"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

On Beşinci Şua

El-Hüccetüz-Zehra
İki makamdır
Bu ders zahiren küçük, hakikaten pek büyük ve çok kuvvetli ve çok geniş bir risaledir. Hem benim tefekküri hayatımın, hem Nurun tahkiki hayat-ı maneviyesinin ilmelyakin-aynelyakin ittihadından çıkan bir meyve-i imaniye ve firdevsi bir semere-i Kuraniyedir.
Said Nursi

Birinci Makam
Üç kısımdır

Yirminci Mektubun hülasatül-hülasası, üçüncü medrese-i Yusufiyede verilen dersin birinci kısmıdır.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَبِهِ نَسْتَعِينُ
Afyon hapsinde on bir ay tecrid-i mutlakta bulunduğuma dair Mahkeme-i Temyize yazdığım istida bahanesiyle otuz beş sene inzivada, hususan gecelerde dünyayı unutmakta bulunan ve garazkarane tarassutlarla yirmi üç sene sıkıntı çekmesinden insanlardan tevahhuş edip yalnız tek başına kalarak, hizmetçisinden ve Nur dersini iştiyakla arzulayandan başka kimseyle bir saat beraber bir yerde bulunmasından çok sıkılan benim gibi bir biçareyi, beşinci koğuşa cebren nakil ve kardeşlerimin yanıma gelmelerini yasak ettiler. O kalabalık içinde yaşayamayacağım diye çok telaş ederken, birden bir alamet-i hiddet ve gadap olarak soğuk o derece şiddetlendi ki, eğer o eski yerimde kalsaydım hiç dayanamayacaktım.

O zahmet, benim hakkımda rahmete döndü. Kalbe geldi ki: “Gerçi Nur şakirtleri, her koğuşta hem kendileri hesabına, hem senin bedeline tam Nur dersleriyle çalışıyorlar. Fakat bu beşinci koğuş, bir nevi tecrithane olmasından, tazeleniyor, değişiyor; Nur dersine daha ziyade muhtaçtır. Hem Rusun dehşetli bir inkarla ve Allahı tanımamakla hücumunu yazan gazetelerin yazılarını okuyan gençler ve ihtiyarlar, elbette iman-ı billahtaki mevcudiyet ve vahdaniyet-i İlahiyeye dair gayet kati ve kuvvetli derslere pek ziyade ihtiyaçları var” diye tesbihatta kalbe geldi. Ben de sabah namazından sonra eskiden beri on defa okuduğum ve koca Yirminci Mektup Risalesi, on bir kelimesinde hem on bir burhan-ı vücub-u vücud ve vahdet-i Rabbaniye, hem on bir müjde gayet parlak, güneş gibi tafsilatla gösteren ve bir rivayette İsm-i azam taşıyan bu tehlil ve tevhid-i muazzam, لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَشَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ kudsi cümleyi mütefekkirane tekrar edip Yirminci Mektubun kısa bir hülasatül-hülasasını beraber düşünüyordum. Birden kalbe geldi ki: “Bu kısacık hülasayı Nadir Hocaya ve buradaki gençlere ders ver.” Ben de Bismillah deyip başladım. Dedim:

Bu kelam-ı tevhidde on bir müjde, on bir hüccet-i imaniye var. Şimdi, yalnız hüccetlere gayet kısa bir işaret edip, izahını ve müjdeleri Yirminci Mektup ve Nur eczalarına havale edeceğim. Fakat şimdi, o dersi yazdığım zaman onlara söylemediğim bazı kelimeleri ve nükteleri dahi yazmayı münasip gördüm. İşte o kelam-ı tevhidin on bir kelimesinden,

BİRİNCİ KELİME
لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ tır. Bundaki hüccet ise matbu ayetül-Kübra Risalesidir. O emsalsiz hüccetin harikalığı içindir ki, İmam-ı Ali , Nurun eczalarından haber verdiği sırada وَبِاْلاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتِ deyip o ayetül-Kübrayı şefaatçi yaparak Nur şakirtlerinin Denizli hapsinde, o risalenin hem Ankara, hem Denizli Mahkemelerinde galebesiyle ve perde altında tesirli intişarıyla talebelerine beraat kazandırmaya sebep olduğu gibi, onun gizli tabı da, şakirtlerinin dokuz ay mevkufiyetlerine vesile olmasıyla İmam-ı Alinin , hem keramet-i gaybiyesini, hem Nur şakirtlerinin bedeline duasını pek zahir bir surette tasdik etti.

Evet, ayetül-Kübra Şuaı, otuz üç icma-ı azimi ve külli hüccetleri mevcudatın heyet-i mecmuasında gösterip, her bir hüccet-i külliyede hadsiz burhanlara işaret ederek başta semavat, yıldızlar kelimeleriyle; arz, hayvanat ve nebatat kelamları ve cümleleriyle; git gide ta kainat mecmuası, müştemilat ve mevcudat ve hudus ve imkan ve tagayyür hakikatlerinin kelimeleriyle Vacibül-Vücudun mevcudiyetini ve vahdaniyetini güneş zuhurunda ve gündüz katiyetinde ispat ediyor. Sarsılmaz bir iman isteyen ve dinsiz anarşistliğe karşı kırılmaz bir kılıç arayanlar, ayetül-Kübraya müracaat etsinler.

İKİNCİ KELİME
وَحْدَهُ dur. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret şudur:
Bu kainatta, her cihette bir birlik, bir vahdet görünüyor. Mesela, kainat bir muntazam şehir, bir muhteşem saray, bir mücessem manidar kitap, bir cismani ve her ayeti, hatta herbir harfi ve herbir noktası mucizekar bir Kuran hükmünde bulunmasıyla bir vahdet ve birlik gösterdiği gibi, o sarayın lambası bir ve takvimci kandili bir ve ateşli aşçısı bir ve sakacı süngeri, sucusu bir, bir bir bir, ta bin birler kadar birlikleri ve vahdetleri göstermekle, o sarayın ve şehrin, o kitabın, o cismani Kuran-ı Kebirin sahibi, hakimi, katibi, musannifi bilbedahe mevcut ve vahid ve birdir diye kati ispat eder.

ÜÇÜNCÜ KELİME
لاَشَرِيكَ لَهُ dur. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret şudur ki:
ayetül-Kübra Şuaının madeni, üstadı, esası ve “ayetül-Kübra” namında olan قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُۤ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ إِذًا لاَ بْتَغَوْا اِلٰى ذِى الْعَرْشِ سَبِيلاً (ila ahir) ayet-i ekberidir. Yani, “Eğer şeriki olsa ve başka parmaklar icada ve rububiyete karışsaydılar, intizam-ı kainat bozulacaktı.” Halbuki, küçücük sineğin kanadından ve gözbebeğindeki hüceyrecikten tut, ta tayyare-i cevviye olan hadsiz kuşlara, ta manzume-i şemsiyeye kadar her şeyde cüzi külli, küçük ve büyük, en mükemmel bir intizam bulunması, şeksiz ve kati bir surette şeriklerin muhaliyetine ve madumiyetine delalet ettiği gibi, Vacibül-Vücudun mevcudiyetine ve vahdetine bilbedahe şehadet eder.

DÖRDÜNCÜ KELİME لَهُ الْمُلْكُ dür. Bundaki uzun hüccete gayet kısa bir işaret:
Evet, gözümüzle görüyoruz ki, zemin yüzünü bir tarla yapıp içinde, her bir baharda yüzbin nevi nebatatın tohumlarını beraber, karışık olarak o pek geniş tarlada ekiyor. Ve mahsulatlarını ayrı ayrı, hiç karıştırmayarak, şaşırmayarak, kemal-i intizamla kaldırıp iki yüz bin nevi hayvanatına ondan erzak ve tayinatı, rahmet ve hikmet eliyle, ihtiyaçlarına göre tevzi eden hadsiz kudret ve ilim sahibi bir Mutasarrıf perde arkasında var ki, bu geniş ve zengin mülkünde, hususan zemin tarlasında bu tasarrufatı yapıyor. Bu Mutasarrıf-ı Hakimi ve Malik-i Rahimi tanımayan, bu zemini, ahmak sofestailer gibi mahsulatıyla inkar etmeye mecbur olur.

BEŞİNCİ KELİME
وَلَهُ الْحَمْدُ dür. Bundaki pek geniş hüccete gayet kısa bir işarettir:
Evet, gözümüzle görüyoruz ve aklımızla bedahetle biliyoruz ki, bu kainat şehrinde ve zemin mahallesinde ve insan ve hayvanat kışlasında öyle bir Rezzak-ı Rahim ve Muhsin-i Kerim tasarruf ve nezaret ve terbiye eder ki, Kendi nimetlerine mukàbil hamd ve şükrettirmek için, zemini bir sefine-i tüccariye ve erzak getiren bir şimendifer ve yüzündeki bahar mevsimini bir vagon tarzında yüz bin nevi taamlarla ve memeler denilen konserve paketleriyle doldurup, kış ahirinde erzakları biten muhtaç zihayatlara yetiştiren bir Rezzak-ı Rahimin işleri olduğunu, zerre kadar aklı bulunan tasdik eder. Ve tasdik etmeyip inkara sapan, elbette zemin yüzünde vesile-i hamd ve şükran olan bütün muntazam nimetleri ve muayyen rızıkları inkar etmeye mecbur olarak ahmak bir muzır hayvan olur.

ALTINCI KELİME
يُحْيِى dir. Hüccetine, gayet kısa bir işaret:
Evet, Onuncu Sözde ve Nur eczalarında burhanlarıyla ispat edilmiş ki, her baharda, zihayattan üç yüz bin nevi ve çeşit çeşit tarzlarda ve hadsiz efradı bulunan bir ordu-yu Sübhani, ru-yi zeminde ihya ediliyor. Onlara hayat ve levazımat-ı hayatiye kemal-i intizamla veriliyor. Haşr-i azamın yüz bin nümunelerini, belki emarelerini gösterip, o ayrı ayrı hadsiz mahlukatı beraber, birbiri içinde, sehivsiz, yanlışsız, noksansız, hiç şaşırmayarak, karışık iken hiç karıştırmayarak, unutmayarak kemal-i mizan ve nizamla dirilten ve hayat veren ve nutfe denilen mütemasil su katrelerinden ve toprak müteşabih tohumlarından ve az farklı habbeciklerinden ve sineklerin birbirinin aynı olan yumurtacıklarından ve kuşların aynı havadan, birbirinin aynı nutfelerinden, hem birbirinin misli veya az farklı yumurtalarından o hadsiz efradı bulunan ve birbirinden suretçe, sanatça ve mAyşetçe ayrı ayrı yüz binler zihayatları dirilten ve zemin ve bahar sahifesinde yüz bin başka başka kitapları beraber, birbiri içinde, hatasız, gayet mükemmel yazan, hadsiz bir dikkat ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören, tasarruf eden bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum ve Muhyi bir Hallak-ı Alim olduğuna kanaat getirmeyen, elbette hem kendini, hem bütün zeminde ve zaman şeridine asılan bütün geçmiş baharlarda ve hayatlı zemin ve feza yüzlerinde bulunmuş bütün zihayatları inkar etmeye ve en ahmak ve bedbaht bir zihayat olmaya mecburdur.

YEDİNCİ KELİME
وَيُمِيتُ dür. Bunun hüccetine gayet kısa bir işaret:
Evet, görüyoruz ki, güz mevsiminde üç yüz bin nevi zihayat vefat namıyla terhis edilirken, her bir nevi ve ferdin sahife-i amellerinin kutucukları ve işlediklerinin fihristeleri ve gelen baharda işleyeceklerinin listeleri ve bir cihette bir nevi ruhları olan tohumlarını onların yerlerinde Hafiz-i Zülcelalin yed-i hikmetine emanet edildiğini ve incirin tohum ve çekirdekleri gibi zerrecik o küçücük tohumları birer ruh-u baki gibi incir ağacının bütün kavanin-i hayatiyesini taşıyan ve bir kitap kadar kuvve-i hafızada yazı misillü ağacın tarihçe-i hayatını onda kader kalemiyle yazan, büyük bir kitap hükmüne getiren bir Hallak-ı Hakim, bir Hayy-ı Layemutu tanımayan, elbette değil ahmak bir insan ve divane bir hayvan, belki Cehennem ateşini karıştıran bir serseri şeytandan daha bedbaht ve ebedi ölüme mahkum olur.

Evet, bu kelimelerin hüccetlerine işaret eden külli, ihatalı ve hadsiz harika ve nihayetsiz harikaları, mucizeleri ihtiva eden bu mezkur hakimane efal, failsiz olmaları yüz derece muhal ve batıl olduğu gibi, kör, aciz, şuursuz, sağır, camid, karma karışık, intizamsız, karışık, istilacı olan esbaba isnad etmek bin derece mümteni, esassızdır. Yoksa, toprağın her bir zerresinde hadsiz bir kudret, bir hikmet ve bütün otlar ve çiçeklerin teşkilatına dair pek harika ve külli bir sanatkarlık bulunmak, havanın her bir zerresinde—Rehberdeki Hüve Nüktesinin dediği gibi—bütün konuşmaları ve telefon ve radyoların kelimelerini bilecek ve sair zerrelere ders verecek bir kàbiliyet bulunmak lazım gelir. Bu acip fikri ise, hiçbir şeytan, hiçbir kimseye kabul ettiremez. Ve bu derece akıldan, hakikatten uzak ve bütün mevcudata karşı bir tahkir ve tecavüz olan küfür ve inkarın cezası, ancak dehşetli Cehennem olabilir ve ayn-ı adalettir. Elbette öyle münkirler için, “Yaşasın Cehennem!” dememiz lazım.

SEKİZİNCİ KELİME
وَهُوَ حَىٌّ لاَيَمُوتُ tur. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret şudur:
Mesela, nasıl gündüzde çalkanan bir deniz yüzünde ve akan bir nehir üstündeki kabarcıklarda görünen güneşcikler gitmeleriyle arkalarından gelen yeni kabarcıklar, aynen gidenler gibi güneşçikleri gösterip gökteki güneşe işaret ve şehadet ederler ve zeval ve vefatlarıyla bir daimi güneşin mevcudiyetine ve bekàsına delalet ederler. Aynen öyle de, her vakit değişen kainat denizinin yüzünde ve tazelenen hadsiz fezasında ve zerrat tarlasında ve bütün hadisatı ve fani mevcudatı kucağına alarak beraber çalkanan zaman nehrinin içinde mahlukat, mütemadiyen süratle akıp gidiyorlar, zahiri sebepleriyle beraber vefat ediyorlar. Her sene, hergün bir kainat ölür, bir tazesi yerine gelir. Ve zerrat tarlasında, mütemadiyen seyyar dünyalar ve seyyal alemler mahsulatı alındığından, elbette kabarcıklar ve güneşcikler zevalleriyle daimi bir güneşi gösterdikleri gibi, o hadsiz mahlukat ve mahsulatın vefatları ve zahiri sebepleriyle beraber kemal-i intizamla terhisleri, gündüz gibi şüphesiz, güneş gibi zahir bir katiyette bir Hayy-ı Layemutun, bir Şems-i Sermedinin, bir Hallak-ı Bakinin ve bir Kumandan-ı Akdesin vücub-u vücudu ve vahdeti ve mevcudiyeti, kainatın mevcudiyetinden bin derece zahir ve katidir diye bütün mevcudat ayrı ayrı ve beraber şehadet ederler.

İşte, kainatı dolduran bu yüksek sesleri ve kuvvetli şehadetleri işitmeyen ve kulak vermeyen, ne derece sağır ve ahmak ve cani olduğunu elbette anladınız.

DOKUZUNCU KELİME
بِيَدِهِ الْخَيْرُ dır. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret şudur:
Görüyoruz ki, bu kainatta her daire, her nevi, her tabaka, hatta her fert, her aza, hatta her bedendeki herbir hüceyrenin ihtiyat rızkını taşıyan bir mahzeni, bir deposu ve levazımatını yetiştiren, muhafaza eden bir tarlası ve hazinesi var ki, gayet intizam ve mizanla ve nihayetsiz hikmet ve inayetle, vakti vaktine, muhtacın iktidar ve ihtiyarı haricinde, bir dest-i gaybi tarafından o muhtacın eline veriliyor.

Mesela, dağlar, zihayata ve insana lazım olan bütün madenleri, ilaçları ve hayata lazım şeyleri taşıyor ve birinin emriyle ve tedbiriyle gayet mükemmel bir hazine, bir ambar olduğu gibi; zemin dahi bütün o zihayatın erzaklarını bir Rezzak-ı Hakimin kuvvetiyle yetiştiren kemal-i mizan ve intizamla bir tarla, bir harman, bir matbahtır. Hatta her insanın ve cismindeki herbir uzvun bir deposu ve mahzeni, hatta bir hüceyrenin dahi bir ihtiyat mahzenciği bulunması gibi, git gide ta dar-ı ahiretin bir mahzeni dünyadır; ve Cennetin bir tarlası ve deposu, bu alemdeki hüsünleri ve hasenatları ve nurları mahsul veren alem-i İslamiyet ve hakikatli insaniyet; ve Cehennemin bir ambarı ise, şerleri ve çirkinleri ve küfürleri mahsul veren ve şer olan ademden gelen ve hayır olan vücut alemlerini telvis eden pis maddeler, taifeler; ve yıldızların hararet mahzeni, Cehennem; ve nurlar hazinesi, bir Cennettir ki, بِيَدِهِ الْخَيْرُ kelimesi, bütün o hadsiz hazinelere işaretle pek parlak bir hücceti gösteriyor.

Evet, bu kelime ile ve بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَىْءٍ cümlesiyle (yani, “Her şeyin anahtarı Onun elindedir”) nihayetsiz geniş ve hadsiz harikalı bir hüccet-i rububiyet ve vahdet, bütün bütün kör olmayana gösterir. Mesela, hadsiz o hazine ve ambarlardan yalnız buna bak ki, herbiri bir koca ağacın veya bir parlak çiçeğin cihazatını ve mukadderatının programını taşıyan küçücük mahzencikler olan çekirdekler ve tohumların anahtarları elinde bulunan bir Mutasarrıf-ı Hakim, bir çekirdeğin kapıcığını “Uyan!” emriyle ve irade anahtarıyla tam mizan-ı nizamla açtığı gibi, zemin hazinesini dahi yağmur anahtarıyla açarak, mahzencikleri ve nebatatın nutfeleri olan bütün habbeleri ve hayvanatın menşeleri ve kuşların ve sineklerin su ve havadan nutfeleri olan bütün inkişaf emrini alan katreler mahzenciklerini beraber, hatasız açtığı vakitte, kainatta külli ve cüzi, maddi ve manevi bütün hazine ve depoları hikmet ve irade ve rahmet ve meşiet eliyle her birine mahsus bir anahtarla açtığını bilmek ve görmek istersen, senin bir nevi mahzenciklerin olan kendi kalbine ve dimağına ve cesedine ve midene ve bahçene ve zeminin çiçeği olan bahara ve ondaki çiçeklere ve meyvelere bak ki, kemal-i nizam ve mizan ve rahmet ve hikmetle bir dest-i gaybi tarafından emr-i كُنْ فَيَكُونُ tezgahından gelen ayrı ayrı anahtarlarla açıyor. Bir dirhem kadar bir kutucuktan bir batman, belki bazan yüz batman taamları kemal-i intizamla çıkarıyor, zihayatlara ziyafet veriyor. Acaba böyle muntazam, alimane, basirane nihayetsiz bir fiile ve tesadüfsüz, tam hikmetli bir sanata ve yanlışsız, tam mizanlı bir tasarrufa ve zulümsüz, tam adaletli bir rububiyete, hiç mümkün müdür ki, kör kuvvet, sağır tabiat, serseri tesadüf; camid, cahil, aciz esbab müdahale edebilsin? Ve bütün eşyayı birden görüp ve beraber idare edemeyen ve zerratla seyyarat yıldızları emrinde bulunmayan bir mevcut, bu her cihetle hikmetli, mucizeli, mizanlı tasarrufa ve idareye karışabilsin?

İşte, her hayır elinde, her şeyin anahtarı yanında bulunan böyle bir Mutasarrıf-ı Rahimi, bir Rabb-i Hakimi tanımayan ve inkara sapana, elbette تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ ayetinin dediği gibi, Cehennem ona kızıyor ve kızışıyor ve hadsiz azabıma müstehaktır, merhamete hiç layık değildir diye lisan-ı hal ile der.

ONUNCU KELİME
وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret şudur:
Bu misafirhane-i dünyaya gelen her zişuur, gözünü açtıkça görür ki, bir kudret, bütün kainatı kabzasında tutmuş. Ve nihayetsiz, hiç şaşırmayan ezeli, ihatalı bir ilim ve gayet dikkatli, hiç mizansız, faidesiz hareket etmeyen bir sermedi hikmet ve inayet, o kudretin içinde bulunup zerrat ordusundan birtek zerreyi meczup Mevlevi gibi döndürerek çok vazifelerde istihdam ettiği gibi; küre-i arzı aynı anda, aynı kanunla bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede, yine bir meczup Mevlevi misillü gezdirir. Mevsimlerin mahsulatlarını hayvan ve insanlara getirdiği aynı kanunla, aynı zamanda güneşi bir mekik, bir çıkrık yaparak, merkezinde cezbedarane ve cazibekarane döndürüp manzume-i şemsiye ordusu olan seyyarat yıldızlarını kemal-i mizan ve intizamla vazifelerde çalıştırır.

Ve aynı kudret, aynı zamanda, aynı kanun-u hikmetle zemin sahifesinde, yüz binler kitap hükmünde yüz binler nevileri beraber, birbiri içinde, iltibassız, sehivsiz yazar, haşr-i azamın binler nümunelerini izhar eder.

Ve aynı kudret, aynı zamanda, hava sahifesini bir yazar-bozar tahtasına çevirir. Bütün zerrelerini birer kalem uçları ve o kitabın noktaları hükmünde, emir ve iradenin onlara tayin ettiği vazifelerinde istimal ederek ve bütün o zerrelere herbirine öyle bir kàbiliyet vermiş ki, güya bütün sözleri ve konuşmaları bilir gibi alır, neşreder, şaşırmaz, küçücük birer kulak, incecik birer lisan olarak istihdam edip unsur-u hava, emir ve irade-i İlahinin bir arşı olduğunu ispat eder.

İşte, bu kısa işarete kıyasen, bu kainatı bir muntazam şehir, bir mükemmel apartman ve misafirhane, bir mucizatlı kitap ve Kuran hükmüne getirip heyet-i mecmuasından ta bir zerreye kadar bütün mahlukat tabakalarını ve dairelerini ve taifelerini mizan-ı ilim ve nizam-ı hikmetle kabzasına alan, tasarruf eden, kudreti içinde hikmetini, rahmetini gösteren ve rububiyet-i mutlakası içinde mevcudiyetini ve vahdaniyetini güneş ve gündüz gibi bildirip tanıttırmasına mukàbil imanla tanımak ve sevdirmesine mukàbil ubudiyetle sevmek ve ihsanatlarına mukàbil şükür ve hamd isteyen böyle bir Rahman-ı Rahimi tanımayan ve ubudiyetle Onu sevmeye çalışmayan, belki inkarla Ona bir nevi adavet taşıyan insan suretindeki şeytanlar, birer küçük Nemrut ve Firavun hükmünde nihayetsiz bir azaba elbette müstehak olur.

ON BİRİNCİ KELİME
وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ dir.
Yani, “Daire-i huzuruna ve alem-i bakisine ve ahiretine ve sermedi dar-ı saadetine gidileceği gibi, bütün kainattaki mahlukatın mercii Odur. Bütün esbab silsileleri Ona dayanıyor ve kudretine istinad eder ve o kudretinin tasarrufatına birer perdedirler. O kudret-i kudsiyenin izzetini ve haşmetini muhafaza için bütün zahiri sebepler yalnız birer perdedirler; icadda da hiç tesirleri yoktur. Emir ve iradesi olmazsa hiçbir şey, hatta hiçbir zerre hareket edemez” demektir. Bu kelimedeki hüccete gayet kısa bir işaret ederiz.

Evvela: Bu kudsi kelimenin ifade ettiği haşir ve ahiret ve hayat-ı bakiye hakikatinin bu gelen bahar gibi kati ve şüphesiz tahakkukunu ve geleceğini tam iman ettirmek ve ispat etmek cihetini Onuncu Söz ve zeyillerine ve Yirmi Dokuzuncu Söze ve Meyvenin Yedinci Meselesine ve Münacat Şuaına ve Nurun imani risalelerine havale ederiz. Elhak, onlar, bu rükn-ü imaniyi öyle bir tarzda hadsiz hüccetlerle ispat etmişler ki, dünyanın mevcudiyeti derecesinde ahiretin tahakkukunu, en muannid münkirleri de tasdike mecbur eden bir surette ispat etmişler.

Saniyen: Mucizül-Beyan-ı Kuranın üçten birisi haşre ve ahirete bakar, her davayı ona bina eder. Öyle ise, Kuranın hakkaniyetini ispat eden bütün mucizeleri ve hüccetleri, ahiretin vücuduna dahi delalet ettikleri gibi, Muhammed aleyhissalatü vesselamın nübüvvetine şehadet eden bütün mucizeleri ve umum delail-i nübüvveti ve sıdkının bütün hüccetleri, haşir ve ahirete dahi şehadet ederler. Çünkü, o zatın (a.s.m.) bütün hayatında daimi bir büyük davası ahiret olduğu gibi, bütün yüz yirmi dört (124) bin peygamberler dahi hayat-ı bakiye ve saadet-i ebediyeyi dava edip beşere müjde ederek hadsiz mucizelerle ve kati delillerle ispat ettiklerinden, elbette onların peygamberliklerine ve sadıkıyetlerine delalet eden bütün mucizeleri ve hüccetleri, onların en büyük ve daimi davaları olan ahirete ve hayat-ı bakiyeye şehadet ederler. Buna kıyasen, sair erkan-ı imaniyeyi ispat eden bütün deliller dahi haşrin vukuuna ve dar-ı saadetin açılmasına şehadet ederler.
Salisen: Hiç mümkün müdür ki, kendi kemalatını ve kudret ve rububiyetini izhar etmek için bu kainatı bütün zerrat ve seyyarat ve ecza ve tabakatıyla halk edip kemal-i hikmetle herbirisini bir vazifeyle, belki çok vazifelerle mütemadiyen çalıştıran ve sermedi, hadsiz cilve-i esmasını göstermek için kàfile kàfile arkasında, belki seyyar müteceddid dünya dünya arkasında ve mahlukat taifelerini bu misafirhane-i aleme ve hayat-ı dünyeviye meydan-ı imtihanına gönderip alem-i misalde kurulan uhrevi sinemalar ve berzahi fotoğraflarla suretlerini ve amellerini ve vaziyetlerini alarak onları terhisten sonra, başka taife ve kàfile ve seyyal ve seyyar bir nevi dünyaları o meydana vazifeler ve cilve-i esmasına ayineler olmak için gönderen bir Sani-i Zülcelal, bir Halık-ı Zülcemal, bir Allah-ı Zülkemal, bu fani dünyada şuur ve akıl ile o Halıkın bütün maksatlarına karşı mukabele eden ve bütün istidadıyla o Halıkı sevip sevdirip, tanıyıp tanıttırıp, hadsiz dualarla bekà-i ahiret saadetini yalvaran ve akıl sebebiyle nihayetsiz elemler aldığından, bütün fıtratı ve ruhu ve istidadı ile ayn-ı lezzet olan hayat-ı bakiyeyi isteyen bu nev-i insan için bir dar-ı mükafat ve mücazat, bir haşir neşir olmasın? Haşa, yüz bin defa haşa ve kella!

İşte, bu kısacık işaretin izahatı ve tafsilatı ve hüccetleri parlak ve kuvvetli bir surette Risale-i Nurda bulunmasından, ona havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Fatiha-i Şerifenin bir muhtasar hülasası

Üçüncü medrese-i Yusufiyede muvakkat pek az bir zamanda tecridden temasa naklimde verilen yalnız bir tek dersin ikinci kısmı.

Hapiste Nur şakirtlerine kısacık bir ders nümunesidir. O da şudur:

Fatiha-i Şerife denizinden bir katre ve güneşindeki elvan-ı seba, yani ziyasındaki yedi renginden bir tek lema beyan etmeyi, namazdaki Fatiha kalbe emretti. Gerçi Yirmi Dokuzuncu Mektubun bir kısmında, hususan “nabüdü” ن undaki seyahat-ı hayaliye ve Rumuz-u Semaniyede ve İşaratül-İcaz tefsirinde ve sair Nur eczalarında bu kudsi hazinenin çok tatlı ve güzel nüktelerini yazmışız. Fakat o pek şirin hülasa-i Kuraniyeden yalnız imanın rükünlerine ve hüccetlerine işaratını, gayet kısa bir muhtasar hülasasını, birinci kısımdaki tarz-ı ifade gibi, kendim namazdaki tefekkürümü yazmasına bir cihette mecbur oldum.

Besmele kelimesini Nurun iki üç risalelerine havale edip اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ den başlıyorum.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ …الخ

BİRİNCİ KELİME
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ dır. Bundaki hüccet-i imaniyeye gayet kısa bir işaret:
Evet, kainatta medar-ı hamd ve şükür olan kasti inamlar ve nimetler, hususan kan ve fışkı içinden safi, temiz, gıdalı sütü aciz yavrulara göndermek ve ihtiyari ihsanlar ve hediyeler ve merhametli ikramlar ve ziyafetler zemin yüzünü, belki kainatı doldurmuş. Onların fiyatı dahi, başta Bismillah, ahirde Elhamdü lillah, ortada nimette inamı hissetmek ve Rabbini onunla tanımaktır.

Sen kendi nefsine, midene, duygularına bak. Ne kadar şeylere, nimetlere muhtaçtırlar. Ve ne derece hamd ve şükür fiyatıyla rızıkları, lezzetleri isterler, gör; her zihayatı kendine kıyas eyle. İşte bu umumi inamlar mukàbilinde hal ve kàl dilleriyle edilen hadsiz hamdler, pek kati bir surette bir Mabud-u Mahmud, bir Münim-i Rahimin mevcudiyetini ve umumi rububiyetini güneş gibi gösterir.

İKİNCİ KELİME
رَبِّ الْعَالَمِينَ dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret:
Evet, biz gözümüzle görüyoruz ki, bu kainatta binler değil, belki milyonlar alemler, küçük kainatlar, ekseri birbiri içinde, her birinin idaresi ve tedbirinin şeraiti ayrı ayrı olduğu halde, öyle bir mükemmel terbiye, tedbir, idare ediliyor ki, bütün kainat bir sahife gibi her an nazarında ve bütün alemler birer satır gibi kalem-i kudret ve kaderiyle yazılır, tazelenir, değişir. Bir nihayetsiz rububiyet içinde nihayetsiz bir ilim ve hikmet ve ihatalı hadsiz bir rahmet ve dikkatle bu milyonlar alemleri ve seyyal kainatları idare eden bir Rabbül-aleminin vücub-u vücuduna ve vahdetine külli ve cüzi şehadetler, zerreler ve zerrelerden terekküp eden mevcutlar adedince hadsiz, nihayetsiz şehadetler her an ve zaman geliyorlar. Zerrat tarlasından ta manzume-i şemsiyeye, ta Samanyolu denilen kehkeşan dairesine ve bir hüceyre-i bedenden ta zemin mahzenine, ta kainat heyet-i mecmuasına kadar aynı kanun, aynı rububiyet, aynı hikmetle beraber idare ve terbiye eden bir rububiyeti tasdik ve hissetmeyen, bilmeyen, görmeyen bir insan, elbette hadsiz bir azaba kendini müstehak eder ve merhamete liyakatini selb eder.

ÜÇÜNCÜ KELİME
اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret:
Evet, kainatta hadsiz rahmetin mevcudiyeti ve hakikatı, aynen güneşin ziyası gibi görünür. Ve ziyanın güneşe kati şehadeti misillü, bu geniş rahmet dahi, perde arkasında bir Rahman-ı Rahime şehadet eder. Evet, rahmetin bir ehemmiyetli kısmı rızıktır ki, Rahmana “Rezzak” manası verilir. Rızık ise, o derece zahir bir tarzda bir Rezzak-ı Rahimi gösterir ki, zerre kadar şuuru bulunan, tasdike mecbur olur.

Mesela, bütün zihayatın, hususan acizlerin ve bilhassa yavruların, bütün zeminde ve fezada ihtiyar ve iktidarlarının haricinde, gayet harika bir tarzda hiçten ve mütemasil çekirdeklerden ve su katrelerinden ve toprak habbeciklerinden yetiştiriyor. Hatta ağacın başındaki yuvada kanatsız, zayıf kuşçuklara annelerini emirber nefer gibi gezdirir, rızıklarını getirttirir. Ve aç bir arslanı yavrusuna musahhar eder, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna yedirir. Ve sair hayvanatın ve insanın yavrularına memeler musluğundan ab-ı kevser gibi hoş, mugaddi, safi, halis, beyaz sütleri kırmızı kan ve mülevves fışkı içinden bulaşmadan, bulandırmadan imdatlarına gönderir, validelerinin şefkatlerini yardımcı verir. Ve bir nevi rızık isteyen umum ağaçlara, münasip rızıklarını onlara pek harika bir tarzda koşturduğu gibi, bir nevi maddi ve manevi rızık isteyen insanın duygularına, akıl, kalb, ruhlarına dahi pek geniş bir sofra-i erzak onlara ihsan ediliyor. Güya kainat, gül çiçeğinin yaprakları ve mısır sümbülünün gömlekleri gibi birbiri içinde sarılı, yüz binler ayrı ayrı, çeşit çeşit sofralardır ki, o sofralar adedince ve onlardaki taamlar ve nimetler miktarınca dillerle ve ayrı ayrı, külli ve cüzi lisanlarla bir Rahman-ı Rezzakı, bir Rahim-i Kerimi bütün bütün kör olmayana gösterir.

Eğer denilse, “Bu dünyadaki musibetler, çirkinlikler, şerler, o ihatalı rahmete münafidir, bulandırıyor.”

Elcevap: Risale-i Kader gibi Nurun risalelerinde bu dehşetli suale tam cevap verilmiş. Onlara havale ile, kısacık bir işareti şudur:

Her bir unsurun, her bir nevin, her bir mevcudun, külli ve cüzi müteaddit vazifeleri ve o her bir vazifenin çok neticeleri ve meyveleri var. Ve ekseriyet-i mutlakası, maslahat ve güzel ve hayır ve rahmettirler. Ve az bir kısmı, kàbiliyetsizlere ve yanlış mübaşeret edenlere veya ceza ve terbiyeye müstehak olanlara veya çok hayırları sümbül vermeye vesile olanlara rastgelir; zahiri, cüzi bir şer, bir çirkinlik olur, bir merhametsizlik görünür. Eğer o cüzi şer gelmemek için rahmet tarafından o unsur ve külli mevcut o vazifesinden men edilse, o vakit bütün hayırlı, güzel sair neticeleri vücut bulmaz. Bir hayrın ademi, şer ve bir güzelliğin bozulması, çirkinlik olması itibarıyla, o neticeler adedince şerler, çirkinlikler, merhametsizlikler husul bulur. Demek birtek şer gelmemek için yüzer şerler, merhametsizlikler irtikap edilir ki, bütün bütün hikmete, maslahata, rububiyetteki rahmete muhalif düşer. Mesela, kar, soğuk, ateş, yağmur gibi nevilerin yüzer hikmetleri, maslahatları içinde bazı dikkatsiz ve ihtiyatsızlar, su-i ihtiyarlarıyla kendileri hakkında şer yapsa, mesela elini ateşe soksa, “Ateşin hilkatinde rahmet yoktur” dese, ateşin had ve hesaba gelmeyen hayırlı, maslahatlı, merhametli faideleri onu tekzip edip ağzına vurur.

Hem insanın hodgam hevesatı ve süfli ve akıbeti görmeyen hissiyatı, kainatta cereyan eden Rahmaniyet ve hakimiyet ve rububiyet kanunlarına mikyas ve mihenk ve mizan olamaz. Kendi ayinesinin rengine göre görür. Merhametsiz siyah bir kalb, kainatı ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür. Fakat iman gözüyle baksa, yetmiş güzel hulleleri giymiş bir cennet hurisi gibi, rahmetler ve hayırlar ve hikmetlerden dikilmiş yetmiş binler güzel libasları birbiri üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir insan-ı ekber ve ondaki insan nevini bir kainat-ı suğra ve herbir insanı bir alem-i asgar müşahede eder. Bütün ruh u canıyla, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ der.

DÖRDÜNCÜ KELİME
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ dir. Hüccetine gayet kısa bir işaret:
Evvela: Bu dersin birinci kısmının ahirinde وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ hüccetine ve haşir ve ahirete şehadet eden bütün deliller, aynen مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ in işaret ettiği imani ve geniş hakikate şehadet ederler.

Saniyen: Onuncu Sözün ahirinde denildiği gibi, bu kainat Saniinin sermedi rububiyeti, rahmeti, hikmeti, ezeli, ebedi cemali, celali, kemali ve nihayetsiz sıfatları ve yüzer isimleri ahireti kati bir surette istediği gibi; Kuran, binler ayat ve burhanlarıyla ve Muhammed aleyhissalatü vesselam, yüzer mucizat ve hüccetleriyle ve bütün enbiya aleyhimüsselam ve semavi kitaplar ve suhuflar, hadsiz delilleriyle şehadet ettikleri dar-ı ahiretteki hayat-ı bakiyeye inanmayan bir insan, kendini dünyada dahi küfürden neşet eden bir manevi cehenneme atar, daima azap çeker. Rehberde izah edildiği gibi, bütün geçmiş ve gelecek zamanlar ve mahluklar ve kainatlar, zeval ve firaklarıyla mütemadiyen onun ruh ve kalbine hadsiz elemleri yağdırıyorlar, Cehenneme gitmeden evvel Cehennem azabını çektiriyorlar.

Salisen: يَوْمِ الدِّينِ remziyle büyük ve kuvvetli bir hüccet-i haşriyeye işaret eder. Fakat bu makamda birden bir hal, o hücceti başka zamana tehirine sebep oldu; belki de ona daha ihtiyaç kalmadı. Çünkü, Nur Risaleleri, geceden sonra gündüzün, kıştan sonra baharın gelmesi katiyetinde yüzer kuvvetli hüccetlerle haşir ve neşrin sabahını, baharını ispat etmişler.

BEŞİNCİ KELİME
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dir. Bundaki hüccete işaretten evvel hakikatli bir seyahat-ı hayaliyeyi Yirmi Dokuzuncu Mektubun izahına binaen kısaca beyan etmek kalbe geldi. Şöyle ki:
Bir zaman, Kuranın mucizelerini ararken, Risale-i Nurda, hususan İşaratül-İcaz tefsir-i Nuride ve Rumuz-u Semaniyede beyanları gibi, Sure-i Fethin ahirindeki ayette dört beş mucize ve ihbar-ı gaybiyi, hatta اَلْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ cümlesinde bir tarihi mucizeyi, hatta çok kelimelerinde müteaddit icaz lemalarını ve bazı harflerinde mucizane nükteleri bulduğum bir zamanda, namazda Fatihayı okurken نَعْبُدُ ..نَسْتَعِينُ deki ن un bir mucizesini bana bildirmek için bir sual kalbime geldi:

Neden اَعْبُدُ ..اَسْتَعِينُ yani, “Ben ibadet ve istiane ederim” denilmedi, nun-u mütekellim-i maalgayr ile, yani, “Biz sana ibadet ve istiane ederiz” demiş?

Birden, o ن kapısıyla bir seyahat-ı hayaliye meydanı açıldı; namazdaki cemaatın azim sırrını ve büyük menfaatini ve bu tek harf bir mucize olduğunu şuhud derecesinde bildim ve gördüm. Şöyle ki:

Ben, o zaman İstanbulda Bayezid Camiinde namaz kılarken, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dedim. Baktım, o camideki cemaat, benim gibi diyerek bu davama ve اِهْدِنَا daki duama tamamen iştirak edip tasdik ettikleri zamanda, bir perde daha açıldı. Gördüm ki, İstanbulun bütün mescidleri büyük bir Bayezid hükmüne geçtiler. Aynen benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip benim davalarıma ve dualarıma imza basıyorlar, amin diyorlar. Ve bana bir nevi şefaatçi suretini almaları içinde, hayalime bir perde daha açıldı.

Gördüm ki, alem-i İslam, büyük bir mescid suretini aldı. Mekke, Kabe mihrab hükmüne geçti. Bütün namaz kılan Müslümanların safları, dairevi bir tarzda o kudsi mihraba teveccüh ederek, benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ اِهْدِنَا deyip, herbiri umum namına hem dua, hem dava, hem tasdik eder, hem onları kendine şefaatçi yapar. Hem, “bu kadar azim bir cemaatin yolu, davası yanlış olamaz ve duası reddedilmez; şeytani vesveseleri tard eder” diye düşünürken ve namazda cemaatin büyük menfaatlerini bilmüşahede tasdik ederken, bir perde daha açıldı.

Gördüm ki, kainat bir cami-i ekber ve bütün mahlukat taifeleri bir salat-ı kübrada, cemaatle, herbiri kendine mahsus bir ibadetle ve hal diliyle bir nevi namaz kılıyorlar gibi, Mabud-u Zülcelalin muhit rububiyetine karşı çok geniş bir ubudiyetle mukabele için herbiri umumun şehadetlerini ve tevhidlerini tasdik eder ki, aynı neticeyi ispat tarzında vaziyet alıyorlar diye müşahede ederken, birden bir perde daha açıldı.

Gördüm ki, nasıl bir insan-ı ekber olan kainat, lisan-ı hal ve çok eczaları, istidat ve ihtiyac-ı fıtri lisanıyla ve zişuur mevcudatları, lisan-ı kàl ile اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyorlar ve Halıkının merhametkarane rububiyetine karşı ubudiyetlerini gösteriyorlar; aynen öyle de, birer küçücük kainat hükmünde o cemaat-ı uzmada herbir arkadaşımın cesedi gibi benim cesedimdeki zerreler ve kuvveler ve duygularım dahi Halıkının rububiyetine karşı itaat ve ihtiyaçlarının lisan-ı haliyle اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyerek emir ve irade-i İlahiyeye göre hareket ettiklerini ve her anda Halıklarının inayetine ve rahmetine ve yardımına muhtaç olduklarını gösteriyorlar gördüm. Hem namazdaki cemaatin kudsi sırrını, hem ن un güzel mucizesini hayretle müşahede edip, ن kapısıyla girdiğim gibi çıktım, “Elhamdü lillah” dedim. اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ cümlesini, o üç cemaatin ve o büyük ve küçücük arkadaşlarım hesabına da söylemeye alıştım.

Şimdi mukaddime bitti, sadede geliyoruz.
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ in işaret ettikleri hüccete gayet kısa bir işarettir:
Evvela: Biz gözümüzle görüyoruz: Kainatta, hususan zemin yüzünde, dehşetli ve daimi bir faaliyet ve hallakıyetin intizamla cereyanı içinde merhametkarane, müdebbirane bir rububiyet-i mutlaka, hadsiz zihayatların istianelerine ve fiilen ve halen ve kàlen istimdatlarına ve dualarına kemal-i hikmet ve inayetle imdat ve her birine fiilen cevap vermek tezahürü içinde bir uluhiyet-i mutlaka, bir mabudiyet-i ammenin tecelliyatı, umum mahlukatın, hususan zihayatın ve bilhassa insan taifelerinin fıtri ve ihtiyari binler tarzdaki ibadetlerine mukabelesini akl-ı selim ve iman gözü gördüğü gibi, bütün semavi fermanlar ve enbiyalar haber veriyorlar.

Saniyen: نَعْبُد ُ , ن unun remziyle mukaddimede mezkur üç cemaatten her biri ve umumu, beraber, çeşit çeşit, fıtri ve ihtiyari ibadetlerle meşgul olmaları, şeksiz, bedahetle bir mabudiyete karşı şakirane bir mukabele ve bir Mabud-u Mukaddesin mevcudiyetine hadsiz ve şüphesiz bir şehadettir. Ve نَسْتَعِينُ , ن unun remziyle, mezkur üç cemaatin, yani mecmu-u kainattan ta bir cesetteki zerrelerin cemaatinden her bir taifenin, her bir ferdin fiili ve hali istianeleri ve duaları var. Ve onların muavenetlerine koşan ve dualarına kabul ile cevap veren bir şefkatli Müdebbire, şüphesiz şehadet eder. Mesela, Yirmi Üçüncü Sözün dediği gibi, zemindeki umum mahlukatın üç nevi duaları pek harika ve ümidin haricinde kabul olması, bir Rabb-i Rahim ve Mucibe kati şehadet eder.

Evet, tohumlar ve çekirdekler, istidat lisanıyla, her biri birer ağaç ve birer sümbüle olmayı Halıkından isteyip duaları gözümüz önünde kabul olması gibi, bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtri lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını ve hayatlarına lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matluplarını birisinden isteyip o fıtri ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualarını gözümüz önünde kabul eden ve imdatlarına acip ve şuursuz mahlukatı vakti vaktine hikmetle koşturan bir Halık-ı Kerime zahir şehadet eder.

İşte bu iki kısma kıyasen, lisan-ı kàl ile edilen duaların bütün nevileri, hususan enbiyaların ve havasların harika bir surette makbuliyeti, وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hüccet-i vahdaniyete şehadet eder.

ALTINCI KELİME
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret şudur:
Evet, nasıl bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakimidir. Aynen öyle de, maneviyatta ve manevi yollarda ve kalbi mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise en kısa ve en kolayıdır. Mesela, Risale-i Nurda bütün muvazeneleri ve küfür ve iman yollarının mukayeseleri kati gösteriyorlar ki, iman ve tevhid yolu gayet kısa ve doğru ve müstakim ve kolaydır ve küfür ve inkar yolları gayet uzun ve müşkülatlı ve tehlikelidir.

Demek bu istikametli ve hikmetli ve her şeyden en kısa ve kolay yolda sevk edilen bu kainatta, elbette şirk ve küfrün hakikatleri olamaz. Ve iman ve tevhidin hakikatleri, bu kainata güneş gibi lazım ve vaciptir.

Hem ahlak-ı insaniyede en rahat, en faideli, en kısa, en selametli yol ise, sırat-ı müstakimde, istikamettedir. Mesela, kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faideli istikameti kaybetse, ifrat veya tefritle muzır bir cerbezeye ve belalı bir belahete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker.

Ve kuvve-i gadabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takip etmezse, ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer, istikameti kaybetmesinin, hatasının cezası olarak daimi vicdani bir azabı çeker.

Ve insandaki kuvve-i şeheviye selametli istikameti ve iffeti zayi etse, ifratla musibetli, rezaletli fücura, fuhşa ve tefritle humuda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o manevi hastalığın azabını çeker.

İşte bunlara kıyasen, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyede, bütün yollarında istikamet en faideli ve kolay ve kısadır. Ve sırat-ı müstakimi kaybedilse, o yollar pek belalı ve uzun ve zararlı olur.

Demek اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ pek çok cami ve geniş bir dua, bir ubudiyet olduğu gibi, bir hüccet-i tevhide ve bir ders-i hikmete ve bir talim-i ahlaka işaret eder.

YEDİNCİ KELİME
صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret:
Evvela: عَلَيْهِمْ kimlerdir diye, مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ ayeti beyan ederek, nev-i beşerde istikamet nimetine mazhar dört taifeyi beyan içinde, o taifelerin reislerine النَّبِيِّينَ ile Muhammed aleyhissalatü vesselama, وَالصِّدِّيقِينَ ile Ebu Bekir-i Sıddıka , وَالشُّهَدَۤاءِ ile Ömer, Osman, Aliye işaret edip, Peygamberden (a.s.m.) sonra Sıddık, sonra Ömer, Osman, Ali , üçü hem şehid, hem halife olacaklar diye, gaybi ihbarla bir lema-i icaz gösterir.

Saniyen: Nev-i beşerin en yüksek, en müstakim, en sadık bu dört taifesi, adem (a.s.) zamanından beri hadsiz hüccetler, mucizeler, kerametler, deliller, keşfiyatlarla bütün kuvvetleriyle dava edip ve beşerin ekseri onları tasdik ettikleri hakikat-ı tevhid, elbette güneş gibi katidir. Bu hadsiz meşahir-i insaniye, yüz binler mucizelerle ve hadsiz hüccetlerle doğruluklarını ve hakkaniyetlerini gösterip tevhid ve vücub-u vücud ve vahdet-i Halık gibi müsbet meselelerde ittifakları ve icmaları öyle bir hüccettir ki, hiçbir şüpheyi bırakmaz. Acaba, kainatın ehemmiyetli netice-i hilkati ve zeminin halifesi ve zihayatların istidatça en cemiyetli ve yükseği olan nev-i beşerin en müstakimleri, en sadık ve musaddak mürşidleri ve kemalatta reisleri olan mezkur o dört taifenin icma ve ittifakla iman edip haber verdikleri ve kainatı bütün mevcudatıyla delil gösterip hakkalyakin, aynelyakin, ilmelyakin itikad ettikleri ve sarsılmaz kanaat getirdikleri bir hakikati tanımayan ve inkar eden, hadsiz bir cinayet ve nihayetsiz bir azaba müstehak olmaz mı?

SEKİZİNCİ KELİME
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ dir. Bundaki hüccete kısa bir işarettir:
Evet, tarih-i beşer ve kütüb-ü mukaddese, tevatürlere ve külli ve kati hadisat ve malumat ve müşahedat-ı beşeriyeye istinaden bilittifak, sarih ve kati bir surette haber veriyorlar ki, sırat-ı müstakim ehli olan peygamberlere binler vakıatta istimdatlarına harika bir tarzda gaybi imdat gelmesi ve onların istedikleri aynen verilmesi ve düşmanları olan münkirlere yüzer hadisatta aynı zamanda gazap gelmesi ve semavi musibet başlarına inmesi, kati, şeksiz gösterir ki, bu kainatın ve içindeki nev-i beşerin hakim ve adil ve muhsin ve kerim ve aziz ve kahhar bir mutasarrıfı, bir Rabbi var ki, Nuh ve İbrahim, Musa ve Hud ve Salih gibi çok nebilere pek harika bir surette tarihi ve geniş hadiselerle muzafferiyet ve necatları vermiş; ve Semud ve ad ve Firavun kavimleri gibi çok zalimlere ve münkirlere dahi, peygamberlere isyanlarına mukàbil dünyada dahi bir ceza olarak başlarına dehşetli semavi musibetler indirmiş.

Evet, adem (a.s.) zamanından beri, beşeriyette, iki cereyan-ı azim birbiriyle çarpışarak gelmiş. Biri istikamet yolunu takiple nimet ve saadet-i dareyne mazhar olan ehl-i nübüvvet ve salahat ve iman, kainatın hakiki güzelliğine ve intizam ve kemaline mutabık olarak istikamette hareket ettiklerinden, hem Kainat Sahibinin lütuflarına, hem iki cihanın saadetine mazhar olup, beşeri melekler derecelerine, belki fevkine terakki ettirmeye vesile olarak dünyada iman hakikatleriyle manevi bir cennet, ahirette bir saadet kazanıp ve kazandırmışlar.

İkinci cereyan, istikameti bırakıp ifrat ve tefritle aklı bir vesile-i azap ve elemler toplayıcı bir alete çevirmesinden, insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aşağı düşürüp dünyada zulümlerine mukàbil gazab-ı İlahi ve musibet tokatlarını yemekle beraber, dalaleti cihetinden, akıl alakadarlığıyla kainatı bir hüzüngah ve matemhane-i umumiye ve zevalde yuvarlanan zihayatlar için bir mezbaha, selhhane ve gayet çirkin ve karışık görüp ruhu, vicdanı dünyada bir manevi cehennemde olup, ahirette daimi bir azap çekmeye kendini müstahak eder.

İşte, Fatiha-i Şerifenin ahirinde اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ ayeti, bu iki cereyan-ı azimi ders veriyor. Ve Risale-i Nurdaki bütün muvazenelerin menbaı ve esası ve üstadı bu ayettir. Madem yüzer muvazenelerle Nurlar bu ayeti tefsir etmişler; biz dahi izahını ona havale ederek, bu kısa işarete iktifa ederiz.

DOKUZUNCU KELİME
اٰمِينَ dir. Buna kısacık bir işaret:
Madem نَعْبُدُ… نَسْتَعِينُ deki ن , üç cemaat-ı azimeyi, bilhassa alem-i İslam camiindeki muvahhidin cemaatini, hususan o vakit namazda bulunan milyonlar cemaatini bize gösterip bizi içlerinde bulunduruyor ve dualarına ve söylediklerimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor. Biz dahi, bu “amin” kelimesiyle o cemaat-ı muvahhidin ve musallinin dualarına yardım ve davalarına tasdik ve şefaatlerinin ve istianelerinin makbuliyetine o “amin” ile bir rica etmemizle, bizim cüzi ubudiyet ve dua ve davamızı külli, geniş bir ubudiyete çevirip külli, umumi rububiyete mukabele ettirir. Demek uhuvvet-i imaniye ve vahdet-i İslamiye sırrıyla, her namaz vaktinde alem-i İslam mescidinde milyonlarla efradı bulunan bir cemaatin rabıta-i vahdet itibarıyla ve manevi radyolar vasıtasıyla Fatihadaki “amin” külliyet kesb eder, milyonlarla “amin”ler hükmüne geçebilir.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Üçüncü Medrese-i Yusufiyenin tek bir dersinin üçüncü kısmı
Mukaddime
Namazdaki Fatihanın manevi emriyle اَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ feyziyle İkinci Kısım yazıldığı gibi, namazdaki teşehhüd dahi وَأَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ cümlesinin diliyle, manevi ihtarıyla ve Sure-i Fethin ahirinde

هُوَ الَّذِۤى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفٰى بِاللهِ شَهِيدًا مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ وَالَّذِينَ مَعَهُۤ أَشِدَّۤاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَۤاءُ بَيْنَهُمْ… الخ
beş mucize-i gaybiyeyi gösteren büyük ayetin nuruyla dersin üçüncü kısmını yazmaya, şimdi beyanına iznim olmayan üç sebep için mecbur oldum. Tafsilatını, izahatını, senetli hüccetlerini Risalet-i Muhammediyeye dair Zülfikar, Mucizat-ı Ahmediye ve Ayetül-Kübra, Arabi Hizb-i Nuriyeye havale edip, yalnız gayet muhtasar, kısacık üç işaretle Arabi Hizb-i Nuriyenin hülasasının bir hülasası ve tesbihatta tekrar ettiğim kelime-i tevhid ile daimi virdim bir tefekkür-ü Arabi olarak burada yazılan risaleciğinin مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ 5 şehadetine dair parçaların bir nevi tercümesi, İkinci ve Üçüncü İşarette yazılacak.

BİRİNCİ İŞARET
Bu Kainat Sahibinin tezahür-ü rububiyetine ve sermedi uluhiyetine ve nihayetsiz ihsanatına külli bir ubudiyet ve tanıttırmakla mukabele eden Muhammed aleyhissalatü vesselam, bu kainatta güneşin lüzumu gibi elzemdir ki, nev-i beşerin üstad-ı ekberi ve büyük peygamberi (a.s.m.) ve Fahr-i alem ve لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ hitabına mazhar ve hakikat-i Muhammediyesi hem sebeb-i hilkat-i alem, hem neticesi ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi, bu kainatın hakiki kemalatı ve sermedi bir Cemil-i Zülcelalin baki ayineleri ve sıfatlarının cilveleri ve hikmetli efalinin vazifedar eserleri ve çok manidar mektupları olması ve baki bir alemi taşıması ve bütün zişuurların müştak oldukları bir dar-ı saadet ve ahireti netice vermesi gibi hakikatleri, hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) ve risalet-i Ahmediye ile tahakkuk ettiğinden, nasıl bu kainat onun risaletine gayet kuvvetli ve kati şehadet eder; öyle de, başta alem-i İslam, bütün beşer ve bütün zişuur, Cehennemden acı ve korkunç olan ademden, hiçlikten, idam-ı ebediden, fena-yı mutlaktan kurtulmak için, daimi aşk ve şevkle her zamanda ve cami mahiyetinin bütün kuvvetleriyle, bütün istidadat lisanlarıyla bütün dualar ve ibadetler ve ricalarının dilleriyle istedikleri hayat-ı bakiyeyi kuvvetli, kati beşaret veren risalet-i Ahmediye (a.s.m.) ve hakikat-i Muhammediyeye (a.s.m.) şehadet edip nev-i beşerin medar-ı iftiharı, eşref-i mahlukat olduğuna imza bastığı gibi, her zamanda üç yüz elli milyon ehl-i imanın اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca, hergün işledikleri bütün hasenatlar ve hayırların bir misli Muhammed aleyhissalatü vesselamın defter-i hasenatına girmesi ve o tek şahsiyet-i Muhammediye (a.s.m.), yüzer milyon, belki milyar abid-i muhsin kadar külli bir ubudiyete ve füyuzatına mazhar bir makam kazanması, o zatın risaletine pek kuvvetli şehadet edip imza basar.

İKİNCİ İŞARET
Benim virdimde her vakit tefekkürle baktığım yirmiden ziyade şehadetlere işaret eden:
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ صَادِقُ الْوَعْدِ اْلاَمِينُ بِشَهَادَةِ ظُهُورِهِ دَفْعَةً مَعَ اُمِّيَّتِهِ بِاَكْمَلِ دِينٍ وَاِسْلاَمِيَّةٍ وَشَرِيعَةٍ وَبِاَقْوٰى اِيمَانٍ وَاِعْتِقَادٍ وَعِبَادَةٍ وَبِاَعْلٰى دَعْوَةٍ وَمُنَاجَاةٍ وَدَعَوَاتٍ وَبِاَعَمِّ تَبْلِيغٍ وَاَتَمِّ مَتَانَةٍ خَارِقَاتٍ مُثْمِرَاتٍ لاَمِثْلَ لَهَا

Kısa bir nevi tercümesi ve meali, yani Muhammedin (a.s.m.) risaletine şehadet eden,
Birincisi: On bir halatından çıkan bir hüccet-i risalettir. Evet, okumak yazmak öğrenmediği ve ümmi olduğu halde, on dört asrın ukalasını, feylesoflarını hayrette bırakan ve edyan-ı semaviyede birinciliği kazanan bir din ile birden, tecrübesiz, defaten meydana çıkması emsal kabul etmez bir halet olduğu gibi, sözlerinden, fiillerinden, hallerinden çıkan İslamiyet her zamanda üç yüz elli milyon insanın ruhlarına, nefislerine, akıllarına terbiyekarane ders vermesi ve manevi terakkiyata sevk etmesi, emsalsiz bir halettir.

Hem öyle bir şeriatla meydana gelmiş ki, adilane kanunlarıyla nev-i beşerin beşten birisini on dört asırda maddi ve manevi terakki içinde idare etmesi misilsiz bir halet olduğu gibi; o zat (a.s.m.) öyle bir iman ve itikadla meydana çıktı ki, bütün ehl-i hakikat her zaman onun mertebe-i imanından feyz almalarıyla beraber en yüksek ve en kuvvetli bir derecededir diye müttefikan tasdikleri ve o zamanda hadsiz muarızlarının ona muhalefeti zerre kadar bir telaş, bir vesvese, bir şüphe vermemesi gösteriyor ki, kuvvet-i imaniyede dahi onun emsali yok ve o külli yüksek imanı misilsizdir.

Hem öyle bir ubudiyet ve ibadet gösterdi ki, iptida ve intihayı birleştirip hiç kimseyi taklit etmeyerek, ibadetin en ince esrarını görüp müraat ederek en dağdağalı zamanlarda dahi tam tamına ubudiyeti yapması emsalsiz bir halet olması gibi, Halıkına karşı öyle daavat ve münacat ve ricalar yapmış ki, bu zamana kadar telahuk-u efkarla beraber o mertebeye yetişilmemiş. Mesela, Cevşenül-Kebir münacatında bin bir esma-i İlahiyeyi şefaatçi ederek Halıkını öyle bir tarzda tavsif ve tarif eder ki, emsali yok. Ve marifetullahta kimse ona yetişememesi, misilsiz bir halettir.

Hem, öyle bir metanetle insanları dine davet ve öyle bir cüretle risaletini tebliğ etmiş ki; kavmi ve amcası ve dünyanın büyük devletleri ve eski dinlerin etbaları ona muarız ve düşman oldukları halde, zerre kadar korkmayarak, çekinmeyerek umumuna meydan okuması ve başa da çıkarması emsalsiz bir halettir.

İşte, onun sıdkına ve nübüvvetine bu harika, emsalsiz sekiz haletin mecmuu gayet kuvvetli bir şehadettir. Ve bu haletler, o zatın (a.s.m.) nihayet derecede ciddiyetine ve itminanına ve kemal-i sıdkına ve hakkaniyetine kati kanaati var olduğunu gösteriyor. alem-i İslam, her günde, her teşehhüdde milyonlar lisanla اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ der. Ve onun memuriyetine teslimiyetini ve getirdiği saadet-i ebediye beşaretini tasdik ettiğini ve beşeriyetin derin bir aşkla ve fıtri ve istidadi pek kuvvetli bir iştiyakla aradığı hayat-ı bakiyeye sağlam bir yol açtığına karşı alem-i İslam minnettarane, müteşekkirane اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ ile bir manevi ziyaret ve görüşmek ve üç yüz elli milyon, belki milyarlar namına onu tebrik eder.

Yirmi külli şehadetlerden ve çok şehadetleri ihtiva eden,
İkinci şehadet:
وَبِشَهَادَةِ جَمِيعِ حَقَۤائِقِ اَرْكَانِ اْلاِيمَانِ عَلٰى تَصْدِيقِهِ Yani, “İmanın altı rükünlerinin hakikatleri ve tahakkukları ve hakkaniyetleri, Muhammedin (a.s.m.) risaletine ve hakkaniyetine kati şehadet eder.” Çünkü onun risalet hayatının şahsiyet-i maneviyesi ve bütün davalarının esası ve mahiyet-i nübüvveti, o altı rükündür. Öyle ise o rükünlerin tahakkuklarına delalet eden bütün delilleri, Muhammedin (a.s.m.) risaletinin hak olduğuna ve onun sadıkıyetine dahi delalet ederler. Hem ahiretin tahakkukuna sair rükünlerinin delaletini Meyve Risalesi ve Onuncu Sözün zeyilleri beyan ettikleri gibi, öyle de herbir rükün, hüccetleriyle beraber onun risaletine bir hüccettir.

Binler şehadetleri ihtiva eden,
Üçüncü külli şehadet:
وَبِشَهَادَةِ ذَاتِهِ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِاٰلاَفِ مُعْجِزَاتِهِ وَكَمَالاَتِهِ وَعُلُوِّ اَخْلاَقِهِ
Yani, “O zat (a.s.m.) güneş gibi kendi kendine delildir. Binler mucizat ve kemalat ve yüksek, güzel ahlakıyla risaletine ve sadıkıyetine pek kuvvetli şehadet eder.”

Evet, “Mucizat-ı Ahmediye” risale-i harikada üç yüzden ziyade nakl-i sahihle ispat ettiği gibi, o zat (a.s.m.) وَانْشَقَّ الْقَمَرُ ve وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى ayetlerinin sarahatiyle, avucunun bir parmağıyla kamer iki parça olması; ve nakl-i sahih ve tevatürle, aynı avucun beş parmağından beş çeşme su akması ve susuz kalan bütün ordusu o sudan içmesi ve şahit olması ve bu acib harika iki defa başka yerde vuku bulması; ve aynı avuçla bir parça toprağı, hücum eden düşman ordusuna atarak, her birisinin gözüne bir avuç toprak girmesiyle hücumda iken kaçmaları; ve aynı avuçta küçük taşlar, insanlar gibi tesbih edip Sübhanallah demeleri gibi nakl-i sahihle ve bir kısmı tevatürle tarihlerde katiyen vukua gelen yüzer ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mucizat, elinde zuhuru; ve dost ve düşmanların ittifakıyla, onda güzel hasletlerin ve ahlak-ı hasenenin en yüksek derecesinde bulunması; ve arkasında tebaiyetle süluk edip kemalata erişen ve hakikate aynelyakin yetişen bütün ehl-i tahkik, ittifakla kemalat-ı Muhammediye (a.s.m.) en yüksek derecede bulunduğuna hakkalyakin tasdikleri; ve onun dininden gelen alem-i İslamın füyuzatı ve koca İslamiyetin hakikatleri onun harika kemalatına delalet eder. Elbette o zat (a.s.m.), bizzat kendi risaletine gayet parlak ve külli, geniş şehadet eder demektir.

Pek çok kuvvetli şehadetleri ihtiva eden,
Dördüncü şehadet:
وَبِشَهَادَةِ الْقُرْاٰنِ بِمَا لاَ يُحَدُّ مِنْ حَقَۤائِقِهِ وَبَرَاهِينِهِ
Yani, “Kuran-ı Mucizül-Beyan, hadsiz hakikatler ve hüccetleriyle risaletine, sadıkıyetine şehadet eder.”

Evet, kırk vech ile mucize olduğu Zülfikar mecmuasında ispat edilen ve on dört asrı nurlandıran; ve nev-i beşerin beşten birisini tebeddül etmeyen kanunlarıyla idare eden; ve o zamandan şimdiye kadar bütün muarızlara meydan okuyup hiç kimse, hatta bir suresinin mislini getirmeye cesaret etmeyen; ve ayetül-Kübrada ispat edildiği gibi, altı ciheti nurani, şüpheler giremeyen ve altı makam-ı kübra hakkaniyetine imza basan ve sarsılmaz altı hakikatlere dayanan; ve her zamanda yüzer milyon lisanlarla şevk ve hürmetle okunan ve her dakikada milyonlar hafızların kalblerinde kudsiyetle yazılan; ve alem-i İslamın bütün şehadetleri ve imanları onun şehadetinden tereşşuh eden; ve bütün ulum-u imaniye ve İslamiye onun menbaından akan; ve o, eski semavi kitapları tasdik ettiği gibi, bütün kütüb ve suhuf-u semaviyenin manevi tasdiklerine mazhar bulunan Kuran-ı Azimüşşan, bütün hakikatleriyle ve hakkaniyetini ispat eden bütün hüccetleriyle, Muhammed aleyhissalatü vesselamın sıdkına ve risaletine şehadet eder demektir.

Beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci külli şehadetler:
وَبِشَهَادَةِ الْجَوْشَنِ بِقُدْسِيَّةِ اِشَارَاتِهِ وَرَسَۤائِلِ النُّورِ بِقُوَّةِ دَلاَئِلِهَا وَالْمَاضِى بِتَوَاتُرِ اِرْهَاصَاتِهِ وَاْلاِسْتِقْبَالِ بِتَصْدِيقِ اٰلاَفِ حَادِثَاتِهِ
Yani, bin bir esma-i İlahiyeye sarihan ve işareten bakan ve bir cihette Kurandan çıkan bir harika münacat olan ve marifetullahta terakki eden bütün ariflerin münacatlarının fevkinde bulunan ve bir gazvede: “Zırhı çıkar, onun yerine bu Cevşeni oku” diye Cebrail vahy getiren Cevşenül Kebir Münacatı içindeki hakikatler ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler, Muhammedin (a.s.m.) risaletine ve hakkaniyetine şehadet ettiği gibi; Kurandan tereşşuh eden ve bir cihette Cevşenden feyiz alan ve tevellüd eden Resailin-Nuriye, yüz otuz parçasıyla risalet-i Muhammediyeye (a.s.m.) birtek hüccet olarak risaletinin bütün hakikatlerini aklen ve mantıken ispatıyla, hatta felsefenin nazarında akıldan pek uzak meselelerini göz önünde gibi gayet kolay ve makul bir tarzda ders vermesiyle, Muhammedin (a.s.m.) sadıkıyetine ve risaletine külli bir surette şehadet eder.

Hem zaman-ı mazi dahi risaletine bir külli şahittir ki, irhasat denilen nübüvvetten evvel zuhur eden ve gelecek peygamberin mucizatı sayılan harikalar, tarihlerde ve siyer kitaplarında kati tevatür tarzında nakledilen pekçok vakıalar, gayet sağlam bir surette risaletine şehadet eder ve çok nevileri var. Bir kısmı, gelecek Şehadetlerde beyan edilecek; bir kısmı da Zülfikarda ve tarih kitaplarında sahih bir surette nakledilmiş. Mesela, veladet-i Peygamberiyeye (a.s.m.) yakın bir vakitte Kabeyi tahrip etmeye gelen Ebrehe askerinin başlarına ebabil kuşlarının elleriyle taşların yağması ve veladet gecesinde Kabedeki sanemlerin baş aşağı düşmesi ve Kisra-yı Fars sarayının harap olması ve ateşperest Mecusilerin bin seneden beri yanması devam eden ateşi o gece sönmesi ve Bahira-yı Rahip ve Halime-i Sadiyenin kati ihbarlarıyla, bulutlar başına gölge etmesi gibi çok hadiseler, nübüvvetinden evvel nübüvvetini haber vermişler.

Hem istikbal, yani, vefatından sonra onun haber verdiği hadiseler pek çoktur ve çok nevileri var. Birisi, al-i Beytine ve Ashabına ve fütuhat-ı İslamiyeye ait ihbarat-ı gaybiyesidir ki, Zülfikarda, Mucizat-ı Ahmediye kısmında nakl-i sahih ile seksen vakıanın aynen haber verdiği gibi çıkması, mesela Osman mushaf okurken, Hüseyin Kerbelada şehid edilmeleri ve Şam ve İran ve İstanbulun fetihleri ve Abbasi Devletinin zuhuru ve Cengiz ve Hülagu onu mağlup ve mahvetmesi gibi seksen ihbar-ı gaybi mucizatı, nakl-i sahihle ve tarih ve siyer kitaplarına istinaden tafsilen yazması gibi, ihbar-ı gaybinin sair nevileriyle ve Muhammedin (a.s.m.) hakkaniyetine delalet eden pekçok vakıat-ı istikbaliye ile zaman-ı istikbal dahi kuvvetli ve külli bir surette risalet-i Muhammediyeye (a.s.m.) ve sadıkıyetine şehadet eder demektir.

Dokuzuncu, onuncu, on birinci, on ikinci şehadetlere işaret eden, وَبِشَهَادَةِ اْلاٰلِ بِقُوَّةِ يَقِينِيَّاتِهِمْ فِى تَصْدِيقِهِ بِدَرَجَةِ حَقِّ الْيَقِينِ. وَاْلاَصْحَابِ بِكَمَالِ اِيمَانِهِمْ فِى تَصْدِيقِهِ بِدَرَجَةِ عَيْنِ الْيَقِينِ.. وَاْلاَصْفِيَاءِ بِقُوَّةِ تَحْقِيقَاتِهِمْ فِى تَصْدِيقِهِ بِدَرَجَةِ عِلْمِ الْيَقِينِ. وَاْلاَقْطَابِ بِتَطَابُقِهِمْ عَلٰى رِسَالَتِهِ بِالْكَشْفِ وَالْمُشَاهَدَاتِ بِالْيَقِينِ
Yani, Muhammedin (a.s.m.) sadıkıyetine ve hakkaniyetine külli şehadetlerden,

Dokuzuncusu: عُلَمَۤاءُ اُمَّتِى كَأَنْبِيَۤاءِ بَنِى اِسْرَۤائِيلَ sırrına mazhar ve salavatlarda al-i İbrahim a mukàbil olan al-i Muhammed aleyhissalatü vesselamın içindeki büyük evliya ve Ali ve Hasan ve Hüseyin ve Ehl-i Beytin on iki imamı ve Gavs-ı azam (k.s.) ve Ahmed-i Rüfai (k.s.), Ahmed-i Bedevi (k.s.), İbrahim-i Dessuki (k.s.), Ebul-Hasan-ı Şazeli gibi aktablar ve imamlar, ittifakla, hakkalyakin bir itikadla ve keşfiyat ve müşahedatla ve ümmette gösterdikleri harika irşadat ve kerametlerle, risalet ve hakkaniyet ve sadıkıyet-i Muhammediyeye (a.s.m.) imanları ve şehadetleriyle imza basıyorlar.

Onuncu: Enbiyadan sonra en muhterem ve yüksek taife ve ümmi ve bedevi oldukları halde az bir zamanda nur-u Muhammedi (a.s.m.) ile şarktan garba kadar adilane idare edip, cihangir devletleri mağlup ederek müterakki, fenli, medeni, siyasi milletlere üstad, muallim, diplomat, hakim-i adil olarak o asrı bir asr-ı saadet hükmüne getiren sahabeler, Muhammedin (a.s.m.) her halini tetkik ve taharriden sonra gözleriyle gördükleri çok mucizatın kuvvetiyle eski düşmanlıklarını ve ecdatlarının mesleklerini ve çokları (Halid ibni Velid ve İkrime ibni Ebu Cehil gibi) pederlerinin taraftarlıklarını, kavim ve kabilelerini tamamıyla bırakıp bütün ruh u canlarıyla, gayet fedakarane bir surette İslamiyete girerek aynelyakin derecesinde Muhammedin (a.s.m.) sadıkıyetine, risaletine imanları, sarsılmaz, külli bir şehadettir.

On birinci: Asfiya ve Sıddıkin denilen müçtehidler, imamlar, allameler;
İbni Sina, İbni Rüşd gibi dahi feylesoflar misillü binler ehl-i tahkik, akli ve mantıki bir tarzda, her biri ayrı bir meslekte şüphesiz binler hüccetlere ve kati burhanlara istinaden ilmelyakin derecesinde Muhammedin (a.s.m.) risaletine ve hakkaniyetine imanları öyle külli bir şehadettir ki, onların umumu kadar bir zekası bulunmayan, karşılarına çıkamaz.

İşte o hadsiz şahitlerden birisi, bu zamanda Risale-i Nurdur ki, münkirler ona karşı hiçbir çare bulamadıklarından, zabıta ve adliyeyi aldatıp mahkeme eliyle susturmasına çalışıyorlar.

On ikinci: alem-i İslamda her biri ümmetin ehemmiyetli bir kısmını daire-i dersine alıp, harika irşad ve kerametlerle manevi terakki ettiren ve hüccetler yerinde müşahedata, keşfiyata dayanan ve aktab denilen en derin ehl-i tahkik ve hakikat, ruhani terakkilerinde Muhammedin (a.s.m.) risaletini ve sadıkıyetini ve en yüksek mertebe-i hakkaniyette bulunduğunu keşfen ve şuhuden görüp müttefikan ve mütetabıkan nübüvvetine şehadetleri öyle bir imzadır ki, onların umumu kadar bir yüksek mertebe-i kemalatı kazanmayan, o imzayı bozamaz.

On üçüncü şehadet: Dört külli ve çok geniş ve kati hüccetlerden ibarettir:

وَبِشَهَادَةِ اْلاَزْمِنَةِ الْمَاضِيَةِ بِتَوَاتُرِ بَشَارَاتِ الْكَوَاهِنِ وَالْهَوَاتِفِ وَالْعُرَفَۤاءِ فِى اْلاَدْوَارِ السَّالِفِينَ وَبِمُشَاهَدَةِ بَشَارَاتِ الرُّسُلِ وَاْلاَنْبِيَۤاءِ وَبِشَهَادَتِهِمْ وَبَشَارَتِهِمْ عَلَيْهِمُ السَّلاَمُ بِرِسَالَةِ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ فِى الْكُتُبِ الْمُقَدَّسَةِ

Bu fıkranın kısaca bir meali burada beyan edilecek. Ve izahatı ve senetleri, Zülfikarın Mucizat-ı Ahmediye kısmının ahirinde mükemmel var.

Yani, geçmiş zamanlarda nev-i beşerin meşahir ve namdarlarından, başta enbiya olarak arifler, kahinler, hatifler müttefikan Muhammedin (a.s.m.) risaletine ve geleceğine irhasat nevinden gayet sarih ve mükerrer haber verdiklerini nakl-i sahih ve bir kısmı tevatürle tarih ve siyer ve hadis kitaplarında kayıt ve kabul edilmesine ve Mucizat-ı Ahmediye Risalesinde o binler ihbaratın en kuvvetli ve kati kısmını tafsilen beyanına binaen ona havale edip gayet kısa bir işaretle deriz ki:

Enbiyalar, mukaddes, semavi kitaplarda Muhammedin (a.s.m.) nübüvvetine dair Tevrat, İncil, Zeburun yüzer ayetlerinde sarahata yakın kısmından yirmi ayetleri On Dokuzuncu Mektupta yazılmış. hristiyan ve Yahudiler tarafından çok tahrifatıyla beraber, yine nübüvvet-i Ahmediyeyi haber veren yüz ayeti Hüseyin-i Cisri kitabında yazmış.

Kahinler ise, başta meşhur Şık ve Satih olarak, ruhani ve cin vasıtasıyla gaybdan haber veren ve şimdi medyum denilen, tevatür bir nakl-i sahihle Peygamberin (a.s.m.) geleceğine ve Fars devletini kaldıracağına sarih bir surette haber verdikleri ve şüphe kaldırmaz bir tarzda, yakında bir Peygamber Hicazda zuhurunu mükerrer söyledikleri gibi; arif-i billah kısmından, Peygamberin (a.s.m.) cedlerinden Kab ibni Lüeyy ve Yemen ve Habeş padişahlarından Seyf ibni Ziyezen ve Tübba gibi çok arifler, o zaman evliyaları, pek sarih bir surette, Muhammedin (a.s.m.) risaletinden haber verip şiirlerle ilan etmişler. On Dokuzuncu Mektupta, ehemmiyetli ve kati bir kısmı yazılmış. Hatta o padişahlardan birisi demiş: “Ben Muhammede (a.s.m.) hizmetkar olmasını, bu saltanata tercih ederim.” Birisi de demiş: “Ah! Ben ona yetişseydim, onun ammizadesi olurdum.”

Yani, Ali gibi fedai bir hizmetkarı ve veziri olurdum. Her ne ise, tarih ve siyer kitapları bu haberleri tamamen neşr ile, bu arifler, risalet-i Muhammediyeye (a.s.m.) kuvvetli ve külli bir şehadetle sadıkıyetine imza basıyorlar.

Hem o arifler ve kahinler gibi risalet-i Muhammediyeyi gaybi haber veren ve sözleri işitilen ve şahısları görünmeyen, “hatif” denilen ruhaniler, pek sarih bir surette, Muhammedin (a.s.m.) nübüvvetinden haber verdikleri gibi, çok muhbirler, hatta saneme kesilen kurbanlar ve sanemler ve mezar taşları nübüvvetinden haber vermeleriyle onun risaletine ve hakkaniyetine imza basıp tarih lisanıyla şehadet etmişler.

On dördüncü şehadet: Kainatın kuvvetli şehadetine işaret eden bu Arabi fıkra:

وَبِشَهَادَةِ الْكَۤائِنَاتِ بِغَايَاتِهَا وَبِالْمَقَاصِدِ اْلاِلٰهِيَّةِ فِيهَا عَلَى الرِّسَالَةِ الْمُحَمَّدِيَّةِ الْجَامِعَةِ؛ بِسَبَبِ تَوَقُّفِ حُصُولِ غَايَاتِ الْكَۤائِنَاتِ وَالْمَقَاصِدِ اْلاِلٰهِيَّةِ مِنْهَا وَتَقَرُّرُ قِيمَتِهَا وَوَظَۤائِفِهَا وَتَبَارُزِ حُسْنِهَا وَكَمَالِهَا وَتَحَقُّقِ حِكَمِ حَقَۤائِقِهَا عَلَى الرِّسَالَةِ اْلاِنْسَانِيَّةِ لاَسِيَّمَا عَلَى الرِّسَالَةِ الْمُحَمَّدِيَّةِ؛ اِذْ هِىَ الْمُظْهِرَةُ وَالْمَدَارُ اْلاَتَمُّ لَهَا، وَلَوْلاَهَا لَصَارَتْ هٰذِهِ الْكَۤائِنَاتُ الْمُكَمَّلَةُ وَالْكِتَابُ الْكَبِيرُ ذُو الْمَعَانِى السَّرْمَدِيَّةِ هَبَۤاءً مَنْثُورًا مُتَطَايِرَةَ الْمَعَانِى مُتَسَاقِطَةَ الْكَمَالاَتِ وَهُوَ مُحَالٌ مِنْ وُجُوهٍ وَجِهَاتٍ

ayetül-Kübra, bu Arabi fıkranın mealine dair demiş: Bu kainat nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray, bir kitap gibi, bir sergi, bir temaşagah gibi tasarruf eden Saniine ve Katibine ve Nakkaşına delalet eder; öyle de, kainatın hilkatindeki makàsıd-ı İlahiyeyi bilecek, bildirecek ve tahavvülatındaki Rabbani hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekatındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemalatını ilan edecek ve “Nereden geliyorlar? Ve nereye gidecekler? Ve niçin buraya geliyorlar ve çok durmuyorlar, gidiyorlar?” diye dehşetli suallere cevap verecek ve o kitab-ı kebirin manalarını ve ayat-ı tekviniyesinin hikmetlerini tefsir edecek bir yüksek dellal, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delalet ettiği cihetle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan Muhammed aleyhissalatü vesselamın hakkaniyetine ve bu Kainat Halıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna kuvvetli ve külli şehadet edip اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ der.

Evet, Muhammedin (a.s.m.) getirdiği nur ile kainatın mahiyeti, kıymeti, kemalatı ve içindeki mevcudatın vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve kıymetleri bilinir, tahakkuk eder. Ve kainat, baştan başa gayet manidar mektubat-ı İlahiye ve mücessem bir Kuran-ı Rabbani ve muhteşem bir meşher-i asar-ı Sübhaniye olur. Yoksa, adem ve hiçlik ve zeval ve fena karanlıklarında yuvarlanan karma karışık vahşetli bir virane, dehşetli bir matemhane mahiyetine düşer. Bu hakikate binaen, kainatın kemalatı ve hikmetli tahavvülatı ve sermedi manaları, kuvvetli bir tarzda نَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ der.

On beşinci şehadet: Pek çok kudsi şehadetleri ihtiva eden, bu kainatta tasarruf ederek zerrattan seyyarata kadar bütün tahavvülat ve harekat ve sekenat ve hayat ve memat gibi bütün tasarrufat, emriyle, iradesiyle, kuvvetiyle bulunan Zat-ı Vacibül-Vücudun icraat-ı rububiyeti ve efal-i Rahmaniyeti cihetinde risalet-i Muhammediyeye (a.s.m.) mukaddes şehadetine işaret eden, bu gelen Arabi fıkradır:

وَبِشَهَادَةِ صَاحِبِ الْكَۤائِنَاتِ وَخَلاَّقِهَا وَمُتَصَرِّفِهَا عَلَى الرِّسَالَةِ الْمُحَمَّدِيَّةِ؛ بِاَفْعَالِ رَحْمَانِيَّتِهِ وَبِاِجْرَاءَاتِ رُبُوبِيَّتِهِ؛ كَفِعْلِ الرَّحْمَانِيَّةِ بِاِنْزَالِ الْقُرْاٰنِ الْمُعْجِزِ الْبَيَانِ عَلَيْهِ، وَبِاِظْهَارِ اَنْوَاعِ الْمُعْجِزَاتِ عَلٰى يَدَيْهِ، وَبِتَوْفِيقِهِ وَحِمَايَتِهِ فِى كُلِّ حَالاَتِهِ، وَبِاِدَامَةِ دِينِهِ بِكُلِّ حَقَۤائِقِهِ، وَبِاِعْلاَءِ مَقَامِ حُرْمَتِهِ وَشَرَفِهِ وَاِكْرَامِهِ عَلٰى جَمِيعِ الْمَخْلُوقَاتِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ، وَكَفِعْلِ رُبُوبِيَّتِهِ بِجَعْلِ رِسَالَتِهِ شَمْسًا مَعْنَوِيَّةً لِكَۤائِنَاتِهِ، وَبِجَعْلِ دِينِهِ فِهْرِسْتَةَ كَمَالاَتِ عِبَادِهِ، وَبِجَعْلِ حَقيقَتِهِ مِرْاٰةً جَامِعَةً لِتَجَلِّيَاتِ اُلُوهِيَّتِهِ، وَبِتَوْظِيفِهِ بِوَظَۤائِفَ ضَرُورِيَّةٍ لاَزِمَةٍ لِوُجُودِ الْمَخْلُوقَاتِ فِى هٰذِهِ الْكَۤائِنَاتِ كَلُزُومِ الرَّحْمَةِ وَالْحِكْمَةِ وَالْعَدَالَةِ وَكَضَرُورَةِ لُزُومِ الْغِذَاءِ وَالْمَاءِ وَالْهَوَاءِ وَالضِّيَاءِ

Bu pek kati ve çok geniş ve kudsi şehadetin tafsilatını Risale-i Nura havale edip, gayet kısacık bir işaretle meal-i icmalisine bakacağız:
Evet, bu kainatta, gözümüz önünde bu muntazam tasarrufatı içinde adalet ve hikmetle ve rahmet ve inayet ve himayetle her zaman iyileri himaye ve fenaları ve yalancıları tokatlamak, rububiyetinin bir adeti olmasından, efal-i Rahmaniyet muktezasıyla bir Kuran-ı Mucizül-Beyanı, Muhammedin (a.s.m.) eline vermesi; ve bine yakın mucizelerin pekçok envaını ona vermesi; ve bütün halatında ve en tehlikeli vaziyetlerinde şefkatkarane himaye ve hatta güvercin ve örümcekle muhafaza etmesi; ve büyük vazifelerinde onu tam muvaffak etmesi; ve dinini bütün hakikatleriyle idamesi; ve İslamiyetini zeminin ve nev-i beşerin başına geçirmesi; ve bütün mahlukat üstünde bir makam-ı şeref ve meşahir-i insaniyenin fevkinde daimi bir rütbe-i makbuliyet ve dost ve düşmanın ittifakıyla en yüksek hasletleri taşıyan bir şahsiyeti vermekle, beşerin beşten birisini ona ümmet etmesi, gayet kati bir tarzda sadıkıyetine ve risaletine şehadet ettiği gibi; efal-i rububiyet cihetinde dahi görüyoruz ki, bu alemin Mutasarrıfı ve Müdebbiri, Muhammedin (a.s.m.) risaletini bu kainata bir manevi güneş yapıp, Nur Risalelerinde ispat edildiği gibi, onunla bütün karanlıkları izale ve nurani hakikatlerini gösterip ve bütün zişuuru, belki kainatı hayat-ı bakiye müjdesiyle sevindirdiği gibi; dinini dahi bütün makbul ehl-i ibadetin fihriste-i kemalatı ve harekat-ı ubudiyette sağlam bir program yapması gibi Muhammedin (a.s.m.) şahsiyet-i maneviyesi olan hakikatini, Kuranın ve Cevşenin delaletiyle tecelliyat-ı uluhiyetine bir ayine-i camia yapması; ve sabıkan işaret ettiğimiz hakikatlerin ve on dört asırda hergün ümmetinin bütün hasenatlarının bir mislini kazanmasının ve hayat-ı içtimaiye ve maneviye-i beşeriyedeki asarının delaletiyle, nev-i beşere en yüksek reis ve mukteda ve üstad yapması; ve onu büyük ve kudsi vazifelerle beşerin imdadına gönderip rahmet, hikmet, adalet, gıda, hava, ma, ziya derecesinde insanları onun dinine, şeriatına, İslamiyetteki hakikatlerine muhtaç yapması ile on iki külli ve kati hüccetlerle risalet-i Muhammediyeye (a.s.m.) kudsi şehadet ettiği halde, acaba hiç mümkün müdür ki, sinek kanadının ve bir çiçeğin tanziminden lakayt kalmayan bu Kainat Sahibinin bu derece külli ve geniş şehadetlerine mazhar olan risalet-i Muhammediye (a.s.m.), kainatın manevi bir güneşi olmasın?

İşte bu on beş külli şehadetler, her biri pek çok şehadetleri, hatta Üçüncü Şehadet, mucizat lisanıyla bin şehadeti ihtiva edip öyle bir katiyetle ve kuvvetle اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ olan davayı ispat ve tahakkukunu ve kıymetini ve ehemmiyetini ilan etmiş ki, hergün beş defa alem-i İslam, yüzer milyon lisanlarla teşehhüdde o davayı kainata ilan ettiği gibi; o davanın esası olan hakikat-i Muhammediye (a.s.m.), kainatın çekirdek-i aslisi, bir sebeb-i hilkati ve en mükemmel meyvesi olduğunu milyarlar ehl-i iman tereddütsüz tasdik ederek kabul etmişler. Ve bu kainatın Sahibi (celle celaluhu) o şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) saltanat-ı rububiyetine bir yüksek dellal ve kainat tılsımının ve hilkat muammasının bir doğru keşşafı ve lütuf ve rahmetinin bir parlak misali ve şefkat ve muhabbetinin bir beliğ lisanı ve alem-i bakideki hayat-ı daime ve saadet-i ebediyenin en kuvvetli müjdecisi ve elçilerinin en son ve en büyük bir resul eylemiş. Acaba bu mahiyetteki bir hakikate kanaat etmeyen veya ehemmiyet vermeyen, ne derece hasaret ve hata ve belahet ve cinayet ettiğini kıyas edilsin!

İşte, namazdaki Fatiha, nasıl İkinci Kısımda işaratıyla, teşehhüdde اَشْهَدُ اَنْ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ taki hakikat-ı tevhid davasına kati hüccetleri gösterir, hadsiz imzalar basar; bu Üçüncü Kısımda dahi yine teşehhüdde وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ ta hakikat-i risalet davasına kuvvetli şahitleri getirip nihayetsiz tasdik imzalarını bastırır.

Ya Erhamerrahimin, bu Resulallahın (a.s.m.) hürmetine, bizi onun şefaatine mazhar ve sünnetinin ittibaına muvaffak ve dar-ı saadette onun al ve ashabına komşu eyle! amin, amin, amin.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ بِعَدَدِ حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ الْمَقْرُوءَةِ وَالْمَكْتوُبَةِ اٰمِينَ سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Elhüccetüz-Zehranın
İkinci Makamı

Fatihanın ahirinde, ehl-i hidayet ve istikamet ve ehl-i dalalet ve tuğyanın muvazenesine işaret eden ve Risale-i Nurun bütün muvazenelerinin menbaı olan ayetin bir hakikatını, Sure-i Nurdan اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ (ila ahir) ayeti ve arkasında أَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ مَوْجٌ (ila ahir) ayetiyle beraber, pek acip bir tarzda o muvazeneyi mucizane ifade ederler.

Birinci ayet-i nur, Birinci Şuada ispat edilmiş ki, on işaretle Risale-i Nura bakıyor; mucizane, Kuranın o tefsirinden gaybi haber veriyor. Ve Risale-i Nura Nur namı verilmesine en birinci sebep olmasından, Yirmi Dokuzuncu Mektubun bir kısmında bir seyahat-i hayaliye temsilinde, bu acip ayetin nur kelimesinde, nun-u nabüdü mucizesi gibi bir manevi mucizesinin beyanına binaen, ayetül-Kübra risalesinde dünya seyyahı, Halıkını aramak, bulmak, tanımak için bütün kainattan ve enva-ı mevcudatından sorduğu ve otuz üç yolla ve kati burhanlarla Halıkını ilmelyakin ve aynelyakin bildiği gibi; o aynı seyyah, asırlarda ve arz ve semavat tabakalarında aklıyla, kalbiyle, hayaliyle gezen yorulmaz, tok olmaz, bütün dünyayı bir şehir gibi görüp teftiş ederek, kah Kuran hikmetine, kah felsefe hikmetine aklını bindirip geniş hayal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak, hakikatleri vakide olduğu gibi görmüş, bizlere ayetül-Kübrada kısmen haber vermiş.

İşte şimdi biz, o ayn-ı hakikat ve bir temsil manasında olan seyahat-i hayaliyesiyle girdiği pek çok alemler ve tabakalardan, nümune için yalnız üç tabakasını, Fatiha ahirindeki muvazenenin yalnız kuvve-i akliye cihetinde bir misalini, gayet muhtasar beyan edeceğiz. Sair meşhudatını ve muvazenelerini, Risale-i Nurun muvazenelerine havale ederiz.

Birinci nümune şöyle: O, dünyaya sırf Halıkını tanımak, bulmak için gelen seyyah, aklına dedi: “Biz, herşeyden Halıkımızı sorduk; güzel, tam cevap aldık. Şimdi, Güneşi güneşten sormak lazım darb-ı meseli gibi biz dahi Halıkımızı, ilim ve irade ve kudret gibi kudsi sıfatlarının tecellileriyle ve meşhud eserleriyle ve isimlerinin cilveleriyle tanımak, bulmak için bir seyahat daha yapacağız” diye dünyaya girdi.

Ve ikinci bir cereyan olan ehl-i dalalet gibi birden küre-i arz sefinesine bindi. Hikmet-i Kuraniyeye tabi olmayan fen ve felsefe gözlüğünü taktı. Ve Kuran okumayan coğrafya fenninin programıyla baktı, gördü ki: Nihayetsiz bir boşlukta, bir senede yirmi bin senelik bir dairede, top güllesinden yetmiş defa süratli bir hareketle gezer. Yüz binler nevi biçare, aciz zihayatları içine almış. Eğer bir dakika yolunu şaşırsa veya bir serseri yıldıza çarpsa, parçalanarak hadsiz fezada sukut ile, bütün o biçare zihayatları ademe, hiçliğe boşaltacak, dökecek diye anladı. غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ cereyanının dehşetli manevi musibetini اَوْكَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ in boğucu karanlığını hissederek: “Eyvah! Ne yaptık? Bu dehşetli gemiye neden bindik? Bundan kurtulmak çaresi nedir?” diye o kör felsefenin gözlüğünü kırdı, اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ cereyanına girdi.

Birden, hikmet-i Kuraniye imdadına geldi, tam hakikatini gösteren bir dürbün aklına verdi, “Şimdi bak” dedi. Baktı, gördü ki: رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ismi, هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ burcunda bir güneş gibi tulu etti. Zemini gayet muntazam ve selametli bir gemi ve zihayatları rızıklarıyla beraber içinde doldurmuş, kainat denizinde çok hikmetler ve menfaatler için seyahatla güneş etrafında gezdirip mevsimlerin mahsulatını erzak isteyenlere getirir ve “Sevr” ve “Hut” namlarında iki meleği o sefineye kaptan yapılmış, gayet güzel ve muhteşem memleket-i Rabbaniyede Halık-ı Zülcelalin mahlukat ve misafirlerini keyiflendirmek için gezdiriyor. Ve onunla, اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ hakikatini gösterir, Halıkını bu ismin cilvesiyle tanıttırır diye anladı. Bütün ruh u canıyla اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dedi, اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ taifesine girdi.

O seyyahın, alemlerdeki seyahatinde gördüğü nümunelerden ikinci nümunesi: O seyyah, küre-i arz gemisinden çıkıp hayvanat ve insanlar alemine girdi.

Dinden ruh almayan hikmet-i tabiiye gözlüğü ile o aleme baktı, gördü ki: O hadsiz zihayatların hadsiz ihtiyaçları ve onları inciten ve hırpalayan hadsiz muzır düşmanları ve merhametsiz hadiseleri varken, o ihtiyaçlara karşı sermayeleri binden, belki yüz binden ancak bir olabilir. Ve o muzır şeylere mukàbil iktidarları, milyondan ancak birdir. Bu çok dehşetli ve acınacak vaziyette, rikkat-i cinsiye ve şefkat-i neviye ve akıl alakadarlığıyla onların haline o derece acıdı ve mahzun ve meyus ve cehennem azabı gibi elemler alırken ve o perişan aleme girdiğine bin pişman olurken, birden hikmet-i Kuraniye imdadına yetişti, اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dürbününü verdi. “Bak” dedi. Baktı, gördü ki:
اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ tecellisiyle Rahman, Rahim, Rezzak, Münim, Kerim, Hafiz gibi çok esma-i İlahiyenin her biri, birer güneş gibi
مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا وَكَأَيِّنْ مِنْ دَۤابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللهُ يَرْزُقُهَا وَإِيَّاكُمْ وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِۤى اٰدَمَ اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ gibi ayetlerin burçlarında tulu ettiler. O insan ve hayvan dünyasını rahmetle, ihsanla doldurup bir nevi muvakkat cennete çevirdiler. Ve bu şayan-ı temaşa, güzel, ibretli misafirhanenin Mihmandar-ı Kerimini tam bildirdiklerini bildi, “Bin kere اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dedi.

Seyahatındaki yüzer müşahedatından üçüncü nümunesi: Halıkını, isimlerinin ve sıfatlarının tecelli ve cilveleriyle tanımak isteyen o dünya seyyahı, akıl ve hayaline dedi ki: “Haydi, ruhlar ve melekler gibi biz dahi cesedimizi yerde bırakıp göklere çıkacağız. Halıkımızı semavattakilerden soracağız.”

Ruh hayale ve akıl fikre bindiler, semaya çıktılar. Kozmoğrafya fennini kendilerine rehber ettiler. Dini dinlemeyen bir felsefe nazarıyla مَغْضُوبِ..ضَّۤالِّينَ cereyanıyla baktılar. Gördü ki: Küre-i arzdan bin defa büyük, top güllesinden yüz defa çabuk hareket edenler içlerinde bulunan binler kütleler, ateş saçan yıldızlar; şuursuz, camid, serseri gibi birbiri içinde süratle gezerler. Bir dakika bir tesadüfle biri yolunu şaşırsa, o boş ve hudutsuz ve hadsiz, nihayetsiz alemde bir şuursuz küreyle çarpmak suretinde kıyamet gibi bir hercümerce sebep olur.

O seyyah, hangi tarafa baktıysa, dehşet ve vahşet ve hayret ve korkmak aldı, göğe çıktığına bin pişman oldu. Akıl ve hayal, bütün bütün bozuldular. “Bizim vazifemiz güzel hakikatleri görmek ve göstermek iken, böyle cehennem gibi çirkin ve azaplı manaları bilmek, müşahede etmek vazifesinden istifa ediyoruz ve istemiyoruz” derken, birden اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ tecellisiyle خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ve مُسَخِّرُ الشَّمْسِ وَالْقَمَرِ ve رَبُّ الْعَالَمِينَ gibi çok isimler, her biri birer güneş gibi.
وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ ve اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا ve ثُمَّ اسْتَوٰۤي اِلَى السَّمَۤاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ gibi ayetlerin burçlarında tulu ettiler. Bütün semavatı nurla, meleklerle doldurdular, bir büyük camiye ve mescide ve ordugaha çevirdiler. O seyyah اَلَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ cereyanına girdi. Dallinden, اَوْكَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ den kurtuldu. Birden, cennet gibi muntazam, güzel, muhteşem bir memleket gördü. Her tarafta Halık-ı Zülcelali bildiriyorlar bir vaziyeti müşahedesiyle, akıl ve hayalin kıymetleri ve vazifeleri bin derece terakki etti.

İşte o seyyahın kainattaki seyahatinin yüzer nümunesinden bu mezkur üç nümuneye kıyasen sair müşahedatını ve isimlerin cilveleriyle Vacibül-Vücudun marifetini Risale-i Nura havale edip, bu pek kısa işarete iktifaen, bu pek uzun kıssayı kısa keserek Halıkımızı bildiren kudsi sıfatlardan ve sıfat-ı sebasından yalnız ilim ve irade ve kudret gibi üç mühim sıfatların eserleriyle, tecellileriyle ve tahakkuklarının hüccetleriyle Kainat Halıkını tanımaya, o dünya seyyahı gibi gayet kısa işaretlerle çalışacağız. Tafsilatını Risale-i Nura havale ederiz.

İşte, Arabi Hizb-i Nurinin Hülasatül-Hülasasından daimi, tefekküri bir virdim ve Allahu Ekber cümlesinin otuz üç mertebesinden üç mertebeyi beyan eden bu gelen Arabi fıkranın bir nevi tercümesi içinde kısa işaretlerle, ulema-i ilm-i kelamı ve akide ulemasını pek çok meşgul eden ilim ve irade ve kudret-i İlahiyenin kainattaki cilveleriyle, onları aynelyakin iman ile tasdik ve onlarla Vacibül-Vücudun bedahetle mevcudiyetine ve vahdaniyetine ilmelyakin tasdikle tam iman etmeye yol açan bu Arabi fıkradır:
وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِى الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِىٌّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيرًا اَللهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ قُدْرَةً وَعِلْمًا إِذْ هُوَ الْعَلِيمُ بِكُلِّ شَىْءٍ بِعِلْمٍ مُحِيطٍ لاَزِمٍ ذَاتِىٍّ لِلذَّاتِ يَلْزَمُ اْلاَشْيَۤاءَ لاَيُمْكِنُ اَنْ يَنْفَكَّ عَنْهُ شَىْءٌ بِسِرِّ الْحُضُورِ وَالشُّهُودِ وَاْلاِحَاطَةِ النُّورَانِيَّةِ وَبِسِرِّ اِسْتِلْزَامِ الْوُجُودِ لِلْمَعْلُومِيَّةِ وَاِحَاطَةِ نُورِ الْعِلْمِ بِعَالَمِ الْوُجُودِ نَعَمْ فَاْلاِنْتِظَامَاتُ الْمَوْزُونَةُ.. وَاْلاِتِّزَانَاتُ الْمَنْظُومَةُ.. وَالْحِكَمُ الْقَصْدِيَّةُ الْعَامَّةُ.. وَالْعِنَايَاتُ الْمَخْصُوصَةُ الشَّامِلَةُ.. وَاْلاَقْضِيَّةُ الْمُنْتَظَمَةُ.. وَاْلاَقْدَارُ الْمُثْمِرَةُ.. وَاْلاٰجَالُ الْمُعَيَّنَةُ وَاْلاَرْزَاقُ الْمُقَنَّنَةُ، وَاْلاِتْقَانَاتُ الْمُفَنَّنَةُ وَاْلاِهْتِمَامَاتُ الْمُزَيَّنَةُ وَغَايَةُ كَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ وَاْلاِنْسِجَامِ وَاْلاِتِّسَاقِ وَاْلاِتْقَانِ وَاْلاِتِّزَانِ وَاْلاِمْتِيَازِ، اَلْمُطْلَقَاتِ فِى كَمَالِ السُّهُولَةِ الْمُطْلَقَةِ. دَالاَّتٌ عَلٰۤى اِحَاطَةِ عِلْمِ عَلاَّمِ الْغُيُوبِ بِكُلِّ شَىْءٍ ﴿ أَلاَ يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ ﴾ فَنِسْبَةُ دَلاَلَةِ حُسْنِ صَنْعَةِ اْلاِنْسَانِ عَلٰى شُعُورِ اْلاِنْسَانِ اِلٰى نِسْبَةِ دَلاَلَةِ حُسْنِ خِلْقَةِ اْلاِنْسَانِ عَلٰى عِلْمِ خَالِقِ اْلاِنْسَانِ كَنِسْبَةِ لُمَيْعَةِ نُجَيْمَةِ الذُّبَيْبَةِ فِى اللَّيْلَةِ الدَّهْمَۤاءِ اِلٰى شَعْشَعَةِ الشَّمْسِ فِى رَابِعَةِ النَّهَارِ

Gayet kısa bir nevi tercümesi içinde ilm-i İlahiye, bu pek ehemmiyetli hakikat-ı imaniyeye kısacık işaretler edip tafsilatını Risale-i Nura havale ile deriz:
Evet, nasıl ki, rahmet, rızk-ı acaibiyle güneş gibi kendini gösterip perde-i gaybda bir Rahman-ı Rahimi katiyetle ispat ediyor; öyle de, yüzer ayat-ı Kuraniyede mevki alan ve kudsi yedi sıfattan bir cihette en birincisi olan ilim dahi, nizam ve mizanın hikmetleri ve meyveleriyle güneş ziyası misillü kendini gösterdiği gibi, bir Alim-i Küll-i Şeyin mevcudiyetini katiyetle bildirir. Evet, insanın şuuruna, ilmine delalet eden düzgün, ölçülü sanatı ile insanın Halıkının ilmine, hikmetine delalet eden hüsn-ü hilkat-ı insan muvazenesi, aynen yıldız böceğinin gecedeki ışığının lemacığının, gündüzde güneşin ihatalı ziyasına nisbeti gibidir.
Şimdi ilm-i İlahinin delillerini beyan etmeden evvel, o kudsi sıfatın kainatın envaındaki tecellileriyle Zat-ı Akdesi pek zahir bir tarzda göstermesine delalet ve şehadet eden Mirac-ı Muhammedi (a.s.m.) gecesinde huzur ve hitab-ı İlahiye mazhar olduğu zaman, birden اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ diyerek, bütün zihayat ve enva-ı mahlukat namına bir mebus ve elçi olmasından, bütün onların sıfat-ı ilmin cilveleriyle Rablerini bildirdikleri tarzda, selam yerinde, umum zişuur bedeline, Halıkına umum zihayatın hediyelerini takdim eder.
اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ
Yani, dört kelimeler ile umum zihayatın dört taifesinin ezeli, ebedi ilmin cilveleriyle Allamül-Guyuba karşı tahiyyelerini, tebriklerini, ubudiyetlerini, güzel marifetlerini gösterdiğinden, bu kudsi mükaleme-i Miraciyeyi geniş manasıyla okumak, teşehhüdde umum İslamın farz bir vazifesi olmuş. O kudsi mükalemenin izahatını Risale-i Nura havale edip, gayet kısa dört işaretle bir manasını beyan edeceğiz.

Birincisi: اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ dır. Kısacık meali şudur: Nasıl bir usta, pek harika bir makineyi derin ilmi ve mucizekar zekasıyla yapsa, o acip makineyi gören herkes, o ustayı takdirkarane tebrik edip alkışlar ve tahsinkarane medihlerle ve ihsanlarla ona maddi, manevi hediyeler, tahiyyeler verir; o makine dahi, o ustanın istediği tarzda, tam tamına, gayet mükemmel olarak arzularını ve harika ince sanatını ve maharet-i ilmiyesini göstermesiyle, kendi ustasını lisan-ı hal ile alkışlar, tebrik eder, manevi tahiyyeler, hediyeler verir. Aynen öyle de, kainatta bütün zihayat taifeleri, her biri ve her bir ferdi, her tarafı mucizeli birer harika makinedir ki, ustasının, her şeyin her şeyle münasebetini gören ve her şeyin hayatına lazım bütün şeyleri görüp tam yerinde ona yetiştiren ihatalı ilminin derin ve ince cilveleriyle kendini tanıttıran Sani-i Zülcelalini, hayatlarının lisan-ı halleriyle, ins ve cin ve melek olan zişuurların kàl dilleri gibi tahiyyelerle alkışlar ve tebriklerle اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ derler. Ve hayatlarının fiyatını, doğrudan doğruya bütün mahlukatı bütün ahvaliyle bilen Halıklarına ubudiyetkarane takdim ediyorlar ki, Mirac Gecesinde, bütün zihayat namına Muhammed aleyhissalatü vesselam, Vacibül-Vücudun huzurunda, selam yerinde اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ deyip, bütün zihayat taifelerinin tahiyye ve hediye ve manevi selamlarını takdim etmiş.

Evet, adi bir muntazam makine, intizam ve mizanlı heyetiyle, şeksiz, bir mahir ve dikkatli ustayı gösterdiği gibi, kainatı dolduran hadsiz zihayat makineler de, her birisi binbir mucizat-ı ilmiyeyi gösteriyorlar. Elbette yıldız böceğinin ışığına nisbeten güneşin ziyası derecesinde ilmin cilveleriyle o zihayatlar, usta ve sermedi sanatkarlarının vücub-u vücuduna ve mabudiyetine pek parlak şehadet ederler.

İkinci kudsi kelime-i Miraciye: اَلْمُبَارَكَاتُ dür. Madem hadisçe namaz, müminin miracıdır ve Mirac-ı Ekberin cilvesine mazhardır. Ve madem dünya seyyahı, her alemde, ilim sıfatıyla Allamül-Guyub Halıkını bulmuş. Biz dahi o seyyahla beraber, mübareklerin ve görenlere “Barekallah” dedirtenlerin ve اَلْمُبَارَكَاتُ nün geniş alemine girip bütün ziruhun masum, mübarek yavrularını ve bütün zihayatın mukadderat ve programlarının kutucukları olan tohum ve çekirdekleri başta olarak o mübarekat alemini temaşa ve mütalaa ile kudsi sıfat-ı ilmin mucizatlı, ince cilveleriyle Halıkımızı ilmelyakin ile bilmeye o seyyah gibi çalışacağız.

Evet, gözümüzle görüyoruz ki, bütün o masum yavrucuklar ve o mübarek mahzencikler, sandıkçıklar; bir Alim-i Hakimin ilmiyle hem umumu, hem her bir ferdi, birden bir uyanmak ve gaye-i hilkatine yürümek için bir hareket alırlar. Hakikat nazarıyla bakanlara bin barekallah, yüz bin maşaallah dedirtirler.

Evet, mesela nutfeler, yumurtalar, tohumlar, çekirdekler, her biri birden ilimden gelen bir ince nizam ve o nizam, maharetten gelen tam bir mizan içinde; o mizan, yeni bir tanzim, o ise taze bir ölçü ve tevzin içinde; o dahi bir temyiz ve terbiye ve müteşabih emsalinden kasdi farika alametleri içinde; o da, sanatlı bir tezyin ve süslemek içinde; bu dahi hakimane, layık, mükemmel cihazat ve tasvir içinde; bu ise kerimane, rızık isteyenlerin zevklerini memnun etmek için, o mahlukların ve meyvelerin etleri ve yenilen kısımları ihtilaf içinde; bu ise alimane, mucizane, ayrı ayrı nakışlar, ziynetler içinde; bu da ayrı ayrı güzel, hoş kokular ve lezzetli tatlar içindeki, kemal-i intizam içinde, birbirinden mütemayiz, ayrı iken kesret ve sürat ve vüsat-i mutlaka içinde, sehivsiz, hatasız, bütün onların suretlerinin inkişafları ve her mevsimde o harika halin devamı içinde bütün o mübareklerin her biri ve beraber, bu mezkur on beş dil ile ustalarının harika maharetini ve mucizatlı ilmini göze gösterip Allamül-Guyub, Vacibül-Vücud Sanilerini güneş gibi bildiriyorlar. İşte bu pek geniş ve parlak şehadetleri ve Saniini tebrikleri içindir ki, Mirac Gecesinde bütün mahlukat hesabına konuşan zat-ı Muhammediye (a.s.m.) اَلْمُبَارَكَاتُ kelimesini selam yerinde demiş.

Üçüncü kelime: اَلصَّلَوَاتُ dür ki, hem umumi Mirac-ı Ekber-i Muhammedide (a.s.m.), hem her müminin hususi miracı olan namaz teşehhüdünde, her gün hiç olmazsa on defa, yüz milyonlar ehl-i iman, o kudsi kelimeyi, Peygamberin (a.s.m.) tebaiyetiyle dergah-ı İlahiye takdim edip kainatta ilan ederler. Miraca dair Otuz Birinci Söz, Miracın bütün hakikatlerini, bir muhatap ittihaz ettiği muannid, mülhid, münkirlere karşı dahi gayet kati ve kuvvetli bir surette ispat ettiğine binaen, tafsilatını ve hüccetlerini ona havale ederek, gayet muhtasar bir işaretle bu üçüncü kelime-i Miraciyenin geniş manasını gösteren ziruh, zişuur taifelerinin acip alemine bakıp, ilm-i ezelinin cilveleriyle Halıkımızın vahdet ve mevcudiyeti içinde kemal-i Rahmaniyetini ve rahimiyetini ve azamet-i kudret ve şümul-ü iradetini bilmeye çalışacağız:

Evet, bu alemde görüyoruz ki: Bu ziruhlar, şuuren ve aklen olmasa da hissen, fıtraten hissediyorlar ki, herbiri, hadsiz bir acz ve zaaf içinde, hadsiz düşmanları ve incitenleri var. Ve hadsiz bir fakr ve ihtiyaç içinde, hadsiz hacatı ve matlupları var. İktidarı ve sermayesi binden birine kafi gelmediğinden, bütün kuvvetiyle bağırır ve ağlar, manen, fıtraten yalvarır, kendine mahsus sesiyle, lisanıyla dualar, niyazlar, bir nevi namazlar, salavatlar ile bir Alim-i Kadir dergahına iltica ederken, birden görüyoruz ki, o bağıranların her işini, her ihtiyacını bilen ve her derdini ve zararını anlayıp yalvarmasını, fıtri duasını işiten Alim-i Mutlak bir Kadir-i Hakim, imdatlarına yetişir, bütün istediklerini yapar. Ağlamalarını gülmeye, bağırmalarını teşekkürlere çevirir. Bu hakimane, alimane, rahimane yardım, pek parlak bir tarzda ilim ve rahmetin cilveleriyle bir Mucib-i Muğis, bir Rahim-i Kerimi bildirip o ziruh aleminin bütün salavat ve ubudiyetlerini Ona takdim ve tahsis eder manasıyla, Mirac-ı Ekberde Muhammed aleyhissalatü vesselam ve mirac-ı asgar olan namazlarda onun ümmeti, اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ der.

Dördüncü kelime-i kudsiye: اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ dir. Risale-i Nurun çok hakikatleri namaz tesbihatında ihtar edilmesi hikmetiyle, hem Fatihanın, hem teşehhüdün kelimelerinin hakikatlerini kısa işaretlerle beyan etmeye, adeta ihtiyarsız sevk edildim.

İşte, Mirac-ı Muhammedide (a.s.m.) denilen اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i kudsiyesi, ehl-i marifet ve iman ve külli şuur sahibi olan ins ve cin ve melek ve ruhanilerin, kainatı güzel tayyibeleri ve haseneleri ve ubudiyetleriyle güzelleştiren ve güzellerin alemine bakan ve sermedi Cemil-i Mutlakın hadsiz cemal ve güzelliklerini ve kainatı süslendiren isimlerinin daimi güzelliklerini tam bilen ve aşk ve şevkle külli ubudiyetler ile mukabele eden ve parlak iman ve geniş marifetler ve medh ü senaların revaih-i tayyibe ve hoş kokularıyla Halıklarına karşı o hadsiz tayyibatlar manasıyla Miracda söylenmiş sırrıyla, teşehhüdde bütün ümmet, her gün usanmadan o kudsi kelime-i tayyibeyi tekrar ederler. Evet, bu kainat, nihayetsiz bir hüsün ve cemal-i sermedinin ayinesi ve cilveleri; ve kainattaki bütün cemal ve kemal ve güzellikler, o sermedi hüsünden gelir ve ona intisapla güzelleşir, kıymeti yükselir. Yoksa, karmakarışık bir virane, bir hüzüngah olur. Ve o intisap ise, saltanat-ı uluhiyetin dellalları ve ilancıları olan ins ve melek ve ruhanilerin marifet ve tasdikleriyle anlaşılır. Hatta o dellalların güzel ve tatlı hamdlerini ve senalarını ve Mabuduna medihlerini ve onların kelimelerini her tarafa neşir ve Arş-ı azamın canibine sevk etmek için, hava unsurunun zerreleri emirber neferler, küçücük diller ve kulaklar gibi o güzel kelimeleri dergah-ı uluhiyete takdim etmek için o pek harika vaziyet-i acibe havaya verildiğine kuvvetli bir ihtimal var diye kalbime geldi.

İşte ins ve melek, nasıl ki imanları ve ubudiyetleriyle Mabud-u Zülcelali bildiriyorlar; öyle de, o Hakim-i Zülcelal dahi o ilancılara verdiği çok cami istidatlarla, pek harika cihazlarla ve dekaik-ı ilmiyeleriyle, herbirisini bütün kainatla alakadar bir küçük kainat hükmüne getirmekle kendini pek parlak bir tarzda bildiriyor. Mesela, insanın küçücük kafasında ceviz kadar bir yerde kuvve-i hafıza, kuvve-i hayaliye, kuvve-i müfekkire gibi müteaddit, acip makineleri yaratmak ve kuvve-i hafızayı bir büyük kütüphane hükmüne getirmekle ilm-i ezelinin cilvesiyle güneş gibi kendini gösteriyor.

Şimdi, sabıkan zikredilen ve ilm-i muhitin külli hüccetlerine işaret eden ve bir geniş hüccet olarak hadsiz burhanları ihtiva eden ve on beş delil ile ilm-i muhiti gösteren Arabi parçanın gayet kısa bir mealine ve bir nevi tercümesine işaret ederiz.

On beş delilden birincisi: فَاْلاِنْتِظَامَاتُ الْمَوْزُونَةُ dir.
Yani, bütün mahlukatta müşahede edilen ölçülü düzgünlük, mizanlı intizam, ihatalı bir ilme şehadet eder.

Evet, muntazam bir saray gibi kainattan ve manzume-i şemsiyeden ve kelimeler ve seslerin neşrinde zerreleri medar-ı hayret bir intizam gösteren hava sahifesinden ve üç yüz bin ayrı ayrı nevileri her baharda bir intizam-ı ekmel içinde yetiştiren zemin yüzünden tut, ta herbir zihayatın vücudundaki aza ve cihazat ve hüceyrat ve zerrelere kadar derin, ihatalı, şaşırmaz bir ilmin eseri olan mizani düzgünlük ve tam intizam bulunması, gayet zahir ve kati bir surette, ihatalı bir ilme delalet ve şehadet eder demektir.

İkinci delil: وَاْلاِتِّزَانَاتُ الْمَنْظُومَةُ dir.
Yani, bütün kainattaki masnuatta, cüzi-külli, seyyarattan ta kandaki küreyvat-ı hamra ve beyzaya kadar her şeyde gayet düzgün bir ölçü, mütenasip bir mizan bulunması, bedahetle muhit bir ilme delalet ve kati şehadet eder.

Evet, görüyoruz ki, mesela bir sineğin, bir insanın azaları ve cihazatı, hatta cesedinin hüceyratı ve kanındaki kırmızı ve beyaz kürecikleri o derece hassas bir mizan ve ince bir ölçüyle yerleştirilmiş ve o derece birbirine münasip ve uygun ve cesedin sair azalarında öyle muntazam bir tenasüp var ki, nihayetsiz bir ilme malik olmayan, o vaziyeti onlara vermesi hiçbir cihette imkanı yok.

İşte, aynen bütün zihayat ve enva-ı mahlukat, zerrattan ta manzume-i şemsiyedeki seyyarata kadar, öyle tam bir muvazene ve zerre kadar şaşırmaz bir düzgün ölçü hükmetmesi, ihatalı bir ilme kati delalet ve parlak şehadet eder. Demek ilmin her delili, Zat-ı Alimin mevcudiyetine dahi delildir. Sıfat mevsufsuz olması muhal ve imkansız olmasından, bütün hüccetleri Alim-i Ezelinin vücub-u vücuduna kuvvetli ve gayet kati bir hüccet-i kübradır.

Üçüncü delil: وَالْحِكَمُ الْقَصْدِيَّةُ الْعَامَّةُ dir.
Yani, bütün kainattaki hallakıyet ve faaliyette ve tebeddülat ve ihya ve tavzifat ve terhisatta bütün masnuatın her biri ve her bir taifenin tesadüf imkanı olmayan öyle kasti ve bilerek takılan hikmetleri ve faideleri ve vazifeleri var. Ve görüyoruz ki, ihatalı bir ilmi bulunmayan, hiçbir cihette, hiçbirisine icad noktasında sahip çıkamaz.

Mesela, hadsiz zihayattan bir insanın yüz cihazatından bir tek cihazı olan lisanı, bir et parçası iken, iki büyük vazifesiyle yüzer hikmetlere, neticelere, meyvelere, faidelere alet oluyor. Taamların zevkindeki vazifesi, ayrı ayrı bütün tatları bilerek cesede, mideye haber vermek ve rahmet-i İlahiyenin matbahlarına dikkatli bir müfettiş olmak ve kelimeler vazifesinde kalbe ve ruha ve dimağa tam bir tercüman ve santral olmak, elbette gayet parlak ve kati bir surette, ihatalı ilme delalet ve şehadet eder. bir tek dil, hikmetleri ve meyveleriyle böyle delalet etse, hadsiz lisanlar ve hadsiz zihayatlar, nihayetsiz masnuat, güneş zuhurunda ve gündüz katiyetinde, nihayetsiz bir ilme delalet ve şehadet ve Allamül-Guyubun daire-i ilminden ve hikmetinden ve meşietinden hariç hiçbir şey yoktur diye ilan ederler.

Dördüncü delil: وَالْعِنَايَاتُ الْمَخْصُوصَةُ الشَّامِلَةُ dir.
Yani, bütün zihayat, zişuur aleminde, her neve ve her ferde, hususi ve ona münasip ve umuma şamil inayetler, şefkatler, himayetler, bedahet derecesinde ihatalı bir ilme delalet ve o inayetlere mazhar olanları ve ihtiyaçlarını bilen bir Alim-i İnayetkarın vücub-u vücuduna hadsiz şehadetler eder, demektir.

İHTAR: Risale-i Nurun Hülasatül-Hülasasının zübdesi olan Arabi fıkradaki kelimelerin izahı ise, Kurandan tereşşuh eden Risale-i Nurun, ayat-ı Kuraniyenin lemeatından aldığı hakikatlere, hususan ilim ve iradeye ve kudrete dair delillere ve hüccetlere işarettir ki, bu Arabi kelimelerin işaret ettikleri o ilmi deliller, ehemmiyetle tefsir ediliyor. Demek herbiri, çok ayatın birer işaret ve birer nüktesini beyan etmektir. Yoksa o Arabi kelimelerin tefsiri ve beyanı ve tercümesi değildir. Sadede dönüyoruz.

Evet, gözümüzle görüyoruz ki, bizleri ve bütün ziruhları bilir ve bilerek şefkatle himaye eder ve ihtiyacını ve her derdini bilir ve bilerek inayetiyle imdadına yetişir bir Alim-i Rahim var. Hadsiz misallerinden birisi:

İnsanın rızık ve ilaç ve muhtaç olduğu madenler cihetinde gelen hususi ve umumi inayetler, pek zahir bir surette bir ilm-i muhiti gösterir ve bir Rahman-ı Rahime rızık, ilaç, madenlerin adedince şehadetler ederler. Evet, insanın hususan acizlerin ve yavruların iaşeleri ve bilhassa mide matbahından cesedin rızık isteyen azalarına, hatta hüceyrelerine, herbirine münasip rızkını yetiştirmeleri ve dağlar bir eczahane ve insana lazım bütün madenlerin bir ambarı olmaları gibi hakimane işler, gayet ihatalı bir ilimle olabilir. Serseri tesadüf, kör kuvvet, sağır tabiat, camid, şuursuz esbab, basit, istilacı unsurlar, hiçbir cihette bu alimane, basirane, hakimane, merhametkarane, inayetperverane olan iaşe ve idare ve himayet ve tedbire karışamazlar. Yalnız o zahiri esbab, Alim-i Mutlakın emriyle, izniyle, ilim ve hikmeti dairesinde bir perde-i izzet-i kudret-i İlahiye olarak istimal ve istihdam edilmeleri var.

Beşinci ve altıncı delil:
وَاْلاَقْضِيَّةُ الْمُنْتَظَمَةُ. وَاْلاَقْدَارُ الْمُثْمِرَةُ dir.
Yani, herşeyin, hususan nebatat ve eşcar ve hayvanat ve insanların şekilleri ve miktarları, ilm-i ezelinin iki nevi olan kaza ve kaderin düsturlarıyla sanatkarane biçilmiş ve her birinin kàmetine göre tam münasip dikilmiş, mükemmel giydirilmiş, gayet muntazam birer hikmetli şekil verilmiş. Onlar, her biri ve beraber, bir nihayetsiz ilme delalet ve bir Sani-i Alime, adetlerince şehadet ederler demektir.

Evet, mesela nümune olarak, hadsiz misallerinden yalnız tek bir ağaç ve bir ferd-i insana bakıyoruz, görüyoruz ki: Bu meyveli ağaç, o çok cihazatlı insan, hiçbir ressam tam taklidini yapamayacak derecede zahiri ve batını, dış ve içi öyle bir gaybi pergarla ve ince bir ilmin kalemiyle hudutları çizilmiş ve tam intizamla her azasına münasip suret verilmiş ki, meyve ve neticelerine ve vazife-i fıtratlarına yetişsin. Bu ise nihayetsiz bir ilimle olabilmesi cihetiyle, her şeyin her şeyle münasebetini bilip ve nazara alan ve bu ağaç ve bu insanın bütün emsallerini ve nevilerini ilm-i ezelisinin kaza ve kader pergar ve kalemiyle dış ve iç miktarlarını ve suretlerini hakimane yapılmasını bilerek işleyen bir Sani-i Musavvir, bir Alim-i Mukaddirin hadsiz ilmine ve vücub-u vücuduna nebatat ve hayvanat adedince şehadet ederler demektir.

Yedinci, sekizinci delil:
وَاْلاٰجَالُ الْمُعَيَّنَةُ وَاْلاَرْزَاقُ الْمُقَنَّنَةُ dir.

Yani, ehemmiyetli bir hikmet için, zahir nazarda müphem ve gayr-ı muayyen tevehhüm edilen eceller ve rızıklar, ipham perdesi altında kaza ve kader-i ezelinin defterinde mukadderat-ı hayatiye sahifesinde her zihayatın eceli mukadder ve muayyendir, tekaddüm, teahhur etmez. Ve her ziruhun rızkı tayin ve tahsis edilip kaza ve kader levhasında yazıldığına hadsiz deliller var. Mesela, koca bir ağacın ölmesi, onun bir nevi ruhu olan çekirdeğini onun yerinde vazife görmek için bırakması, bir Alim-i Hafizin hikmetli kanunuyla olması ve bir yavrunun rızkı olan süt memelerden gelmesi ve kan ve fışkı içinden çıkıp hiç bulaşmadan safi, temiz olarak ağzına akması, tesadüf ihtimalini kati bir surette red ve bir Rezzak-ı Alim-i Rahimin şefkatli düsturuyla olduğunu gayet kati gösteriyor. Bu iki cüzi misale bütün zihayat, ziruh kıyas edilsin.

Demek, hakikatte hem ecel muayyen ve mukadderdir, hem rızık herkese göre bir taayyun içinde mukadderat defterinde kayıt edilmiştir. Fakat, gayet mühim bir hikmet için hem ecel, hem rızık perde-i gaybda ve müphem ve gayr-ı muayyen ve zahiren tesadüfe bağlı gibi görünüyor. Eğer ecel güneşin gurubu gibi muayyen olsaydı, yarı ömür gaflet-i mutlakada ve ahirete çalışmamakla zayi olup, yarı ömürden sonra her gün ölüm darağacı tarafına bir ayak atmak gibi dehşetli bir korku alıp, eceldeki musibet yüz derece ziyadeleşmesi sırrıyla, başa gelen musibetler ve hatta dünyanın eceli olan kıyamet perde-i gaybda merhameten bırakılmış. Rızık ise, hayattan sonra nimetlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve hamdin en zengin bir menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cemiyetli bir madeni olmasından, suret-i zahirede müphem ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş. Ta her vakit Rezzak-ı Kerimin dergahına iltica ve rica ve yalvarmak ve hamd ve şükür şefaatiyle rızık istemek kapısı kapanmasın. Yoksa, muayyen olsaydı, mahiyeti bütün bütün değişecekti. Şakirane, minnettarane ricalar, dualar, belki mütezellilane ubudiyet kapıları kapanırdı.

Dokuzuncu, onuncu delil:
وَاْلاِتْقَانَاتُ الْمُفَنَّنَةُ وَاْلاِهْتِمَامَاتُ الْمُزَيَّنَةُ Yani, her masnuda, hususan bahar mevsiminde zemin yüzünde sermedi bir hüsün ve cemalin cilvelerini gösteren bütün güzel mahluklar, ezcümle çiçekler, meyveler ve kuşçuklar ve sinekler ve bilhassa yaldızlı ve yıldızlı kuşçukların hilkatlerinde ve suretlerinde ve cihazatlarında öyle mucizane ve bir maharet ve dikkat ve harika bir sanat, bir ittikan, bir mükemmeliyet ve Sanatkarlarının mucizatlı hünerlerini gösteren ayrı ayrı, çeşit çeşit tarzlarda şekiller, makinecikler, gayet ihatalı bir ilme ve—tabirde hata olmasın—gayet maharetli ve fünunlu bir meleke-i ilmiyeye kati delalet ve serseri tesadüfün ve şuursuz ve müşevveş esbabın müdahale etmesinin imkansız olduğuna şehadet ettikleri gibi; وَاْلاِهْتِمَامَاتُ الْمُزَيَّنَةُ ifadesiyle o güzel masnularda o derece bir şirin süslemek ve tatlı bir ziynet ve cazibedar bir cemal-i sanat var ki, nihayetsiz bir ilimle iş görür ve her şeyin en güzel tarzını bilir ve sanatkarlığın cemal-i kemalini ve kemal-i cemalini zişuurlara göstermek ister ki, en cüzi bir çiçeği ve küçük bir sineği ihtimamkarane, mahirane, sanatperverane ehemmiyetle tasvir ve icad eder. Bu ihtimamkarane tezyin ve tahsin, bedahetle, hadsiz ve her şeye muhit bir ilme delalet ve o güzellerin adedince bir Sani-i Alim-i Zülcemalin vücub-u vücuduna şehadetler ederler demektir.

Beş külli delil ve hüccetleri ihtiva eden on birinci delil:
وَغَايَةُ كَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ، اْلاِتِّزَانِ، اْلاِمْتِيَازِ، الْمُطْلَقَاتِ، فِى السُّهُولَةِ الْمُطْلَقَةِ. وَخَلْقُ اْلاَشْيَۤاءِ فِى الْكَثْرَةِ الْمُطْلَقَةِ مَعَ اْلاِتْقَانِ الْمُطْلَقِ. وَ فِى السُّرْعَةِ الْمُطْلَقَةِ مَعَ اْلاِتِّزَانِ الْمُطْلَقِ. وَ فِى الْوُسْعَةِ الْمُطْلَقَةِ مَعَ كَمَالِ حُسْنِ الصَّنْعَةِ. وَ فِى الْبُعْدَةِ الْمُطْلَقَةِ مَعَ اْلاِتِّفَاقِ الْمُطْلَقِ. وَ فِى الْخِلْطَةِ الْمُطْلَقَةِ مَعَ اْلاِمْتِيَازِ الْمُطْلَقِ

Bu delil, sabıkan zikredilen Arabi fıkranın ahirinde yazılan delilin başka ve daha güzel bir tarzıdır. Şiddetli hastalık sebebiyle, gayet kısa bir işaretle bundaki beş altı geniş delilleri beyandır.

Evvela: Bütün zeminde görüyoruz: Tam bilmekten ve maharetten gelen gayet suhulet ve kolaylıkla, acip zihayat makineler, defaten ve bir kısmı bir dakikada düzgün, ölçülü, emsalinden farikalı yapılmaları, nihayetsiz bir ilme delalet ve sanattaki maharet-i ilmiyeden gelen suhulet ve kolaylık derecesinde o ilmin kemaline şehadet eder.

Saniyen: Gayet kesret ve çokluk içinde şaşırmadan gayet derecede sanatlı, mükemmel icadlar, nihayetsiz bir kudret içinde hadsiz bir ilme delalet ve Alim ve Kadir-i Mutlaka hadsiz şehadet eder.

Salisen: Sürat-i mutlaka ve gayet çabuk yapılmakla beraber, gayet derece mizanlı, ölçülü icadları, hadsiz bir ilme delalet ve adetlerince bir Alim-i Mutlak ve Kadir-i Mutlaka şehadet ederler.

Rabian: Gayet geniş bütün zemin yüzünde hadsiz zihayatların vüsat-i mutlaka ile beraber gayet sanatkarane, süslü, kemal-i hüsn-ü sanatla yapılmaları, hiç şaşırmayan, her şeyi beraber gören, bir şeyi bir şeye mani olmayan bir ihatalı ilme delalet ve bir Alim-i Küll-i Şey ve Kadir-i Mutlakın masnuları olduklarına her biri ve beraber şehadet ederler.

Hamisen: Bud-u mutlak ve birbirinden gayet uzak bir nevin efradı, biri şarkta, biri garpta, biri şimalde, biri cenupta, aynı zamanda, aynı tarzda birbirinin misli ve birbirinden teşahhusça imtiyazlı bir surette vücuda gelmeleri, ancak bir Alim-i Mutlak ve Kadir-i Mutlakın kainatı idare eden hadsiz kudreti ve bütün mevcudatı ahvaliyle ihata eden nihayetsiz ilmiyle olabilmesi cihetiyle, muhit bir ilme delalet ve bir Allamül-Guyuba hadsiz şehadet ederler.

Sadisen: İhtilat-ı mutlakla beraber hiç şaşırmadan ve karıştırmadan her birisi tam bir imtiyaz ve alamet-i farika ile o karışık emsalinde ve karanlık yerlerde, mesela toprak altındaki tohumlar gibi şaşıran vaziyetlerde o çok kalabalıklı zihayat makinelerin her birisinin hiçbir cihazatını noksan bırakmayarak mucizatlı bir surette yaratılmaları, güneş gibi ilm-i ezeliye delalet ve gündüz gibi Kadir-i Mutlak ve Alim-i Mutlakın hallakıyetine, rububiyetine şehadet ederler. Risale-i Nurdaki tafsilata havale edip bu pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.

Şimdi Hülasatül-Hülasadaki “irade” meselesine başlıyoruz:
اَللهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ قُدْرَةً وَعِلْمًا اِذْ هُوَ الْمُرِيدُ لِكُلِّ شَىْءٍ، مَا شَۤاءَ اللهُ كَانَ وَمَالَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ؛ اِذْ تَنْظِيمُ اِيجَادِ الْمَصْنُوعَاتِ ذَاتًا وَصِفَاتٍ وَمَاهِيَّةً وَهُوِيَّةً مِنْ بَيْنِ اْلاِمْكَانَاتِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةٍ وَالطُّرُقِ الْعَقِيمَةِ وَاْلاِحْتِمَالاَتِ الْمُشَوَّشَةِ وَاْلاَمْثاَلِ الْمُتَشَابِهَةِ وَمِنْ بَيْنِ سُيُولِ الْعَنَاصِرِ الْمُتَشَاكِسَةِ بِهٰذَا النِّظَامِ اْلاَدَقِّ اْلاَرَقِّ وَتَوْزِينُهَا بِهٰذَا الْمِيزَانِ الْحَسَّاسِ الْجَسَّاسِ وَتَمْيِيزُهَا بِهَذِهِ اْلاَمْثَالِ الْمُتَشَابِهَةِ وَالتَّعَيُّنَاتِ الْمُزَيَّنَةِ الْمُنْتَظَمَةِ وَخَلْقُ الْمَخْلُوقَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ الْحَيَوِيَّةِ مِنَ الْبَسِيطِ الْجَامِدِ الْمَيِّتِ كَاْلاِنْسَانِ بِجِهَازَاتِهِ مِنَ النُّطْفَةِ وَالطَّيْرِ بِجَوَارِحِهِ مِنَ الْبَيْضَةِ وَالشَّجَرَةِ بِاَعْضَۤائِهَا مِنَ النُّوَاةِ وَالْحَبَّةِ تَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّ كُلَ شَىْءٍ بِاِرَادَتِهِ تَعَالٰى وَاِخْتِيَارِهِ وَقَصْدِهِ وَمَشِۤيئَتِهِ سُبْحَانَهُ كَمَۤا اَنَّ تَوَافُقَ اْلاَشْيَۤاءِ فِى اَسَاسَاتِ اْلاَعْضَۤاءِ النَّوْعِيَّةِ وَالْجِنْسِيَّةِ يَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّ صَانِعَ تِلْكَ اْلاَفْرَادِ وَاحِدٌ اَحَدٌ كَذَلِكَ اَنَّ تَمَايُزَهَا بِالتَّعَيُّنَاتِ الْمُنْتَظَمَةِ وَالتَّشَخُّصَاتِ الْمُتَمَايِزَةِ يَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّ ذَلِكَ الصَّانِعَ الْوَاحِدَ اْلاَحَدَ فَاعِلٌ مُخْتَارٌ يَفْعَلُ مَا يَشَۤاءُ وَيَحْكُمُ مَا يُرِيدُ

Bu fıkra, irade-i İlahiyenin delillerinden pek çok külli hüccetleri ihtiva eden bir tek külli ve uzun delildir. Mealinin kısa bir tercümesi içinde irade ve ihtiyar ve meşiet-i İlahiyeyi gayet kati ispat eden bir delili beyan ederiz. Hem ilm-i İlahinin bütün mezkur delilleri, aynen iradenin dahi delilidir. Çünkü, her masnuda ilim ve iradenin beraber cilveleri, eserleri görünüyor.

Bu Arabi fıkranın kısaca meali:
Yani, her şey Onun irade ve meşietiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiç bir şey olmaz. Bir hüccet şudur:

Görüyoruz ki, bu masnuatın herbiri muayyen zatı, mahsus sıfatı, ayrı hususi mahiyeti, mümtaz farikalı sureti, hadsiz imkanat ve başka tarzlarda olabilir. Teşvişçi ihtimalat içinde, neticesiz çok yollarda ve sel gibi akan ve karıştıran ve birbirine zıt unsurların müdahaleleri içinde ve sehiv ve iltibasa sebebiyet veren ve birbirine benzeyen emsalleri içinde bu karma karışık hallere karşı, o herbir masnuu ince, tam, düzgün bir nizam altına almak ve hassas, cessas, mükemmel bir ölçü ve mizanla her uzvunu ve cihazını tartmak, takmak ve yüzüne süslü, düzgün bir sima, bir teşahhus vermek ve birbirine muhalif azalarını basit, camid, ölü bir maddeden zihayat olarak gayet sanatlı yaratmak, mesela insanı ayrı ayrı yüz cihazatıyla bir katre sudan icad etmek ve kuşu pekçok alat ve muhtelif cihazlarıyla bir basit yumurtadan inşa edip mucizatlı suret giydirmek ve ağacı dal, budak ve mütenevvi aza ve eczasıyla basit, camid karbon, azot, müvellidülma, müvellidülhumuzadan terekküp eden bir küçük çekirdekten çıkarmak, muntazam, meyveli bir şekil giydirmek, elbette ve elbette bedahetle, şüphesiz, katiyetle, vücub ve zaruret ve lüzum derecesinde ispat eder ki, o herbir masnua bütün zerrat ve eczasıyla ve suret ve mahiyetiyle bir Kadir-i Mutlakın irade ve meşietiyle ve ihtiyar ve kastıyla o mahsus, mükemmel vaziyet veriliyor. Ve her şeye şamil bir iradenin taht-ı hükmündedir. Ve bu tek masnuun bu şüphesiz tarzda irade-i İlahiyeye delaleti gösteriyor ki, bütün masnuat, hadsiz, nihayetsiz ve güneş ve gündüz gibi zahir bir katiyette, her şeye şamil irade-i İlahiyeye, adetlerince şehadetler ve bir Kadir-i Müridin vücub-u vücuduna hadsiz hüccetlerdir.

Hem ilm-i İlahinin sabıkan mezkur bütün delilleri, aynen iradenin dahi delilleridir. Çünkü, ikisi kudretle beraber iş görüyorlar. Biri birisiz olmaz. Her bir nevin ve cinsin efradı, aza-i neviye ve cinsiyede tevafukları nasıl delalet eder ki Sanileri birdir, vahiddir, ehaddir; öyle de: Yüzlerinin simaları hikmetli bir tarzda, birbirinden farikalı ve ayrı olması kati delalet eder ki; o Sani-i Vahid-i Ehad, bir Fail-i Muhtardır. İrade ve ihtiyar ve meşiet ve kast ile her şeyi yaratır.

İşte, iradeye dair tek ve külli bir delili beyan eden mezkur Arabi fıkranın kısaca mealinin tercümesi bitti. İradeye dair pek çok mühim nükteleri, ilim meselesi gibi yazmak niyet etmiştim. Fakat semli hastalık dimağıma tam yorgunluk verdiği için başka vakte tehir edildi.

Kudrete dair Arabi fıkrası:
اَللهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ قُدْرَةً وَعِلْمًا اِذْ هُوَ الْقَدِيرُ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ بِقُدْرَةٍ مُطْلَقَةٍ مُحِيطَةٍ ضَرُورِيَّةٍ نَاشِئَةٍ لاَزِمَةٍ ذَاتِيَّةٍ لِلذَّاتِ اْلاَقْدَسِيَّةِ فَمُحَالٌ تَدَاخُلُ ضِدِّهَا فَلاَ مَرَاتِبَ فِيهَا فَتَتَسَاوٰى بِالنِّسْبَةِ اِلَيْهَا الذَّرَّاتُ وَالنُّجُومُ وَالْجُزْءُ وَالْكُلُّ وَالْجُزْئِىُّ وَالْكُلِّىُّ وَالنُّوَاةُ وَالشَّجَرُ وَالْعَالَمُ وَاْلاِنْسَانُ.. بِسِرِّ مُشَاهَدَةِ غَايَةِ كَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ، اْلاِتِّزَانِ، اْلاِمْتِيَازِ، اْلاِتْقَانِ الْمُطْلَقَاتِ.. مَعَ السُّهُولَةِ فِى الْكَثْرَةِ وَالسُّرْعَةِ وَالْخِلْطَةِ الْمُطْلَقَةِ.. وَبِسِرِّ النُّورَانِيَّةِ وَالشَّفَّافِيَّةِ وَالْمُقَابَلَةِ وَالْمُوَازَنَةِ وَاْلاِنْتِظَامِ وَاْلاِمْتِثَالِ.. وَبِسِرِّ اِمْدَادِ الْوَاحِدِيَّةِ وَيُسْرِ الْوَحْدَةِ وَتَجَلِّيِ اْلاَحَدِيَّةِ. وَبِسِرِّ الْوُجُوبِ وَالتَّجَرُّدِ وَمُبَايَنَةِ الْمَاهِيَّةِ.. وَبِسِرِّ عَدَمِ التَّقَيُّدِ وَعَدَمِ التَّحَيُّزِ وَعَدَمِ التَّجَزِّي.. وَبِسِرِّ اِنْقِلاَبِ الْعَوَۤائِقِ وَالْمَوَانِعِ اِلٰى حُكْمِ الْوَسَۤائِلَ الْمُسَهِّلاَتِ.. وَبِسِرِّ اَنَّ الذَّرَّةَ وَالْجُزْءَ وَالْجُزْئِىَّ وَالنُّوَاةَ وَاْلاِنْسَانَ لَيْسَتْ بِأَقَلِّ صَنْعَةً وَجَزَالَةً مِنَ النَّجْمِ وَالْكُلِّ وَالْكُلِّىِّ وَالشَّجَرِ وَالْعَالَمِ، فَخَالِقُهَا هُوَ خَالِقُ هٰذِهِ بِالْحَدْسِ الشُّهُودِىِّ.. وَبِسِرِّ اَنَّ الْمُحَاطَ وَالْجُزْئِيَّاتِ كَاْلاَمْثِلَةِ الْمَكْتُوبَةِ الْمُصَغَّرَةِ اَوْ كَالنُّقَطِ الْمَحْلُوبَةِ الْمُعَصَّرَةِ. فَلاَ بُدَّ اَنْ يَكُونَ الْمُحِيطُ وَالْكُلِّيَّاتُ فِى قَبْضَةِ خَالِقِ الْمُحَاطِ وَالْجُزْئِيَّاتِ لِيُدْرِجَ مِثَالَهَا فِيهَا بِمَوَازِينِ عِلْمِهِ اَوْ يُعَصِّرَهَا مِنْهَا بِدَسَاتِيرِ حِكْمَتِهِ.. وَبِسِرِّ كَمَۤا اَنَّ قُرْاٰنِ الْعِزَّةِ الْمَكْتُوبَ عَلَى الذَّرَّةِ الْمُسَمَّاةِ بِالْجَوْهَرِ الْفَرْدِ بِذَرَّاتِ اْلاَثِيرِ لَيْسَ بِاَقَلِّ جَزَالَةً وَخَارِقِيَّةَ صَنْعَةٍ مِنْ قُرْاٰنِ الْعَظَمَةِ الْمَكْتُوبِ عَلٰى صَحِيفَةِ السَّمَۤاءِ بِمِدَادِ النُّجُومِ وَالشُّمُوسِ، كَذٰلِكَ اِنَّ وَرْدَ الزَّهْرَةِ لَيْسَتْ بِأَقَلَّ جَزَالَةً وَصَنْعَةً مِنْ دُرِّيِّ نَجْمِ الزُّهْرَةِ وَلاَ النَّمْلَةُ مِنَ الْفِيلَةِ وَلاَ الْمِكْرُوبُ مِنَ الْكَرْكَدَنِ وَلاَ النَّحْلَةُ مِنَ النَّخْلَةِ بِالنِّسْبَةِ اِلٰى قُدْرَةِ خَالِقِ الْكَۤائِنَاتِ. فَكَمَا اَنَّ غَايَةَ كَمَالِ السُّرْعَةِ وَالسُّهُولَةِ فِى اِيجَادِ اْلاَشْيَاءِ اَوْقَعَتْ اَهْلَ الضَّلاَلَةِ فِى اِلْتِبَاسِ التَّشْكِيلِ بِالتَّشَكُّلِ الْمُسْتَلْزِمِ لِمُحَالاَتٍ غَيْرِ مَحْدُودَةٍ تَمُجُّهَا اْلاَوْهَامُ كَذٰلِكَ اَثْبَتَتْ ِلاَهْلِ الْهِدَايَةِ تَسَاوِىَ النُّجُومِ مَعَ الذَّرَّاتِ بِالنِّسْبَةِ اِلٰى قُدْرَةِ خَالِقِ الْكَۤائِنَاتِ. جَلَّ جَلاَلُهُ ولاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ اللهُ اَكْبَرُ

Bu pek azim mesele-i kudrete dair Arabi fıkranın kısaca mealinin bir nevi tercümesinden evvel, kalbe ihtar edilen bir hakikatı beyan ederiz. Şöyle ki:

Kudretin vücudu, kainatın vücudundan daha ziyade katidir. Belki bütün mahlukat, her biri, hem beraber, o kudretin mücessem kelimatıdır, onun aynelyakin vücudunu gösterirler. Onun mevsufu olan Kadir-i Mutlaka adetlerince şehadetler ederler. Daha hüccetlerle o kudretin ispatına ihtiyaç yoktur. Belki, imanda en ehemmiyetli bir esas, haşir ve neşrin en kuvvetli bir temel taşı ve çok mesail-i imaniye ve hakaik-i Kuraniyeye en lüzumlu bir medar olan ve مَا خَلْقُكُمْ وَلاَبَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ayetinin dava ettiği ve bütün akıllar ona yol bulamadıklarından, hayrette, aczde, bir kısmı inkarda kaldıkları kudrete ait bir dehşetli hakikatın ispatı lazımdır.

İşte o esas, o temel, o medar, o dava, o hakikat ise, mezkur ayetin mealidir. Yani, “Ey cin ve ins! Bütün sizlerin yaratılmanız, icadınız ve haşirde ihyanız, diriltilmeniz, bir tek nefsin icadı gibi kudretime kolaydır.” Bir baharı, tek bir çiçek misillü suhuletle icad eder. Cüzi-külli, küçük-büyük, az-çok, o kudrete nisbeten farkları yoktur. Seyyareleri, zerreler gibi kolay döndürür.

İşte, mezkur Arabi fıkra, yalnız bu dehşetli meseleye Dokuz Basamak ile pek kati ve kuvvetli bir hücceti beyan eder. Gayet kısa bir meali şudur:

Basamağın esasına işaret eden, اِذْ هُوَ الْقَدِيرُ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ بِقُدْرَةٍ مُطْلَقَةٍ مُحِيطَةٍ ضَرُورِيَّةٍ نَاشِئَةٍ لاَزِمَةٍ ذَاتِيَّةٍ لِلذَّاتِ اْلاَقْدَسِيَّةِ فَمُحَالٌ تَدَاخُلُ ضِدِّهَا فَلاَ مَرَاتِبَ فِيهَا فَتَتَسَاوٰى بِالنِّسْبَةِ اِلَيْهَا الذَّرَّاتُ وَالنُّجُومُ وَالْجُزْءُ وَالْكُلُّ وَالْجُزْئِىُّ وَالْكُلِّىُّ وَالنُّوَاةُ وَالشَّجَرُ وَالْعَالَمُ وَاْلاِنْسَانُ

Yani, her şeye kadir öyle bir kudreti var ki, bütün eşyayı ihata etmiş ve Zat-ı Vacibül-Vücuda lüzum-u zati ile fenn-i mantık tabirince “zaruriyet-i naşie” ile lazımdır, vaciptir, infikaki muhaldir, imkanı yoktur.

Madem böyle bir lüzumla böyle bir kudret Zat-ı Akdestedir; elbette onun zıddı olan acz hiçbir cihetle içine giremez, Zat-ı Kadire arız olamaz.

Madem bir şeyde mertebelerin bulunması, onun zıddı içine girmesiyledir. Mesela, hararetin derece ve mertebeleri, soğuğun girmesi ve güzelliğin ise çirkinliğin müdahalesiyle olması ve bu zati kudrete zıt olan acz, ona yanaşması, hiçbir cihetle imkanı yok. Elbette, o kudret-i mutlakada mertebeler bulunmaz.

Madem mertebeler onda bulunmaz; elbette o kudrete nisbeten yıldızlar, zerreler müsavi ve cüz ve küll ve bir fert ve bütün nevi o kudrete karşı farkları yoktur. Ve bir çekirdek ve koca ağacı ve kainat ve insan ve bir nefsi diriltmesi ve haşirde bütün ziruhların ihyası, o kudrete nisbeten müsavidirler ve kolaydır. Büyük-küçük, az-çok farkı yoktur.

Bu hakikate kati şahit, hilkat-ı eşyada gördüğümüz kemal-i sanat, nizam, mizan, temyiz, kesret, sürat-i mutlakada suhulet-i mutlaka ve tam kolaylıktır.

Birinci basamak olan
وَبِسِرِّ مُشَاهَدَةِ غَايَةِ كَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ اْلاِتِّزَانِ اْلاِمْتِيَازِ اْلاِتِّقَانِ الْمُطْلَقَاتِ مَعَ السُّهُولَةِ فِى الْكَثْرَةِ وَالسُّرْعَةِ وَالْخِلْطَةِ الْمُطْلَقَةِ meali, bu mezkur hakikattir.

İkinci basamak
وَبِسِرِّ النُّورَانِيَّةِ وَالشَّفَّافِيَّةِ وَالْمُقَابَلَةِ وَالْمُوَازَنَةِ وَاْلاِنْتِظَامِ وَاْلاِمْتِثَالِ
dir.

Bunun izah ve tafsilatını Onuncu Sözün ahirine ve Yirmi Dokuzuncu Söze ve Yirminci Mektuba havale edip kısaca bir işaret ederiz.

Evet, nasıl ki nuraniyet cihetiyle güneşin ziyası ve aksi, kudret-i Rabbaniye ile deniz yüzüne ve bütün kabarcıklarına girmesi, bir tek cam parçasına girmesi gibi kolaydır, ikisi müsavidir. Öyle de, Zat-ı Nurul-Envarın nurani kudreti dahi gökleri, yıldızları yaratması, döndürmesi, sineklerin, zerrelerin icadı ve döndürmesi gibi Ona kolaydır, ağır gelmez.

Hem nasıl ki şeffafiyet hassasıyla bir tek ayinecikte ve bir gözbebeğinde güneşin misali sureti kudret-i İlahiye ile bulunur; aynı kolaylıkla bütün parlak şeylere ve katrelere ve şeffaf zerreciklere ve deniz yüzlerine o aksi ve ışığı emr-i İlahi ile verilir. Aynen öyle de, masnuatın melekutiyet ve mahiyet yüzleri şeffaf ve parlak olmasından, kudret-i mutlakanın cilvesi, tesiri, bir tek nefsin icadında bulunması kolaylığı derecesinde bütün hayvanatı yaratır. Az-çok, büyük-küçük fark yok.

Hem nasıl ki dağları tartacak derecede gayet büyük ve tam hassas bir teraziye iki müsavi ceviz konulsa, bir küçük çekirdek bir cevize ilave edilse, terazinin bir gözü dağ başına, bir gözü de derin dereye indirmesi kolaylığı derecesinde, o iki ceviz yerine iki müsavi dağ mizanın iki gözüne konulsa, birisine bir ceviz ilavesiyle bir dağı göklere kaldırır, bir dağı derelere indirir. Aynen öyle de, ilm-i kelamın tabirince, “imkan, müsaviyüt-tarafeyndir.” Yani, vacip ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücut ve ademleri, bir sebep bulunmazsa müsavidir, farkları yoktur. Bu imkan ve müsavatta az-çok, büyük-küçük birdirler.

İşte, mahlukat, mümkündürler. Ve imkan dairesinde vücut ve ademleri müsavi olmasından, Vacibül-Vücudun hadsiz kudret-i ezeliyesi bir tek mümküne vücut vermesi kolaylığında bütün mümkünatın vücudu, ademin muvazenesini bozar, herşeye layık bir vücudu giydirir. Ve vazifesi bitmişse, zahiri vücut libasını çıkarıyor, sureta ademe, belki daire-i ilimdeki manevi vücuda gönderir. Demek eşya, Kadir-i Mutlaka verilse, bahar bir çiçek kadar, bütün insanların haşirde ihyaları bir nefs kadar kolay olur. Eğer esbaba isnad edilse, bir çiçek bir bahar kadar ve bir sinek bütün hayvanat kadar müşkülatlı olur.

Hem nasıl ki, intizam sırrıyla bir koca sefine veya tayyareyi bir parmağı düğmesine dokunmakla harekete getirmesi, bir saatin zembereğine anahtarla parmak dokunmasıyla harekete girmesi derecesinde kolay ve rahattır. Aynen öyle de, ilm-i ezelinin düsturlarıyla ve hikmet-i sermediyenin kanunlarıyla ve irade-i Rabbaniyenin külli cilveleri ve muayyen usulleriyle her şeye külli ve cüzi, büyük-küçük, az-çok bir manevi kalıp, bir hususi miktar, bir halis hudut verildiğinden, tam intizam-ı ilmi ve irade kanunu içindedirler. Elbette Kadir-i Mutlak hadsiz kudretiyle manzume-i şemsiyeyi çevirmesi ve arz sefinesini medar-ı senevisinde gezdirmesi, bir cesette kanı ve kandaki küreyvat-ı hamra ve beyzayı ve o küreciklerdeki zerreleri nizamlı, hikmetli çevirmesi derecesinde suhuletli ve kolaydır ki, bir insanı kainat sisteminde, harika cihazlarıyla, bir katre sudan, birden, zahmetsiz yaratır. Demek o ezeli ve hadsiz kudrete isnad edilse, bu kainatın icadı, bir insanın icadı kadar suhulet peyda eder, kolay olur. Eğer ona verilmezse, birtek insanı acip cihazları ve duygularıyla yaratmak, kainat kadar müşkülatlı olur.

Hem nasıl ki, itaat ve imtisal ve emir dinlemek sırrıyla, bir kumandan bir arş emriyle bir neferi hücuma sevk ettiği gibi, aynı emirle koca bir muti orduyu dahi kolayca hücuma tahrik eder. Aynen öyle de irade-i İlahi kanunlarına kemal-i itaate ve tekvini emr-i Rabbaninin işaretine emirber nefer ve emir kulu misillü fıtri meyil ve şevk içinde ve ilm-i ezeli ve hikmetin tayin ettikleri hatt-ı hareket düsturları dairesinde ve ordu neferlerinden bin derece ziyade itaatli ve emir dinler ve emir kulu hükmünde olan masnuat, hususan zihayatlardan birtek ferdi, “Ademden haydi vücuda çık, vazife başına gir” diye emr-i Rabbani ile ve ilmin tayin ettiği tarzda ve iradenin tahsis eylediği surette, kudret ona mahsus bir vücut giydirip, elini tutup meydana çıkarmak kolaylığında, bahardaki zihayatın ordusunu aynı kuvvet ve kudretle icad eder, vazifeler verir. Demek herşey o kudrete isnad edilse, bütün zerrat ordusunun ve yıldızlar fırkalarının icadı, bir zerre, birtek yıldız kadar kolay ve suhuletli olur. Eğer esbaba isnad edilse, bir zihayatın gözbebeğinde ve dimağındaki zerrenin acip vazifelerini yerine getirecek bir kàbiliyetle yaratılması, hayvanat ordusu kadar müşkülatlı ve zahmetli olur.

Üçüncü basamak, وَبِسِرِّ اِمْدَادِ الْواَحِدِيَّةِ وَيُسْرِ الْوَحْدَةِ وَتَجَلِّى اْلاَحَدِيَّةِ dir. Kısacık işaretlerle mealine bakacağız.
Yani, nasıl ki bir padişah ve kumandan-ı azam, hakimiyetinin vahidiyeti ve bütün raiyeti yalnız onun emirlerine göre hareketi cihetiyle, o hakim-i azam, koca memleketi ve büyük milleti idare etmesi, bir köy ehlini idare etmek kadar kolay olur. Çünkü, hükümde vahidiyet itibariyle, efrad-ı millet aynen asker neferatı gibi teshilata vesile olup, kolayca emirler, kanunlar tatbik edilir. Eğer muhtelif hakimlere bırakılsa, çok keşmekeşe düşmesiyle beraber, birtek köyün, belki bir hanenin o memleket kadar idaresi müşkül olur. Hem o itaatli millet, birtek kumandana bağlanması haysiyetiyle, herbir ferd-i nefer gibi, o kumandanın kuvvetine ve cihazat depolarına ve ordusuna dayandığı bir kuvvetle bir şahı esir edebilir, bin derece şahsi kuvvetinden ziyade iş görebilir. Onun o padişaha intisabı hadsiz bir kuvveti ve iktidarı olup pek büyük işler yapar. Eğer o intisap kesilse, o büyük kuvvet gider, kendi bileğindeki cüzi kuvvetiyle ve belindeki az cephane ve fişekleri miktarınca iş görebilir. Yoksa, intisap kuvvetine dayanan mezkur askerin gördüğü bütün işler ondan istenilse, bileğinde bir ordu kuvveti ve belinde padişahın cephaneler ambarı bulunmak gerektir.

Aynen öyle de, Sultan-ı Ezel ve Ebed, Sani-i Kadir, vahidiyet-i saltanat ve hakimiyet-i mutlaka cihetiyle, kainatı bir şehir kolaylığında ve bir baharı bir bahçe suhuletinde ve haşirde bütün ölmüşleri ihya etmek, o bahçe ağaçlarının yaprak, çiçek meyvelerini, gelen baharda yaratmak kolaylığında yapar. Ve kolayca bir sineği koca kartal kuşu sisteminde yaratır. Ve suhuletle bir insanı bir küçük kainat hükmüne getirir. Eğer esbaba verilse, bir mikrop bin gergedan, bir meyve bir büyük ağaç kadar müşkülatlı olur. Ve belki zihayatın bedeninde acip vazifeleri gören her bir zerreye her şeyi görecek bir göz ve her şeyi bilecek bir ilim verilmek lazımdır ki, o ince ve mükemmel vazife-i hayatiyeyi yapabilsin.

Hem vahdette yüsr ve suhulet ve kolaylık o dereceye gelir. Nasıl ki, bir ordu teçhizatı bir tek elden, bir tek fabrikadan gelmesiyle, bir tek neferin teçhizat-ı askeriyesi gibi kolaylaşır. Eğer ayrı ayrı eller karışsa ve muhtelif cihazat her biri başka fabrikadan alınsa, o vakit bir tek nefer teçhizatı, kemiyet noktasında bin müşkülatla tedarik edilebilir, müteaddit amir ve zabitler karıştığı cihetiyle bin nefer kadar suubet peyda eder. Hem bin neferin idaresi ve kumandanlığı bir tek zabite verilse, bir cihette bir nefer kadar kolay olur, eğer on zabite veya neferlere bırakılsa, pek karışık ve müşkül düşer. Aynen öyle de, her şey Vahid-i Ehade verilse, bir tek şey gibi kolay olur. Eğer esbaba isnad edilse, bir tek zihayat, zemin kadar müşkül, belki imkansız olur. Demek vahdette kolaylık, vücub ve lüzum derecesine gelir. Ve kesretli eller karışmakta suubet, imkansızlık derecesine düşer.

Risale-i Nur Mektubatında denildiği gibi, eğer gece-gündüzdeki tebeddülatı ve yıldızların harekatı ve senedeki güz, kış, bahar, yaz gibi mevsimlerin tahavvülatı bir tek Müdebbire ve amire bırakılsa; o Kumandan-ı azam, bir neferi olan küre-i arza emreder ki: “Kalk, dön, gez.” O da, o iltifat ve emrin neşe ve sevincinden meczup Mevlevi gibi iki hareketiyle yevmi ve senevi tahavvülata ve yıldızların zahiri ve hayali hareketlerine gayet kolayca bir vesile olup vahdetteki tam suhulet ve gayet kolaylığı gösterir. Eğer o tek amire değil, belki esbaba ve yıldızların keyiflerine bırakılsa ve arza “Sen dur, gezme” denilse, o halde, arzdan binler derece büyük binler yıldızlar ve güneşler, her gece ve her sene milyonlar ve milyarlar senelik mesafeleri kesmek ve gezmekle mevsimler ve gece gündüz gibi o vaziyet-i arziye ve semaviye husul bulabilir ve imkansızlık ve muhaliyet derecesinde müşkül ve suubetli düşer…

Üçüncü Basamaktaki وَتَجَلِّى اْلاَحَدِيَّةِ kelimesi, pek büyük ve çok ince ve derin ve gayet geniş bir hakikate işaret eder. Onun izah ve ispatını Risale-i Nura havale edip, gayet kısa bir temsil ile bir tek nüktesini beyan edeceğiz.

Evet, nasıl ki güneş, ziyasıyla umum zemini ışıklandırıp vahidiyete bir misal olduğu gibi, ayine gibi mukàbilindeki her şeffaf şeyde timsali ve aksi ve yedi renkli ziyasıyla ve zatının suretiyle bulunup ehadiyete dahi bir misal teşkil eder. Eğer güneşin ilmi ve kudreti ve ihtiyarı olsaydı ve cam parçalarının ve içinde güneşçikler görünen katrelerin ve kabarcıkların kàbiliyetleri bulunsaydı, irade-i İlahiyenin kanunuyla her birisinde ve yanında timsaliyle ve sıfatlarıyla tam bir güneş bulunup, sair yerlerde bulunması onun tasarrufatına hiç noksan vermeyerek kudret-i Rabbaniyenin emriyle, tesiriyle, hükmüyle pek büyük zuhurata sebep olarak, ehadiyetteki fevkalade kolaylık ve suhuleti gösterir. Aynen öyle de, Sani-i Zülcelal, vahidiyet itibarıyla bütün eşyayı ihata eden ilim ve iradesi ve kudretiyle bakar ve hazır ve nazır olduğu gibi, ehadiyet cihetiyle ve tecellisiyle herşeyin, hususan zihayatın yanında isimleri ve sıfatlarıyla bulunur ki, kolayca, bir anda sineği kartal sisteminde, bir insanı küçük bir kainat sisteminde icad eder. Ve zihayatı öyle mucizatlı bir şekilde yaratır ki, eğer bütün esbab toplansa, bir bülbülü, bir sineği yapamazlar. Ve bir bülbülü yaratan, bütün kuşları yaratan olabilir. Ve bir insanı halk eden ancak kainatı icad eden Zattır.

Dördüncü ve beşinci basamak:

وَبِسِرِّ الْوُجُوبِ وَالتَّجَرُّدِ وَمُبَايَنَةِ الْمَاهِيَّةِ, وَبِسِرِّ عَدَمِ التَّقَيُّدِ وَعَدَمِ التَّحَيُّزِ وَعَدَمِ التَّجَزِّى

Bu iki basamağın hakikatini umuma ifade etmek çok müşkül olmasından, yalnız kısacık bir iki nüktesi ve muhtasar meali beyan edilecek. Yani, vücut mertebelerinin en kuvvetli ve sarsılmaz olan vücub mertebesinde ve ezeli ve ebedi derecesinde bir vücut sahibi ve maddiyattan münezzeh ve mücerred ve bütün mahiyetlere mübayin bir mahiyet-i mukaddeseyi taşıyan bir Kadir-i Mutlakın kudretine nisbeten, yıldızlar zerreler gibi ve haşir bir bahar misillü ve haşirde bütün insanları diriltmesi bir nefsin ihyası derecesinde kolaydır. Çünkü vücut tabakalarından kuvvetli bir nevin bir tırnağı, hafif bir tabakanın bir dağını eline alır, çevirir. Mesela, kuvvetli vücud-u hariciden bir ayine ve kuvve-i hafıza, zayıf ve hafif olan vücud-u misali ve maneviden yüz dağı ve bin kitabı içine alırlar ve çevirebilirler. İşte vücud-u misali ne derece kuvvetçe vücud-u hariciden aşağı ise, mümkünatın hadis ve arızi vücutları dahi ezeli, sermedi, vacip bir vücuttan binler derece daha aşağı ve hafiftir ki, o mukaddes vücut, bir zerre tecellisiyle, mümkünatın bir alemini çevirir. Maatteessüf şimdilik semli hastalık gibi üç ehemmiyetli sebep müsaade etmediklerinden, bu pek uzun hakikati ve nüktelerini Risale-i Nura ve başka zamana havale ederiz.

Altıncı basamak:
وَبِسِرِّ اِنْقِلاَبِ الْعَوَۤائِقِ وَالْمَوَانِعِ اِلٰى حُكْمِ الْوَسَۤائِلِ الْمُسَهِّلاَتِ
Yani, nasıl ki fennin tabirince ukde-i hayatiye namında bir cilve-i irade-i İlahiyenin ve emr-i tekvininin bir kanunuyla ve o emir ve iradenin teveccühleriyle koca bir ağacın şuursuz dal ve sert budakları, meyvelerine ve yaprak ve çiçeklerine zembereği ve midesi hükmündeki o ukde-i hayatiyeden onlara gidecek lüzumlu maddeler ve erzaklara avaik ve mevani ve sed olmazlar, belki teshilata vesile oluyorlar. Aynen öyle de, kainat ve bütün mahlukatın icadında bütün maniler bir cilve-i irade ve teveccüh-ü emr-i Rabbaniye karşı mümanaatı bırakıp kolaylığa alet olmasından, kudret-i sermediye, o tek ağacı icad kolaylığında, kainatı ve zemindeki enva-ı mahlukatı icad eder, hiçbir şey ona ağır gelmez. Eğer bütün icadlar o kudrete verilmezse, o vakit o tek ağacın inşa ve idaresi, bütün ağaçlar, belki zeminin icadı ve idaresi kadar müşkül olacak. Çünkü o zaman her şey mani ve sed olur. O halde bütün esbab toplansa, bir ağacın emirden, iradeden gelen ukde-i hayatiye midesinden, zembereğinden intizamla meyve, yaprak, dal ve budaklara lazım erzak ve cihazatı gönderemezler. İlla ki, ağacın herbir cüzüne, hatta herbir zerresine bütün ağacı ve eczasını ve zerratını görecek ve bilecek ve yardım edecek bir göz, bir ihatalı ilim, bir harika kudret ve fevkalade muavenet verilsin.

İşte, bu beş adet basamaklardan çık, bak. Küfür ve şirkte ne derece müşkilat, belki muhalat bulunduğunu ve ne kadar akıldan, mantıktan uzak ve mümteni olduğunu, imanda ve Kuran yolunda ne kadar suhulet ve vücub derecesinde kolaylık ve ne kadar makul ve makbul ve lüzum derecesinde kati ve rahat bir hak ve hakikat bulunduğunu gör, bil. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ de.

Rahatsızlık ve sıkıntılar, bu ehemmiyetli basamağın baki kısmını tehire sebep oldular.

Yedinci basamak:
وَبِسِرِّ اَنَّ الذَّرَّةَ وَالْجُزْءَ وَالْجُزْئِىَّ وَالنُّوَاةَ وَاْلاِنْسَانَ لَيْسَتْ بِأَقَلَّ صَنْعَةً وَجَزَالَةً مِنَ النَّجْمِ وَالْكُلِّ وَالْكُلِّيِّ وَالشَّجَرِ وَالْعَالَمِ
Bir ihtar: Bu dokuz basamakların hakikatlerinin esası ve madeni ve güneşi Sure-i İhlastan قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ اللهُ الصَّمَدٌ ayetleridir. Sırr-ı ehadiyet ve samediyet cilvesinden gelen lemalara kısa işaretlerdir. Bu yedincinin mealine bir iki nükte ile gayet muhtasar bakıp tafsilini Risale-i Nura havale ederiz.

Yani, göz ve beyindeki acip vazifeleri gören bir zerre, bir yıldızdan; ve bir cüz, küll mecmuundan; mesela dimağ ve göz, insanın tamamından; ve cüzi bir fert, hüsn-ü sanatça ve garabet-i hilkatça umum bir neviden; ve bir insan, acip cihazlarıyla külli cins hayvandan; ve bir fihriste ve program ve kuvve-i hafıza hükmünde olan bir çekirdek, mükemmel masnuiyeti ve mahzeniyetçe koca ağacından; ve bir küçük kainat olan bir insan, kemal-i hilkati ve cemiyetli harika cihazlarının binler acip vazifeleri görecek bir tarzda mahlukiyeti kainattan aşağı değiller.

Demek zerreyi icad eden, yıldızın icadından aciz kalamaz. Ve lisan gibi bir uzvu halk eden, elbette insanı kolayca halk eder. Ve bir tek insanı böyle mükemmel yaratan, herhalde bütün hayvanatı kemal-i suhuletle yaratabilecek ve gözümüz önünde yaratıyor. Ve çekirdeği bir liste, bir fihriste, bir defter-i kavanin-i emriye, bir ukde-i hayatiye mahiyetinde yaratan, elbette bütün ağaçların Halıkı olabilir. Ve alemin bir nevi manevi çekirdeği ve cemiyetli meyvesi olan insanı halk edip bütün esma-i İlahiyeye mazhar ve ayine ve bütün kainatla alakadar ve zeminin halifesi yapan Zatın, elbette ve elbette öyle bir kudreti var ki, koca kainatı, insan icadının kolaylığı ve suhuleti derecesinde halk edip tanzim eder. Öyle ise, zerrenin ve cüz ve cüzi ve çekirdek ve bir insanın Halıkı, Sanii, Rabbi kim ise, elbette, bedahetle yıldızların ve nevilerin ve küll ve külliyatların ve ağaçların ve bütün kainatın Halıkı, Sanii, Rabbi aynen Odur. Başka olması muhal ve mümtenidir.

Sekizinci basamak:

وَبِسِرِّ اَنَّ الْمُحَاطَ وَالْجُزْئِيَّاتِ كَاْلاَمْثِلَةِ الْمَكْتُوبَةِ الْمُصَغَّرَةِ اَوْ كَالنُّقَطِ الْمَحْلُوبَةِ الْمُعَصَّرَةِ فَلاَ بُدَّ اَنْ يَكُونَ الْمُحِيطُ وَالْكُلِّيَّاتُ فِى قَبْضَةِ خَالِقِ الْمُحَاطِ وَالْجُزْئِيَّاتِ لِيُدْرِجَ مِثَالَهَا فِيهَا بِمَوَازِينِ عِلْمِهِ اَوْ يُعَصِّرَهَا مِنْهَا بِدَسَاتِيرِ حِكْمَتِهِ

Yani, ihata edilen cüziyat ve küll ve külliyatın içinde bulunan fertler ve tohumlar ve çekirdeklerin, ihata eden büyük külliyata nisbetleri, güya küçücük nümune ve gayet ince yazıyla çok küçük kıtada yazılmış aynı küll ve külliyatın misalleridir. Öyle ise, ihata eden külliyat, o cüziyat Halıkının kabzasında ve tamamen tasarrufunda bulunmak lazımdır. Ta, ilminin mizanlarıyla ve ince kalemleriyle o büyük muhitin kitabını, o çok küçücük yüzer kıtalarda, defterlerde derc edebilsin.

Hem ihata edilen ecza ve cüziyatın muhit ile nisbetleri, temsilleri, güya süt gibi muhitlikten sağılmış katreler; veya biri o muhiti sıkmış, o noktalar ondan akmış. Mesela, kavun çekirdeği, onun umum etrafından sağılmış bir katre veya o kitap tamamen içinde yazılmış bir noktadır ki, fihristesini, listesini, programını taşıyor.

Madem böyledir, elbette o cüziyat ve katreler ve noktalar ve fertler Saniinin elinde, o muhit küll ve külliyat bulunmak elzemdir. Ta hikmetinin hassas düsturlarıyla o fertleri, katreleri, noktaları ondan sağsın. Demek bir tek tohumu, bir tek ferdi yaratan, elbette o büyük küll ve külliyatı ve onları ihata eden ve onlardan çok büyük olan diğer külliyatları ve cinsleri yaratan yine Odur, başka olamaz. Öyle ise, bir tek nefsi yaratan, bütün insanları yaratabilir. Ve bir tek ölüyü dirilten, haşirde bütün cin ve ins ölülerini diriltebilir ve diriltecek. İşte, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَبَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ayetinin hükmü ve davası gayet kati ve parlak bir surette hak ve ayn-ı hakikat olduğunu gör.

Dokuzuncu basamak:
وَبِسِرِّ كَمَا اَنَّ قُرْاٰنَ الْعِزَّةَ الْمَكْتُوبَ عَلَى الذَّرَّةِ الْمُسَمَّاةِ بِالْجَوْهَرِ الْفَرْدِ بِذَرَّاتِ اْلاَثِيرِ لَيْسَ بِاَقَلَّ جَزَالَةً وَخَارِقِيَّةَ صَنْعَةٍ مِنْ قُرْاٰنِ الْعَظَمَةِ الْمَكْتُوبِ عَلٰى صَحِيفَةِ السَّمَۤاءِ بِمِدَادِ النُّجُومِ وَالشُّمُوسِ، كَذَلِكَ اِنَّ وَرْدَ الزَّهْرَةِ لَيْسَتْ بِأَقَلَّ جَزَالَةً وَصَنْعَةً مِنْ دُرِّىِّ نَجْمِ الزُّهْرَةِ وَلاَ النَّمْلَةُ مِنَ الْفِيلَةِ وَلاَ الْمِكْرُوبُ مِنَ الْكَرْكَدَنِ وَلاَ النَّحْلَةُ مِنَ النَّخْلَةِ بِالنِّسْبَةِ اِلٰى قُدْرَةِ خَالِقِ الْكَۤائِنَاتِ. فَكَمَا اَنَّ غَايَةَ كَمَالِ السُّرْعَةِ وَالسُّهُولَةِ فِى اِيجَادِ اْلاَشْيَۤاءِ اَوْقَعَتْ اَهْلَ الضَّلاَلَةِ فِى اِلْتِبَاسِ التَّشْكِيلِ بِالتَّشَكُّلِ الْمُسْتَلْزِمِ لِمُحَالاَتٍ غَيْرِ مَحْدُودَةٍ تَمُجُّهَا اْلاَوْهَامُ كَذَلِكَ اَثْبَتَتْ ِلاَهْلِ الْهِدَايَةِ تَسَاوِيَ النُّجُومِ مَعَ الذَّرَّاتِ بِالنِّسْبَةِ اِلٰى قُدْرَةِ خَالِقِ الْكَۤائِنَاتِ. جَلَّ جَلاَلُهُ ولاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ اللهُ اَكْبَرُ

Bu son basamağın uzun bir beyanla mealini söylemek isterdim. Fakat maatteessüf keyfi tahakküm ve tazyiklerden gelen şiddetli sıkıntılar ve tesemmümden gelen zaafiyet ve elim hastalıklar mani olmasından, mealine yalnız pek kısa bir işaretle iktifaya mecbur oldum.

Yani, nasıl ki, faraza kàbil-i inkısam olmayan ve ilm-i kelam ve felsefede cevher-i fert namını alan bir zerrede, ondan daha küçücük olan madde-i esiriye zerreleriyle bir Kuran-ı Azimüşşan yazılsa ve semavat sahifelerinde dahi yıldızlar ve güneşlerle diğer bir Kuran-ı Kebir yazılsa, ikisi muvazene edilse, elbette cevher-i ferd zerresinden yazılan hurdebini Kuran, gökler yüzlerini yaldızlayan Kuran-ı Azim ve Kebirden acaipçe ve sanatın icazında geri değil, belki bir cihette ileri olduğu gibi; aynen öyle de, Halık-ı Kainatın kudretine nisbeten masnuiyetindeki garabet ve cezalet noktasında, zühre çiçeği, Zühre yıldızından geri değil ve karınca, filden aşağı olmaz ve mikrop, gergedandan hilkatça daha acip ve arı sineği, hurma ağacından fıtrat-ı acibesiyle daha ileridir. Demek bir arıyı yaratan, bütün hayvanları yaratabilir. Bir nefsi dirilten, haşirde bütün insanları ihya edip haşir meydanına toplayabilir ve toplayacak. Hiçbir şey Ona ağır gelmez ki, gözümüz önünde gayet çabuk ve kolaylıkla her baharda haşrin yüz bin nümunelerini yaratıyor.

Son cümle-i Arabiyenin gayet kısacık meali şudur: Yani, ehl-i dalalet, mezkur basamakların sarsılmaz hakikatlerini bilmediklerinden ve gayet çabuk ve gayet kolaylıkla birden mahlukat vücuda geldiklerinden, teşkili ve bir Saniin hadsiz kudretiyle icadı, teşekkül ve kendi kendilerine vücut bulmak tevehhüm edip hiçbir zihin, hatta vehim dahi kabul etmediği ve her cihetle muhal ve imkansız hurafelerin kapısını kendilerine açmışlar. Mesela, o halde zihayatın her bir zerresine hadsiz bir kudret, bir ilim, her şeyi görecek bir göz ve her sanatı yapabilecek bir iktidar vermek lazım gelir. Birtek İlahı kabul etmemekle, zerreler adedince ilaheleri mezheplerince kabul etmeye mecbur olarak Cehennemin esfel-i safilinine girmeye müstehak düşerler.

Amma ehl-i hidayet ise, geçen basamaklardaki kuvvetli hakikatler ve sarsılmaz hüccetler, selim kalblerine ve müstakim akıllarına gayet kati kanaat ve kuvvetli iman ve aynelyakin bir tasdik vermiş ki, şüphesiz ve vesvesesiz itminan-ı kalble itikad ederler ki, yıldızlar, zerreler, en küçük, en büyük, kudret-i İlahiye nisbeten farkları yoktur ki, gözümüz önünde bu acaipler oluyor.

Ve her bir acibe-i sanat مَا خَلْقُكُمْ وَلاَبَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ayetinin davasını tasdik ve hükmü ayn-ı hak ve hakikat olduğuna şehadet ederler, lisan-ı hal ile Allahu ekber derler. Biz dahi onların adedince Allahu ekber deriz. Ve şu ayetin davasını bütün kuvvet ve kanaatimizle tasdik ve hükmü, ayn-ı hak ve nefs-i hakikat olduğuna hadsiz hüccetlerle şehadet ederiz.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Risale-i Nur nedir ve hakikatler muvacehesinde Risale-i Nur ve tercümanı ne mahiyettedirler?” diye bir takriznamedir.

Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hadimleri, emr-i dinde mübtedi değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkam getirmezler. Esasat ve ahkam-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittiba yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebatılı ref ve iptal ve dine vaki tecavüzleri red ve imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkam-ı İlahiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilan ederler. Ancak tavr-ı esasiyi bozmadan ve ruh-u asliyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilat ile ifa-i vazife ederler.

Bu memurin-i Rabbaniye, fiiliyatlarıyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin musaddıkı olurlar. Salabet-i imaniyelerinin ve ihlaslarının ayinedarlığını bizzat ifa ederler. Mertebe-i imanlarını fiilen izhar ederler. Ve ahlak-ı Muhammediyenin (a.s.m.) tam amili ve mişvar-ı Ahmediyenin (a.s.m.) ve hilye-i Nebeviyenin (a.s.m.) hakiki labisi olduklarını gösterirler. Hülasa, amel ve ahlak bakımından ve sünnet-i Nebeviyeye (a.s.m.) ittiba ve temessük cihetinden ümmet-i Muhammede (a.s.m.) tam bir hüsn-ü misal olurlar ve nümune-i iktida teşkil ederler. Bunların, Kitabullahın tefsiri ve ahkam-ı diniyenin izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler kendi tilka-yı nefislerinin ve kariha-i ulviyelerinin mahsulü değildir, kendi zeka ve irfanlarının neticesi değildir. Bunlar, doğrudan doğruya menba-ı vahy olan Zat-ı Pak-i Risaletin (a.s.m.) manevi ilham ve telkinatıdır. Celcelutiye ve Mesnevi-i Şerif ve Fütuhul-Gayb ve emsali asar hep bu nevidendir. Bu asar-ı kudsiye o zevat-ı alişan ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevat-ı mukaddesenin, o asar-ı bergüzidenin tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri vardır; yani bu zevat-ı kudsiye, o mananın mazharı, miratı ve makesi hükmündedirler.

Risale-i Nur ve tercümanına gelince: Bu eser-i alişanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvi ve bir kemal-i namütenahi mevcut olduğundan ve hiçbir eserin nail olmadığı bir şekilde meşale-i İlahiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Kuranın füyuzatına varis olduğu meşhud olduğundan, onun esası nur-u mahz-ı Kuran olduğu ve evliyaullahın asarından ziyade feyz-i envar-ı Muhammediyi (a.s.m.) hamil bulunduğu ve Zat-ı Pak-i Risaletin ondaki hisse ve alakası ve tasarruf-u kudsisi evliyaullahın asarından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan manevi zatın mazhariyeti ve kemalatı ise o nisbette ali ve emsalsiz olduğu güneş gibi aşikar bir hakikattir.

Evet, o zat daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan, zevahiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulum-u evvelin ve ahirine ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve esrar-ı kainata ve hikmet-i İlahiyeye varis kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyaya kimse nail olmamıştır. Bu harika-i ilmiyenin eşi asla mesbuk değildir. Hiç şüphe edilemez ki, tercüman-ı Nur, bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme ve şecaat-i harika ve istiğna-yı mutlak teşkil eden harikulade metanet-i ahlakiyesi ile bizzat bir mucize-i fıtrattır ve tecessüm etmiş bir inayettir ve bir mevhibe-i mutlakadır.

O zat-ı zihavarık, daha hadd-i büluğa ermeden bir allame-i biadil halinde bütün cihan-ı ilme meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulumu ilzam ve iskat etmiş, her nerede olursa olsun vaki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve asla tereddüt etmeden cevap vermiş, on dört yaşından itibaren üstadlık payesini taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış, izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve tevcihlerindeki derin feraset ve basiret ve nur-u hikmet, erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkıyla “Bediüzzaman” ünvan-ı celilini bahşettirmiştir. Mezaya-yı aliye ve fezail-i ilmiyesiyle de din-i Muhammedinin (a.s.m.) neşrinde ve isbatında bir kemal-i tam halinde ru-nüma olmuş olan böyle bir zat elbette Seyyidül-Enbiya Hazretlerinin (a.s.m.) en yüksek iltifatına mazhar ve en ali himaye ve himmetine naildir. Ve şüphesiz o Nebiyy-i Akdesin (a.s.m.) emir ve fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envar ve hakaikına varis ve makes olan bir zat-ı kerimüs-sıfattır.

Envar-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) ve maarif-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ve füyuzat-ı şem-i İlahiyi en müşaşa bir şekilde parlatması ve Kurani ve hadisi olan işarat-ı riyaziyenin kendisinde müntehi olması ve hitabat-ı Nebeviyeyi (a.s.m.) ifade eden ayat-ı celilenin riyazi beyanlarının kendi üzerinde toplanması delaletleriyle o zat hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mirat-ı mücellası ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikatı ve şem-i İlahinin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hamil-i zisaadeti olduğuna şüphe yoktur.

Üçüncü medrese-i Yusufiyenin el-Hüccetüz-Zehra ve
Zühretün-Nur olan tek dersini dinleyen Nur şakirtleri namına:
Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, Salahaddin,
Zübeyir, Ceylan, Sungur, Tabancalı

Benim hissemi haddimden yüz derece ziyade vermeleriyle beraber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmaya cesaret edemedim. Sükut ederek o medhi Risale-i Nur şakirtlerinin şahs-ı manevisi namına kabul ettim.
Said Nursi

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا

Çok sevgili, çok mübarek, çok kıymettar, çok müşfik Üstadımız, Efendimiz Hazretlerine,
Ey irade-i cüziyesini tamamıyla terk edip her umurunu irade-i Rabbaniyeye bırakan ve her zahiri musibet ve sıkıntıda kader-i İlahinin merhamet ve hikmetini görüp kemal-i tevekkül ve teslimiyetle o cilve-i Rabbaniyenin dahi netaicini sabır ile bekleyen muhterem Üstad! Bazı yerlerde, ehl-i imanın nokta-i istinadının yıkılmaya başladığı ve bir kısım esbab ve neşriyat, imanın erkanına karşı muhalif cephe alıp, Allahı inkar eden insanlar alenen ve tefahurla dolaştığı ve Kuranın evamirine muhalif hareket etmek ve manevi kuvvetlere inanmamak, icad ve tasni hakkını şuursuz, kör, sağır, tabiata vermek bir şiar-ı medeniyet ve irfan ve münevverlik telakki edildiği yürekler titreten şu dehşetli asırda, Kuranın bir mucize-i maneviyesi olan Risale-i Nuru telif ederek muztarip ve iman ab-ı hayatına muhtaç pek çok biçare gönüllere panzehir hükmünde olan devalarını vererek onlara saadet-i ebediyeyi müjdeleyen ve davalarını gayet kati burhan ve hüccetlerle ispat eden hakikat cadde-i kübrasında kudsi ve muazzez rehberimiz ve es-sebebu kel-fail sırrıyla Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran yüz binler Nur talebesinin hasenatının bir misli defter-i amaline geçen faziletmeab efendimiz!

Nasıl ki Cenab-ı Hak, Denizli hapsinin sıkıntılarını hiçe indirecek derecede şifa-bahş olan Meyve Risalesini orada ihsan etmiş ve gülün çiçeğindeki gayet şirin rayihası, dikeninin acısını hiçe bıraktığı gibi, fani sıkıntılarınızı izale etmişti; aynen öyle de, yine kerim olan Rahim-i Zülcemal Hazretleri, Denizli hapsinin bir aylık sıkıntısına bir günlük maddi ıztırabı mukàbil gelen bu Afyon hapishanesinde siz sevgili Üstadımız eliyle tiryak ve panzehir hükmünde tevhid, tahmid ve istiane ve risalet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) tasdik ve muazzam hüccetlerini ihsan etmiş bulunuyor. Okumak ve yazmayı Risale-i Nurun feyziyle öğrenen çok kusurlu talebeleriniz bizler, bu üç küçük risaleyi—çam çekirdeğinin koca çam ağacının fihristesini, programını içinde sakladığı misillü—hem Risale-i Nurun hakkaniyetinin kati bir hücceti, hem bir nevi hülasatül-hülasası olarak telakki ettik.

Fezailini tariften aciz bulunduğumuz, fakat okuması ruhumuzda pek büyük bir inşiraha vesile olan ve maddi elemlerimizi sürura kalb eden ve iman bahçesinden hadsiz meyveleri getiren bu üç küçük risaleden birisi, zamanımızdaki mevcut küfür, dalalet, tabiat karanlıklarını dağıtacak ve izale edecek on bir hüccet-i tevhidi; ikincisi, Risale-i Nurun bütün muvazenelerinin menbaı ve esası ve üstadı içinde bulunan Fatiha-ı Şerifenin imani ve kudsi hüccetlerini havi bir şirin tefsirini; üçüncüsü, yine Afyon medrese-i Yusufiyesinde siz sevgili Üstadımızın kalb-i mübareklerine hutur eden risalet-i Muhammediyeye (a.s.m.) dair kısmının gayet parlak ve tam bir itminan temin eden bir mükemmel tercümesini beyan buyuruyordu.

Hiçbir cihette hiçbir şeye liyakatimiz olmayan bizler, bütün kuvvetimizle neşrine çalışacağımız bu mahiyetteki eserlerinizi aldık. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ederek “Ya Erhamerrahimin! Üstadımızdan ebediyen razı ol” diye dua ettik.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Risale-i Nur talebeleri namına:
Zübeyir, Ceylan, Sungur, İbrahim

El-Hutbetüş-Şamiye namındaki Arabi dersin tercümesinin mukaddimesidir
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim,
Kırk sene evvel Şamdaki Camiül-Emevide, Şam ulemasının ısrarıyla, on bin adama yakın, içinde yüz ehl-i ilim bulunan azim cemaate verilen bu Arabi ders risalesindeki hakikatleri bir hiss-i kablelvuku ile Eski Said hissetmiş, kemal-i katiyetle müjdeler vermiş ve pek yakın zamanda o hakikatler görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumi ve yirmi beş sene bir istibdad-ı mutlak, o hiss-i kablelvukuun kırk sene tehirine sebep olmuş. Ve şimdi, o zamanda verdikleri haber, aynen tezahürleri alem-i İslamiyette başlamış. Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya bin üç yüz yirmi yedi (1327)ye bedel, bin üç yüz yetmiş bir (1371)deki Camiül-Emevi yerine alem-i İslam camiinde üç yüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatli ve taze bir ders-i içtimai ve İslamidir diye tercümesini neşretmek münasip görürseniz neşredersiniz.

Gayet mühim bir suale verilen çok ehemmiyetli bir cevabı burada yazmaya münasebet geldi. Çünkü kırk sene evvel Eski Said, o dersinde bir hiss-i kablelvuku ile Risale-i Nurun harika derslerini ve tesiratını görmüş gibi bahsediyor. Onun için o sual-cevabı yazacağız. Şöyle ki:

Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar: “Neden bu kadar muarızlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalalete mukàbil Risale-i Nur mağlup olmuyor? Milyonlar kıymettar hakiki kütüb-ü imaniye ve İslamiyenin intişarlarına bir derece sed çekmekle ve sefahet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle çok biçare gençleri ve insanları hakaik-i imaniyeden mahrum bırakıyorlar. Halbuki en şiddetli hücum ve en gaddarane muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risale-i Nuru kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde, hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risale-i Nurun intişarı, hatta çoğu el yazmasıyla altı yüz bin nüsha risalelerinden kemal-i iştiyakla perde altında intişar etmesi ve dahil ve hariçte kemal-i iştiyakla kendini okutturmasının hikmeti nedir? Sebebi nedir?” diye bu mealde çok suallere karşı el-cevap deriz ki:

Kuran-ı Hakimin sırr-ı icazıyla hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir manevi cehennemi dalalette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevi bir cennet bulunduğunu ispat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde manevi elim elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i Şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi manevi lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Sefahet ehlini ve dalalete düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hal var.

Birincisi: akıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yeganesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlup etmektir. Ve يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا ayetinin işaretiyle, bu zamanda ahiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevi kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tabi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yeganesi, dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalaletin ve sefahetteki tiryakiliğin inadı karşısında, Cenab-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azabıyla insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yoluyla ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, “Cenab-ı Hak Gafurür-Rahimdir, hem Cehennem pek uzaktır” der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlup olur.

İşte, Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle küfür ve dalaletin dünyadaki elim ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip, aklı başında olanları tevbeye sevkeder. O muvazenelerden, Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki kısa muvazeneler ve Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfındaki uzun muvazene, en sefih ve dalalette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor. Mesela, ayet-i Nurda, seyahat-i hayaliye ile hakikat olarak gördüğüm vaziyetleri gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilini isteyen Sikke-i Gaybiyenin ahirine baksın.

Ezcümle: O seyahat-i hayaliyede, rızka muhtaç hayvanat alemini gördüğüm vakit, maddi felsefe ile baktım; hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o zihayat alemini bana çok acıklı ve elim gösterdi. Ehl-i dalalet ve gafletin gözüyle baktığımdan feryad eyledim. Birden hikmet-i Kuraniye ve imanın dürbünüyle gördüm ki, Rahman ismi, Rezzak burcunda parlak bir güneş gibi tulu etti. O aç, biçare zihayat alemini rahmet ışığıyla yaldızladı.

Sonra hayvanat alemi içinde, yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları hazin, elim ve herkesi rikkat ve acımaya getirecek bir karanlık içinde diğer bir alemi gördüm. Ehl-i dalaletin nazarıyla baktığıma eyvah dedim. Birden iman bana bir gözlük verdi. Gördüm ki, Rahim ismi şefkat burcunda tulu etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o acı alemi sevinçli aleme çevirip ışıklandırdı ki, şekva ve acımak ve hüzünden gelen gözyaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi insan alemi bana göründü. Ehl-i dalaletin dürbünüyle baktım. O alemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki, kalbimin en derinliklerinden feryad ettim, eyvah dedim. Çünkü, insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kainatı ihata eden tasavvurat ve efkarları ve ebedi bekà ve saadet-i ebediyeyi ve Cenneti gayet ciddi isteyen himmetleri ve fıtri istidatları ve had konulmayan ve serbest bırakılan fıtri kuvveleri ve hadsiz maksatlara müteveccih ihtiyaçları ve zaaf ve aczleriyle beraber hücumlarına maruz kaldıkları hadsiz musibet ve adaları ile beraber gayet kısa bir ömür, her gün ve her saat ölüm endişesi altında, gayet dağdağalı bir hayat, yaşamak için gayet perişan bir mAyşet içinde kalbe, vicdana en elim ve en müthiş halet olan mütemadi zeval ve firak belasını çekmek içinde, ehl-i gaflet için zulümat-ı ebediye kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar gördüm.

İşte, bu insan alemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla beraber bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-ı vücudum feryatla ağlamaya hazırken, birden Kurandan gelen Nur ve kuvvet-i iman o dalalet gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi. Gördüm ki, Cenab-ı Hakkın adil ismi Hakim burcunda, Rahman ismi Kerim burcunda, Rahim ismi Gafur burcunda, yani manasında, Bais ismi Varis burcunda, Muhyi ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Malik burcunda birer güneş gibi tulu ettiler. O karanlıklı ve içinde çok alemler bulunan insan aleminin umumunu birden ışıklandırdılar, şenlendirdiler. Cehennemi haletleri dağıtıp, nurani ahiret aleminden pencereler açıp, o perişan insan dünyasına nurlar serptiler. Zerrat-ı kainat adedince, “Elhamdü lillah, eşşükrü lillah” dedim. Ve aynelyakin gördüm ki, imanda manevi bir cennet ve dalalette manevi bir cehennem bu dünyada da vardır, yakinen bildim.

Sonra küre-i arzın alemi göründü. O seyahat-i hayaliyemde dine itaat etmeyen felsefenin karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri, hayalime dehşetli bir alem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha süratli hareketiyle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede gezip devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaid (kàbil) ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde ve o dehşetli gemi üstünde kainatın hadsiz boşluğunda seyahat eden biçare nev-i insan vaziyeti bana pek vahşetli bir karanlık içinde göründü, başım döndü. Gözüm karardı. Felsefenin gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden hikmet-i Kuraniye ve imaniye ile ışıklanmış bir gözle baktım, gördüm ki, Halık-ı Arz ve Semavatın Kàdir, Alim, Rab, Allah ve Rabbüs-Semavati vel-Ard ve Müsahhirüş-Şemsi vel-Kamer isimleri, rahmet, azamet, rububiyet burçlarında güneş gibi tulu ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli alemi öyle ışıklandırdılar ki, o halette, benim imanlı gözüme küre-i arz gayet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin erzakı içinde bir seyahat gemisi ve tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyya edilmiş ve ziruhları güneşin etrafında, memleket-i Rabbaniyede gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulatını rızık isteyenlere getirmek için bir gemi, bir tayyare, bir şimendifer hükmünde gördüm. Küre-i arzın zerratı adedince “Elhamdü lillahi ala nimetil-iman” dedim.

İşte, buna kıyasen, Risale-i Nurda pekçok muvazenelerle ispat edilmiştir ki, ehl-i sefahet ve dalalet, dünyada dahi bir manevi cehennem içinde azap çekerler; ve ehl-i iman ve salahat, dünyada dahi bir manevi cennet içinde, İslamiyet ve insaniyet midesiyle ve imanın tecelliyat ve cilveleriyle, manevi bir cennet lezzetleri tadabilir, belki derece-i imanlarına göre istifade edebilirler. Fakat, bu fırtınalı zamanın hissi iptal eden ve beşerin nazarını afaka dağıtan ve boğan cereyanlar, iptal-i his nevinden bir sersemlik vermiş ki, ehl-i dalalet manevi azabını muvakkaten tam hissedemiyor; ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakiki lezzetini tam takdir edemiyor.

Bu asırda ikinci dehşetli hal: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadiden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için, eski İslam muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kafi olurdu, küfr-ü meşkukü çabuk izale ederlerdi. Allaha iman umumi olduğundan, Allahı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kafir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilimle dalalete girip inat ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, Firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle hakaik-i imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı, atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-i kudsiye lazımdır ki, onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.

İşte, Cenab-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kuran-ı Mucizül-Beyanın bir mucize-i maneviyesi ve lemeatı bulunan Risale-i Nur, pek çok muvazenelerle, en dehşetli muannid, mütemerridleri, Kuranın elmas kılıcıyla kırıyor. Ve kainat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor ki, yirmi beş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlup olmayıp galebe etmiş ve ediyor.

Evet, Risale-i Nurda, iman ve küfür muvazeneleri ve hidayet ve dalalet mukayeseleri, bu mezkur hakikatleri bilmüşahede ispat ediyor. Mesela, Yirmi İkinci Sözün iki makamının burhanlarına ve lemalarına ve Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfına ve Otuz Üçüncü Mektubun pencerelerine ve Asa-yı Musanın on bir hüccetine, sair muvazeneler kıyas edilse ve dikkat edilse anlaşılır ki, bu zamanda küfr-ü mutlakı ve mütemerrid dalaletin inadını kıracak, parçalayacak Risale-i Nurda tecelli eden hakikat-i Kuraniyedir.

İnşaallah, nasıl Tılsımlar Mecmuasında, dinin mühim tılsımlarını ve hilkat-ı alemin muammalarını keşfeden parçalar, o mecmuada toplanmış. Aynen öyle de, ehl-i dalaletin dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidayetin dünyada lezaiz-i cennetlerini gösteren ve iman, Cennetin bir manevi çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu olduğunu gösteren Nurun o gibi parçaları, kısacık bir tarzda, bir mecmuacık olarak yazılacak, inşaallah neşredilecek.
Said Nursi

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُوَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Aziz, sıddık, sarsılmaz, sebatkar, fedakar, vefadar kardeşlerim,
Bilirsiniz ki, Ankara ehl-i vukufu Risale-i Nura ait kerametleri ve işaret-i gaybiyeleri inkar edememişler. Yalnız, yanlış olarak o kerametlerde beni hissedar zannedip itiraz ederek, “Böyle şeyler kitapta yazılmamalıydı; keramet izhar edilmez” diye hafif bir tenkide mukàbil, müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki:

Onlar bana ait değil ve o kerametlere sahip olmak benim haddim değil. Belki Kuranın mucize-i maneviyesinin tereşşuhatı ve lemalarıdır ki, hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nurda kerametler şeklini alarak, şakirtlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek için, ikramat-ı İlahiye nevindendir. İkram ise, izharı bir şükürdür, caizdir. Hem makbuldür. Şimdi ehemmiyetli bir sebebe binaen cevabı bir parça izah edeceğim. Ve, “Niçin izhar ediyorum? Ve niçin bu noktada bu kadar tahşidat yapıyorum? Ve niçin birkaç aydır bu mevzuda çok ileri gidiyorum; ekser mektuplar o keramete bakıyor?” diye sual edildi.

Elcevap: Risale-i Nurun hizmet-i imaniyesinde bu zamanda binler tahribatçılara mukàbil yüz binler tamiratçı lazım gelirken, hem benimle laakal yüzer katip ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare takdirle ve teşvikle yardım ve temas etmek zaruri iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bakiyeye baktığı için hayat-ı faniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek ehl-i imana vacip iken, kendimi misal alarak derim ki:

Beni her şeyden ve temastan ve yardımcılardan men etmekle beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nurdan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zayıf, garip, kimsesiz biçareye, binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrit ve tazyiklerde maddi bir hastalık nevinde insanlar ile temas ve ihtilattan çekilmeye mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmekle kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle, ihtiyarım haricinde, bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirtlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevi bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla, başkalarına muhtaç olmayarak, bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış. Yoksa—haşa—kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfuruşluk etmek ise, Risale-i Nurun ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. İnşaallah Risale-i Nur kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır.

Umum kardeşlerimin ve hemşirelerimin, hassaten duaları makbul ve mübarek masumlar taifesi ve muhterem ihtiyarlar cemaatinden her birerlerine binler selam ve dua ederek Ramazan-ı Şeriflerini tebrik ederiz, dualarını rica ederiz.
Hasta kardeşiniz
Said Nursi

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Bu aciz kardeşiniz, hem itiraz eden o eski dost zata, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki, Kuran-ı Mucizül-Beyanın feyziyle Yeni Said hakaik-i imaniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatça burhanlar zikrediyor ki, değil Müslüman uleması, belki en muannid Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir. Amma Risale-i Nurun kıymet ve ehemmiyetine işari ve remzi bir tarzda, Ali ve Gavs-ı azamın ihbaratı nevinden, Kuran-ı Mucizül Beyan dahi bu zamanda bir mucize-i maneviyesi olan Risale-i Nura nazar-ı dikkati celb etmesine mana-yı işari tabakasından rumuz ve imaları, icazının şenindendir. Ve o lisan-ı gaybın belağat-i mucizekaranesinin muktezasıdır.

Evet, Eskişehir hapishanesinde dehşetli bir zamanda ve kudsi bir teselliye çok muhtaç olduğumuz hengamda, manevi bir ihtarla, “Risale-i Nurun makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki وَلاَ رَطْبٍ وَلاَيَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kurandır. Acaba Risale-i Nuru Kuran kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acip sual karşısında bulundum. Ben de Kurandan istimdat eyledim. Birden, otuz üç ayetin mana-yı sarihinin teferruatı nevindeki tabakattan mana-yı işari tabakasından ve o mana-yı işari külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar-ı imtiyazına birer kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ve ben de ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kati kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki, ayatın mana-yı sarihi budur. Ta hocalar fihi nazarun desin. Hem dememişiz ki, mana-yı işarinin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mana-yı sarihinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mana-yı işari ve remzidir. Ve o mana-yı işari de bir küllidir; her asırda cüziyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mana-yı işari tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifri ve riyazi ile karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kuranın ayetine veya sarahatine, değil incitmek, belki icaz ve belağatine hizmet ediyor. Bu nevi işarat-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatin nihayetsiz işarat-ı Kuraniyeden had ve hesaba gelmeyen istihraçlarını inkar edemeyen bunu da inkar etmemeli ve edemez.

Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istibad edip böyle itiraz eden zat, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halk eylemek azamet ve kudret-i İlahiyeye delil olduğunu düşünse, elbette bizim gibi acz-i mutlak ve fakr-ı mutlakta böyle ihtiyac-ı şedid zamanında böyle bir eser zuhuru, vüsat-i rahmet-i İlahiyeye delildir demeye mecbur olur. Ben sizi ve muterizleri Risale-i Nurun şeref ve haysiyetiyle temin ediyorum ki, bu işaretler ve evliyanın imalı haberleri, remizleri, beni daima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfara sevk etmiş. Hiçbir vakitte ve hiçbir dakika nefs-i emmareme medar-ı fahr ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini, size bu yirmi sene hayatımın gözünüz önünde tereşşuhatıyla ispat ediyorum.

Evet, bu hakikatle beraber, insan kusurdan, nisyandan hali değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış; risalelerde bazı hatalar olmuş. Fakat Kuranın hurufat-ı kudsiyesinin yerine beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla yeni hat altında tahrifkarane ehl-i dalaletin tevilat-ı fasideleri ayatın sarahatini incitmelerine bakmıyor gibi, biçare mazlum bir adamın kardeşlerinin imanını kuvvetlendirmek için bir nükte-i icaziyeyi beyan ettiği için hizmet-i imaniyesine fütur verecek derecede itiraz, elbette değil ehl-i hakikat zatlar, belki zerre miktar insafı bulunan itiraz edemez.

Bunu da ilaveten beyan ediyorum; bu zamanda gayet kuvvetli ve hakikatli milyonlarla fedakarları bulunan meşrepler, meslekler, tarikatler, bu dehşetli dalalet hücumuna karşı zahiren mağlubiyete düştükleri halde benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz ve mütemadiyen tarassut altında, karakol karşısında ve müthiş, müteaddit cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir adam, o mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risale-i Nura sahip değildir ve o eser onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kuran-ı Hakimin bu zamanda bir nevi mucize-i maneviyesi olarak rahmet-i İlahiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kuraniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekasının eseri olmadığına delil, Risale-i Nurda öyle parçalar var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yeminle temin ediyorum ki, Eski Saidin kuvve-i hafızası da beraber olmak şartıyla, o on dakika işi on saatte fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum. Ve o bir günde altı saatlik risale olan Otuzuncu Sözü ne ben ve ne de en müdakkik dindar feylesoflar altı günde o tahkikatı yapamazlar. Ve hakeza…

Demek biz müflis olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat dükkanının dellalı ve bir hizmetçisi olmuşuz. Cenab-ı Hak fazl ve keremiyle şu hizmette halisane, muhlisane bizi ve umum Risale-i Nur talebelerini daim ve muvaffak eylesin. amin, bi hürmeti seyyidil-mürselin.
Said Nursi