayramlaşmış gibi kabul ediyorum. Ve umumuyla bizzat bayram ziyaretini yapmışım gibi biliniz, bildiriniz.
Saniyen: Sebepsiz kalın demir sobamın parçalanmasıyla verdiği haber ve biz dahi o işarete binaen tam bir ihtiyat ve temkinle geçen fırtınacık, yüzden bire indi, barut ateş almadı. Şimdi yine, sebepsiz mataramın acip bir tarzda küçücük parçalara inkısam etmesi, bize tekrar tam bir temkine ve tahammüle ve ihtiyata sarılmamızın lüzumunu haber veriyor. Aldığım manevi bir ihtarla, gizli münafıklar, dindarlara karşı namazsız sefahetçileri ve mürted komünistleri istimal etmek istiyorlar; hatta parmaklarını buraya da sokmuşlar.
Bir Haşiyecik:
Dün kalbimde bir ferah ve sevinç vardı. Birden baktım, Nurstaki kardeşim, Nursun balını bir matara içinde sekiz ay evvel bana, Emirdağına göndermişti. Dün de Emirdağından bana geldi. “Aman bana çabuk getirin” dedim. Bekledim, gelmedi. O sevinç bir hiddete döndü. Yüz matara kadar yanımda kıymetli bulunan o ballı matarayı yabani ellere verip çarşıya gönderilmesi sebep olup, o matara da birden bire kırıldı. Kırk sekiz seneden beri görmediğim Nurs köyümün, meskat-i resimin bir teberrükü olan o tatlıdan, bayram tatlısı olarak her bir kardeşim bir parçacığını tatsın diye bir miktar gönderdim.
Said Nursi
Aziz, sıddık, sarsılmaz kardeşlerim,
Sizi ruh u canımla tebrik ederim ki, çabuk yaramızı tedavi ettiniz. Ben de bu gece şifadan tam ferahlandım. Zaten Medresetüz-Zehra tevessü edip, hakiki ihlas ve tam fedakarane terk-i enaniyeti ve tevazu-u tammı daire-i Nurda aşılıyor, neşreder. Elbette gayet cüzi ve muvakkat hassasiyet ve titizlik ve nazlanmak, o kuvvetli dersini ve uhuvvet alakasını bozamaz ve İhlas Leması bu noktada mükemmel nasihtir. Şimdi en ziyade bizi ve Nurları vurmak ve sarsmak için en fena plan, Nur talebelerini birbirinden soğutmak ve usandırmak ve meşreb ve fikir cihetinde birbirinden ayırmaktır. Gerçi gayet cüzi bir nazlanmak oldu. Fakat göze bir saç düşse, başa düşen bir taş kadar incitir ki, büyük bir hadise hükmünde, mataram haber verdi. Merhum Hafız Alinin küçücük böyle bir halden, vefatından bir parça evvel şekvası, o vakitten beri belki yüz defa hatırıma gelip beni müteessir etmiş.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Talebelerin itiraznamelerini müdüre vermedim. Dedim: “Diyanet Riyasetine ve bize risalelerimizle beraat veren Ankaranın Ağırceza Dairesine itiraznamenin ahiriyle beraber göndermek istiyoruz. Hem hata-sevap cetveli de o iki makama, fakat mahrem yalnız bera-yı malumat olarak göndermek münasipse.” Dedi: “Münasiptir.” Şimdi siz avukata deyiniz, birkaç nüsha talebelerin itiraznamelerinin ve cetvelin iki nüsha çıkarsın.
Hem Diyanet Riyasetine yazınız ki, ulum-u diniye ehlini himaye etmek vazife-i zaruriyenizi Said ve arkadaşlar hakkında bu defa Afyona gönderdiğiniz raporla mükemmel yazdığınızdan, hem mazlum Said, hem masum arkadaşları dairenize çok müteşekkir ve fevkalade minnettar oldular. Zaten meselemiz dini ve ilmi olmasından, her daireden ve adliye ve zabıtadan evvel Diyanet Dairesi alakadardır. Onun için hem Denizlide, hem Afyonda en evvel o dairelere müracaat edip şekvamızı oradaki alimlere yazdık. Bu mealde bir başlık yazınız.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşim Refet Bey,
Kuran-ı Azimüşşanın hürmetine ve alaka-i Kuraniyenizin hakkına ve Nurlarla yirmi sene zarfında imana hizmetinizin şerefine, çabuk bu dehşetli, zahiren küçücük, fakat vaziyetimizin nezaketine binaen pek elim ve feci ve bizi mahva çalışan gizli münafıklara büyük bir yardım olan birbirinden küsmekten ve baruta ateş atmak hükmündeki gücenmekten vazgeçiniz ve geçiriniz. Yoksa, bir dirhem şahsi hak yüzünden bizlere ve hizmet-i Kuraniyeye ve imaniyeye yüz batman zarar gelmesi—şimdilik—ihtimali pek kavidir. Sizi kasemle temin ederim ki, biriniz bana en büyük bir hakaret yapsa ve şahsımın haysiyetini bütün bütün kırsa, fakat hizmet-i Kuraniye ve imaniye ve Nuriyeden vazgeçmezse, ben onu helal ederim, barışırım, gücenmemeye çalışırım. Madem cüzi bir yabanilikten düşmanlarımız istifadeye çalıştıklarını biliyorsunuz, çabuk barışınız. Manasız, çok zararlı nazlanmaktan vazgeçiniz. Yoksa, bir kısmımız Şemsi, Şefik, Tevfik gibi, muarızlara sureten iltihak edip, hizmet-i imaniyemize büyük bir zarar ve noksaniyet olacak. Madem inayet-i İlahiye şimdiye kadar bir zayiata bedel çokları o sistemde vermiş. İnşaallah yine imdadımıza yetişir.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Müdür, ayetül-Kübra ve Rehberi çok beğenmiş. Şimdi Asa-yı Musa ve Zülfikarı istiyor. Ben de söz verdim, “Sana getireceğim.” Eğer burada, Afyonda varsa; bir Asa-yı Musa, bir Zülfikar (ciltli, büyük), bir Rehber, bir ayetül-Kübra ısmarlayınız.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Bu raporun neticesi aynen Denizlidekinin aynıdır. Bizi medar-ı ittiham noktalardan tebrie etmek içinde onlara hoş görünmek ve Nurcu olmadıklarını göstermek fikriyle, Vehhabilik damarıyla, bir parça ilmi tenkidiyle hücum etmişler. Tahminimce bu rapor iddianameden evvel buraya gelmiş ki, bazı noktaları iddianame ondan almış. Öyle ise, cetvelimiz onlara dahi tam cevaptır. Siz nasıl bilirsiniz? Hem yeni cevabımız nasıldır, iyi midir? Pek acele ve perişan bir halde yazdım.
Saniyen: Şimdiye kadar zahiren bizim şahıslarımızla ve cemiyet ve tarikat ve cüzi bazı hususi mektuplarla bizimle meşgul oluyordular. Şimdi Siracün-Nur, Hücumat-ı Sittenin müsaderesiyle ve ehl-i vukufun Nurlara nazarı çevirmeleriyle ve gizli düşmanlarımızın desiseleriyle bu vatanın bir medar-ı rahatı olan Risale-i Nura bir nevi hücum olmasından, şimdiye kadar çok defa olduğu gibi, aynen bu memlekete bu hücumun aynı zamanında hem iki şiddetli zelzele—ki ben o bahsi yazarken—geldi. Beni tasdik edip, “Yazıya lüzum yok” dedi. Ben de daha yazmadım. Bugün de işittim ki harp korkusu başlamış. Ben de buranın amirine dedim: Şimdiye kadar ne vakit Nurlara hücum edilse, ya zemin hiddet eder veya harp korkusu başlar. Tesadüf ihtimali kalmayacak derecede çok hadiseleri gördük ve mahkemelere dahi gösterildi. Demek bugünlerde, bilmediğim halde Nurlar hakkında şiddetli telaşım ve ehl-i vukufun hasudane tenkitleri ve Nurun bir mühim mecmuasının müsaderesi, sadaka-i makbule mahiyetinde musibetlerin define bir vesile olan Siracün-Nur tesettür perdesinin altına girdi, zelzele ve harp korkusu başladı.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Merak etmeyiniz, biz inayet altındayız. Zahiren zahmetler altında rahmetler var. Ehl-i vukufu mecbur etmişler ki, bir parçasını çürütsünler. Elbette onların kalbleri Nurcu olmuş.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık, sarsılmaz, telaş etmez, ahireti bırakıp fani dünyaya dönmez kardeşlerim,
Bir parça daha burada kalmaktan, meselemizi bir derece genişlendirmek istemelerinden mahzun olmayınız. Bilakis benim gibi memnun olunuz. Madem ömür durmuyor, zevale koşuyor. Böyle çilehanede, uhrevi meyveleriyle bakileşiyor. Hem Nurun ders dairesi genişliyor. Mesela, ehl-i vukufun hocaları, tam dikkatle Siracün-Nuru okumaya mecbur oluyorlar. Hem bu sırada çıkmamızla, bir iki cihetle hizmet-i imaniyemize bir noksan gelmek ihtimali var. Ben sizlerden şahsen çok ziyade sıkıntı çektiğim halde çıkmak istemiyorum. Siz de mümkün olduğu kadar sabır ve tahammüle ve bu tarz-ı hayata alışmaya ve Nurları yazmak ve okumaktan teselli ve ferah bulmaya çalışınız.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Yanımda bulunan yeni harfle müdafaatın ahirindeki cetvelden iki tanesini, ehl-i vukufa cevapla beraber Diyanet Riyasetine ve Ankaranın ağırceza mahkemesine göndermek için lüzum varsa size göndereceğim. Hem ehl-i vukufa cevabın bir sureti buradaki mahkemeye verilsin.
Saniyen: Meselemizi genişlettirmeleri hayırdır. Şimdiye kadar kıymetini düşürmek fikriyle zahiren küçük, ehemmiyetsiz gösterip gizli çok ehemmiyet veriyordular. Şimdi bu vaziyet, inşaallah hizmet-i imaniye ve Kuraniye daha ziyade hayırlı ve faideli olacak.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Bu sene serbest olsaydı belki bir kısmımız hacca gidecekti. İnşaallah bu niyetimiz bilfiil gitmiş gibi kabul olup bu sıkıntılı halimizde hizmet-i imaniye ve Nuriyemiz öyle büyük bir hac sevabını verecek.
Saniyen: “Risale-i Nur, Kuranın çok kuvvetli, hakiki bir tefsiridir” tekrarla dediğimizden, bazı dikkatsizler tam manasını bilemediğinden bir hakikati beyan etmeye bir ihtar aldım. O hakikat şudur:
Tefsir iki kısımdır:
Birisi, malum tefsirlerdir ki, Kuranın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve ispat ederler.
İkinci kısım tefsir ise, Kuranın imani olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zahir malum tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda derc ediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevi tefsirdir.
Salisen: Sabahleyin birşey yazacaktım, kaldı. Şimdi aynı mesele çıktı, katip Salim Bey izin verdi. Yarın Heyet-i Vekileye bir istida yazmak için Hüsrev ve Tahiri yanıma gelsinler.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Acaba ortalıkta en ziyade zararlı biz ve Nurlar mıdır ki, her muharrir serbest yazıyor ve her sınıf müdahalesiz toplanma yapıyor? Halbuki din terbiyesi olmasa, Müslümanlarda istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlakadan başka çare olamaz. Çünkü, nasıl bir Müslüman, şimdiye kadar hakiki Yahudi ve Nasrani olmaz, belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur. Öyle de, bir Müslüman bolşevik olamaz. Belki anarşist olur, daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez. Biz Nur talebeleri hem idareye, hem asayişe, hem vatan ve milletin saadetine çalışıyoruz. Karşımızdaki dinsiz anarşist ve millet ve vatan düşmanlarıdır. Hükumet için bize ilişmek değil, tam himaye ve yardım etmek elzemdir.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Refet, Ethem ve Çalışkanlar ve Burhan gibi Nur naşirlerini tahliye etmeleri gösteriyor ki, Nurların intişarı yasak değil ve mahkeme ilişemiyor. Hem cemiyetçilik bulunmadığına bir karar alametidir. Hem meselemizi uzatmada, Nurlara nazar-ı dikkati geniş bir dairede celb etmesinden, onları okumasına bir umumi davet ve resmi bir ilanat hükmünde, işiten müştakların okumak heveslerini tahrik ettiğinden, sıkıntımızdan, zarardan yüz derece ziyade bize ve ehl-i imana menfaatlere vesiledir. Zaten bu zamanda, en geniş daire-i zeminde, en dehşetli ve külli bir hücumda tecavüz eden dalalet ordularına karşı böyle kudsi bir ders, bu suretle atom bombası gibi inşaallah tesirini göstermeye bir işarettir.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim Refet, Mehmed Feyzi, Sabri,
Ben şiddetli bir işaret ve manevi bir ihtarla sizin üçünüzden, Risale-i Nurun hatırı ve bu bayramın hürmeti ve eski hukukumuzun hakkı için çok rica ederim ki, dehşetli yeni bir yaramızın tedavisine çalışınız. Çünkü, gizli düşmanlarımız iki planı takip edip, biri beni ihanetlerle çürütmek, ikincisi mabeynimize bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkit ve itiraz ve gücenmekle bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size ilan ederim ki, Hüsrevin bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azim hıyanettir ki, benim sobamın parçalanması gibi acip, sebepsiz bir hadise başıma geldi. Ve bana yapılan bu son işkence dahi bu manasız ve çok zararlı tesanütsüzlüğünüzden geldiğine kanaatim var. Dehşetli bir parmak buraya, hususan altıncıya karışıyor. Beni bu bayramımda ağlatmayınız, çabuk kalben tam barışınız.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ben bugün yalnız iki üç kardeşimizin tahliyelerini isterdim. Fakat hakkımızdaki inayet-i İlahiye onların menfaati için geri bıraktı. Ve yirmi gün kadar, bizim bu vaziyetimiz lazım ve elzemdir. Çünkü bu bayramda beraber bulunmamız hem bize, hem Nurlara, hem hizmetimize, hem manevi ve maddi istirahatimize ve hacıların dualarından tam bir hisse almamıza ve Ankaraya gönderilen Risale-i Nurun müsadereden kurtulmasına ve bizim mazlumiyetimize acıyıp Nurlara sarılanların çoğalmasına ve hazır büyük hatalara rıza ile vatan ve millet ve din hainlerine dehalet etmediğimize bir hüccet olması lazımdı.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ehl-i vukufun insafsızca ve hatalı ve haksız tenkitleri, Vehhabilik damarıyla İmam-ı Alinin (radiyallahu anh) Nurlarla ciddi alakasını ve takdirini çekemeyerek ve geçen sene zemzem suyunu döktüren ve bu sene haccı men eden evhamın tesiri altında o yanlış ve hasudane itirazları Beşinci Şuaya etmişler. Bu sırada, böyle evhamlı ve telaşlı bir zamanda, bizim için en selametli yer hapistir. İnşaallah Nurlar hem kendimizin, hem kendilerinin serbestiyetini kazandıracaklar. Madem emsalsiz bir tarzda, çok ağır şerait altında, pek çok muarızlar karşısında bu derece Nurlar kendilerini okutturuyorlar, talebelerini hapiste çeşit çeşit suretlerde çalıştırıyor, perişaniyetlerine inayet-i İlahiye ile meydan vermiyorlar; biz bu dereceye kanaat edip şekva yerinde şükretmekle mükellefiz. Benim bütün şiddetli sıkıntılara karşı tahammülüm bu kanaatten geliyor. Vazife-i İlahiyeye karışmam.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu iki nüshanın biri benimdir, biri müdüründür. Başta benim hattımla yazısı bulunan nüshaya göre müdürün nüshasını tashih ediniz. Ben bu defa ayetül-Kübrayı mütalaa ederken, İkinci Makamını ahire kadar ve ahirdeki manevi muhavereyi pek çok ehemmiyetli gördüm ve çok istifade ettim. Sizin istifadeniz için biri okusun, biri dinlesin. Tashihle beraber muattal kalmasınlar, ikişer kardeşlerimiz mütalaa etsinler.
Saniyen: Bana ait Onuncu Söz ve buradaki mektuplar defteri ve saire zayi olmasın ve muattal kalmasın. Ben nezaretini Ceylana bırakmıştım.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ben şimdi Celcelutiyeyi okurken, بِحَقِّ تَبَارَكَ ثُمَّ نُونٍ وَسَۤائِلٍ cümlesinde Risale-i Kadere işaret eden yirmi altıncı mertebede ” ثُمَّ نُونِ suresi, kader sözüyle münasebeti nedir?” kalbime gelmesi anında ihtar edildi. O surenin başını okurken gördüm ki, نۤ وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ ayeti bütün kalemlerin ve tastir ve kitapların aslı, esası, ezeli mehazı ve sermedi üstadı kaderin kalemi ve nur ve ilm-i ezelinin nuruna işaret eden ن kelimesidir. Demek وَالذَّارِيَاتِ Zerrat Risalesine işareti gibi kuvvetli bir münasebetle, ن kelimesi Risale-i Kadere kuvvetli işaretle bakar.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık, sarsılmaz kardeşlerim,
Evvela: اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ sırrınca, meselemizin tehirinde hayır var. Kalbim ve Nurların serbestiyeti öyle istiyordu. Siz hem birbirinizi teselli hem kuvve-i maneviyeyi takviye, hem tatlı sohbetle müzakere-i ilmiye, hem Nurların yazması ve mütalaalarıyla bu geçici zahmetin noktasını siler rahmet yapmaya, bu fani saatleri baki saatlere çevirmeye muvaffak olursunuz inşaallah.
Saniyen: Madem bayramlaşmamız mahkemenin muvakkat hapis menzilinde oldu; ben de bayram tatlısı olarak, Konya kahramanı Zübeyirin bana getirdiği zemzemle Nurs karyesinin bence çok manidar balını gönderdim. Siz bal matarasına su koyun, karıştırınız. Sonra zemzemi içine bırakınız, kemal-i afiyetle içiniz.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ehemmiyetli bir taraftan ehemmiyetli ve manidar bir sual edilmiş. Bana sordular ki: “Sizin cemiyet olmadığınız, üç mahkeme o cihette beraat vermesiyle ve yirmi seneden beri tarassut ve nezaret eden altı vilayetin o noktadan ilişmemeleriyle tahakkuk ettiği halde, Nurcularda öyle harika bir alaka var ki, hiçbir cemiyette, hiçbir komitede yoktur. Bu müşkülü halletmenizi isteriz” dediler.
Ben de cevaben dedim ki: Evet, Nurcular cemiyet memiyet, hususan siyasi ve dünyevi ve menfi ve şahsi ve cemaati menfaat için teşekkül eden cemiyet ve komite değiller ve olamazlar. Fakat, bu vatanın eski kahramanları kemal-i sevinçle şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar İslam fedailerinin ahfadları, oğulları ve kızları o fedailik damarından irsiyet almışlar ki, bu harika alakayı gösterip Denizli Mahkemesinde bu aciz biçare kardeşlerine bu gelen cümleyi onlar hesabına söylettirdiler: “Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikata başımız dahi feda olsun!” diye onlar namına söylemiş, mahkemeyi hayret ve takdirle susturmuş. Demek Nurcularda hakiki, halis, sırf rıza-yı İlahi için ve müspet ve uhrevi fedailer var ki, mason ve komünist ve ifsad ve zındıka ve ilhad ve taşnak gibi dehşetli komiteler o Nurculara çare bulamayıp hükumeti, adliyeyi aldatarak lastikli kanunlarla onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar. İnşaallah bir halt edemezler. Belki Nurun ve imanın fedailerini çoğaltmaya sebebiyet verecekler.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Dünkü suale benzer, kırk sene evvel olmuş bir sual ve cevabı size hikaye edeceğim. O eski zamanda, Eski Saidin talebeleri üstadlarıyla şiddet-i alakaları fedailik derecesine geldiğinden, Van, Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulup, medresesi bir vakit asker kışlası gibi silahlar, kitaplarla beraber bulunduğu vakit, bir asker feriki geldi, gördü, dedi: “Bu medrese değil, kışladır.” Bitlis hadisesi münasebetiyle evhama düştü, emretti: “Onun silahlarını alınız.” Bizden ellerine geçen on beş mavzerimizi aldılar. Bir iki ay sonra Harb-i Umumi patladı. Ben tüfeklerimi geri aldım. Her ne ise…
Bu haller münasebetiyle benden sordular ki: “Dehşetli fedaileri bulunan Ermeni komitesi sizden korkuyorlar ki, siz Vanda Erek Dağına çıktığınız zaman fedailer sizden çekinip dağılıyorlar, başka yere gidiyorlar. Acaba sizde ne kuvvet var ki öyle oluyor?”
Ben de cevaben diyordum: “Madem fani dünya hayatı, küçücük ve menfi milliyetin muvakkat menfaati ve selameti için bu harika fedakarlığı yapan Ermeni fedaileri karşımızda görünürler. Elbette hayat-ı bakiyeye ve pek büyük İslam milliyet-i kudsiyesinin müspet menfaatlerine çalışan ve Ecel birdir itikad eden talebeler, o fedailerden geri kalmazlar. Lüzum olsa o kati ecelini ve zahiri birkaç sene mevhum ömrünü milyonlar sene bir ömre ve milyarlar dindaşların selametine ve menfaatine tereddütsüz, müftehirane feda ederler.”
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık, vefadar ve şefkatli kardeşlerim,
İki gündür hem başımda, hem asabımda tesirli bir nezle ağrısı var. Böyle hallerde bir derece dostlarla görüşmekten teselli ve ünsiyet almaya ihtiyacım içinde acip tecrit ve yalnızlık vahşeti beni sıktı. Böyle bir nevi şekva kalbe geldi: “Neden bu tazip oluyor? Hizmetimize faidesi nedir?”
Birden, bu sabah kalbe ihtar edildi ki: Siz bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa altın mı, bakır mı diye mehenge vurmak ve her cihette sizi insafsızca tecrübe etmek ve “Nefislerinizin hisseleri ve desiseleri var mı, yok mu?” üç dört eleklerle elenmek; halisane, sırf hak ve hakikat namına olan hizmetinize pek çok lüzumu vardı ki, kader-i İlahi ve inayet-i Rabbaniye müsaade ediyor. Çünkü, böyle meydan-ı imtihanda inatçı ve bahaneci insafsız muarızların karşısında teşhir edilmesinden herkes anladı ki, hiçbir hile, hiçbir enaniyet, hiçbir garaz, hiçbir dünyevi, uhrevi ve şahsi menfaat karışmayarak, tam halis, hak ve hakikatten geliyor. Eğer perde altında kalsaydı çok manalar verilebilirdi. Daha avam-ı ehl-i iman itimad etmezdi. “Belki bizi kandırırlar” der ve havas kısmı dahi vesvese ederdi. Belki bazı ehl-i makamat gibi kendilerini satmak, itimat kazanmak için böyle yapıyorlar diye daha tam kanaat etmezlerdi. Şimdi imtihandan sonra, en muannid vesveseli dahi teslime mecbur oluyor. Zahmetiniz bir, karınız bindir inşaallah.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Esaretimdeki hadisenin gazeteyle ilanı, şiddetli yasaklarla ahaliyi her tarafta bizden kaçırmaya çalışmakla beraber teveccüh-ü ammeyi ziyadeleştirmiş. Bize, hususan şahsıma ihanet etmeye taraftar üç resmi adam dün avluda demişler: “Said pencereden göründüğü vakit ahali toplanıp ona bakıyor. Pencerede durmasın. Yoksa koğuşunu değiştiriniz” diye başgardiyan söyledi. Hiç merak etmeyiniz. Ben her sıkıntıya tahammüle karar vermişim. Duanız bereketiyle inşaallah sıkıntılar sevinçlere dönecekler.
O esaret hadisesi aslı doğrudur. Fakat şahidim olmadığından tafsilen beyan etmemiştim. Yalnız bir manga beni idam etmek için geldiğini bilmiyordum, sonra anladım. Ve Rus kumandanı tarziye için Rusça birşeyler söyledi, ben bilmedim. Demek hazır bulunan ve bu hadiseyi gazeteye ihbar eden Müslüman yüzbaşı anlamış ki, kumandan tekrar tekrar “Affet” demiş.
Kardeşlerim, ben Nurlarla meşgul oldukça sıkıntılar azalıyor. Demek vazifemiz Nurlarla iştigaldir ve geçici şeylere ehemmiyet vermemek ve sabır ve şükretmektir.
Said Nursi
Bediüzzamanın akıllara hayret veren bir seciyesi
Ehl-i Sünnet mecmuasının 15 Teşrin-i Evvel 948 tarihli nüshasında neşredilmiştir. Ehl-i Sünnet gazetesi sahibi avukat bir zatın makalesidir.
Ben Birinci Cihan Harbinde Bitlis mevkiinde yaralı olarak esir olurken, Bediüzzaman da o gün esir düşmüştü. O Sibiryaya gönderilmiş, en büyük esirler kampında idi. Ben Bakünün Nangün adasında idim. Günün birinde esirleri teftişe gelen ve kampı gezerken Bediüzzamanın önünden geçen Nikola Nikolaviçe o hiç ehemmiyet vermiyor ve yerinden kımıldanmıyor. Başkumandanın nazar-ı dikkatini çekiyor. Tekrar bir bahane ile önünden geçiyor. Yine kımıldanmıyor. Üçüncü defasında önünde duruyor, tercüman vasıtasıyla aralarında şöyle bir muhavere geçiyor:
“Beni tanımadılar mı?”
“Evet, tanıdım. Nikola Nikolaviç, Çarın dayısıdır, Kafkas Cephesi Başkumandanıdır.”
“O halde ne için hakaret ettiler?”
“Hayır, affetsinler, ben kendilerine hakaret etmiş değilim. Ben mukaddesatımın emrettiğini yaptım.”
“Mukaddesat ne emrediyormuş?”
“Ben Müslüman alimiyim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben ona kıyam etseydim, mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben kıyam etmedim.”
“Şu halde, bana imansız demekle benim şahsımı, hem ordumu, hem de milletimi ve Çarı tahkir etmiş oluyor. Derhal divan-ı harp kurulunda isticvab edilsin.”
Bu emir üzerine divan-ı harp kuruluyor. Karargahdaki Türk, Alman ve Avusturya zabitleri, ayrı ayrı Bediüzzamana rica ederek Başkumandana tarziye vermesi için ısrar ediyorlar. Verdiği cevap bu oluyor:
“Ben ahiret diyarına göçmek ve huzur-u Resulallaha varmak istiyorum. Bana bir pasaport lazımdır. Ben imanıma muhalif hareket edemem.”
Buna karşı kimse sesini çıkarmıyor, neticeyi bekliyor. İsticvab bitiyor. Rus Çarını ve Rus ordusunu tahkir maddesinden idam kararını veriyorlar. Kararı infaz için gelen bir manga askerin başındaki subaya kemal-i şetaretle, “Müsaade ediniz, on beş dakika vazifemi ifa edeyim” diye abdest alıp iki rekat namaz kılarken, Nikola Nikolaviç geliyor, kendisine hitaben:
“Beni affediniz. Sizin beni tahkir için bu hareketi yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanuni muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz ve mukaddesatın emirlerini ifa ediyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiş; dini salahatinizden (salihliğinizden) dolayı şayan-ı takdirsiniz. Sizi rahatsız ettim, tekrar tekrar rica ediyorum, beni affediniz.”
Bütün Müslümanlar için şayan-ı misal olan bu salabet-i diniye ve yüksek seciyeyi, arkadaşlarından bir yüzbaşı, müşahedesine müsteniden anlatıyordu. Bunu duydukça, ihtiyarsız olarak gözlerim yaşla doldu.
Abdurrahim
Gazetenin bu fıkrasının yazılmasını Üstadımız emretmedikleri halde, hem çok merakaver, hem çok ibret, hem çok heyecan verici olmasından buraya yazılmıştır.
Hüsrev
Kardeşlerim,
Hem benim iştiham kesildiği, hem hediye bana dokunduğu için, benim hisseme düşen üç parça yağ ve bir sepet üzüm ve bir kise elma ve iki paket çay ve şekeri size gönderdim. Ben sizlere teberrük verecektim. Fakat sordum, sizinki de var. Hem ben onların fiyatıyla yoğurt, yumurta, ekmek gibi şeyleri alacağım, ta Medresetüz-Zehra benden gücenmesin, “Teberrükümü yemedi.” Hem muhtaca, hem bir parça ucuz, hem layıklara satınız ki, iki cihetle Medresetüz-Zehra ve şubelerinin hediyeleri tam mübarek, hem bana, hem alanlara ilaçlı bir teberrük olsun. Hüsrev nezaretçi ve Ceylan, Hıfzı satıcı olsun.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Hakkımda gazete münasebetiyle şimdi ihtar edildi ki: Rusun cebbar bir kumandanı, gösterdiğin izzet-i imaniye karşısında hiddetini bırakıp tarziye verdiği halde, Risale-i Nurun gayet kuvvetli, şahsımın yüz derece fevkinde halisane salabet-i imaniye derslerini gören resmi memurlar kalben insafa gelmezler ve inadında devam etseler, elbette Cehennemden başka hiç bir ceza onları temizlemez. Muvakkat bir ömürde bu azim hatanın cezası yerleşmez. Çünkü bir yağ bozulsa, daha yenilmez. Süt, yoğurt gibi değil. İnşaallah Nurlar onların çoğunu bozulmadan kurtarmış.
Saniyen: Mehmed Feyzi, Bedriyeye yazsın ki, ben onun mektubunda bulunan bütünleri duama dahil ediyorum; onlar da bana dua etsinler.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Medar-ı ibret ve hayret iki esaretimde şahsıma karşı bir muameleyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:
Rusyada, Kosturmada, doksan esir zabitlerimizle beraber bir koğuşta idik. Ben o zabitlerimize ara sıra ders veriyordum. Bir gün Rus kumandanı geldi, gördü, dedi: “Bu Kürt, gönüllü alay kumandanı olup çok askerimizi kesmiş. Şimdi de burada siyasi ders veriyor. Ben yasak ediyorum, ders vermesin.” İki gün sonra geldi, dedi: “Madem dersiniz siyasi değil, belki dinidir, ahlakidir; dersine devam eyle” izin verdi.
İkinci esaretimde, bu hapiste iken yirmi sene derslerimi dinlemiş ve benden daha güzel ders veren bir has kardeşimin ve zaruri hizmetimi gören hizmetçilerimin benim yanıma gelmeleri adliye memuru tarafından yasak edildi, ta benden ders almasınlar. Halbuki Nur Risaleleri başka derslere hiç ihtiyaç bırakmıyor ve hiçbir dersimiz kalmamış ve hiçbir sırrımız gizli kalmamış. Her ne ise, bu uzun kıssayı kısa kesmeye bir hal sebep oldu.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Çok aziz, çok sevgili, çok kıymettar, çok mübarek Üstadımız Efendimiz Hazretleri,
Arz-ı tazimat ve takdim-i ihtiramat ile istifsar-ı hatır edip, sıhhat ve afiyetinize dualar ederek damenlerinizden, el ve ayaklarınızdan öpüyoruz.
Müşfik Üstadımız Efendimiz,
Siz sevgili Üstadımızdan bize gönderilen ve müdafaatın sonuna ilave edilen üç kıymettar mektubunuzla Hüve Nüktesini nasıl bulduğumuzu siz sevgili Üstadımıza arz etmemizi, bir mübarek kardeşimizle siz sevgili Üstadımız emretmişler.
Sevgili Üstadımız Efendimiz,
Birinci mektubunuz, yirmi seneden beri tarassutlar ve nezaretlerle beraber altı vilayet ve üç mahkemenin bulamayıp beraat verdikleri cemiyetçilikten sizde hiçbir eser görülmediği halde, hiçbir cemiyette ve hiçbir komitede görülmeyen Nurculardaki harika alaka, ehemmiyetli bir taraftan bir sual ile siz sevgili Üstadımızdan sorulmuş olup, şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar İslam fedailerinin ahfadları ve evlatları, o fedailiği ecdatlarından irsiyet aldıkları içindir ki, siz sevgili Üstadımıza mahkemeleri hayret ettirip susturan, “Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikate başımız dahi feda olsun” diye acip cümleyi söyletmeye vesile olan talebelerinizde gördüğünüz hakiki, halis, sırf rıza-yı İlahi ve müspet ve uhrevi fedakarlığın karşısında, menfi cemaat ve komitelerin mağlup oldukları, hem Nurcuları dağıtmak isteyenlerin inşaallah muvaffak olamayacakları ve hem Nurun ve imanın fedailerini çoğaltmaya sebebiyet verecekleri izah edilmekle cevap verilmiştir.
İkinci mübarek mektubunuzda, siz sevgili Üstadımızın Van, Bitliste tedriste bulunduğunuz talebelerinizle birlikte, etraflarında bulunan ehl-i imanı titreten Ermeni Taşnak fedailerine karşı çıkıp, o fedaileri durdurup dağıtmaya mecbur eden siz sevgili Üstadımızdaki ve talebelerinizdeki harika kuvvet, küçücük, fani dünya hayatıyla menfi milliyetin muvakkat menfaati ve selameti için Ermeni fedailerinde görülen harika fedakarlığa mukàbil, hayat-ı bakiyeye ve İslam millet-i kudsiyesinin müspet menfaatlerine çalışan ve “Ecel birdir” itikad eden ve Üstadlarına olan şiddet-i rabıtaları fedailik derecesine varan talebelerinizin birkaç sene mevhum ömürlerini milyonlar sene bir ömre ve milyarlar dindaşların selametine ve menfaatine müftehirane feda etmelerinden mütevellit olduğu, kırk sene evvel siz sevgili Üstadımızdan sorulan bir suale cevap olarak bildirilmektedir.
Üçüncü mübarek mektubunuz: Dokuz aydan beri temadi eden pek acip tecridinizle beraber, teselli ve ünsiyet ihtiyacını tevlid eden hastalığınız içinde neden bu tazip oluyor diye siz sevgili Üstadımızın kalb-i mübareklerine gelen şekvaya bir ihtar olup, inatçı, bahaneci ve insafsız muarızlar karşısında girdiğimiz bu şiddetli imtihanda altın olanlar bakır olanlardan ayrılmak için mehenge vurulmak ve insafsız bir tecrübeyle nefislerin hisseleri olup olmadığı bilinmek için eleklerle elenmek, sırf hak ve hakikat namına olan halisane hizmetimize pek çok lüzumu olduğu için, kader-i İlahinin ve inayet-i Rabbaniyenin bu dehşetli tazyike verdiği müsaade, hiçbir hile, hiçbir enaniyet, hiçbir garaz, hiçbir dünyevi ve uhrevi menfaat karışmayarak yapılan ve tam halis ve hak ve hakikatten gelen ve şimdi en muannid ve vesveseli olanları dahi teslime mecbur eden ve bir zahmete mukàbil inşaallah bin kar bırakan bu hizmetimiz eğer perde altında kalsaydı, çok manalar verilmekle beraber, avam-ı ehl-i iman ile havas kısmı birer bahane ile tam kanaat etmeyeceklerinden olduğu bildirilmektedir.
Dördüncü mektup olan Hüve Nüktesi ise, قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ ve لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ kelime-i kudsiyeleriyle maddi cihetinde Huve lafzında siz sevgili Üstadımızın bir seyahat-ı hayaliye-i fikriyelerinde, hava sahifesinin mütalaalarıyla görülen zarif bir nükte-i tevhidde iman mesleğindeki gayet derecede kolaylıkla meslek-i dalaletteki nihayetsiz müşkülat kısa bir işaretle beyan edilmiş. Kudret-i İlahiyenin bir arşı olan bir avuç toprakta konulan muhtelif tohumların mahiyetlerinde ve emir ve iradenin diğer bir arşı olan havanın bir parçasında neşv ü nema bulan Huve lafzında görülen harikalar, esbaba verildikçe, dehşetli müşkülatın zuhuru ve Vahid-i Ehade verildikçe fevkalade suhuletin vücudu, hem ehl-i dalaletin, hususan maddiyyun ve tabiiyyun meslek erbabına, hem ehl-i imana gayet şirin, gayet güzel, gayet hoş, hem gayet mukni ve müskit bir şekilde ispat edilerek, bir risale kadar kıymeti bulunan, hususan tahavvülat-ı zerrat hakkındaki Otuzuncu Sözle, Tabiat Risalesi olan Yirmi Üçüncü Lemanın bir nevi hülasası olabilir kanaatini bize veren bu kıymettar yazılarınızla Risale-i Nur baştan başa her okuyanı hem tenvir edip yükseltiyor, hem sevgili Üstadımıza nihayetsiz minnettarlıklara vesile oluyor.
Hüsrev
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
İki üç defadır ehemmiyetli bir halet-i ruhiye bana arız oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbulda beni Yuşa Dağına çıkarıp İstanbulun, Darül-Hikmetin cazibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp, hatta İstanbulda bulunan Nurun birinci şakirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahmanı dahi zaruri hizmetimi görmek için de yanıma almaya müsaade etmeyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acip inkılabat-ı ruhinin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Said ve bütün bütün tarik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum. Demek Nurlar ve kahraman şakirtleri benim vazifelerimi yapacaklar; daha bana hiç ihtiyaç kalmamış. Zaten Nurun her bir cami cüzü ve sarsılmayan halis şakirtlerinin her birisi, benden daha mükemmel ders verir.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Evvela: Ben bazı emarelerle tahmin ederim ki, neşredilen mecmualarımızdan en ziyade Rehbere ehemmiyet veriyorlar. Ben zannederim ki: Hüve Nüktesi gizli zındık düşmanlarımızın bellerini kırmış, onların istinadgahı olan tabiat tağutunu dağıtmış. Kesif toprakta bir derece saklayabilirken şeffaf havada, Hüve Nüktesinden sonra hiçbir cihetle o tağutu saklamak imkanı kalmamış ki, küfr-ü inadi ve temerrüd-ü irtidadi sebebiyle adliyeyi aldatıp aleyhimize sevk ediyorlar. İnşaallah Nurlar adliyeleri lehine çevirip onların bu hücumunu dahi akim bırakacaklar.
Saniyen: Bu sırada, hem Ehl-i Sünnet gazetesi, hem buranın gazetesi, hem Zübeyirin hararetli mukabelesi, Nurlarla iştigalleri güzel bir ilanat hükmüne geçtiler. Benim bedelime, benim hoşuma giden bize dair bahislerine bakınız, bana bildiriniz.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim Mehmed, Mustafa, İbrahim, Ceylan,
Evvela: Dün dördünüzün hararetli sohbetini gördüm, çok sevindim, memnun oldum. Ben de yanınızda bulunuyorum gibi ferahla dinledim. Birden baktım ki, iki tarafınızda sizi dinleyenler var. Yarım saat devam etti. Merak ettim, kalben dedim: “Habbeyi kubbe yapan ve yanlış mana veren bir casus, dinleyenler içinde bulunmak ihtimali var ki, dikkatle kulak veriyor ve konuşan kardeşler ihtiyatsızlıklarından ve sohbetin keyfinden hiç onlara bakmıyorlar, dikkat etmiyorlar” diye size cevap gönderdim. Elhamdü lillah, bir zararlı konuşma olmadığını bildim. Bu nazik sırada ihtiyat lazımdır.
Saniyen: Hoca Hasanın haddimden yüz derece ziyade bir hüsn-ü zanla yazdığı bir mektubundan bildim ki, aynen Denizli kahramanı merhum Hasan Feyzi sisteminde bir Nur naşiri olacak. İnşaallah onun gibi Afyonda dahi Hasan Feyziler çıkacaklar. Afyon Denizliden geri kalmayacak, zahmetimizi rahmete çevirecek.
Said Nursi
Kardeşlerim,
Ben gazeteleri merak etmezdim. Fakat bu sırada hem Ehl-i Sünnet, hem Sebilürreşadın lehimizdeki yazıları herhalde aleyhimizdeki kıskançları ve gizli düşman zındıkları şaşırtmış. Bunlar o dostları susturmak için çalışmak ihtimali beni meraklandırdı.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Sıkıntılı musibetlerimi hiçe indiren bir hakikatli tesellidir
Birinci: Hakkımızda zahmet rahmete dönmesi.
İkinci: Kader adaleti içinde rıza ve teslim ferahı.
Üçüncü: İnayet-i hassanın Nurcular hakkında hususiyetindeki sevinç.
Dördüncü: Geçici olmasından zevalinde lezzet.
Beşinci: Ehemmiyetli sevaplar.
Altıncı: Vazife-i İlahiyeye karışmamak.
Yedinci: En şiddetli hücumda en az meşakkat ve küçük yaralar.
Sekizinci: Sair musibetzedelere nisbeten çok derece hafif olması.
Dokuzuncu: Nur ve iman hizmetinde şiddetli imtihandan çıkan yüksek ilanatın tesiratındaki sürur.
Dokuz adet manevi sevinçler, öyle teskin edici bir merhem ve tatlı bir ilaçtır ki, tarif edilmez, ağır elemlerimizi teskin ediyor.
Said Nursi
Aziz, sıddık, metin kardeşlerim,
On aydan beri münafıkların bir resmi memuru elde edip bütün desiseleriyle yaptıkları hücum en küçük bir şakirdi sarsmadı. O iftiraları hiç hükmündedir. İspat ettiğimiz onun yüz yalanına karşı, bir gazetenin sabık valinin tekaüde sevkini bir mektubumuzda bulup hilaf-ı vakidir diye birtek yanlış bulmuş. Halbuki o yanlış o gazeteye aittir. Her ne ise, böylelerden böyle iftiralar, binden bir tesiri bize olmadığı gibi, inşaallah daire-i Nura da zararı olmayacak. Size söylediğim gibi, memurun iftiranamesine çok ehemmiyet vermeyiniz, zihninizi bulandırmasın. Eğer müdafaatımda cevabı bulunmayan kanuni nokta varsa, kısa cevap verirsiniz. Hem deyiniz: “Said der ki: Bizi ve Nurları beraat ettiren üç mahkemeyi kızdırmamak, tenkis etmemek için o garazkarane iddianameye karşı cevap verip ehemmiyet vermeyeceğim. Büyük müdafaatım, hususan on vech ile kanunsuzluğa tam ve mükemmel bir cevaptır.”
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Evvela: Bir inayettir ki, o adamın müfteriyane iddianamesini işitemedim. Yoksa şiddetle konuşacaktım. Reise, “Seni mahkemeye veriyorum—yani haksızlığınla mahkeme-i kübraya ve kanunsuzluğunla dünya mahkemesine. Ve avukatım yok” dediğimden maksat, onlara, “Bizim umumumuzun külli meselede vekilimizdir; benim hususi şahsıma gelen hücuma ancak ben mukabele edebilirim” demektir. Ahmed Hikmete bildiriniz.
Saniyen: Savcının isnadatına karşı eski müdafaatımız kafidir.
Salisen: Mustafa Osman, Ceylan nasıl telakki ettiklerini ve hiç bulantı onlara vermediklerini ve daire-i Nurda dahi fena tesir etmeyeceğini bana yazdılar. Kahraman Tahiri gördüm; o da öyle telakki etmiş. Hüsrev ve Feyzileri ve Sabriyi merak ettim.
Rabian: Zannederim ki, şimdi küfür ve dalalet, komiteler ve cemiyetler şeklinde hücum ettikleri içindir ki, kader-i İlahi, bunlara bu eşedd-i zulümle bir cemiyet isnadıyla bizi tazip ettiriyor. Demek şimdi ehl-i imanın ittihadına pek çok lüzum var. Biz o hakikati bilmediğimiz için kaderin adalet tokadını yeriz.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Haccı men eden, zemzemi döktüren, hakkımızda eşedd-i zulme müsaadekar davranan ve Zülfikar ve Siracün-Nurun müsaderesine ehemmiyet vermeyen ve bizi garazkarane, kanunsuz, tazip eden memurları terfi ettirip hanemizden çıkan mazlumane lisan-ı hal ile yüksek ağlamamızı ve sesimizi işitmeyen bir müstebit kabinenin zamanında en rahat yer hapistir. Yalnız mümkün olsa başka hapse naklolsak, tam selamet olur.
Saniyen: Onlar nasıl zorla en mahrem risaleleri en namahreme okuttular; öyle de, zorla ısrar edip bizi cemiyet yapmaya mecbur ediyorlar. Halbuki, cemiyet ve komiteciliğe hiç ihtiyacımızı hissetmiyorduk. Çünkü, ittihad-ı ehl-i iman cemaatindeki uhuvvet-i İslamiye, Nurcularda pek halisane, fedakarane inkişaf ettiği gibi ve eski ecdatlarımızın kemal-i aşkla ruhlarını feda ettikleri bir hakikate Nur şakirtleri o milyonlar kahraman ecdatlarından irsiyet aldıkları kuvvetli bir fedailikle o hakikata bağlanmaları, şimdiye kadar resmi veya siyasi, gizli ve aşikar cemiyetler ve komiteciliğe ihtiyaç bırakmıyordu. Demek şimdi bir ihtiyaç var ki, kader-i İlahi onları bize musallat ediyor. Onlar mevhum bir cemiyet isnadıyla zulmederler. Kader ise, “Neden tam ihlasla, tam bir tesanütle, tam bir hizbullah olmadınız?” diye bizi onların elleriyle tokatladı, adalet etti.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Sizi teselliye muhtaç bilmiyorum. Birbirinizin kuvve-i maneviyenizi takviye ederseniz, o kafidir. Karşımdaki levha dahi bana kafi geliyor. Bu son hücumda, tam haksız ve kanunsuz, yalnız evhamdan ve zaafiyetten gelen bir korkutmak olduğu anlaşıldı. Ve ahalinin ve zabıtanın vaziyeti, o manasız hücuma bir itiraz hükmündeydi.
Saniyen: Benim müdafaatım yeni isnadata dahi kafi gelir mi? Hem Zübeyir ve avukatlar çalışıyorlar mı? Telaşları yok mu? Hiç merak etmesinler. Bize medar-ı mesuliyet ettiği maddelere göre, bütün uhuvvet-i imaniyeyi taşıyanları, hatta bütün imamların cemaatlerini ve bütün üstad ve muallimlerin talebelerini dahi mesul etmek lazım gelir. Demek muhalifleri çok kuvvet bulmuşlar ki, bütün bu telaşlı ve imkanatı vukuat yerinde istimal ederek acip evhamla bize hücum ettiler.
Salisen: Benim kendi kanaatim, ta bahara kadar hapiste kalmak gerektir. Zaten kışta her şey tevakkuf eder. İnşaallah inayet-i İlahiye yine imdadımıza yetişir.
Said Nursi
Hüsrevin bir mektubudur.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Sevgili Üstadımız, Efendimiz,
Garazkar raporlarıyla hakkımızda Afyon adliyesini pek büyük bir dikkate sevk eden ve sekiz aydan beri şiddetli bir tazyik altında siz sevgili Üstadımızı yaşatan, biz talebelerinizle birlikte Afyon hapsinde temadi-i mevkufiyetimize sebep olan ve Nurun kàbil-i inkar olmayan muciznüma hakikatlerini hasudane nazarla mütalaa eden ehl-i vukuf ulemasına, siz sevgili Üstadımız, hem Risale-i Nur yirmi beş seneden beri sükut etmişken, o muhterem allamelerin ehl-i imanı, hususan hamele-i Kuranı müdafaa ve muhafaza en büyük vazifeleri iken, Afyon adliyesini aleyhimize teşvik edip tahrik eden raporlarına karşı siz sevgili Üstadımızı esefle mukabeleye mecbur eden yazılarınız şefkatinizin eseri olduğu şüphesizdir. Yirmi beş seneden beri, zaman zaman gizli düşmanlarınıza karşı bir avuç talebenizle mücadeleye giren siz sevgili Üstadımızı ve Kuranın en büyük hakikatlerini muhtevi Risale-i Nuru müdafaa etmek şöyle dursun, en tehlikeli vakitlerimizde cephe alan bu alimlere karşı pekçok sualleri sormak hakkınız iken, pek cüzi sualleriniz, o alimleri ikazdan başka bir şey olmayacak. Böyle en nazik zamanlarda muavenetinize pekçok muhtaç olduğumuz menbalardan doğan ümitsizliklerimizi büyük bir izzete tebdil eden ve pek büyük bir ihsan-ı İlahi olan inayet-i hassa, bu Afyon hapsinde tekrar kendini gösterdi. Sekiz aydan beri titremeyen zemin, siz sevgili Üstadımıza, Risale-i Nura hücum zamanlarında, gizli düşmanların hücumuyla gelen zelzeleleri yazarken, bugün yine zemin hiddet edip iki defa şiddetli bir surette titremesiyle bizi de şahit göstermiş, ümitlerimizi takviye etmiş, imhanıza susayan insafsız düşmanlarınızın en dehşetli savletleri karşısında zahiri kimsesizliğinize şefkat etmiş, maddeten aczinize merhamet etmiş, imdadınıza yetişmiş, titreyen zeminle davanızın doğruluğunu tasdik etmiş. İlahi ve melekuti bir kudretle mübarek kaleminizden çıkıp yükselen “Zafer bizimdir” beşaretlerinizi ihtar ile, bizleri siz sevgili Üstadımıza çok minnettar eylemiştir.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Çok kusurlu talebeniz
Hüsrev
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: İhtiyat ve temkin ve meşveret etmek lazımdır.
Saniyen: Zübeyir bana merhum biraderzadem Abdurrahman yerine ve Ceylan merhum biraderzadem Fuad bedeline verilmiş diye manevi ihtar aldım. Ben de burada işimi onlara bıraktım.
Salisen: Haber aldım ki, çok çalışan, fakat ihtiyatsız Ahmed Feyzinin Maidetül-Kuran başında malum mektubumu mahkeme heyeti bahane ederek—ki, “Said kendi hakkındaki medihleri ve saireyi tasdik etmiş”—benim mahkumiyetime bir sebep gösterilmiş. Ben mükerrer dedim ki: Herşeyden evvel Ahmed Feyzi onu beyan edip—ki o mektup, kendi hakkındaki mektupları kabul etmemek ve sair bir kısmını tadil etmek lazımken—lüzumsuz onları hiddete getiren şeyleri yazmış. Ben onun bin kusurunu görsem ondan gücenmem. Fakat Nurlara zarar gelmemek için, cesurane ve ihtiyatsız hareketten bir derece çekinmek lazımdır.
Rabian: Feyzilerin bir kahramanı olan Ahmed Feyzi kardeşimiz de, Tahirinin koğuşu olan medresesinde aynen Tahiri gibi davranmalı. Ve gidenlerin yerinde, onların şakirtlerini Kuran ve Nur dersleriyle ve yazılarıyla teşvik etsin. Dün bana gönderdiği yeni talebelerin defterleri benim hazin halimi sevince tebdil etti, Elhamdü lillah dedim.
Bu defa taarruz pek geniş dairede… Reis-i Hükumet ve hazır kabine, planlı, dehşetli bir evhamla bir hücum etti. Benim aldığım bir habere göre ve çok emarelerle gizli münafıkların yalan jurnalleri ve desiseleriyle bizi hilafet komitesiyle ve Nakşi tarikatının gizli cemiyetiyle tam alakadar, belki pişdar gösterip hükumeti büyük bir telaşa sevk ederek, Nurun büyük mecmualarının İstanbulda ciltlenip alem-i İslama intişarını ve gayet makbuliyetlerini bir delil gösterip, hükumeti korkutup, kıskanç resmi hocaları ve vehham memurları aleyhimize, insafsızca çevirdiler. Tahminlerince herhalde çok vesikalar, emareler görülecek. Hem Eski Said damarıyla tahammül etmeyerek ortalığı karıştıracak diye kanaatleri varmış. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun, o musibeti binden bire indirdi. Bütün taharrilerde hiçbir cemiyet ve komitelerle bir alakamızı bulamadılar.
Yoktur ki bulsunlar! Onun için savcı iftiralara, yanlış manalara, medar-ı mesuliyet olmayan cüzi isnatlara mecbur olmuş. Madem hakikat budur; Nurlar ve biz yüzde doksan dokuz derece musibetten halas olduk. Öyle ise, değil şekva, belki binler şükretmekle inayet-i İlahiyenin bu cilvesinin tamamını sabır, şükür, istirhamla beklemeliyiz ve Nur dersleriyle bu medresenin mütemadiyen çıkan ve giren muhtaç ve müştaklarına teselli vererek yardım etmeliyiz.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Şiddetli bir ihtarla bildim ki, sen ve Ahmed Feyzi, Nurun mesleği olan mübareze etmemek ve ehl-i dünya ile uğraşmamak ve siyasete girmemek ve yalnız lüzum-u kati olduğu zaman kısaca müdafaa etmek haricinde, pek ziyade ve zararlı, mübarezekarane ve siyasetvari mahkemedeki okuduğunuz parçalar Nurlara çok zarar vermiş. Hatta bizim cezamıza ve benim sıkıntılarıma sebebiyet vermiş. Ben senden ve Ahmed Feyziden gücenmem. Fakat bana evvelce göstermek lazımdı. Maddi kaza-yı İlahi olarak o vaziyet size verilmiş. Onun tamiri için, benim tarzımda davranmak lazımdır. Feyzi dahi, bütün kuvvetiyle siyasi müdafaatı bırakıp Nurlarla ve Tahiri gibi, yeni talebelerle meşgul olmak elzemdir.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz kardeşlerim,
Bana ve Nurlara ait kırk küsur sahife ile beraber hata-savap cetveli ve zeyli, Posta gazetesine cevabı, herhalde hem yeni harfle, hem eski harfle basmasına, hem Ispartada, hem İstanbulda, eğer mümkünse burada dahi çalışmak lazımdır.
Madem mahkeme aleyhimizde zannettiği meselelerini makineyle teksir ediyorlar. Biz dahi aynı meselelerini ve doksan sehvi teksir etmek kanunen hakkımızdır, teksir etmemiz lazımdır. Sonra da, büyük müdafaatımla Ahmed Feyzi, Zübeyir, Mustafa Osman, Hüsrev, Sungur, Ceylan gibi arkadaşların itiraznameleri de inşaallah bastırılacak.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
İki saat zarfında iki acip ve latif, zahiren küçük, hakikaten ehemmiyetli iki hadiseyi size yazmak ihtarı aldım.
Birincisi: Nurun iki namzet talebesine Rehberden Leyle-i Kadirde ihtar edilen meseleyi okudum. ahirinde, “Beş on senede medrese hocalarının tahsil derecelerini, Nur şakirtleri on haftada kazanır” dediğim aynı dakikada kalbe geldi ki:
Eski Saidin, on beş yaşında iken medrese usulünce on beş senede okunan ilmi, on beş haftada okumaya inayet-i İlahiye ile muvaffak olması gibi, rahmet-i Rabbaniye ile, Risale-i Nur dahi, ilm-i hakikatte ve imaniyede on beş seneye mukàbil, bu medresesiz zamanda on beş hafta kafi geldiğini, bu on beş senede belki on beş bin adam kendi tecrübeleriyle tasdik ediyorlar.
İkincisi: Aynı saatte, ağır penceremiz adeta sebepsiz kaplarım ve şişelerim ve yemeklerim üzerine düştü. Biz tahmin ettik ki, hem camlar, hem bütün şişe ve bardaklarım kırıldılar ve içlerindeki taamlar zayi oldular. Halbuki, harika olarak hiç bir kırık ve zayiat olmadı. Yalnız bana hediye gelen pişirdiğim et döküldü. Fakat Nurun namzet yeni talebelerine kısmet olduğu, benim de hediye kabul etmemek olan kaidemi muhafaza ve birinci hadiseye harikalığıyla tasdik edip imza bastı.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Kardeşlerim,
Bütün bütün kanunsuz olarak bizim temyiz evrak ve layihalarımız daha temyize gönderilmemiş. Bizim üç muktedir avukatlarımız, mümkün olduğu kadar pek çabuk evrakımızın Mahkeme-i Temyize gönderilmesine herhalde bir çare bulsunlar. Yoksa on bir ay bahanelerle tevkifimizi uzatmak ve beni mahkemede konuşturmamak ve on bir ay tecrid-i mutlakta soğuk sıkıntılarla tazip etmekle hakikat-ı adaletin kabul etmediği bir garazı ihsas ettiğinden, bizim mahkememizi başka bir vilayetin mahkemesine nakletmek için hem avukatlarımız, hem sizler bütün kuvvetinizle çalışmak elzem ve lazımdır.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık, halis, sebatkar, fedakar kardeşlerim,
Evvela: Sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا hiç yanımda bulunmadığının sebebi, eski zamanda iki hiss-i kablelvukuumda bir iltibas olmuş.
Birincisi: Bir hiss-i kablelvuku ile, yalnız vatanımızda dehşetli bir hadiseyi ve zalimlerin musibetini hissettim. Halbuki büyük dairede, zemin yüzünde, haber verdiğimiz gibi on iki sene sonra aynen o sırr-ı azim görüldü. Benim istihracımı gerçi zahiren bir parça tağyir etti. Fakat hakikat cihetinde pek doğru ve ayn-ı hakikat meydana çıktı. Bunun için o risaleyi yanımda bulundurmuyorum ve başkalarına vermiyorum.
İkincisi: Kırk sene evvel tekrarla dedim: Bir nur göreceğiz. Büyük müjdeler verdim. O nuru büyük daire-i vataniyede zannederdim. Halbuki o nur, Risale-i Nur idi. Nur şakirtlerinin dairesini, umum vatan ve memleket siyasi dairesi yerinde tahmin edip sehiv etmiştim.
Müdür Bey,
Size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramının bayrağını koğuşuma taktırdınız. Harekat-ı Milliyede İstanbulda, İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvat-ı Sitte eserimi tab ve neşirle, belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki, Mustafa Kemal şifreyle iki defa beni Ankaraya taltif için istedi. Hatta demişti: “Bu kahraman hoca bize lazımdır.” Demek, benim bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır.
Said Nursi
1948 senesinde açılan Afyon Mahkemesinde, birinci defa hüküm verilip nihayet umum Nur Risalelerinin iadesiyle neticelenen ve başlangıçta idam planlarıyla propagandalar yapılan bir mahkemede Risale-i Nur talebelerinin müdafaatıdır.
Nur şakirtlerinin, halis ve sırf uhrevi, Nurlara ve tercümanına karşı alakalarına dünyevi ve siyasi cemiyet namını verip onları mesul etmeye çalışanların ne kadar hakikatten ve adaletten uzak düştüklerine karşı, üç mahkemenin o cihette beraat vermesiyle beraber, deriz ki:
Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususan millet-i İslamiyenin üssül-esası, akrabalar içinde samimane muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alakadarane irtibat ve İslamiyet milliyetiyle mümin kardeşlerine karşı manevi muavenetkarane bir uhuvvet ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakarane bir alaka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kuran hakikatlerine ve naşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi hayat-ı içtimaiyeyi esasıyla temin eden bu rabıtaları inkar etmekle ve şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirtlerine medar-ı mesuliyet “cemiyet” namını verebilir.
Onun için, Nur şakirtleri çekinmeyerek Kuran hakikatlerine karşı alakalarını ve uhrevi kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar ediyorlar. O uhuvvet sebebiyle gelen her bir cezayı memnuniyetle kabul ettiklerini ve hakikat-i hali olduğu gibi mahkeme-i adilenize itiraf ediyorlar. Hileyle, dalkavuklukla, yalanlarla kendilerini müdafaa etmeye tenezzül etmiyorlar.
Mevkuf
Said Nursi
Hüsrevin müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
Makam-ı iddia, iddianamesinde biri külli, diğeri hususi olarak iki cihetle beni ittiham ediyorlar. Külli ittihamı, Risale-i Nura hizmetim ve Üstadımın mevhum suçuna iştirakimdir.
Hususi ittiham ise, gayet cüzi ve ehemmiyetsiz ve hakikatte hiçbir suç teşkil etmeyen, inziva ile geçen hayatıma ve hususat-ı şahsiyeme ait hallerdir. İddia makamının Risale-i Nura hizmetimden dolayı Üstadımın mevhum suçuna beni iştirak ettirmesine mukàbil derim ki:
Ben Üstadımın gittiği meslekte ve Risale-i Nurla alem-i İslama hususan bu vatana ve bu millete ettiği kudsi hizmetinde kendisine isnad edilen mevhum suçuna ruh u canımla iştirak ediyorum. Ve beni bu hizmet-i imaniyede muvaffak eden Cenab-ı Hakka ahir ömrüme kadar şükredeceğim.
Muhterem heyet-i hakime,
Nurlara hizmetimde gördüğümüz muvaffakiyetin kati bir delili şudur:
Benim Kuran hattım pek noksan iken, harika bir tarzda, ihtiyar ve iktidarımın pek fevkinde, gayet emsalsiz ve gayet mükemmel bir surette üç Kuranı yazmaklığımdır. Birisi, elinizdedir.
İkinci delili: Bu vatana ve bu millete ve dine ve hüsn-ü ahlaka yirmi seneden beri pek büyük menfaatleri tahakkuk eden bu Nur eserlerinden altı yüze yakın nüshalarını yazmaklığımda muvaffakiyetimdir. Hatta, bir ay gibi kısa bir zamanda on dört risaleyi yazmaya muvaffak olduğumu arkadaşlarım biliyorlar. Makam-ı iddianın, Üstadımın kudsi hizmetinde benim için suç tevehhüm ettiği noktaları ayrıca müdafaa etmeyi zaid buluyorum. Üstadımın yazdığı itirazname ve tetimmesini bütün kuvvetimle tasdik edip, onları kendi itiraznamem olarak yüksek mahkemenize takdim ediyorum.
Muhterem heyet-i hakime,
Halen mahkemenizde bulunan ve iman ve Kuran hakikatleri olan mübarek ve kudsi ve nurlu eserleriyle hiçbir maksad-ı dünyevi ve hiçbir maksad-ı siyasi takip etmeyen Üstadımın bu vatana ve millete ettiği kudsi hizmetlerini ben ve arkadaşlarımız tasdik ettiğimiz gibi, İttihad Terakki hükumetindeki vatanperverler dahi tasdik etmişler. O zaman Üstadımın Vandaki “Medresetüz-Zehra” namındaki Darülfünununa on dokuz (19) bin altın lira vermişler. Ve milliyetperverler dahi, Üstadımızın vatanperverane ve milliyetperverane hizmet-i ilmiyesini hayranlıkla tasdik etmişler. Üstadımın o Şark Darülfünununa, o zamanda, banknotun kıymetli vaktinde yüz elli (150) bin lira tahsisatı, iki yüz mebustan yüz altmış üç (163) mebusun imzasıyla kabul etmişler.
İddia makamının suç diye vasıflandırdığı bu kudsi, mübarek Üstadımın, bütün hayatı müddetince en muannid ve kıskanç muarızlarını ve mahkemelerde en ziyade mahkumiyeti için çalışanları şiddetli ve dokunaklı sözlerine karşı iliştirmeyip teslime mecbur eden ve bu millet ve bu vatanın saadetinin temel taşlarını temine matuf olan kudsi hizmetinde ve bütün makàsıd-ı ilmiyesinde, yirmi seneden beri ettiğim katiplikle ve Risale-i Nura ettiğim hizmetimle iftihar ettiğimi yüksek mahkemenize arz ediyorum.
Mevkuf
Hüsrev Altınbaşak
Tahirinin müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
Afyon C. Savcılığınca tarafıma tebliğ edilen, “dini hissiyatı alet ederek devletin emniyetini bozacak hareketlere halkı teşvik” maddesinden Üstadım Bediüzzaman Said Nursi ve diğer arkadaşlarıyla birlikte suçlu gösterilmekle mahkemeye veriliyorum.
Ben, gerek Isparta Sulh Mahkemesinde ve gerekse Afyon Sorgu Dairesinde sorulan suallere doğru olarak cevap vermişim. Bizi beraat ettiren Denizli Mahkemesi bütün kitaplarımızı bize iade etmiş, Üstadım Bediüzzamanın risalelerini okuyup yazmakta ve kendisine talebe olan kardeşlerimle mektuplaşmakta bize ceza vermemişti. Halbuki, altı sene evvel Üstadımın müsaadeleri olmadığı halde, marifetimle eski yazıyla İstanbulda matbaada tab edilen beş yüz adet Bediüzzamanın Yedinci Şua kitabını, Denizli Mahkemesi tamamen sandığıyla, 20.7.1945 tarihli kararıyla yedime teslim etmiş, o zaman müştak olan Nur talebelerine tab bedeli mukàbilinde tevzi edilmişti.
İşte, bu ali mahkemenin, Temyizin yüksek tasdikiyle katiyet kesb eden hükmüne istinaden, iki sene evvel İstanbuldan teksir makinesi ve kağıt alarak Ispartaya getirdim.
Elinizde olan üç mecmuadan ikisini kardeşim Hüsrev Altınbaşak yazdı, birisini de ben yazdım. Evvela Zülfikar: Mucizat-ı Kuraniye ve Ahmediye mecmuasını bastık. Bunu kısmen sattık. Hasıl olan parasından Asa-yı Musa mecmuasının kağıdını da satın aldım, getirdim. Sonra Asa-yı Musa mecmuasını bastık, bunu da sattık. Sonra Siracün-Nur mecmuasının kağıdını alıp bastık. Bu müddet bir sene devam etti. Sonra, otuz kadar mecmua Eğirdire götürülürken yolda tutularak Eğirdir adliyesine teslim edilmiş, çok geçmeden Isparta adliyesi marifetiyle Hüsrev Altınbaşakın evi taharri olunup hem teksir makinesi, hem mecmualar müsadere edilerek bir sene evvel mahkemeye verilmiştik. Neticede, yasak olmayan dini eserler olmasından, Hüsrev Altınbaşakla bana ve diğer bir arkadaşımıza ruhsatsız kitap tab ettiğimizden bir ay ceza verildi. Biz de temyiz ettik. Henüz temyizden gelmeden Afyon hapishanesine getirildim.
İşte, yüksek mahkemenizde dinime ve dindaşlarıma olan şu hasbi hizmetim, hususan mahkemenin iade ettiği ve meali hadis-i şerif muhteviyatı olan Beşinci Şua meseleleriyle, Afyon C. Savcısı, “Hükumetin emniyetini ihlal ediyorlar” diye hem beni, hem risalenin müellifini, hem Hüsrev Altınbaşakla kırk altı talebe kardeşlerimi, bu eserleri yazmışlar, okumuşlar diyerek cezalandırmak istiyor.
Bu vatanda öz bir vatandaş olmakla, huzurunuzda hakikatten ayrılmayarak derim ki:
Bu eserlerle ahlakımızı dinen terbiye edip yükselten ve kendisine “müceddid” dediğimiz halde bizi reddedip kıran ve büyük bir hürmetle üstad kabul ettiğimiz Said Nursinin senelerden beri talebesiyim. Kendisinde ve eserlerinde ve talebelerinde hükumetin emniyetini ihlale teşebbüs edecek hiçbir fiil olmadığına yakinen ve katiyen şahidim. Hususan ittiham sebebinin birisi de, Isparta mahkemesi yakinen hakikate muttali olmasıyla, o cihetten bize ceza vermedikleri kitap bedelleridir ki, bizim kitap bedelleriyle idare-i mAyşetimizi temine hiçbir cihetle ihtiyacımız olmamakla beraber, bu satılan mecmuaların bedellerinin teksir makinesine ve kağıdının ve mürekkebinin karşılığına verilmiş olduğunu yüksek mahkemenize arz eder ve sırf Allah rızası için, hüsn-ü niyetle yaptığımız bu hizmetin bir suç olmasına imkan olmamakla, yüksek mahkemenizden ve ali vicdanlarınızdan Risale-i Nur eserlerinin iadesini talep ederim.
Mevkuf
Tahiri
Zübeyirin müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Hakimliğine,
Gizli cemiyet kurmak ve devletin emniyetini bozmak suçuyla müttehem bulunmaktayım. Aşağıda arz edeceğim vech ile, böyle bir suçu işlemediğime kati kanaatiniz geleceği için, bu ittihamı daha şimdiden reddediyorum.
Evet, Risale-i Nur talebesi olduğumu memnuniyetle ve ilan edercesine söyleyebilirim. İnkar etmek, Risale-i Nurun bana verdiği fazilet dersleriyle zıt olduğu için, bu cürmü işlemem. Risale-i Nurun okuyucusu olan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. Bilakis, iftiharla, bilaperva söylemekten çekinmez. Zira çekingenliği icap ettirecek hiçbir cümlesi veya kelimesi yoktur.
Risale-i Nurun kıymetini kırk elli sahifelik bir formada belirtmeye çalışmıştım. Medhettim diyemem; çünkü, kainatın güneşi ve aklı olan ve bin üç yüz küsur seneden beri beşeriyeti tenvir ve irşad eden Kuran-ı Hakimin hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nurun, değil bütün külliyatını, belki bir cüzünü bile sena etmeye muktedir değilim. Yukarıda arz ettiğim gibi, kıymetini belirtmeye çalıştığım eserlerde gizli cemiyete dair mevzular tespit edilmişse, zararlı eserleri tanıtmaya çalışmış suçuyla cezalandırınız. Fakat harikulade ve fevkalade bir şekilde telif edilmiş olduğu ilmi şahsiyetler tarafından tasdik edilen, ve bozulan bir cemiyeti ıslah etmek kudretini haiz olan ve yirminci asırdaki insanlara rehber olup dalaletten ve materyalizmin, maddiyyunluğun ve tabiatperestliğin sürüklediği sefahet ve koyu fikir karanlığından kurtaran ve beşeriyete ebedi saadet ve selamet çığırlarını Kuran-ı Hakimin feyziyle açan ve nuruyla aşikar bir şekilde gösteren Risale-i Nur Külliyatında isnad edilen suça dair bahisler mevcut değilse, cezalandırılmaklığımın adalet esaslarına zıt olacağını, mahkemenizin de kabul edeceği kanaatindeyim.
Sorgu hakimliğinde, “Sen Risale-i Nurun talebesiymişsin” denildi.
Bediüzzaman Said Nursi gibi bir dahinin şakirdi olmak liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa, iftiharla “Evet, Risale-i Nur şakirdiyim” derim.
Risale-i Nurun emsalsiz müellifi Üstadım Bediüzzaman Said Nursi, müteaddit defalar gizli düşmanları tarafından iftira edilerek mahkemeye verilmiş ve hepsinde de beraat etmiştir. Risale-i Nur Külliyatı profesör ve İslam alimlerinden müteşekkil bir heyet tarafından satırı satırına tetkik edilerek bu eserlerin fevkalade bir vukufiyetle telif edildiği ve Kuran-ı Hakimin hakiki bir tefsiri olduğunu bildiren raporlar verilmiştir. Hakikat böyleyken, yine neden mahkemeye veriliyor? Bu husustaki kati kanaatimi şu şekilde arz ediyorum:
Risale-i Nuru okuyan kimseler, bilhassa idrakli gençler, kuvvetli bir imana sahip oluyorlar. Sarsılmaz ve fedakar bir dindar, bir vatanperver oluyorlar. Yıpranmaz bir imanın bulunduğu bir yere, menfi bir ideolojinin aşıladığı ahlaksızlık ve sefahet giremez. Bu sarsılmaz imana sahip olanlar çoğaldıkça masonluğun ve komünizmin dairesi asla genişleyemiyor. Komünistlerin dayandığı materyalist (maddiyyun) felsefenin hak ve hakikat ile hiç bir ilgisi olmadığını, nazariyelerinin tamamen asılsız olduğunu Risale-i Nur, Kuran-ı Kerimin ayetleriyle ve gayet kuvvetli burhan ve hüccetlerle aklen, fikren ve mantıken ispat ediyor. O çürük fikir karanlıklarına düşenleri tenvir edip kurtarıyor. Yalnız gözünün görebildiği yere inanan maddecilere dahi, Allahın varlığını, inkar ve itiraz kàbil olmayan kuvvetli delillerle ispat ediyor. Bilhassa lise ve üniversite tahsil gençliğine, bu harika eserler orijinal ve çekici üslubu ve yüksek edebi sanatıyla kendini okutturuyor.
İşte bunun içindir ki, komünist ve masonlar, kendi zehirli fikirlerinin yayılmasına Risale-i Nurun kuvvetli bir mani teşkil ettiğini biliyorlar. Kuranın hakiki bir tefsiri olmakla kuvvetli bir iman kaynağı olan Risale-i Nuru ortadan kaldırmak veya okutmamak için çeşitli desiseler ve iftiralara başvuruyorlar. Şimdiye kadar isnad ettikleri yalanlardan hiçbir emare bulunmadığı halde taarruzlarına devam ediyorlar. Bunlardan anlaşılıyor ki, bizi korkutmak ve Risale-i Nurdan uzaklaştırmak ve diğer taraftan kendi zehirli neşriyatlarını önümüze sürmek, bu suretle millet ve gençliğimizde imanın yok olmasını ve ahlak sukutunu temin ederek hükumetin kendi kendine çökmesine muvaffak olmak istiyorlar. Ve vatan ve milletimizi yabancı bir devlete devretmek emelini taşıyorlar. Mahkeme heyetinin huzurunda bilaperva onlara söylüyorum:
Onlar iyi bilsinler ve titresinler ki, gürültüye pabuç bırakmıyoruz. Zira Risale-i Nur eserlerinde hak ve hakikatı görmüş, öğrenmiş ve inanmışız. Türk gençliği uyumuyor. Bu kahraman İslam Türk milleti başka bir devletin boyunduruğu altına giremez. Fedakar Müslüman gençliği, sahip olduğu tahkiki iman kuvvetiyle, vatanını sattırmaz. Dindar, cengaver Türk milleti ve imanlı, cesur Türk gençliği korkmaz. Onun içindir ki, bizi insanlık seviye ve seciyesinde en yüksek mertebelere çıkaran ve her sahadaki terakkiyatımızı sağlayan ve biz gençlere din, vatan ve millet aşkını aşılayarak uğrunda bütün mevcudiyetimizi feda ettirecek hakiki bir dinperver olarak bizleri yetiştiren Risale-i Nur eserlerini okuyoruz ve okuyacağız. Evvelce de arz ettiğim vech ile, Risale-i Nurdan pek az okuduğum halde, pek fazla istifade ettim. Vatan ve millet ve bütün insanlıkça gayet azim faideleri temin edecek olan bu çok nafi eser külliyatını, eğer servetim olsaydı, neşrettirmek için hepsini sarf ederdim. Zira dinimin, vatan ve milletimin ebedi saadet ve selameti uğrunda bütün mevcudiyetimi feda etmeye hazırım. Hem Risale-i Nura safdilane inanmamışım. Otuz üç ayat-ı Kuraniye ve Ali ve Abdülkadir-i Geylani Hazretleri, Risale-i Nurun telif edilip bu asırdaki insanları irşad edeceğini gaybi bir surette bildiriyorlar. Bununla beraber, Risale-i Nurdan okuduğum kitaplar, bu eser külliyatının hak ve hakikatı öğreten ve beşeriyeti ıslah eden eserler olduğu kanaatini vermiştir.
Ruhumda büyük bir boşluk hissederek, okuyacak kitap ararken, Risale-i Nuru okuduğum zaman elimde olmayarak ondan ayrılamadım. Kalbimdeki o büyük ihtiyacı Risale-i Nur eserlerinin karşıladığını hissettim. İlmi ve imani şüphelerden kurtaran akli ve imani ispatları onda buldum. Böylelikle vesveselerin verdiği sıkıntılardan kurtuldum. Bu hakikatlerden anladım ki, Risale-i Nur, bu asrın insanları olan bizler için yazdırılmıştır.
Ahlak, edep ve terbiye gibi en yüksek meziyetlere sahip olabilmek için, kuvvetli bir imana sahip olmak lazımdır. İman hakikatleri, Risale-i Nurda gayet kuvvetli deliller ve açık misallerle anlatıldığı için, okudukça imanım kuvvetlenmiştir. Bu sayede dalalete düşmekten, en yüksek medeniyet esaslarını cami, hak ve hakikat olan dinimden dönüp kızıl ejderin hapı olmak felaketinden kurtuldum. Bunun içindir ki, okuyucularını birçok maddi ve manevi felaketlerden kurtaran; ve bir üniversite mezunundan ziyade bir ilme sahip eden; İslamiyet, vatan ve millet sevgisini aşılayan; Allaha itaati, çalışkanlık ve merhameti öğreten Risale-i Nurdan, kıymetini anlayan hiç bir fert, ne bahasına olursa olsun ayrılmaz. Bu riyasız, has hürmet ve tazim, hiçbir kimsenin kalbinden çıkartılamaz.
Risale-i Nur, iddia makamınca “muzır eserler” diye tavsif ediliyor. Bu vicdansızlığı ve yalanı şiddetle protesto ediyorum. Ve benim de teşvikatta bulunduğum iddia ediliyor. Evet, bu doğrudur. Fakat, diğer iftirayı işiten bütün münevverlerin kalbleri sızlamış ve hatta ağlamış, dişleri gıcırdamıştır. Yirminci asır pozitif fikirlerin hükümran olduğu bir zamandır. Delilsiz, ispatsız şeylere inanılmıyor ve inanmıyoruz. Muzır eserler olduğunun ispatını isteriz.
İftiraları yapan gizli düşmanların maksatlarından birisi de, Risale-i Nur okuyucularının, Kurana hizmet uğrunda Müslümanlık bağlarıyla birbirlerine görülmemiş bir şekilde sarılmış olarak tezahür eden ve bunlardan başka bir maksada matuf olmayan, sadece hürmet, şefkat ve sevgisinin ifadesi olan tesanüdünü kırmak ise, aldanıyorlar. Beyhude hiç uğraşmasınlar. Risale-i Nuru okuyanların en gerisi, en amisi olan ben, onlara şöyle cevap veriyorum:
Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz ahirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz. Kainatın kuvveti toplansa bizi yüksek Üstad Said Nursiden ve Risale-i Nurdan ve bizi bizden ayıramazlar. Zira biz Kurana hizmet ediyoruz ve edeceğiz. ahiret hakikatine inandığımız için, manevi olan bu sevgi ve tesanüdümüzü elbette hiçbir kuvvet sökemeyecektir. Çünkü bütün Müslümanlar saadet-i ebediye makarrında toplanacaklardır.
Vatan ve milletimizin selameti namına, mühim bir hakikatı müsaadenizle arz ediyorum:
Komünistlerin gizli planlarından birisi de, halkı hükumet aleyhine teşviktir.
Bediüzzaman Said Nursiyi hapse sokturmak ve eserlerini zararlı gibi göstermek için hükümet erkanına uydurma ihbarlar yapılmakla beraber, hiçbir ferdin inanmadığı menfi propagandalar yapılıyor.
Bediüzzaman Said Nursinin bu asırda nadir bir İslam dahisi ve herbir cihette eşsiz bir şahsiyet olduğuna, bu millet senelerden beri o kadar inanmış ki, hakiki olan bu kanaati hiçbir propaganda çürütemiyor ve çürütemez.
Büyük bir Üstadın eserlerinden müstefid olmayı lütuf buyuran Cenab-ı Hakka hamd ve senalar ederim. İman, İslamiyet dersi alarak büyük faidelere nailiyetime sebep olan bir Üstada, bütün ruh u canımla medyunum. Senelerden beri sıkıntılar içerisinde eser yazarak gençliğimizi komünizm yemi olmakla ebedi haps-i münferitliğe mahkum edilmekten kurtaran bir müstakim Üstad için senelerce dünya hapsinde kalmaya hazırım.
Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslamiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kuran tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya “Allah Allah, ya Resulallah” sadalarıyla koşarak gideceğim. Komünizme kapılıp dininden çıkan, ebedi felaketlere yuvarlanan ve vatan haini olarak kurşuna dizdirecek cürümlerden gençlerimizi koruyan Risale-i Nur uğrunda kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara çekinmeden göğsümü gereceğim. Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam etrafa sıçrayacak kanlarımın “Risale-i Nur, Risale-i Nur” yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum.
Muhterem heyet-i hakime,
Risale-i Nur tahsili, hakikaten harika ve orijinaldir, emsalsizdir. Herhangi bir tahsilde maddi menfaat ve bir mevki gaye edinilerek o tahsile devam edilir. Dersler ekseriyetle maddiyat ve şöhrete erişebilmek için, belki de zoraki okunur. Risale-i Nurun organize edilmemiş serbest bir üniversiteye benzeyen tahsiline eserleri okumak suretiyle devam edenler ise, Kuran ve imana hizmet etmekten başka herhangi dünyevi bir maksat taşımıyorlar.
Böyle olduğu halde, ilmi, imani ve ciddi eserler olan Risale-i Nur, o kadar büyük bir şevk ve aşkla ve o kadar sonsuz bir hazla okunuyor ki, sadık okuyucularını defalarca okumak gibi kuvvetli bir arzuya sahip ediyor. Risale-i Nuru yazıp okuyanlar, mahkeme kapılarında hayatları tehlikeye düştüğü halde, bu harika eserleri okuduklarını itiraf ve okuyacaklarını ilan ediyorlar. İdam kararı verileceğini bilseler dahi, bu sebatlarını izhar etmekten çekinmiyorlar. İşte Risale-i Nurun birçok harikalarından şu hususiyeti, sizlere şu kanaati veriyor: “İtiraf edenler acaba canlarını yolda mı buldular?” Demek Risale-i Nurda ve Bediüzzamanda, öyle yüksek bir hakikat var ki ve bunlarda zararlı bir şey yokmuş ki, inkar etmediler.
Tahsildeki talebeler otorite ve disiplinle idare edilerek okutturulur. Bediüzzaman ise, hiçbir kimseyi Risale-i Nura mecbur etmemiş. Fakat yüzbinlerle okuyucunun çoğu onu görmeden, ona sarsılmaz ve kopmaz bir bağla talebe olarak Risale-i Nurdan derslerini alıyorlar.
İşte, böyle harikulade bir tedris, yakın ve uzak tarihin hiçbir medresesinde görülmemiştir, hiçbir üniversitede rastlanmamıştır.
Sayın savcı, “Bediüzzamana olan hürmetin şekli diğer müfessirlerde görülemiyor” dedi.
Doğrudur. Hürmet ve tazim büyüklük ve kemalatın derecesine, minnet ve şükran da elde edilen istifadenin miktarına göre olduğuna nazaran, Bediüzzamanın eserlerinden azim faideler elde ediliyor ki, ona olan tazim ve minnettarlıklar da görülmemiş bir şekilde oluyor.
Yirminci asrın en büyük bir İslam mütefekkiri ve müellifi olan Bediüzzamanı, komünist ve masonlar bizlere, bilhassa gençliğimize tanıtmamaya çalışmışlardır. Fakat uyanık Türk-İslam milleti ve gençliği, o din kahramanı Üstadı tanımış, istifade etmiş ve ettirmiştir.
İşte bunun içindir ki, Bediüzzamana karşı olan fevkalade bağlılık ve itimat sarsılmayacaktır.
Risale-i Nurdaki ayetler, Kuran-ı Hakimin en büyük mucizesi olan hususiyetleri kaybettirilmeden, büyük bir sanat ve maharetle Türkçemize tefsir edildiği için, Risale-i Nuru kadın, erkek, memur ve esnaf, alim ve feylesof gibi her türlü halk tabakası okuyup anlayabiliyor. Kendi istidatları nisbetinde gördükleri istifadeler karşısında ona bir kat daha sarılıyorlar. Liseliler, üniversiteliler, profesörler, doçentler, feylesoflar okuyorlar. Bu münevver sınıflar, fevkalade istifade ettikleri gibi, Risale-i Nurun harikuladeliğini ve telif sanatındaki üstünlüğünü tasdik edip hayretler içerisinde bütün külliyatı okumak iştiyakına sahip oluyorlar.
Bediüzzamanı ve Risale-i Nuru her yeni tanıyan müdrik ve takdirkar kimseler, daha evvel tanımadıklarına binler teessüf edip kaybettikleri zamanları telafi edebilmek için müsait vakitlerini boşa sarf etmeyerek, beş dakikalık bir zamana dahi ehemmiyet verip, geceli gündüzlü Risale-i Nura çalışmaya başlıyorlar. Bu rağbet ve şiddetli alaka hiçbir psikolog, sosyolog ve feylesofun eserinde görülmemiştir. Onlardan ancak tahsilli kimseler istifade edebilmişlerdir. Bir ortaokul çocuğu veya okumasını bilen bir kadın, büyük bir feylesofun eserini okuduğu zaman istifade edememiştir. Fakat Risale-i Nurdan herkes derecesine göre istifade etmektedir. Bunun için, sizlerin Bediüzzaman ve Risale-i Nur şakirtlerine vereceğiniz beraat kararını bütün bir millet bekleşiyor. Eğer Said Nursi, talebelerine musibet zamanında sabır ve tahammül ve itidal telkin etmemiş olsaydı; gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettiği zaman topladığı talebeleri gibi hürmetkar olan binler Risale-i Nur şakirtleri, Afyon tepelerine kuracakları çadırlar içerisinde, Afyon Ağırceza Mahkemesinin beraat kararını bekleyeceklerdi.
Said Nursi ve Risale-i Nur şakirtlerinin çalışmalarını, kanun çerçevesine alınıp gizli cemiyet olduğu ispat edilemiyor. Neden ispat edilemiyor? Acaba vukuflu bir adliyeci olmakla baş müddeiumumiliğe kadar yükselen bir şahıs, bu ispatı kanunla yapmaktan aciz midir? Hayır, katiyen aciz değildir. Ortada gizli bir cemiyet diyecek bir teşkilat yoktur. Ve onun için cemiyetçilik ispat edilemiyor.
Savcının evvelen, “Nur talebeleri bir cemiyet değildir” diye kanun dairesindeki tam görüş ve isabetle verdiği hükmü, biraz sonra her nedense “cemiyettir” diye iddia etmesi bir tenakuzdur, elbette hükümsüzdür. Heyet-i hakimenin gayet açık olan bu hakikati idrak ederek “Gizli cemiyet yoktur” diye karar vereceğinden emin bulunmaktayız.
Sayın hakimler,
Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopsaydı, “Bir genç dinsiz olmuş” haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince param parça olması lazım gelir.
İşte sizin vereceğiniz beraat kararı, İslam gençliğinin, İslam dünyasının bu dehşetli afetten tesirli bir şekilde kurtulmasına sebep olacaktır. Ve beni Bediüzzaman ve onun eserlerine kopmaz bir bağla bağlayan saikten biri de budur.
Risale-i Nurun serbestiyetine vereceğiniz beraat kararı, bütün Türk gençliğini ve bütün Müslümanları dinsizlik fecaatinden kurtaracaktır. Zira yüksek hakikatler hazinesi olan Risale-i Nur, hiç şeksiz ve şüphesiz, elbette bir gün olup bütün dünya aleminde tanınacaktır.
Bu itibarla sizler insanlığın takdirine mazhar olacaksınız. Sizin vereceğiniz beraat kararı, hal ve istikbalde nesilleri minnettar ve müteşekkir edecek ve Risale-i Nur okunup azim faidelere nail olundukça takdirle yad edileceksiniz.
Sakın zannetmeyiniz ki, samimi olarak söylediğim bu sözlerimle riyakarlık yapılıyor. Asla ve katiyen! Çünkü Bediüzzamanın mahkemesinde hiçbir kimseden korkmuyorum, çekinmiyorum.
Yalnız pek kısa olarak müsaadenizle şu kadarcık arz ediyorum ki: Savcı, bu mübarek vatanda masonluk, komünistliği fevkalade faikiyetle önlemek çaresi olan ve önlemekte olan Risale-i Nura ve müellifine ve okuyucularına öyle şeni ittihamlarda bulunmakta devam eder ve o tamamen hatalı ittihamlarından vazgeçmezse, hissiyata kapılarak aleyhtarlık ederse, komünistlik ve farmasonluğu desteklemiş olur ve ittihamlara hakiki hedef olan muzır dinsizlerin türemesine yardım etmiş olur.
Temyiz Mahkemesi lahiyasından bir parçadır
Dinsiz komitelerin neşriyatlarının vesvese ve şüpheleri neticesinde yıkılan imanları Risale-i Nur eserleri ispatçılıkla imar ediyor.
İşte gençliğimizin Risale-i Nura elektriklenmiş gibi sarılmalarının en ince sır ve hikmetlerinden bir tanesi de budur: Senelerden beri feragat-i nefisle ve eşsiz bir fedakarlıkla ihtiyar, hasta ve fevkalade ihtimama muhtaç bir çağda gizli düşmanları olan komünist ve masonların ve bunlara aldananların çeşitli işkencelerine karşı, tahammülün fevkinde sabrı ile Bediüzzaman Said Nursi; din aleyhindeki birçok sinsi planları hakikatbin nazarıyla, realist görüşüyle fark etmiş, dehşetli dessasane ve perdeli olan bu planları akim bırakacak imani eserleri telif etmiştir.
Fakat, ne hazin ve acıklı ve binler teessüflere şayeste bir vaziyettir ki, bu İslamiyet kahramanı ve harikulade büyük zat, yirmi beş senedir hapislerde, zindanlarda, tecrid-i mutlaklarda imha edilmeye çalışılmaktadır.
Komünistlerin ihanetiyle meydana gelen evhamın icap ve neticesi olan garazkarlıklarla Risale-i Nur müellifi cezalandırılsa dahi, Risale-i Nur eserleri yine büyük bir iştiyak ve gittikçe artan bir alaka ile okunmakta devam edecektir.
Birinci ve en kuvvetli delili şudur ki: Yeni harfle teksir edilebilen Asa-yı Musa eserini okuyan gençler, Kuran harfleriyle yazılmış mütebaki eserleri de okuyabilmek için kısa bir zamanda o yazıyı da öğreniyorlar. Bu şekilde birçok ilimlerin öğrenilmesine engel olan ve dinden imandan çıkarmak için telif edilen eserleri okumaya mecbur eden Kuran hattını bilmemek gibi büyük bir seddi de yıkmış oluyorlar. Bir milletin gençliği ne zaman Kuran ve ondan lemean eden ilimlerle teçhiz ve tahkim edilmişse, o vakit o millet terakki ve teali etmeye başlamıştır. Gençlik, iman ve İslamiyet ihtiyacıyla yanan ruhlarını Kuran tefsiri Risale-i Nurun füyuzat ve envarıyla doldurmaya başlamıştır. Böylelikle tahkiki bir imana sahip olacak gençliğimiz dinsizliğe, komünistliğe karşı mücadele edip vatanlarını İslam düşmanlarına asla sattırmayacaklardır. Bunun için, eğer komünistler mürekkep ve kağıdı yok etmek imkanını da bulsalar, benim gibi birçok gençler ve büyükler fedai olup, hakikat hazinesi olan Risale-i Nurun neşri için, mümkün olsa derimizi kağıt, kanımızı mürekkep yaptıracağız.
Evet, evet, evet. Binler defa evet!
Savcı iddianamesinde diyor ki: “Said Nursi eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.” Biz de buna mukàbil deriz ki: “Eğer Risale-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin.”
Biz Risale-i Nur talebeleri, iman ve İslamiyet hizmeti uğrunda zalimlerin zulmüne maruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kuraniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lutf-u İlahi biliriz.
Afyon hapsinde mevkuf Konyalı
Zübeyir Gündüzalp
Not: Bu müdafaa ve temyiz layihası Temyiz Mahkemesine gönderildikten sonra, Temyiz Reisliği Zübeyirin hapisten tahliyesi için telgrafla emir vermiştir.
Mustafa Sungurun müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine
İddia makamı, benim de Nurcular cemiyetine dahil olup halkı hükumet aleyhine teşvik ettiğim iddiasıyla cezalandırılmamı istiyor.
Evvela: Nurcular cemiyeti diye bir cemiyet yoktur. Ve ben böyle bir cemiyete mensup değilim. Ben bin üç yüz elli seneden beri her asırda üç yüz elli milyon mensupları bulunan ve kainatın medar-ı iftiharı olan Muhammed aleyhissalatü vesselamın kurduğu muazzam ve nurani ve bütün insanlık için ebedi saadet ve selameti müjdeleyen kudsi ve İlahi İslamiyet cemiyetine mensubum. Elhamdülillah, onun evamir-i kudsiyesine de bütün kuvvetimle itaat etmeye azmetmişim. Talebeliği hakkımda bir suç sayılan Risale-i Nur ise, bana dini ve imani vazifelerimi öğreten ve İslamiyetin en yüce ve en mukaddes bir din ve beşerin yegane medar-ı saadeti olduğunu ve Kuran ise bütün varlıkların sahibi, her yerde hazır, nazır; zerrelerden yıldızlara, güneşlere kadar bütün mevcudat idare-i ezeliyesinde bulunan Zat-ı Zülcelalin bir emr-i İlahisi, ezel ve ebed ve bütün hadisat ihata-i nazarında bir eser-i mucizanesi ve Kuran bütün kitapların fevkinde kırk vech ile mucize ve saadet-i ebediyeyi nev-i beşere müjdelemesiyle müştakları ebediyen kendine minnettar kılan bir Şems-i Sermedinin bir mükaleme-i ezeliyesi ve Resulallah aleyhissalatü vesselamın Halık-ı Kainat tarafından gönderilmiş, bütün hal ve ahvaliyle bütün insanların en ekmeli, en sadık ve en yücesi ve kemalatça en yükseği ve getirdiği İslamiyet nuruyla insanlara en büyük müjdeyi ve en kudsi teselliyi bahşeden ve on dört asrı ve beşerin beşten birisini saltanat-ı maneviyesinde idare eden ve bin üç yüz yıldan beri gelen bütün ümmetin kazandığı sevabın bir misli onun defter-i hasenatına geçen ve kainatın sebeb-i vücudu, Habibullah olduğunu, hem ahiret, Cennet ve Cehennemin katiyen hak ve muhakkak olduğunu harika burhanlarla ve parlak hüccetlerle ispat eden bir mucize-i Kurandır.
Risale-i Nur ise, kelime ve cümleleriyle nur-u Kurandan ve Nur-u Muhammediden (a.s.m.) gelen ezeli ve ebedi bir Nur olduğuna şehadet ediyor. O da Kurana mensubiyeti ve has bir tefsiri cihetiyle ve bu itibarla semavidir, arşidir. İşte halkı hükumet aleyhine teşvik edici zannedilen Risale-i Nur, bütün Sözleri, bütün Lema ve Şuaları ve bütün Mektubatıyla hakaik-i İlahiye ve desatir-i İslamiyeyi ve esrar-ı Kuraniyeyi ders veriyor. Acaba böyle muhterem ve çok yüksek ve ahlak ve fazileti ve hakaik-i imaniyeyi kati ders veren Risale-i Nuru okumak ve onun ebedi saadetler bahşeden yazılarını istinsah etmek veya bir müminin istifadesi için iman cihetinde ona hizmet etmek bir suç mudur? Halkı hükumet aleyhine teşvik midir? Ve böyle mübarek ve muazzam bir eserin müellifi ve kemalat-ı insaniyenin zirve-i balasında, en yüksek bir mertebe-i iman ve ahlak ve faziletle mücehhez bir nur abidesini ziyaret ve bu asırda iyilik ve doğrulukla ve sarsılmaz iman ve itikadlarıyla İslamiyet şerefini ve Kuranın hakaikini koruyan ve yükselten ve Allahın rızasını kazanmaktan başka gayeleri olmayan Risale-i Nur talebeleriyle iman ve Kuran yolunda kardeşlik peyda etmek bir cemiyet kurmak mıdır? Acaba hangi temiz ve adil vicdanlar buna ceza verebilir?
Sayın hakimler,
Hakkaniyeti, en yüksek alimler tarafından tasdik edilen ve en yüksek bir mertebe-i imani ve aşk-ı İslami kazandıran Risale-i Nur, hiç şüphe yoktur ki, onun bütün Sözleri ve Lema ve Şuaları ve Kuran-ı Mucizül-Beyanın birer nurani tefsiridirler. Manevi hastalıkları ve manevi karanlıkları izale eden gayet parlak birer güneştirler. Risale-i Nurun müellifliğiyle tavzif edilen Üstadımızın iman ve Kuran yolunda geçen ve her türlü zorluk ve sıkıntılara göğüs gererek Kuran hakikatlerini neşrile bu asırdaki, hususan bu mübarek milletin evlatlarını komünistlik ve her türlü dinsizliğin dehşetli hücumundan kurtarmaya çalışan, temiz ve pürüzsüz hayatının şehadetiyle, o bu zamanda bu kudsi vazife ile tavzif edilmiş. O bize—haşa—bozgunculuk ve ahlaksızlık dersini vermiyor. Belki o bize, nev-i beşer dünyasının en büyük davası ve en mühim meselesi olan imanı kurtarmak dersini veriyor. Yirmi beş otuz seneden beri yüz binlerle ehl-i imanın Risale-i Nurla imanlarının kurtulmasına çalışması, bilhassa benim gibi İslamiyetten haberi olmayan biçarelere en büyük saadet ve hayatın gayesi olan imanı ders vermesiyle, elbette ve elbette o bize bir lutf-u İlahidir. Onun kudsi hizmet-i imaniye ve vazife-i diniyesini inkarla bütün bütün hak ve hakikatin aksine onu hayat-ı içtimaiyeye zararlı görenlere deriz:
Eğer iman ile Allaha bağlanmak ve dinin evamirine itaat ederek ahlaksızlık ve imansızlık gibi korkunç afetlerden insanları kurtarmak ve İslamiyetin daimi saadetiyle onu mesut etmek bir cürüm ise, o vakit hayat-ı içtimaiye için zararlıdır denilebilir. Yoksa en büyük bir iftiradır ve katiyen affedilmez bir cürümdür. Risale-i Nurun hedefi dünya değil, daimi ahiret saadeti ve bütün hayat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal onun cilve-i cemalinin bir nevi gölgesi ve bütün Cennet, bütün letaifiyle bir lema-i muhabbeti olan bir Daim-i Bakinin, bir Rahim-i Zülcemalin rızasıdır. Böyle İlahi ve kudsi ve çok yüce bir gaye varken, süfli ve günahlı ve neticesiz, halkı hükumet aleyhine teşvik gibi faniliklerden Risale-i Nuru binler defa tenzih eyleriz. Ve bizim imani çalışmalarımızı ve dini bilgiler öğrenmemizi istemeyen bu şekil iftiralarla bizi ezmeye çalışanların şerlerinden Allaha sığınıyoruz.
Sayın hakimler,
Otuz üç ayat-ı kerimenin işaratı ve İmam-ı Ali ve Gavs-ı azamın ve yüzlerce ehl-i tahkikin takdirkarane beyanatıyla bir nur-u Kuran olduğu ve ona yapışanların inşaallah imanlarını kurtaracakları kati tahakkuk eden Risale-i Nur katiyen söndürülemez, kaybedilemez. Buna misal: Yirmi beş seneden beri onu imha etmek gayesiyle yapılan hücumlar, bilakis onun fevkalade yayılmasına ve parlamasına vesile oldu. Çünkü onun sahibi, ezelden ebede kadar herşey kudret-i ezelisinde ve emrinde olan bir Sultan-ı Zülcelaldir. Çünkü onun hakaikleri Kuranın hakikatleridir ve Cenab-ı Hakkın hıfz ve inayetiyle daima parlayacaktır inşaallah…
Sayın hakimler,
İman ve İslamiyeti en yüksek bir sevgi ve iştiyakla öğreten ve rıza-yı İlahiden başka bir hedef ve maksat tanımayan ve bu asırda Kuranın bir mucize-i kübrası ve tefsir-i nuranisi olduğu kati tahakkuk eden Risale-i Nuru okumak ve yazmak ve onun hakaik-i imaniyeyi ders veren risalelerini mümin kardeşlerine vermek bir suç ise; ve dinin evamir-i kudsiyesinden olan rabıta-i diniye ve uhuvvet-i İslamiye ve Allah sevgisi uğrunda iman ve Kuran yolunda birleşmek gibi mukaddes ve İlahi ve uhrevi kardeşlik bir cemiyet ise, böyle mübarek bir cemiyete mensup olmak benim için büyük bir saadettir. Ve her türlü taltif ve nişanların üstünde bir bahtiyarlıktır. Böyle bir saadet ve bahtiyarlığı kazandıran Risale-i Nurun talebesi olmak gibi büyük bir lutfu benim gibi bir biçareye nasip eden Allaha hadsiz şükürler olsun. Son sözüm:
حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِdir.
Muallim
Mustafa Sungur
Mustafa Sungurun temyiz layihasıdır
1. Ağırceza Mahkemesi, Nur Risalelerini okuduğumu ve yazdığımı ve muhtaç bir mümin kardeşime vererek istifadesine çalıştığımı, “Halkı hükümet aleyhine teşvik ediyor” diye hakkımda bir suç saymış. Halbuki, ben itiraznamemde bu ittihama karşı dedim: “Halkı hükumet aleyhine teşvik edici zannedilen Risale-i Nur, Kuranın hakiki bir tefsiridir. O, bütün eczalarıyla hakaik-i imaniyeyi ders verip, okuyan ve yazanlara en büyük saadeti bahşediyor. Onun hedefi, halkı hükumet aleyhine teşvik gibi serserilerin, bozguncu ahlaksızların gittikleri fanilikler değil, belki bütün saadet ve bahtiyarlığın en yüce mertebesi olan Allahın rızasıdır. Ben, bana en büyük fazilet, en tatlı nimet olan imanı kazandıran Risale-i Nuru okuduğum ve yazdığım ve onun en güzide bir talebesi ve aciz bir hizmetkarı olduğumdan dolayı iftihar ediyorum. Ve Risale-i Nurun talebeliğini, hakkımda pek büyük bir ihsan-ı İlahi bilip, layık olmadığım bu nimet-i azimeyi benim gibi bir biçareye nasip eden Rabbime daima şükrediyorum” dediğim halde, kanuna ve delile dayanmayarak benim iman ve İslamiyete karşı bağlanmamı bir cürüm bilerek bütün bütün hak ve hakikatin aksine olarak cezalandırıldım.
2. Ben şahidim ki: Ben Kastamonu Gölköy Enstitüsünde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti. Haşa, Kuranı Peygamberin yazdığını ve İslamiyetin artık mülga olunacağını, medeniyetin ilerlediğini, bu asırda Kurana ittiba etmek büyük bir hata ve gerilik olduğunu, hatta birgün bir muallimin yaptığı gibi, İslamlar namaz kıldıkları ve ahireti düşündükleri için daima muztarip bir halde, ömürleri elem içinde geçtiğini ve İslam camilerinde daima bir ölgünlük havası estiğini, hristiyanların kiliselerinde ise daima neşe ve canlı hayat bulunduğunu ve hristiyanlar çalgı ve saire gibi eğlencelerle hayatın tadını alıp ömürlerini neşe içinde geçirdiklerini söylüyorlar, kalblerimizdeki iman ve İslamiyet bağlarını koparmaya ve onun yerinde inkar ve küfür yerleştirmeye çalışıyorlardı.
İşte böyle zehirli fikirlerle aşılanmış ve böyle tehlikeli, muzır dinsizlerin dersleriyle maneviyatı öldürülmek istenmiş ve hatta o muzır fikirlere kapılarak ve—haşa—inanarak etrafına neşretmeye başlamış bir biçare insanın, birdenbire Risale-i Nur gibi Kuranın feyzinden fışkıran, iman ve İslamiyet hakikatlerini gayet parlak burhanlar ve harika delillerle ispat eden ve din-i İslamın daima insanların saadet ve selametine vesile, sönmez ve söndürülmez bir manevi güneş olduğunu izah eden eşsiz bir nur-u Kuranın birkaç risalesini okumakla bütün o zehirli fikirlerini atıp imanı elde ederek duyduğu sonsuz sevinç ve bahtiyarlığı, telif ettiği mübarek Nur risaleleriyle ona kazandıran müşfik ve vefakar ve hakiki kahraman Üstad Bediüzzaman Hazretlerine arz etmesi, eski gaflet ve dalalet hayatından kurtulup, iman ve nura kavuştuğunu ve hakiki imanı kazandıran Risale-i Nurun bu asrın bütün insanları için bir şems-i hidayet ve vesile-i saadet ve onun müellifliğiyle tavzif edilen Üstad-ı Muhteremin bu pek büyük ve yüce imani hizmetiyle onun bu beşeriyete, hususan ehl-i imana bir lutf-u İlahi olduğunu hayranlıkla arz etmesi ve yukarıda da arz edildiği vechile Kuran ve İslamiyet aleyhindeki dehşetli ve kahhar tecavüzleriyle bu kahraman İslam milletinin evlatlarını dinsizliğe teşvik edip milyonlarla insanların bağlandığı kudsi ve İlahi İslamiyet esaslarını yıkmaya ve o milyonlarla insanların ebedi saadetlerini mahvetmeye çalışanları “gizli Süfyan komitesinin yıkıcılığı ve eziciliği” diye vasıflandırarak onlara ve onların bu alçak ve kahhar ve zalimane tahriplerini ve yıkıcılıklarını alkışlayan divanelere binler teessüf ve nefretlerle yazıklar olsun demesi ve imanında şüpheye düşmüş eski ders arkadaşlarına, “Gelin, hepimiz bu hevai ve nefsi arzulardan vazgeçelim, hakaik-i Kuraniyenin önünde diz çökelim ve bu asrın rehber-i saadeti olan Nur medresesine koşalım. Aylarca ve yıllarca alkışlayıp durduğumuz o yalancı sefillerden ve onların hakikat diye gösterdikleri yalanlardan vazgeçip, Bediüzzaman Said Nursinin derslerine gönül bağlayıp onu üstad edinelim, zulmetten Nura dönelim” diye hitap etmesi, acaba imanından aldığı sevinç ve Kuran ve İslamiyet sevgisinden ve bağlılığından ve milletini pek çok sevip herkesin tahkiki imanı kazanarak sonsuz bir saadete nail olmalarını arzu etmesinden değil midir?
Acaba Allaha intisap edip İslamiyetin en ali bir din ve fazilet ve saadet müjdecisi olduğunu ilan etmek bir cürüm müdür? Kuran ve İslamiyet aleyhinde her taraftan yıkıcı ve kahhar taarruzların başladığı ve Kurana ve Muhammed aleyhissalatü vesselama iftiralarla o zatın çok ali ve çok kudsi kıymet ve varlıkları çürütülmek istenildiği, buna mukàbil dinsizliği ve ilhadı ve ahlaksızlığı telkin eden kitapların ve Allaha asi ve İslamiyete hücum eden fani ve kıymetsiz bedbahtların saygılarla anıldığı ve bidakar ve gayr-ı meşru hallerinin alkışlandığı bir zamanda, Kuran ve Muhammed aleyhissalatü vesselamın yüceliklerini, hakkaniyet ve kudsiyetlerini, hem Allahın varlığını ve bu kainat bütün mevcudatıyla ve bütün aza ve cihazatıyla Halıkının vücub-u vücuduna ve vahdaniyetine şehadet ettiğini ve insan akıl ve fikir cihetiyle ve esma-i İlahiyeye en ziyade ayinedar bulunmasıyla sair mahlukata bir nevi sultan hükmünde olduğu; insan eğer iman ve ubudiyetle Allaha intisap etse, dalalet ve sefahetten ve büyük günahlardan korunsa, mevcudatın üstünde ala-yı illiyyine layık ve ebedi Cennet ve saadete mazhar bir muhterem misafir ve eğer şirk ve isyanla veya gaflet ve dalaletle Halıkına küfretse, o zaman hayvandan daha aşağı ve esfel-i safiline düşerek ebedi Cehenneme müstehak ve sonsuz azap ve işkencelere layık bir bedbaht olduğunu ve Kuranın daima değişmez ve onun hüküm ve emirleri tebeddül etmez ve edilemez bir hak kelamı ve İslamiyetin daima en yüksek bir medeniyette bulunduğunu ve beşeriyetin hakiki ve daimi saadeti ancak ve ancak evamir-i Kuraniyeye ittiba ve intisapla mümkün olacağını açık ve kati olarak izah ve ispat eden Risale-i Nurun kudsiyetini ve yüceliğini ve o mucize-i Kuranın bir nur-u İlahi ve bir ihsan-ı Rabbani olduğunu iman ve ilan etmek bir cürüm müdür?
Fani beş on dakikalık gayr-i meşru zevkler için yazılmış roman ve efsaneler ve İslamiyetin aleyhinde ve okunması memleket ve milletin selameti bakımından gayet tehlikeli, muzır kitapların neşredilmesi ve onların medih ve tavsiye edilmesi bir suç sayılmıyor da, yüz milyonlarla insan onda gitmiş ve hakiki olan saadete ulaşmış İslamiyet güneşinin tarifçisi ve tavsiyecisi ve hakaik-i imaniyenin müjdecisi olan Risale-i Nuru okumak ve yazmak, medh ü senasına kàdir olamadığımız yüksek mezayasını tavsiye etmemiz bir suç sayılıyor! Acaba kalbinde zerre kadar imanı olan ve memleket ve milletin selametini arzu eden bir insan bunu suç sayabilir mi?
Sayın Yargıtay hakimleri,
Sizin yüksek huzurunuza arz edilen bu dava doğrudan doğruya iman ve Kuran davasıdır. Milyonlarla insanların ebedi saadet ve kurtuluşu davasıdır. Bu azim dava ile başta Resulallah aleyhissalatü vesselam, bütün enbiya aleyhimüsselam ve bütün evliya ve hadsiz ehl-i hakikat ve imanla dar-ı bekàya gitmiş bütün ecdatlarımız manen alakadardırlar. O milyonlar ehl-i hakikatin selam ve sevgilerini, dua ve şefaatlerini kazanmak fırsatı şimdi elinizdedir. Risale-i Nur denilen ali hakikat önünüzdedir. Onun gayesi dünyevi ve fani ve süfli makamlar mıdır? Yoksa en büyük saadet ve ali sevinç ve en yüce bahtiyarlık olan Allahın rızasını kazanmak mıdır? Ve onun bütün sözleri, insanları ahlaksızlığa mı teşvik ediyor? Yoksa imanla onları mücehhez kılıp yüksek ahlak ve fazilete mi kavuşturuyor?
Kuran-ı Mucizül-Beyanın icaz-ı manevisinden fışkıran ve bir nur-u İlahi olan Risale-i Nur önünüzdedir. Madem imanı kazanmak ve iman ile bu dünyadan dar-ı saadet-i bakiye gidebilmek insanların her meselesinden üstün en büyük davasıdır. Ve madem Risale-i Nur Kuranın feyziyle hakaik-i imaniyeyi ders verip, yüz binlerle onu okuyup yazanların kati şehadetiyle ve bir çok ayat-ı Kuraniye ve ehadis-i Muhammediye (a.s.m.) kudsi beyanatı ve İmam-ı Ali ve Gavs-ı Geylani misillü birçok ehl-i velayetin takdirkarane tavsiyeleriyle Risale-i Nur o davayı kati kazandırıyor. Elbette ve elbette sizler yüksek adalet ve hakikatperverliğinizle, her türlü fani endişelerin fevkinde yüksek hakperestliğinizle Risale-i Nurun o hakkani ve Kurani çehresini ve hakiki kıymetini takdirle görüp anlayacaksınız. Ve Risale-i Nurun talebelerinin de Cenab-ı Hakkın rızasından başka bir maksat peşinden koşmadıklarını göreceksiniz.
Sayın Yargıtay hakimleri,
En yüksek ahlak ve faziletiyle ve en yüce şefkat ve merhametiyle insanları koyu fikir karanlığından ve daimi haps-i ebediden kurtarmaya çalışan ve en şiddetli sıkıntı ve işkencelere göğüs gererek Cenab-ı Hak tarafından tavzif edildiği hakaik-i Kuraniyeyi neşretmek kudsi vazifesiyle zamanın en yüce mertebe-i kemaline erişen aziz ve ali üstadımız Bediüzzaman Hazretleri bütün bütün hak ve adalete aykırı olarak zindanlara atılıyor. Pek ihtiyar ve hasta ve kimsesiz, en yüksek iman ve ubudiyetle ve harika zeka ve ilimle mücehhez ve insanların imanını kurtarmaktan başka bir gayesi bulunmayan yetmiş beş yaşındaki bu mübarek ve hakiki insaniyetperver Üstadın Afyon zindanlarında şiddetli soğuk ve dehşetli sıkıntılar içindeki vaziyet-i elimanesi ciğerleri deliyor ve kalbleri sızlatıyor. Hakikatlere aşık ve meftun olan yüksek adaletinize ve hakiki insaniyet perverliğinize güvenerek adaletin şefkat ve merhametinin tecellisini bekliyoruz.
Mustafa Sungur
Mehmed Feyzinin müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
İddianame beni Üstadım Said Nursinin hem sır katibi, hem kendisiyle, hem Risale-i Nurla şiddetli alakalı, hem çok hizmet ettiğimi bahisle, bu hareketimi medar-ı mesuliyet saymış. Ben de buna karşı bütün kuvvetimle bu ittihamı kabul edip iftihar ediyorum. Çünkü fıtratımda ilme karşı gayet kuvvetli bir iştiyak var. Bir delili şudur ki: Denizli hadisesinde menzilim taharri edildiği vakit beş yüz seksen (580) adet mütenevvi kütüb-ü ilmiye ve Arabiye evimde bulunduğu resmen sabit olmuştur. Benim fakr-ı halimle ve gençliğimle ve lisan-ı Arabide noksaniyetimle beraber bu zamanda binde bir şahısta bulunmayan bu mütenevvi beş yüz seksen (580) cilt kitabı bana toplattıran, fevkalade bir talebelik şevki ve harika bir aşk-ı ilmidir.
İşte bu fıtri istidatla, daima hakiki bir üstad arıyordum. Cenab-ı Hakka hadsiz şükrolsun ki, uzakta aradığımı pek yakında elime verdi. Evet, Üstadım olan Said Nursinin bütün hayatının gayesi, şevk-i ilimde ve ulum-u İslamiyeyi bilmek aşkında geçtiğini bütün hayatı şehadet ediyor. Hem ben müşahedatımla, hem Üstadımın matbu tarihçe-i hayatıyla, hem eski talebelerinden aldığım malumatla kati bildim ki, bendeki fıtri aşk-ı ilmi, Üstadımda harika bir surette bulunuyor ki, bu zamanda bütün medrese alimlerinin hilafına olarak, pek harika, tek başıyla medrese talebeliğini muhafaza edip her belaya tahammül etmiş. Hatta ehl-i siyaset, Üstadımın bu acip hallerini anlamadıkları için hiç alakası olmayan bir nevi siyasete temas ettirmeye çalışmışlar. Hatta hapislere sokmuşlar. Fakat sonra Cenab-ı Hak, o aşk-ı ilmiyi Kuranın hakaikine bir anahtar yapmış. Bütün ehl-i ilmi ve feylesofları hayrette bırakan Risale-i Nur meydana çıkmış. Ben de o sırada bütün hayatımda aradığım ve kendi fıtratımda ve fakat pek yüksek bulunan bu Üstadı bir ihsan-ı İlahi olarak Kastamonuda yanımda buldum. ahir ömrüme kadar da buna teşekkür ediyorum.
Hem Üstadım eskiden beri izzet-i ilmiyeyi muhafaza için sadaka ve hediye gibi şeyleri kabul etmediği gibi, talebelerini de men eder. Kimseye başını eğmez. Hatta harika vaziyetlerinden, harp içinde avcı hattında oturmaya ve sipere girmeye tenezzül etmeyerek izzet-i ilmiyeyi muhafaza ettiği gibi, üç dehşetli kumandana karşı kahramancasına hocalık ve haysiyet-i ilmiyeyi muhafaza için onların hiddetine karşı ehemmiyet vermeyip onları susturdu. Onun için bu Üstadımı, bu millet ve vatanın ve Türk ulemasının pek büyük şerefini muhafaza etmek için herşeyini feda etmiş bir şahıs bildiğimden, ben de kendime hakiki üstad kabul ettim. Böyle vatan ve millete hakiki fedakar bir Üstadın—farz-ı muhal olarak—yüz kusuru da olsa nazar-ı müsamaha ile bakıp itiraz etmemek gerektir.
Bu memleketin vatanperverleri Meşrutiyet devrinde, milliyetçiler ve hamiyetperverleri Cumhuriyette, bu Üstadın ilme ettiği fevkalade hizmeti vatan ve millet namına takdir ettiklerine bir nümunesi şudur ki: Camiül-Ezher sisteminde, Medresetüz-Zehra namında Van vilayetinde temeli atılıp eski Harb-i Umumi münasebetiyle geri kalan Şark darülfünununa İttihad ve Terakki hükumeti on dokuz(19) bin altın lira verdiği gibi, yirmi dört sene evvel Cumhuriyet hükumeti de
Üstadımın Darülfünununa yüz altmış üç (163) mebusun tasdikiyle yüz elli (150) bin lira tahsisat verilmesini kabul etmeleridir. Bu yüksek Üstadın tek başıyla Camiül-Ezher gibi binler hocaların teşebbüsüyle vücuda gelecek bir medrese-i kübrayı vücuda getirmeye yakın muvaffak olması gösteriyor ki, vatanperverler ve milliyetperverler dahi, medrese ulemalarıyla beraber bu Üstadımı takdir ve tahsin etmeleri lazım ve elzemdir. Biz de böyle bir Üstad elimize geçtiği için her zahmet ve meşakkate tahammüle karar vermişiz. Füyuzat-ı ilmiyesiyle ve yüz otuza varan asar-ı kudsiyesinin hakaikiyle beni ilim ve iman yolunda terakki ettiren bu mümtaz allame-i zamana sonsuz bir varlıkla hürmetim vardır. Bu hürmetim ebede kadar inşaallah gidecektir.
İddia makamının beni suçlandırmak istediği ve aylardan beri tetkikat ve taharriyat neticesinde hakikatine vasıl olamadığı, dini ve dini hissiyatı alet ederek devletin emniyetini ihlal edecek bir gizli cemiyetin, ne vücudu var ve ne de böyle bir cemiyetle alakamız vardır. Yegane alakamız, hükumet-i cumhuriyenin kanunları muvacehesinde en çetin imtihanlarda, en yüksek ehl-i vukuf heyetler tarafından icap eden hürmeti görmüş ve salahiyettar mahkemelerde beraat kazanmış Risale-i Nurlardır. Bu ise, vatana ve millete ihanet değil, doğrudan doğruya vatana ve millete nafi ilim uğrunda bir çalışmaktır. Bunun haricinde ne bir siyasi maksat ve ne de başka bir garaz yoktur. Binaenaleyh, bu hususta da masumiyet ve samimiyetimiz meydanda olmakla, Denizli Mahkemesinde olduğu gibi yüksek mahkeme-i adilenizden adaletin tecellisiyle beraatimi talep ediyorum.
Afyon Cezaevinde mevkuf Kastamonulu
Mehmed Feyzi Pamukçu
Ahmed Feyzinin müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
Sayın hakimler,
Bir din alimi ile görüşmek, onun din hakikatlerine ait kitaplarını okumak ve yazmak ve din arkadaşlarının imdadına koşmak üzere dinine ve Kuranına ve Peygamberine (a.s.m.) hizmet etmek bir müminin vazifesi ve hakkı değil midir? Bizi bu hizmet-i diniyeden men eden bir kanun maddesi var mıdır? Bazı cihetlerin zamanımızdaki küfri ve gayr-i ahlaki cereyanları tenkit etmesi bir suç mu teşkil ediyor? Biz ne siyasetle, ne idare ile asla alakası olmayan, yalnız dindar, saf halk kitlesiyiz. Bir insana hüsn-ü zan etmek ve kıymet vermek herkesin şahsi bir kanaatidir. Biz Bediüzzamanı zamanımızın en yüksek din alimi biliyoruz. Din hakikatlerini asla dalkavukluk yapmadan beyan ve ifade eden bir hakikat adamı biliyoruz. Mücahid adını vermekliğimiz, memleketimizi tehdit eden ahlaksızlık ve imansızlık cereyanlarına karşı Kuranın sarsılmaz hakikatlerine dayanarak giriştiği müdafaa ve hizmet-i diniyesinden dolayıdır. Din ve vicdan hürriyetinin hükümran olduğu bir memlekette vicdani kanaatlerimizden mesul olamayız. Bundan dolayı da kimseye hesap vermeye mecbur değiliz.
ahirzamanda hadisin haber verdiği şahısların meselesine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuttur. Peygamber aleyhissalatü vesselam, bazı hadislerle, ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ömrünün bin beş yüz (1500) seneyi pek geçmeyeceğini söylüyor. O zamana kadar da ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ve dünyanın hayatında mühim tesir yapacak büyük tarih hadiselerini, “kıyamet alametleri” diye haber veriyor. Bunların şerri üzerine ümmet-i İslamiyenin nazar-ı dikkatini celb ediyor. Gaflet ve cehaletle bu şerlere duçar olanların ebedi şekavet ve helaketle karşılaşacaklarını söylüyorlar. Bunlara dair sayısız dini burhanlar mevcuttur. Biz ki Allaha ve Resulüne ve Kurana inanmışız. Şimdi bu imanın ve Peygamberin sıdkına olan bu itikadın neticesi olarak kendimizi helak-ı ebediden kurtarmak için çalışmayalım mı? Etrafımızda olup bitenleri görmeyelim mi? “Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir? Sakın bu tehlikelere düşen nesil biz olmayalım?” diye bunları mevcut dini hakikatlere tatbik cihetlerini göstermeyelim mi? Biz de, önümüzdeki müsbet delilleri ve vücud-u İlahiye bizi sevk eden hakaik-i müberhene ve ilmiyeyi görmeyerek, sırf Avrupa dinsizliğini en büyük lazime-i medeniyet ve şiar-ı irfan add ile dinimizi terk etsek, acaba helak-i ebediden bizi kim kurtaracak? Bunu düşünmeyelim mi? Bu zihniyette olan, Kurandan ve onun hakaikinden üstün birşey tanımayan bir insan, sırf fani cezalar korkusuyla kendini ebedi helake atar mı? Yahut fani bazı kıymetlere değer verir mi? Allah ve Resulüne ve dinine hizmet vazifesinden vazgeçer mi? İşte bizi Bediüzzamana bağlayan hakiki amiller bunlardır. Başka bir menba-i dini var mı ki, biz ruhumuzun bu ezeli ihtiyaçlarını onunla teskin edelim?
Sayın Savcı, bize kütüphaneleri dolduran binlerce Arapça ve bugünün ruhuna tercüman olamayan kitapları tavsiye ediyor. Sayın Savcı ve onun gibi düşünenler, Risale-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti ve hakikat-ı aliyeyi beğenmeyebilirler, tenkit de edebilirler. Bu kendilerinin bileceği bir iştir. Bizim şu veya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar. Biz Risale-i Nuru seviyoruz. Ve onu hakiki ve riyasız bir din kitabı ve Kuran tefsiri biliyoruz. Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdani bir takdir meselesidir. Buna kimse müdahale edemez. Evet, biz Risale-i Nur Müellifinin velayetine ve daima ayn-ı hakikat dersi verdiğine kailiz. Kendisinin kabul etmemesi bizim bu kanaatimizi sarsmıyor. Ancak bizim kabul ettiğimiz, keramet-i kevniyesinden dolayı değil, Nurların dersinde harikulade ve ekmel tezahürlerine şahit olduğumuz ve bütün cihan-ı irfana meydan okuyan keramet-i ilmiyesinden dolayıdır.
Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin harikalarıyla en münteha mesail-i ilmiye ve aliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanla bu kadar cazibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hararet izhar eden ve gayet feyyaz bir aşk ve heyecan terennüm eden bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?
Fani zevahirin alayişine edna bir meyil ve iltifat göstermeyen ve en küçük bir menfaat ve lezzete tenezzül etmeyen; levs-i faninin ayağına dolaşan bütün yaltaklanmalarına asla kıymet vermeyen; kimseden birşey beklemeyen ve dilenmeyen ve kendisine arzedilenleri kabul etmeyen; iffet ve ismetin en ali örneklerini yaşatarak saburane, mütehammilane, her nevi mahrumiyetlere göğüs germek suretiyle kendini hakikate ve envar-ı Kuraniyeye ve maarif-i Muhammediyenin (a.s.m.) izharına vakfeden; ve memleket ve milletin ıztırabatı karşısında pür-rahm ü şefkat ağlayan; kendine yapılan bunca ihanetlere rağmen etrafındakilerin saadetleri için hizmetinden asla vazgeçmeyen; ihtiyarlığına ve bikesliğine bakmayarak insanları gayya-yı cehil ve girdab-ı inkardan kurtarmaya, hasbi ve İlahi bir cehd ile çalışan ve savaşan fazilet ve nur abidesini Üstad addetmekliğimizi çok mu görüyorsunuz? Kendisinin bu arz edilen keramet-i ilmiyesiyle beraber, sırf ahlak ölçülerinin kaybolduğu böyle bir devirde gösterdiği bu misilsiz feragat ve istiğna ve şaheser-i ismet ve istikamet dolayısıyla yine bir enmuzec-i kemal ve mihrab-ı fazilet olarak tanınmaya ve iktida edilmeye şayandır.
İşte biz Bediüzzamana ve eserlerine bu gözle bakıyoruz. Acaba mumaileyhe sırf imanımızdan neşet eden bu bağlılığımız ve Kuranın ve beyanat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) küfür ve ahlak hakkındaki şiddetli tevbih ve tezyiflerine bu imanımız dolayısıyla iştirakimiz, bizi levs-i fani addedilen siyasetçi mi yaptı? Yoksa yirmi beş seneden beri din hakikatlerini öğrenemeyen ve helak-i mutlaka giden soyumuzun bir kısım evlatlarına, onları helak-ı ebediden kurtarmak için, Allah ve Resulünden, hakikat ve Kurandan haber vermek, onların temiz ruhlarını masum vicdanlarını ıslah etmeye hiç ifsad denilir mi?
Sayın hakimler,
Biz asla siyasetçi değiliz. Biz siyaseti, bizim gibi siyaset ehli olmayana binbir çeşit veballer, tehlikeler ve mesuliyetler taşıyan bir meslek biliriz. Fani zevahire de zaten kıymet vermeyiz. Dünyaya ancak rıza-yı İlahiye bizi götüren hayırlı vechesiyle bakıyoruz. Bu itibarla siyaset peşinde koşmayı ve devlet mefhumuyla mübareze ittihamını şiddetle reddediyoruz. Eğer böyle bir kasıt olsaydı, yirmi beş seneden beri edna bir tezahür olurdu.
Evet, bizim menfi bir cephemiz, ahlaksızlığa ve imansızlığa müteveccih bir takbih tarafımız var. Bu sırf imandan ve Kuranın bu mevzular üzerindeki şiddet-i beyan ve azamet-i tevbihine bizzarure iştirakimizden ileri geliyor. Eğer bu esbab-ı mucibe, samimiyetin ve ihlasın, hakikat ve safvetin bu tarz-ı beyanı size kanaat vermediyse, bize ne şekil isterseniz ceza veriniz. Lakin unutmayınız ki, bugün altı yüz milyon insanın mensubiyetini taşıdığı İsa (a.s.) zamanının idarecileri tarafından sırf insanlığın saadeti için kalbi çarptığı ve emanet-i tebliği hamil bulunduğu sebeplerle adi bir hırsız gibi idama mahkum edilmişti.
Biz hür söylediğimizden dolayı maruz kalacağımız bu mahkumiyeti iftiharla karşılayacağız. Ve sadece حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ nidasıyla dergah-ı Kàdiyül-Hacata el açacağız.
Afyon Cezaevinde mevkuf Ortaklar Bucağından
Ahmed Feyzi Kul
Ceylanın müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
Makam-ı iddianın habbeyi kubbe yaparak, iftiharla kabul ettiğim Üstadıma ve Risale-i Nura hizmetimle beni büyük bir diplomat ve entrikacı bir adam tarzında gösterip Nurlara gelen mevhum suçta bana büyük bir hisse vermesine mukàbil derim ki:
Dini ve imani ve ahlaki eserlerini okumakla, o uğurda hayatımı tereddütsüz feda eder derecesinde istifade ettiğim Üstadım Bediüzzamanla yakından alakadarım. Fakat bu alaka, makam-ı iddianın dediği gibi vatana ve millete mazarratlı ve halkı devlet aleyhine teşvik etmek değil, belki hiçbir beşerin kendisini kurtaramayacağı kabrin idam-ı ebedisinden kendimi ve benim gibi bu tehlikeli zamanda imanını kurtarmaya, ahlakını düzeltmeye ve vatana ve millete birer uzv-u nafi olmaya muhtaç olan din kardeşlerimin imanlarını kurtarmak yolundaki kopmaz ve kopmayacak bir alakadır.
Kendisinin yakınlarındanım. Dört sene kadar ara sıra hizmetini müftehirane yapmışım. Bu müddet zarfında kendisinin serapa faziletinden başka hiçbir şeyine şahit değilim. Onun ağzından bir defa olsun, mehdiliğine ve müceddidliğine dair bir kelime duymadım. Tevazuun kemalinde olduğuna yüz binleri aşan Nur nüshaları ve onları okumakla imanlarını kurtaran yüz binler halis Nur şakirtleri şahittir.
O mübarek Üstadım, kendisini bizim gibi Nur talebesi olarak görür. Ve öyle iddia eder. Bunu elinizde bulunan birçok mektuplarında, hususan Asa-yı Musa mecmuasının içindeki İhlas Risalesinde kolaylıkla görmek mümkündür. Kendisi “Baki ve güneş gibi ve elmas misillü hakikatler, fani şahıslar üzerine bina edilmez ve fani şahıslar o kıymettar hakikatlere sahip çıkamazlar” diye risale ve mektuplarında tekrarla zikrettiği halde, o zatın tefahuruna hükmetmek ve mehdilik ve müceddidlik dava ettiğini iddia etmek, hiç bir akl-ı selimin karı değildir. Zira bütün risale ve mektupları, insaf ve dikkatle okursanız, bu muhterem allame-i zamanın asırlardan beri emsaline tesadüf edilmez bir din alimi ve benzerine rastlanmayacak bir iman kurtarıcısı, bolşevizmin kızıl kıvılcımlarının saçaklarımızı sarmak istediği bir zamanda vatana ve millete bir ordudan daha çok menfaat ve bereketi bulunan bir vatanperver olduğuna siz de kanaat-i katiye peyda edersiniz. İşte böyle bir esere ve o eseri telif eden muhterem Üstada daha evvelden şakirt olamadığıma müteessifim.
Muhterem heyet-i hakime,
İşte hadsiz menfaatlerini kendimde tecrübe ettiğim Risale-i Nurdan benim gibi vatan evlatlarının istifadeleri için, resmi bir izinle, Eskişehirde, Gençlik Rehberini kudsi bir hizmet-i milliye fikriyle tab ettirdim. Benim gibi bir biçarenin, Kuranın hakiki ve cerh edilmez bir tefsiri olan Risale-i Nura ve dolayısıyla imana hizmeti tebrik ve takdirle mukabele görmesi lazım ve teşvike pek muhtaç iken, böyle ağır muamele görmekliğimiz hakikat-ı adalete ne kadar muhaliftir, sizlerden soruyoruz.
Ve mahkeme-i adilenizden, ruhumuzun gıdası ve sebeb-i necatımız ve ebedi saadetimizin anahtarı olan Nur risalelerinin serbestiyetine karar vermenizi talep eder, eğer yukarıda bir kısmını zikr ve tadat ettiğim vaziyetler nazarınızda bir cürüm teşkil ediyorsa, vereceğiniz en ağır cezanızı kemal-i rıza-yı kalb ile kabul edeceğimi arz ederim.
Afyon cezaevinde mevkuf Emirdağlı
Ceylan Çalışkan
Mustafa Osmanın müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
Gizli cemiyet kurmak ve dini hissiyatı alet ederek devletin emniyetini bozabilecek hareketlerde bulunmaktan zanlı Bediüzzaman Said Nursinin, rejim aleyhindeki mevhum faaliyetine iştirak ettiğim iddia edilerek suç konusu olarak gösterilen meselelere karşı derim ki:
1. Evet, ben de birçok Nur talebeleri gibi hakiki Türklüğe ve İslamiyete yaraşan ve tarihi bir şeref ve faziletimiz olan terbiye-i medeniye-i diniyeyi ve milli bir şiar olan ahlak-ı Kuraniyeyi öğrenerek vatan ve millete faideli bir uzuv olmak ve yabancı ideolojilerin tesiratından korunarak din ve imanımı muhafaza ve öğrenmek kastıyla Nur Risalelerini tedarik ederek okumaya başladım. Ecdadımızın, tarihlere şan salıp nam veren ahlak ve şerefini payimal eden sefahet ve rezaletin ve ahlak-ı seyyienin cemiyet hayatını zehirlediği ve kötü ahlak sahiplerini dahi iğrendirecek derecede sokaklara kadar sardığı ve efkar-ı ammeyi telaşa düşürdüğü ve her sınıf ailenin ocağı başında dedikodu mevzuu olduğu ve efkar-ı ammenin bir dili mahiyetindeki gazete ve mecmuaların ahlak zabıtası haberleri şeklinde ve muhtelif mevzulardaki tenkitlerine sebep olan bu elim ahvalin pek süratle genişlediği ve adeta umumileşmek istidadını gösterdiği bir devrede, düştüğüm ahlaksızlık uçurumundan dini, ahlaki, içtimai, edebi dersleriyle, her müslim okuyucusunu kurtardığı gibi beni de kurtaran Risale-i Nur Külliyatını okumak ve benim bu eserleri okuduğumu bilen ve işiten vatandaşlarımın tehzib-i ahlak etmek için benden musırrane istemeleri üzerine onlara risale vermek ve dolayısıyla serserileşmiş ve serserileşmek ve vatan ve millete muzır bir hale gelmek istidadını gösteren fertleri bu risalelerle, bu Nurların müessir telkinatlarıyla kurtarıp beşeriyete faideli birer insan olmalarına hadim ve vesile olan ve memleketimizde de sirayeti ve salgını görülen ve bütün dünyayı titreten kızıl veba komünizm tehlikesine karşı dini ve müessir telkinatı bakımından manevi bir mücahid olan Bediüzzaman takdir ve tebcile layık, kudsi ve manevi mücahedesinin nurlu ve müessir silahı olan ve yirmi senede yirmi bin ve belki çok fazla adamı vatan ve millete faideli bir hale sokmaya vesile olan Nur Risalelerini okutmak ne derece şahsım için bir suç mevzuu ve müellif-i muhteremi için sebeb-i ittiham olabilir? Vicdanınıza soruyorum.
2. Savcılık makamının, “mevzudur” diye gayr-ı ilmi iddia ettiği hadisin, hadis kitaplarında sahih olduğu; hadis alimlerinin kabulüyle ve Hürriyetten evvel Meşrutiyet devri ulemasına Japonyanın ve İngiltere Anglikan Kilisesinin sorduğu sualler münasebetiyle, o devrin allameleri olan İstanbul alimleri, Bediüzzaman olan müellif-i muhtereme sorarak, şimdi ismi Beşinci Şua olan eserde görülmekte olan o zamanki bu hadisin tevilen cevaplarını o ehemmiyetli alimlerin kabul edip itiraz edememeleriyle sahih olduğu kati sabittir.
Hem yalnız Risale-i Nurun bu kısmı değil, bütün hakikatleri ve dersleri hiçbir hakiki İslam aliminin itiraz edemeyeceği kadar kuvvetli hakikatlerdir ki, Diyanet Riyaseti başta olarak bütün memleketteki hakiki alimler kabul ve tazime, ta devr-i Meşrutiyetten beri mecbur kalmışlar. O hakikatleri ve o kuvvetli burhanları, ismi alim olan ve hakikat ilminde bibehre bir iki ferdin itiraz ve iddiası çürütemez. Hem gayet gülünç olur. Maddi ve manevi menafii zahir olan ve vatanın her tarafında ve her sınıf halk tabakasında hayat-ı bakiyelerini idamdan kurtarmak için takdirle okunan ve onunla imanlarını kurtardıklarından, müellif-i muhteremine ebedi minnettar kalan binlerle vatandaşın faidelendiği Kuran ve iman hakikatlerine meftun olarak, müellifine bir şükran borcu olarak bir mektup yazmak ve sebeb-i ittiham olan hadisin inkar edilmeyen hakikatlerine istinad ederek bazı efal ve asara nazar edip hadisin mazharı olan bu memlekette zuhur etmiş gibi bakmak ve böyle bir zanna düşerek ve birçok İslam alimlerinin ihbaratına dayanarak bazı hataların tamiri cihetine gidilmesini bir fütuhat-ı Kuraniye kabul edip izhar-ı şadümani eylemek ve bu görüş ve nokta-i nazarını eserleriyle tefeyyüz ettiği bir Üstada mahremane arz etmek, vatan ve milletin anarşiliğe ve dolayısıyla bütün dünyayı titreten kızıl tehlikenin kucağına düşmemesini temenni etmek rejime bir hıyanet midir? İnkılaba dil uzatmak mıdır? Ve o takdire ve tebcile çok elyak ilim adamını aynı iftiralardan birkaç mahkeme teberri ettirdiği halde, aynı mevzularla zan altına alıp kimsesiz ve çok ihtiyar ve münzevi olduğu halde tevkif ve tecrid ederek taht-ı muhakemeye alıp bizim de bu ilmi nokta-i nazarımızı ve imanımızı kurtarmak için çalışmalarımızı bir suç telakki edip onun güya devletin emniyetini ihlal suçuna delil ve burhan göstermek hangi vicdanın adilane kararıdır? Mahkemenizden soruyorum, vicdanınıza bırakıyorum.
3. “Bediüzzamanın resimlerini mukaddes bir şeymiş gibi taşımak ve mektubatını toplamak ve mektuplaşmak” diye olan sebeb-i ittihama gelince: Hayat-ı maneviye ve bakiyemi idamdan kurtarmaya ve maddi hayatın lezzet ve saadetini tattırmaya ve benim gibi binlerle fertlerin imanlarının kurtulmasına eserleriyle vesile olan bir alim-i küll ve bir müellif-i muhteremin, değil basit bir resmini taşımak, altın ve mücevheratla süsleyerek taşımak ve ona tebrik ve mektup göndermek ve onu sevenlerle tanışmak, beşeriyetin her ferdi gibi benim de bir hakkımdır.
Bu hukukumun bir suç konusu olacağını zannetmiyor ve son söz olarak diyorum ki: Vatan ve millete ve insanlık camiasına hizmet edebilmek için, “Hakim kimdir? Başına gelen” fehvasınca, iki vilayetin ve birçok kazaların zabıtasının dahi şehadet edebileceği şekilde, serserilikten, şahıslarını bu Nur Risaleleriyle kurtarıp başkalarını da kurtarmaya vesile olan Nur şakirtlerinin uzun senelerden beri bu vatan ve millete, bu vatandaki idareye yaptıkları vatani hizmet binlerle kişilik zabıta kuvvetinin hizmetinden hakikatte daha mühim iken ve takdire ve iltifata daha layık iken su-i tefsire uğratılarak adeta bir ecnebi rejimi hesabına kasten hareket eder gibi bizleri tevkif ve muhakemelere verip işimizi, gücümüzü ayaklar altında bırakmak ve biçare evlat ve iyalimizi perişan edip ağlatmak hangi demokrasi kanunlarıyla, hangi yeminli ve yüminli adil hakimlerin vicdani ve adilane kararlarıyla kàbil-i teliftir? Mahkemenizden ve vicdanınızdan soruyorum. Ve büyük ve adil Türk milleti ve onun ali meclisi namına icra-yı adalet eden muhterem mahkemenizden, pekçok fevaidi ve menafii meydanda olup inkar edemediğimiz bu eserlerin serbestiyetini ve bizim de beraatimizi talep ediyorum.
Afyon Cezaevinde mevkuf Safranbolulu
Mustafa Osman
Hıfzı Bayramın müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
Dini hissiyatı alet ederek devletin emniyetini ihlale teşebbüsten sanık İslam alimi Bediüzzamanın, millet ve memlekete çok faideli hakaik-ı Kuraniye ve imaniyeyi ders veren eserlerinden okumaklığımı, din ve iman cihetinde çok istifade ederek ahlak-ı Kuraniyeyi tahsilime amil olan bu derslerden bazı tanıdıklara da—talebi üzerine—milli bir şiarımız olan ders-i imaniye ve terbiye-i diniye ve ahlakiyeye tahsillerine sebep olmak hayrına nailiyet arzusuyla vermekliğimi ve temin etmekliğimi ve bazı tanıdıkların dostane veya ilmi mahiyetindeki mektupları adresime göndermelerini bahane ederek mumaileyhe suç ortağı göstermektedir. Sebeb-i ittihamı olan bu meselelere itiraz ederim ki:
1. Üzerinden muhakeme geçen, beraat ettirilip müellifine iade edilen ve bütün İslam ve memleket ulemasının takdir ve tasvibine mazhar olan Risale-i Nuru, iddia makamının üzerinde durduğu şekilde bir fikr-i mefsedetle okumadığım gibi, her risalesini de baştan başa Kuranın bir mühim tefsiri olup insanları ahlaken yükseltmeye, fazilet sahibi kılmaya, milletleri uçuruma yuvarlanmaktan kurtarmaya vesile olan İslami dersi ve dini terbiyeyi müessir bir surette ders verip millet ve memlekete, hatta beşeriyete manen en büyük yardım ve iyilikleri yapan bir eser olarak gördüğümden, din ve imanımı muhafaza ve taallüm maksadıyla okumayı ve bazı kimselere vermeyi veya temin edivermeyi bir suç zannetmiyorum. Çünkü, hiçbir yerde Nur talebelerinin vatan ve millete ve idareye zararlı bir hadiseye katıldıkları görülmemiş ve zabıtaca kaydedilmemiştir. Ve aynı zamanda, “Okunup ve okutulmasında gizlilik var” diye ileri sürülecek bir gizli cemiyet şüphesi uyanması ise çok yersizdir. Çünkü, Nur talebelerinin gerek ilmi ve gerekse siyasi, gizli veya meydanda hiçbir cemiyetle alakaları yoktur. Hatta, aynı isnatlarla birkaç sene evvel Bediüzzamanla beraber çok kimseler Denizli Ağırceza Mahkemesine verilip muhakeme edildikleri ve çok inceden inceye tahkik ve tamik edildiği vakit bütün risaleler dahil olduğu halde, hep beraber beraat etmişlerdir. Müellifi ve eserleri beraat eden bir telifatı okumayı ve okutmayı, devlet emniyetini ihlal ve rejime hıyanet gibi çok ağır bir cürme delil ve sebeb-i ittiham olarak göstermek ne derece icab-ı adalettir, bilmiyorum, vicdanlarınıza havale ediyorum!
2. Hem Bayezidden bilmediğim bir kimse tarafından ben mevkuf iken gönderilen bir risale de, sebeb-i ittihamım arasındadır. Bu risaleyi görmedim. İçindekilerden bihaberim. Eğer Risale-i Nur ise kabul ediyorum. Sizler sorun, cevap vereyim. Yalnız iddianamede savcının mehdilikten bahsettiğini öğrendim. Halbuki Üstadım bu gibi isnatlardan müberradır. Böyle birşeyi lisanından duymadığımız gibi, eserlerinde de görmedik. Ve talebelerini, her fırsatta şahsına hürmet ve tazimden ve makam vermekten men etmiş ve tazimkarane mektup yazanları dahi takbih etmiştir. Bizler kendisini hubb-u cahtan müberra, zamanın en yüksek bir alimi ve bir ilm-i tahkik hocası olarak biliyoruz.
Mevkuf
Hıfzı Bayram
Emirdağlı Mustafanın müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
Makam-ı iddianın, Üstadım Bediüzzamanın mevhum suçuna beni iştirak ettirmesine karşı kısaca derim ki:
İntisabımdan zerre kadar pişman olmayarak Üstadıma ve Risale-i Nura yaptığım hizmetim, ancak bir derya kadar lütuf ve ihsana karşı bir damla ile mukabele gibidir. Nasıl ki gayet kıymettar elmas hazinelerine sahip olmak yolunda küçük cam parçaları tereddütsüz feda edilirse, ebedi hayatımı kurtarmaya vesile olan Risale-i Nur uğrunda hayatımı feda etmeye her an hazırım. Uhrevi ve dünyevi hadsiz menfaatleri tahakkuk eden Risale-i Nurdan, fani ve ehemmiyetsiz hapislerin ve sıkıntıların hatırı için, kısa ve dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye zarar gelmemek için o menfaat-ı azimeyi terk etmek, Risale-i Nura ve Üstadıma karşı durgunluk göstermek, o mübarek Üstada, o kudsi allame-i zamana ve onun birtek gayesi olan iman ve Kurana büyük bir ihanet olduğunu biliyorum. Ve onun izin ve emrinden zerre kadar hilaf-ı hareket etmek istemiyorum.
Muhterem heyet-i hakime,
Zehirli mikroplarını güzel vatanımıza dağıtmak isteyen bolşevizme karşı kuvvetli bir cephe alan büyük bir din alimine fakirliğimle talebe olmaklığım neden çok görülüyor? Şüphesiz bu vaziyet ispat ediyor ki, Nurlardaki zenginlik, dünyevi zenginliğin pek fevkindedir. Benim gibi milyonları aşan Türk gençliğinin imanlarını kurtarıp vatana nafi birer uzuv olmaları için, Üstadımı ve Risale-i Nuru daima serbest bırakınız. Biz Türk gençliğinin Risale-i Nura ihtiyacımız, kapalı zindanda kalmış bir kimsenin havaya ve zifiri karanlıkta bulunan bir adamın ziyaya ve çöldeki aç ve susuz kalmış bir insanın suya ve gıdaya ve denizde boğulmak üzere bulunan herhangi bir kimsenin cankurtaran gemisine olan ihtiyacından binler derece daha ziyadedir. İşte yukarıda bir kısmını tadat ettiğim mezkur hakikatlerden dolayı fevkalade hüsn-ü zan ve teveccühümüzü kazanan ve kopmaz bir bağla kendimizi ona bağladığımız Bediüzzamanı ve ona hüsn-ü niyetle talebe olan çok biçareleri böyle hapislerde çürütmek adaletin şerefiyle kàbil-i telif olamaz.
Afyon Cezaevinde mevkuf Emirdağlı
Mustafa Acet
Halil Çalışkanın müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
Muhterem heyet-i hakime,
Makam-ı iddia tarafından bana tebliğ edilen iddianamede, Üstadım efendime hizmetimi büyük bir suç olarak gösteriyor. Bin dokuz yüz kırk dört (1944) yılında teşrif ederek dört seneden beri kazamızda misafireten ikamet buyuran ve kendileri kırk seneden beri bütün dünya lezzetini ve istirahatini terk edip sırf iman ve İslamiyete ve hususan vatanımızda iman ve ahiret yolunda Müslümanların saadet-i ebediyelerini kurtarmaya çalışan ve bilhassa Müslüman ve Türk olan milletimiz arasında dinimize çok zarar veren, maddi ve manevi zararı pek çok olan bolşevikliğin muzır fikirlerinin millet arasına girmesi ve buna benzer vatan ve millete zararlı olan şeylere Risale-i Nurun imani ve ahlaki olan dersleriyle sed çeken ve bütün dünya alimleri tarafından tahsin ve takdire layık olan Risale-i Nura ve Üstadıma müftehirane üç sene ara sıra hizmetim adalet huzurunda bir suç mu teşkil ediyor? Ve bu hususta yine suç olarak gösterilen, hizmet için terziliğimi de terk ettiğimi yazıyor ki, böyle hak ve hakikat ve Kuran-ı Kerimin hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nura ve Üstadıma canımı dahi feda etsem, büyük bir suç sayılıp vatan haini olarak mı tanınırım? Sizden soruyorum.
Sayın Reis Bey,
Risale-i Nurun bir kısım parçalarını okudum ve yazdım. Cenab-ı Hakka hadsiz şükrolsun ki, öteden beri kalbimde yaşayan ilme karşı fevkalade bir iştiyakla bu risalelerden istifadeye başladım. Bunlarla pek yakından alakadar olduğum halde, içinde ne halkı hükumet aleyhine teşvik ve ne de emniyeti bozacak ve gizli bir cemiyet kurmaya dair hiçbir şey görmediğim gibi, Üstadımdan da gerek mehdiliğe ve müceddidliğe ve gerekse bu hareketlere dair hiçbir şey işitmedim. Risale-i Nurun ve Üstadımın ve biz talebelerin yegane gaye ve hizmetimiz, İslamiyete, hususan Türk milletine iman ve ahlak cihetinde kudsi bir hizmettir. Elbette Risale-i Nura ve hadimlerine bu hizmetleri için ilişmemek lazımdır. Bizim gaye ve maksadımız budur, başka hiçbir şey değildir. Ve bu vazifemiz de rıza-yı İlahi içindir. Zaten böyle bir kudsi vazifeyi dünyaya ve dünya menfaatine alet ederek yapmayız ve tenezzül etmeyiz. Böyle kalbinde iman ve ahiret meşgalesinden başka hiçbir dünyevi maksat ve gaye bulunmayan halis Nur şakirtlerine, iddia makamının hiçbir zaman hatırıma gelmeyen gizli cemiyet kurmak ittihamlarına tahammül edemiyoruz.
İşte, muhterem heyet-i hakime, sizin, biz Risale-i Nur talebelerinin gaye ve maksatlarını ve mahiyetlerini anladığınıza ve iddia makamının bize isnat ettiği suçlarla alakamızın olmadığına kanaat getirdiğinize inanıyoruz. Bu vesile ile yüksek mahkemenizden ve vicdanlarınızdan kitaplarımızın serbest olarak iadesini ve kendimizin beraatini talep ederiz.
Afyon Cezaevinde mevkuf Emirdağlı
Halil Çalışkan
Mustafa Gülün müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
Ben gizli bir cemiyete dahil değilim. Zaten Üstadım Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de öyle bir cemiyet kurmamıştır. Bizlere her zaman Kuran hakikatlerinden ders vermiş, siyasetle alakadar olmamızı şiddetle men etmiştir. Yalnız büyük Üstad Said Nursi Hazretlerinin talebesiyim. Ona ve Risale-i Nura bütün ruh u canımla bağlıyım. Risale-i Nur ve Üstadım için bana verilecek her türlü cezaya razıyım. Üstadım eserleriyle, benim imanımı ve ahiret hayatımı kurtarmıştır. Onun gayesi, bütün Müslümanları ve vatandaşlarımızı imansızlıktan kurtarıp saadet-i ebediyeye nail etmektir. Bizlerin siyasi bir maksatla alakamız olmadığı, bütün mahkemelerde tebeyyün etmiştir. Hakikat böyle olduğu halde, yine haksız ve yersiz olarak mahkemeye sürüklendik. Bundan anlıyoruz ki, bizim tesanüdümüzü kırmak istiyorlar. Bizim tesanüdümüz herhangi bir dünyevi ve siyasi gaye ve işe matuf değildir. Yalnız ve yalnız Üstadımız Hazretlerine çok, hem pekçok hürmetkarız. Risale-i Nuru okuyanlar fevkalade bir imana ve İslamiyete ve ahlak ve kemalata sahip oluyorlar.
Üstadımıza çok fazla muhabbet etmemek elimizden gelmiyor. Öyle bir Üstada ve öyle Risale-i Nur şakirtlerine bütün mevcudiyetimle bağlıyım. Bu bağ, idam edilsem dahi çözülmez ve kırılmaz. Ben ve bütün kardeşlerim masumuz. Risale-i Nurun serbest bırakılmasını bütün kuvvetimizle talep ediyoruz. Yüce Üstadımıza ve masum Nurcu kardeşlerime kendimle beraber beraat verilmesini talep ediyorum.
Ispartalı
Mustafa Gül
Küçük İbrahimin müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
Sayın hakimler,
Bize isnat edilen suç hem yersizdir, hem de dünyaya aittir, siyasidir. Halbuki, siyaset yapacak insanlar olup olmadığımızı zaten ilk bakışta siz muhterem hakimler çoktan anlamışsınız. Esasen bu soğuk ve yabancı isnat, eğer faraza yüzde yüz tahakkuk edeceğini yüzlerce salahiyetli kimseler temin etseler, benim de aklım şimdikinden yüz defa fazla olsa, Risale-i Nurun ve onun çok muhterem müellifinin bende bıraktığı manevi intiba ile, bütün mevcudiyetimle bu geçici ve tükenici siyasi lezzet ve maceradan kaçıp ahirete iman ve Cehennemden kurtulmak yolunda sarf ederim. Gerek Risale-i Nurun kıymetli müellifine hürmetimiz ve bağlılığımız ve gerekse Risale-i Nurun okunması, yazılması ve Nur talebeleriyle muhabere ve münasebetimiz, Denizli Ağırceza Mahkemesinin ve Yüksek Yargıtayın da tasdikiyle, doğrudan doğruya uhrevidir. Öyle ki, Risale-i Nurdan aldığımız fikirle, bu nurlu varlıkları hiçbir suretle dünyevi ve maddi kıymetlere değişmeyiz. Bu bizde bir iman halinde ölünceye kadar yaşayacaktır.
Muhterem heyet-i hakime,
Madem ki böyle dehşetli bir isnatla burada toplanmış bulunuyoruz. Öyle ise, şu ehemmiyetli hakikati beyan etmek, benim için memleket ve vicdan borcu olmuştur. Yalnız kendi muhitimde Risale-i Nurun gösterdiği fevkalade ıslahat ile bütün halkın gözü önünde şu on seneyi mütecaviz bir zamanda, başta kendim olmak üzere birçok kimseler var ki, evlerinin yollarını öğrenmişler. Süfli gidişatları aile saadetine dönmüş. Şimdi anaları babaları, sebep olanlara dua ediyorlar. Vilayetimiz dahil ve civarlarında bu kàbilden daha birçoklarının hallerini dinleyiniz. Bahusus Denizli Hapishanesinde, Risale-i Nur oraya girmesiyle mahpuslar üzerinde öyle bir hüsn-ü tesir yapmıştı ki, halen bu tesir dillerde gezmektedir. Keza bu Afyon Hapishanesine dahil olduğum zaman kiminle konuşsam, eski halleriyle şimdiki hallerini zikredip minnet ve şükranla Nur talebelerine dua ediyorlar. Bu hakikatler meydandadır. Ben insan olayım da, bana ve hemcinsime bu derece ahlaki ve içtimai ve uhrevi ıslah edici ve bahusus kitabımız Kuranın mühim bir tefsiri olan Risale-i Nura ve onun muhterem müellifine ve vatandaşlarına Müslümanca muhabbet ve teselli mektubu yazmak, bir siyaset mevzuu olacağına hayret ediyorum. İşte bu hayretle diyorum ki, böyle suç olmaz. Olsa olsa Kuran ve dolayısıyla Risale-i Nurun gizli düşmanları adliye ve zabıtaya evham verip bizleri böyle hapislere doldurmaya sebep oluyorlar. Elbette yüksek hakimler bu hakikatleri görecekler ve ellerini vicdanlarına koyup ebedi ve İlahi çok müjdeleri bulunan adaletli kararlarını verecekler ve vatanın dört köşesinde alaka ile bekleyen Müslüman Türk milletini kendilerine minnettar bırakacaklardır.
Afyon Cezaevinde mevkuf İnebolulu
İbrahim Fakazlı