Üstadın talebelerine gönderdiği gayet kıymettar, nurlu mektuplardır. Risale-i Nurun parlak mücahedatını bu samimi mektuplar gayet parlak gösteriyorlar.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Aziz, sıddık kardeşlerim,
Geçen Leyle-i Kadrinizi ve gelen bayramınızı bütün mevcudiyetimle tebrik ve sizleri Cenab-ı Erhamürrahiminin birliğine ve rahmetine emanet ediyorum. مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ أَمِنَ مِنَ الكَدَرِ sırrıyla, sizi teselliye muhtaç görmemekle beraber, derim ki: وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَأِنَّكَ بِأَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ ayetinin mana-yı işarisiyle verdiği teselliyi tamamiyle gördüm. Şöyle ki:
Dünyayı unutmak, Ramazanımızı asude geçirmek düşünürken, hatıra gelmeyen ve bütün bütün tahammülün fevkinde bu dehşetli hadise hem benim, hem Risale-i Nurun, hem sizin, hem Ramazanımız, hem uhuvvetimiz için ayn-ı inayet olduğunu ben müşahede ettim. Bana ait cihetinin ise çok faidelerinden yalnız iki üçünü beyan ederim.
Biri: Ramazanda çok şiddetli bir heyecan, bir ciddiyet, bir iltica, bir niyazla müthiş hastalığa galebe ederek çalıştırdı.
İkincisi: Herbirinize karşı bu sene de görüşmek ve yakınınızda bulunmak arzusu şiddetliydi. Yalnız birinizi görmek ve Ispartaya gelmek için bu çektiğim zahmeti kabul ederdim.
Üçüncüsü: Hem Kastamonuda, hem yolda, hem burada fevkalade bir tarzda bütün elim haletler birden değişiyor ve memulün ve arzumun hilafına olarak bir dest-i inayet görünüyor.
اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ dediriyor. En ziyade beni düşündüren Risale-i Nuru, en gafil ve dünyaca büyük makamlarda bulunanlara da kemal-i dikkatle okutturuyor, başka bir sahada fütuhata meydan açıyor. Ve en ziyade rikkatime dokunan ve kendi elemimden başka her birinizin sıkıntısından başıma toplanan bütün elemlere ve teessüflere karşı, Ramazanda, bir saati yüz saat hükmüne getiren o şehr-i mübarekte, bu musibet dahi, o yüz sevabı, her bir saati on saat derecesinde ibadet yapmakla bine iblağ ettiğinden, Risale-i Nurdan tam ders alan ve dünya fani ve ticaretgah olduğunu bilen ve her şeyi imanı ve ahireti için feda eden ve bu dershane-i Yusufiyedeki muvakkat sıkıntıların daimi lezzetler ve faideler vereceklerine inanan sizin gibi ihlaslı zatlara acımak ve rikkatten ağlamak haletini, tebrik ve sebatınızı gayet istihsan ve takdir etmek haletine çevirdi. Ben de اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ dedim. Bana ait bu faideler gibi hem uhuvvetimizin, hem Risale-i Nurun, hem Ramazanımızın, hem sizin bu yüzde öyle faideleri var ki, perde açılsa, “Ya Rabbena, şükür! Bu kaza ve kader-i İlahi, hakkımızda bir inayettir” dedirtecek kanaatim var. Hadiseye sebebiyet verenlere itab etmeyiniz. Bu musibetin geniş ve dehşetli planı çoktan kurulmuştu, fakat manen pek çok hafif geldi. İnşaallah çabuk geçer.
عَسٰى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrıyla müteessir olmayınız.
Said Nursi
Aziz kardeşlerim,
Yakınınızda bulunmakla çok bahtiyarım. Sizin hayalinizle ara sıra konuşurum, müteselli olurum. Biliniz ki, mümkün olsaydı, bütün sıkıntılarınızı kemal-i iftihar ve sevinçle çekerdim. Ben, sizin yüzünüzden Ispartayı ve havalisini taşıyla, toprağıyla seviyorum. Hatta diyorum ve resmen de diyeceğim: Isparta hükümeti bana ceza verse, başka bir vilayet beni beraet ettirse, yine burayı tercih ederim.
Evet, ben üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum; fakat kanaatım var ki, İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Saidin aslı buradan gitmiş. Hem Isparta vilayeti öyle hakiki kardeşleri bana vermiş ki; değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Saidi onların her birisine maalmemnuniye feda eylerim.
Tahmin ederim, şimdi küre-i arzda Risale-i Nur şakirtlerinden, kalben ve ruhen ve fikren daha az sıkıntı çeken yoktur. Çünkü kalb ve ruh ve akılları iman-ı tahkiki nurlarıyla sıkıntı çekmezler. Maddi zahmetler ise, Risale-i Nur dersiyle hem geçici, hem sevaplı, hem ehemmiyetsiz, hem hizmet-i imaniyenin başka bir mecrada inkişafına vesile olmasını bilerek şükür ve sabırla karşılıyorlar. İman-ı tahkiki dünyada dahi medar-ı saadettir diye halleriyle ispat ediyorlar. Evet, “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler” deyip, metinane bu fani zahmetleri baki rahmetlere tebdile çalışıyorlar.
Cenab-ı Erhamürrahimin, onların emsallerini çoğaltsın, bu vatana medar-ı şeref ve saadet yapsın ve onları da Cennetül-Firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eylesin. amin.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu kaza-i İlahinin adalet-i kaderiye noktasında, yeni talebelerden bir kısım zatların sırr-ı ihlasa muvafık olmayan dünya cihetini de Risale-i Nur ile arzu etmesinden, bazı menfaatperest rakipleri karşısında bulup, yirmi beş sene evvel aslı yazılan ve sekiz sene zarfında bir iki defa elime geçen ve aynı vakitte kaybettirilen Beşinci Şua benden uzak bir yerde ele geçmesiyle, o hoca bozması gibi kıskançlar, onunla adliyeyi evhamlandırdılar. Aynı vakit, benim arzu ettiğim yeni harflerle Miftahul-İman mecmuası yerine Ayetül-Kübra muvafakatım olmadan tab olması ve nüshaları gelmesi hükümete aksetmiş, iki mesele birbiriyle karıştırılmış. Güya Kanun-u Medeniyeye karşı o Beşinci Şua tab edilmiş diye, ehl-i garaz, bir habbeyi yüz kubbe yaparak gadren bizleri şu çilehaneye soktu. Fakat kader-i İlahi ise, menfaatimiz için buraya sevk etti ve eski zamanlarda ihtiyari çilehanelerin sevap noktasında çok fevkinde sevapdar etmek sırrıyla, bizi, ihlas dersini tam almak ve hakikaten kıymetsiz olan dünya umuruna karşı alakalarımızı tadil etmek için yine medrese-i Yusufiyeye çağırdı.
Ehl-i dünya evhamına karşı deriz:
Yedinci Şua baştan aşağıya kadar imandır; aldanmışsınız. Ve gayet mahrem tutulan ve şiddetli taharrilerde bizde bulunmayan ve aslı yirmi sene evvel yazılan Beşinci Şua bütün bütün ayrıdır. Biz, bunun değil tabına, belki bu zamanda hiç kimseye göstermesine razı olmamakla beraber, orada doğru çıkmış bir ihbar-ı gaybidir, mübareze etmiyor.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Bayramınızı tekrar tebrikle beraber, sureten görüşemediğimize teessüf etmeyiniz. Bizler hakikaten daima beraberiz; ebed yolunda da inşaallah bu beraberlik devam edecek. İmani hizmetinizde kazandığınız ebedi sevaplar ve ruhi ve kalbi faziletler ve sevinçler, şimdiki geçici ve muvakkat gamları ve sıkıntıları hiçe indirir kanaatindeyim. Şimdiye kadar, Risale-i Nur şakirtleri gibi çok kudsi hizmette çok az zahmet çekenler olmamış.
Evet, Cennet ucuz değil. İki hayatı imha eden küfr-ü mutlaktan kurtarmak, bu zamanda pek çok ehemmiyetlidir. Bir parça meşakkat olsa da şevk ve şükür ve sabırla karşılamalı. Madem bizi çalıştıran Halıkımız Rahim ve Hakimdir; başa gelen her şeyi rıza ile, sevinçle, rahmetine, hikmetine itimatla karşılamalıyız.
Kahraman bir kardeşimiz, ayetül-Kübra meselesinde bütün mesuliyeti kendine alıp, Hizb-i Kuranı ve Hizb-i Nuru ve kalemiyle kazandığı fevkalade uhrevi şeref ve fazilete istihkakını tam göstermiş, beni derin sevinçlerle ağlatmış. Ve Yedinci Şua olan ayetül-Kübra tam nazar-ı dikkati celb ederek ileride ona layık bir fütuhatı ihzar etmek hikmetiyle ona gelen bu muvakkat müsadere, o kardeşimizin ve rüfekasının hizmetlerini ve masraflarını zayi etmeyecek, inşaallah daha parlattıracak diye rahmet-i İlahiyeden bekleriz.
Sizi bütün dualarında اَجِرْنَا وَارْحَمْنَا وَاحْفَظْنَا gibi bütün mütekellim-i maalgayr sigalarında bilaistisna dahil edip, kesretli cesetler ve birtek ruh hükmünde şirket-i maneviyemizin düsturlarıyla çalışan ve sizin sıkıntınızla sizden ziyade alakadar olan ve şahs-ı manevinizden himmet ve medet ve sebat ve metanet ve şefaat bekleyen,
Kardeşiniz
Said Nursi
Bu hadise tesiriyle ben kendimi masum kardeşlerime rıza-yı kalb ile feda etmeye kati azm ü cezmettiğim ve çaresini fikren aradığım vakitte, Celcelutiyeyi okudum. Birden hatıra geldi ki, İmam-ı Ali radıyallahu anh “Ya Rab aman ver!” diye dua etmiş. İnşaallah, o duanın sırrıyla selamete çıkarsınız.
Evet, Ali radıyallahu anh, Kaside-i Celcelutiyede iki suretle Risale-i Nurdan haber verdiği gibi, ayetül-Kübra risalesine işareten:
وَبِاْلاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِ نِىِ ّ مِنَ الْفَجَتْ der. Bu işarette ima eder ki, ayetül-Kübra yüzünden ehemmiyetli bir musibet Risale-i Nur talebelerine gelecek ve “ayetül-Kübra hakkı için o فَجَتْ ve musibetten şakirtlerine aman ver” diye niyaz eder, o risaleyi ve menbaını şefaatçi yapar. Evet, ayetül-Kübra risalesinin tabı bahanesiyle gelen musibet, aynen o remz-i gaybiyi tasdik etti.
Hem o kasidede, Risale-i Nurun mühim eczalarına tertibiyle işaretlerin hatimesinde, mukàbil sahifede der:
وَتِلْكَ حُرُوفُ النُّورِ فَاجْمَعْ خَوَاصَّهَا وَحَقِّقْ مَعَانِيهَا بِهَا الْخَيْرُ تُمِّمَتْ
Yani, “İşte, Risale-i Nurun sözleri, hurufları ki, onlara işaretler eyledik. Sen onların hassalarını topla ve manalarını tahkik eyle. Bütün hayır ve saadet onlarla tamam olur” der. “Hurufların manalarını tahkik et” karinesiyle manayı ifade etmeyen hecai harfler murad olmayıp, belki kelimeler manasındaki “Sözler” namıyla risaleler muraddır.
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ رَبَّنَا لاَتُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَأْنَا
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşim Refet Bey,
Senin alimane suallerin Risale-i Nurun Mektubat kısmında çok ehemmiyetli hakikatlerin anahtarları olmasından, senin suallerine karşı lakayt kalamıyorum. Bunun kısa cevabı şudur:
Madem Kuran bir hutbe-i ezeliyedir, nev-i beşerin umum tabakatıyla ve ehl-i ibadetin bütün taifeleriyle konuşur. Elbette onlara göre müteaddit manaları ve külli manasının çok mertebeleri bulunacak. Bazı müfessirler, yalnız en umumi veya en sarih veya vacip veya bir sünnet-i müekkedeyi ifade eden manayı tercih eder. Mesela, bu ayette وَمِنَ الَّيْلِ فَسَبِّحْهُ dan ehemmiyetli bir sünnet olan iki rekat teheccüt namazını ve وَإِدْبَارَ النَّجُومِ dan, bir sünnet-i müekkede olan sabah fecir sünnetini zikretmiş. Yoksa evvelki mananın daha çok efradı var. Kardeşim, seninle konuşmak kesilmemiş.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Şimdi zuhur namazını kıldım. Tesbihat içinde siz hatırıma geldiniz ki, herbiri hem kendini, hem hanesindeki akrabasını düşünmekle mahzun olur. Birden kalbe geldi ki:
Madem eski zamanlarda ahiretini dünyasına tercih edenler, hayat-ı içtimaiyenin günahlarından kurtulmak ve ahiretine halisane çalışmak niyetiyle mağaralarda, çilehanelerde riyazetle hayatlarını geçirenler bu zamanda olsaydılar, Risale-i Nur şakirtleri olacaktılar. Elbette şimdi, bu şerait altında, bunlar onlardan on derece daha ziyade muhtaçtır ve on derece fazla fazilet kazanıyorlar ve on derece daha rahattırlar.
Aziz, mübarek kardeşlerim,
Pek çok selam… Bizim memlekette eskide arefe gününde bin İhlas-ı Şerif okurduk.Ben, şimdi bir gün evvel beş yüz ve arefede dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen, birden okuyabilir. Ben, gerçi sizleri göremiyorum ve hususi herbirinizle görüşmüyorum, fakat ben, ekser vakitler, dua içinde herbirinizle bazen ismiyle sohbet ederim.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ben, şimdiye kadar Nur fabrika dairesinin mübarekler heyetinden iki ehemmiyetli rükünler kurtulmuşlar tahmin ederim. Elhak, o daire, o heyet, altı yedi senede yirmi otuz sene kadar fatihane iş görmüşler. Parlak kalemlerinin yadigarları gibi, onların hizmetlerine tevakkuf etmez; onların bedeline, onların defter-i amallerine hasenat yazdırıyor. Hatta Hizb-i Nurinin öyle bir kuvvetli fütuhatı var ve öyle ehemmiyetli yerlere girmiş ki, onu neşredenler mütemadiyen çalışıyorlar hükmündedir.
Ben, pek çok çalışmış ve çalışkan Hafız Mustafayı da evvelki zat gibi dışarıda zannederdim.
Yalnız bir defa “O da buradadır” işittim; belki başka Mustafadır diye teselli buluyordum.
Aziz kardeşlerim,
Ben, bu sabah tesbihatta Hafız Tevfike acıdım. Bu iki defadır zahmet çekiyor tahattur ettim. Birden hatıra geldi: Onu tebrik et. O, kendini faidesiz bir ihtiyatla Risale-i Nurdaki çok ehemmiyetli makamından ve büyük hissesinden bir derece çekmek isterdi. Fakat hizmetinin kudsiyeti ve azameti, onu yine o büyük hisseye ve pek büyük sevaba muvaffak eyledi. Az bir sıkıntı ve geçici bir küçük zahmetle böyle bir şeref-i maneviden geri kalmamak gerektir.
Evet, kardeşlerim, madem her şey gidiyor; ve gittikten sonra eğer lezzet ve keyif ise, boşu boşuna gider, bir hasret kalır! Eğer sıkıntı ve zahmet ise hem dünyevi ve uhrevi, hem böyle bir kudsi hizmet noktasında öyle bir lezzetli faideler var ki, o zahmeti hiçe indirir. İçinizde biri müstesna, en ihtiyarı ve en ziyade başına sıkıntılar toplanan benim. Sizi temin ederim, tam bir sabır ve şükür ve tahammülle halimden memnunum. Musibete şükür ise, musibetteki sevap ve uhrevi ve dünyevi faideleri içindir.
Aziz kardeşlerim,
Meyvenin meselelerinin tekmil edilmesine meydan vermeyen manilerin zevaliyle inşaallah yine başlanacak ki, birisi soğuk, birisi masonların onun kuvvetinden dehşet almalarıdır. Ben, bu musibette kader-i İlahi cihetini düşünüyorum. Zahmetim rahmete inkılap eder.
Evet, Risale-i Kaderde beyan edildiği gibi, her hadisede iki sebep var: Biri zahiridir ki, insanlar ona göre hükmederler, çok defa zulmederler. Biri de hakikattır ki, kader-i İlahi ona göre hükmeder, o aynı hadisede beşer zulmünün altında adalet eder. Mesela, bir adam, yapmadığı bir sirkat ile zulmen hapse atılır. Fakat gizli bir cinayetine binaen, kader dahi hapsine hüküm verir, aynı zulm-ü beşer içinde adalet eder.
İşte bu meselemizde elmaslar şişelerden, sıddık fedakarlar mütereddit sebatsızlardan ve halis muhlisler, benlik ve menfaatini bırakmayanlardan ayrılmak için bu şiddetli imtihana girmemizin iki sebebi var:
Birisi: Ehl-i dünya ve siyasetin evhamlarına dokunan kuvvetli bir tesanüd ve ihlasla fevkalade hizmet-i diniyedir. Zulm-ü beşer buna baktı.
İkincisi: Herkes kendi başına bu kudsi hizmete tam ihlas ve tam tesanütle tam liyakat göstermediğimizden, kader dahi buna baktı. Şimdi kader-i İlahi, ayn-ı adalet içinde hakkımızda ayn-ı merhamettir ki, birbirine müştak kardeşleri bir meclise getirdi, zahmetleri ibadete ve zayiatları sadakaya çevirdi. Ve yazdıkları risaleleri her taraftan nazar-ı dikkati celb etmek ve dünyanın mal ve evladı ve istirahati pek muvakkat ve geçici ve herhalde bir gün onları bırakıp toprağa girecek olmasından, onların yüzünden ahiretini zedelememek ve sabır ve tahammüle alışmak ve istikbaldeki ehl-i imana kahramanane bir nümune-i imtisal, belki imamları olmak gibi çok cihetle ayn-ı merhamettir. Fakat yalnız bir cihet var ki, beni düşündürüyor.
Nasıl bir parmak yaralansa göz, akıl, kalb ehemmiyetli vazifelerini bırakıp onunla meşgul oluyorlar. Öyle de, bu derece zarurete giren sıkıntılı hayatımız, yarasıyla kalb ve ruhumuzu kendiyle meşgul eder. Hatta dünyayı unutmak lazım olduğu bir zamanımda, o hal beni masonların meclisine getirdi, onları tokatlamakla meşgul eyledi. Cenab-ı Hak bu gaflet halini de bir mücahede-i fikriye nevinden kabul etmek ihtimaliyle teselli buldum.
Risale-i Nurun kıymettar muallimi Hafız Mehmedin kardeşi Ali Gülün selamını aldım. Ben hem ona, hem bütün hemşehrilerine ve Savanın bütün ahya ve emvatına binler selam ve dua ederim.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sizin sebat ve metanetiniz, masonların ve münafıkların bütün planlarını akim bırakıyor.
Evet, kardeşlerim, saklamaya lüzüm yok. O zındıklar, Risale-i Nuru ve şakirtlerini tarikate ve bilhassa Nakşi tarikatine kıyas edip, o ehl-i tarikati mağlup ettikleri planlarla bizleri çürütmek ve dağıtmak fikriyle bu hücumu yaptılar.
Evvela: Ürkütmek ve korkutmak ve o mesleğin su-i istimalatını göstermek.
Ve saniyen: O mesleğin erkanlarının ve müntesibininin kusuratlarını teşhir etmek.
Ve salisen: Maddiyun felsefesinin ve medeniyetinin cazibedar sefahet ve uyutucu lezzetli zehirleriyle ifsad etmekle mabeynlerinde tesanüdü kırmak ve üstadlarını ihanetlerle çürütmek ve mesleklerini fennin, felsefenin bazı düsturlarıyla nazarlarından sukut ettirmektir ki, Nakşilere ve ehl-i tarikate karşı istimal ettikleri aynı silahla bizlere hücum ettiler, fakat aldandılar. Çünkü, Risale-i Nurun meslek-i esası, ihlas-ı tam ve terk-i enaniyet ve zahmetlerde rahmeti ve elemlerde baki lezzetleri hissedip aramak ve fani ayn-ı lezzet-i sefihanede elim elemleri göstermek ve imanın bu dünyada dahi hadsiz lezzetlere medar olmasını ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatleri ders vermek olduğundan, onların planlarını inşaallah tam akim bırakacak. Ve meslek-i Risale-i Nur ise tarikatlere kıyas edilmez diye onları susturacak.
Bir latife: Bu sabah, yanımdaki jandarma koğuşundan biri beni çağırdı, pencereye çıktım.
Dedi: “Bizim kapımız kendi kendine kapandı. Ne yapıyoruz, açılmıyor.”
Ben de dedim: “Size işarettir ki, nöbettar olduğunuz ve üstlerinden kapı kapattığınız adamlar içinde sizin gibi masumlar var. Hatta on seneden beri görmediğim bir kardeşimle bir dakika görüşmek bahanesiyle bana ihanet ve başka bahaneyle dış kapımızın ikincisini dahi kapadılar. Onun cezası olarak sizin kapınız dahi kapandı.”
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Size dün yazdığım latifenin üç zerafeti var:
Birincisi: İstikbalde gelecek mübarek heyetin şahs-ı manevisinin bir mümessili olmasından, o şahs-ı manevinin sırrıyla ve bereketiyle sürgülü kapı kendi kendine açıldığı gibi, yine o tahakkuk edip vücuda gelmiş mübarek heyetin bir mümessilinin on sene sonra yarım dakika benimle görüşmesi sebebiyle bana hiddet edildi. Ben de hiddet ettim, “Kapıları kapansın!” tekrar eyledim. Aynı günün gecesinin sabahında—hiç vuku bulmamış—kendi kendine nöbetçilerin kapıları kapandı, iki saat açılmadı.
İkinci zarafeti: Ben bir pusula müddeiumuma müdürle göndermiştim, içinde demiştim: “Ben tecriddeyim, kimseyle görüşemiyorum. Görüşsem de bu şehirde kimseyi tanımıyorum. Buranın belediyesi birisiyle ila ahir…” Sonra müddeiumumi demiş:
“O tecridde mi?” Müdür demiş: “Yok.” İkisi bana itiraz etmişler. Aynı gün, yarım meczup ve yarım akraba biri yarım dakika benimle görüşmesi yüzünden öyle bir vaziyet gösterildi ki, hiçbir tecridde olmamış. Bana itirazları yüzlerine çarptı.
Üçüncüsü: Komşudaki haylaz gençlerin kapıda gürültüleri akşam yatsı ortasında bana zarar ederdi, fakat az idi. O kapıyı da aynı gün bir bahane ile kapattılar. Hem fena koku menzilimde ziyadeleşti, hem o haylazların kapıma yakın gürültüleri ziyade bana zarar verdi. Ben de yine “Kapıları kapansın, neden böyle yapıyorlar?” dedim. Aynı sabah o hadise oldu.
Kardeşlerim,
Yeni hurufla yazdığınız iki mesele, cidden tesirini gösterdi. Birinci, İkinci, Üçüncü Meseleleri de yazılsa çok iyi olur. Fakat Hüsrev ve Tahiri gibi kalemleri Kurana ve Kuran hattına mahsus ve memur olmalarından bana endişe verir. Başkalar yazsalar daha münasiptir.
Aziz kardeşlerim,
Bir seneden beri bir parça, yani bir kilo kadar şehriye ve pirinçten sarf ediyordum. Şüphem kalmadı ki, büyük bir bereket içinde var. Şimdi siz bırakmıyorsunuz ki pişireyim. Öyle ise, onu size hem teberrük hem bereketli bir hediye ediyorum. O yıldız şehriyeden bir defa harika bir bereketi gördüm. Taneleri pişirdikten sonra kurutuyordum. Bir tek tane on mislinden ziyade büyük olduğunu ben ve başkaları gördük.
Aziz kardeşlerim,
Bu gece evrad ile meşgul olurken nöbetçiler ve başkalar işitiyorlardı. Kalbime geldi ki: “Acaba bu izhar, sevabını noksan etmiyor mu?” diye telaş ettim. Hüccetül-İslam İmam-ı Gazalinin meşhur bir sözü hatıra geldi. O demiş: “Bazan izhar, çok defa ihfadan daha ziyade efdal olur.” Yani aşikare yapmakta başkalar, ya istifade veya taklit etmek veya gafletten uyanmak veya dalalette ve sefahette muannid ise, karşısında şeair-i İslamiye nevinde izhar etmek, izzet-i diniyeyi göstermek gibi çok cihetle, hususan bu zamanda ve ihlas dersini tam alanlarda değil riya, belki gizliden tasannu karışmamak şartıyla çok ziyade sevaplı olabilir diye bir teselli buldum.
İki gün evvel sorgu hakimi beni çağırdığı vakit, ben kardeşlerimi nasıl müdafaa edeyim diye düşünürken, İmam-ı Gazalinin Hizbül-Masununu açtım. Birden bu ayetler nazarımda göründü:
اِنَّ اللهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذِينَ اٰمَنُوا يَسْعٰى نُورُهُمْ بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَبِاَيْمَانِهِمْ اَللهُ حَفِيظٌ عَلَيْهِمْ طُوبٰى لَهُمْ
Baktım ki: Birinci ayet, şeddeler sayılsa ve meddeler sayılmazsa اٰمَنُوا daki “Vav” dahi meddedir, makam-ı cifrisi ve ebcedisi bin üç yüz altmış iki (1362) eder ki, tam tamına bu senenin aynı tarihine ve bizim mümin kardeşlerimizi müdafaaya azmettiğimiz zamana, hem manası, hem makamı tevafuk ediyor. Elhamdülillah dedim, benim müdafaama ihtiyaç bırakmıyor.
Sonra hatırıma geldi ki: “Acaba netice ne olacak?” diye merak ettim. Gördüm:
اَللهُ حَفِيظٌ عَلَيْهِمْ طُوبٰى لَهُمْ deki iki cümle, tenvin sayılmak şartıyla, makam-ı cifrisi aynen bin üç yüz altmış iki. Eğer bir med sayılmazsa, iki, eğer sayılsa üç eder. Tam tamına hıfz-ı İlahiyeye pek çok muhtaç olduğumuz bu zamanın, bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihine tevafuk ederek, bir seneden beri büyük bir dairede ve geniş bir sahada aleyhimize ihzar edilen dehşetli bir hücum karşısında mahfuziyetimize teminat ile teselli veriyor. Risale-i Nur bu hadisede daha parlak fütuhatı hakim dairelerde bulunmasından, şimdiki muvakkat tevakkuf bizi meyus etmez ve etmemeli. Ve ayetül-Kübranın tabı sebebiyle müsaderesi onun parlak makamına nazar-ı dikkati her taraftan ona celb etmesine bir ilanname telakki ediyorum. رَبَّنَا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْ لَنَا ayetini şimdi okudum. وَاغْفِرْ لَنَا cümlesi tam tamına bin üç yüz altmış iki eder. Bu senenin aynı tarihine tevafuk eder ve bizi çok istiğfara davet ve emreder ki, nurunuz tamam olsun ve Risale-i Nur noksan kalmasın.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu eski ve yeni iki medrese-i Yusufiyedeki şiddetli imtihanda sarsılmayan ve dersinden vazgeçmeyen ve yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde talebeliğini bırakmayan ve bu kadar tehacüme karşı kuvve-i maneviyesi kırılmayan zatları ehl-i hakikat ve nesl-i ati alkışlayacakları gibi, melaike ve ruhaniler dahi alkışlıyorlar diye kanaatim var. Fakat içinizde hastalıklı ve nazik ve fakirler bulunmasıyla, maddi sıkıntı ziyadedir. Ve buna karşı da herbiriniz herbirisine birer tesellici ve ahlakta ve sabırda birer nümune-i imtisal ve tesanüd ve taltifte birer şefkatli kardeş ve ders müzakeresinde birer zeki muhatap ve mücip ve güzel seciyelerin inikasında birer ayine olmanız, o maddi sıkıntıları hiçe indirir diye düşünüp ruhumdan ziyade sevdiğim sizler hakkında teselli buluyorum.
Yüz yirmi yaşında bulunan Mevlana Halidin (k.s.) cübbesini size birgün göndereceğim. O zat onu bana giydirdiği gibi, ben de onun namına sizin herbirinize teberrüken giydirmek için hangi vakit isterseniz göndereceğim.
Yeni geldiğimiz zaman çiçek aşısı doktoru beni aşıladı. O kolum çıban oldu ve şişti. O şiş aşağıya iniyor, beni yatırmıyor, abdestte sıkıntı veriyor. Acaba benim vücudum aşıya gelmez veyahut başka bir mana var. Yirmi sene evvel beni Ankarada aşıladılar. Şimdiye kadar o aşı yeri ara sıra işliyor, rahatsızlık veriyor. Bu da öyle olmasın diye hatırıma geldi. Sizde nasıl?
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Kader-i İlahi adaleti bizleri Denizli medrese-i Yusufiyesine sevk etmesinin bir hikmeti, her yerden ziyade Risale-i Nura ve şakirtlerine hem mahpusları, hem ahalisi, belki hem memurları ve adliyesi muhtaç olmalarıdır. Buna binaen, biz bir vazife-i imaniye ve uhreviye ile bu sıkıntılı imtihana girdik.
Evet, yirmi-otuzdan ancak bir-ikisi tadil-i erkan ile namazını kılan mahpuslar içinde birden Risale-i Nur şakirtlerinden kırk ellisi umumen bilaistisna mükemmel namazlarını kılmaları, lisan-ı hal ile ve fiil diliyle öyle bir ders ve irşaddır ki, bu sıkıntı ve zahmeti hiçe indirir, belki sevdirir. Ve şakirtler, efalleriyle bu dersi verdikleri gibi, kalblerindeki kuvvetli tahkiki imanlarıyla dahi buradaki ehl-i imanı ehl-i dalaletin evham ve şübehatından kurtarmalarına medar çelikten bir kala hükmüne geçeceğini rahmet ve inayet-i İlahiyeden ümit ediyoruz.
Buradaki ehl-i dünyanın bizi konuşmaktan ve temastan menleri zarar vermiyor. Lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor. Madem hapse girmek terbiye içindir; milleti seviyorlarsa mahpusları Risale-i Nur şakirtleriyle görüştürsünler—ta bir ayda, belki bir günde bir seneden ziyade terbiye alsınlar. Hem millete ve vatana, hem kendi istikballerine ve ahiretine menfaatli birer insan olsunlar. Gençlik Rehberi bulunsaydı çok faidesi olurdu. İnşaallah bir zaman girer.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugün, büyük ve merhum kardeşim Molla Abdullah ile Ziyaeddin hakkındaki malumunuz muhavereyi tahattur ettim. Sonra sizi düşündüm. Kalben dedim: Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmayan bu samimi dindarlar ve ciddi Müslümanlar eğer herbiri bir veli, hatta bir kutup görünse, benim nazarımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alakayı pek az ziyadeleştirecek; ve eğer birer ami ve adi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar verdim. Çünkü böyle pek ağır şerait altında iman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkindedir. Şahsi makamlar ve hüsn-ü zanların ilave ettikleri meziyetler, böyle dağdağalı, sarsıntılı hallerde hüsn-ü zanlarını kırmakla muhabbetleri azalır ve meziyet sahibi dahi onların nazarlarında mevkiini muhafaza etmek için tasannua ve tekellüfe ve sıkıntılı vekara mecburiyet hisseder. İşte hadsiz şükür olsun ki, bizler böyle soğuk tekellüflere muhtaç olmuyoruz.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bütün ruh ve kalb ve aklımla sizin leyali-i aşerenizi tebrik ederiz. Bizim şirket-i maneviyemizde büyük kazançlar edeceklerini rahmet-i İlahiyeden niyaz ederiz. Bu gece rüyamda yanınıza gelmiş, imam olarak namaz kılacağım halinde uyandım. Benim tecrübemle rüyanın tabiri çıkacağı zamanda Sava ve Homa kahramanlarından iki kardeşimiz rüyayı tabir etmek için umumunuz namına geldiler. Ben de umumunuzu görmek gibi mesrur oldum.
Kardeşlerim,
Gerçi bu vaziyet, hem muvafığa ve bir kısım memurlara Risale-i Nura karşı bir çekinmek, bir ürkmek vermiş, fakat bütün muhaliflerde ve dindarlarda ve alakadar memurlarda bir dikkat, bir iştiyak uyandırıyor. Merak etmeyiniz, o Nurlar parlayacaklar.
Said Nursi
Sabrinin tabiri ve istihracıyla, Sure-i Vel-Asr işaretine muvafık olarak Risale-i Nur, Anadoluyu Cebel-i Cudide sefine gibi ve Isparta ve Kastamonuyu afat-ı semaviye ve arziyeden muhafazalarına bir vesile olduğunu ve Risale-i Nura ilişmesinler, yoksa yakında bekleyen afetler geleceklerini bilsinler, akıllarını başlarına alsınlar. Bu musibetten biraz evvel, tekrarla söylüyordum, size de o mektuplar gönderilmişti. Şimdi aldığım haber: Kastamonu, civarı, kalası, Risale-i Nurun matemini tutmuş gibi ağlamış ve zelzeleyle sıtma tutmuş. İnşaallah yine Risale-i Nura kavuşacak ve gülecek ve şükredecek.
Size evvelki gün iki kıymetli kazancımızı yazmıştım. İkincide yüzer lisanla dua ve tesbihat, ila ahir… demiştim. Noksan var. Sahihi: Her birimiz derecesine göre yüzer lisanla, ila ahir…
Hem ben pek çok alakadar olduğum Sava köyünden çok muhterem bir ihtiyarla ellerimiz birbiriyle kelepçe edilip geldiğimiz, beni pek çok memnun edip, bununla o mübarek köyün bana şiddet-i alakasını anladım. O kardeşime ayrıca selam ederim.
Aziz kardeşim,
وَخَسِرَ هُنَالِكَ الْكَافِرُونَ Bu ayet dahi وَالْعَصْرِ اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ işaretine işaret eder ki, kafirlerin bu kadar tahribatları ve harpleri faidesiz ve hasaret içerisinde ayn-ı zarar oldu. وَالْعَصْرِ işaretinde Risale-i Nura bir ima bulunması remziyle, bu ayet dahi remzen bin üç yüz altmış Rumi tarihi olan bu senede münafıklar ve küfre düşenler Risale-i Nura ilişecekler, fakat hasaret ederler. Çünkü zelzele ve harp gibi belaların refine bir sebep Risale-i Nurdur. Onun tatili belaları celb eder diye bir gizli ima olabilir.
Said Nursi
Aziz kardeşlerim,
Ben tahmin ediyordum ki, hakiki ve en son müdafaanamemiz, Denizli hapsinin meyvesi olan risalecik olacak. Çünkü, evvelce bazı evham yüzünden bir seneden beri aleyhimize geniş bir tarzda çevrilen planlar bunlardır: “Tarikatçılık, komitecilik ve harici cereyanlarına alet olmak ve dini hissiyatı siyasete alet etmek ve Cumhuriyet aleyhinde çalışmak ve idare ve asayişe ilişmek” gibi asılsız bahanelerle bize hücum ettiler. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, onların planları akim kaldı. O kadar geniş bir sahada, yüzer talebelerde, yüzler risalede, on sekiz sene zarfındaki mektup ve kitaplar da, hakikat-i imaniyeden ve Kuraniyeden ve ahiretin tahkikinden ve saadet-i ebediyeye çalışmaktan başka birşey bulmadılar. Planlarını gizlemek için gayet adi bahaneleri aramaya başladılar. Fakat hükumetin bazı erkanını iğfal edip aleyhimize çeviren dehşetli ve gizli bir zındıka komitesi şimdi doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına bize hücum etmek ihtimaline karşı, güneş gibi zahir ve şüphe bırakmaz ve dağ gibi metin, sarsılmaz olan Meyve Risalesi onlara karşı en kuvvetli bir müdafaa olup onları susturacak diye bize yazdırıldı zannediyorum.
Said Nursi
Kardeşlerim,
Gerçi yeriniz çok dardır; fakat kalbinizin genişliği o sıkıntıya aldırmaz. Hem yerlerimize nisbeten daha serbesttir. Biliniz, en esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız tesanüddür. Sakın, sakın bu musibetlerin verdiği asabilik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız. Kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şekvalar ve “Böyle olmasaydı şöyle olmazdı” diye birbirinizden gücenmeyiniz. Ben anladım ki, bunların hücumundan kurtulmak çaremiz yoktu. Ne yapsaydık onlar hücumu yapacaktılar. Biz sabır ve şükür ve kazaya rıza ve kadere teslimle mukabele ederek ta inayet-i İlahiye imdadımıza gelinceye kadar, az zamanda ve az amelde pek çok sevap ve hayrat kazanmaya çalışmalıyız.
Oradaki kardeşlerimizin selametlerine dualar ediyoruz.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu dünyanın hayatı pek çabuk değişmesine ve zevaline ve fena ve fani, akıbetsiz lezzetlerine ve firak ve iftirak tokatlarına karşı bir ehemmiyetli medar-ı teselli ise, samimi dostlarla görüşmektir. Evet, bazan birtek dostunu bir iki saat görmek için, yirmi gün yol gider ve yüz lirayı sarf eder. Şimdi bu acip, dostsuz zamanda samimi kırk elli dostunu birden bir iki ay görmek ve Allah için sohbet etmek ve hakiki bir teselli alıp vermek—elbette başımıza gelen bu meşakkatler ve zayiat-ı maliye, ona karşı pek ucuz düşer, ehemmiyeti kalmaz. Ben kendim, buradaki kardeşlerimden on sene firaktan sonra birtekini görmek için bu meşakkati kabul ederdim. Teşekki, kaderi tenkit; ve teşekkür, kadere teslimdir.
Sizi temin ederim ki, şimdi ecel gelse, ölsem, kemal-i rahat-ı kalble karşılayacağım. Çünkü içinizde kuvvetli, metin, genç çok Saidler bulunduğuna ve bu biçare, ihtiyar, hasta, zayıf Saidden çok ziyade Risale-i Nura sahip ve varis ve hami olacaklarına kanaatim geliyor. Nazifin pusulasında isimleri yazılan ve tesirli bir surette kuvve-i maneviyeyi takviye eden zatlara çok minnettar ve çok müferrah oldum. Zaten ben onların böyle olacaklarını tahmin ederdim. Cenab-ı Hak onları muvaffak ve başkalara da hüsn-ü misal eylesin. amin.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Madem ahiret için, hayır için, ibadet ve sevap için, iman ve ahiret için Risale-i Nur ile bağlanmışsınız; elbette bu ağır şerait altında herbir saati yirmi saat ibadet hükmünde ve o yirmi saat ise Kuran ve iman hizmetindeki mücahede-i maneviye haysiyetiyle yüz saat kadar kıymettar ve yüz saat ise böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakiki mücahid kardeşlerle görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve teselli etmek ve müteselli olmak ve hakiki bir tesanüdle kudsi hizmete sebatkarane devam etmek ve güzel seciyelerinden istifade etmek ve Medresetüz-Zehranın şakirtliğine liyakat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu medrese-i Yusufiyede tayınını ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder rızkını yemek ve o yemekte sevap kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lazımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkur faideleri düşünüp sabır ve tahammülle mukabele etmek gerektir.
Said Nursi
Kardeşlerim,
Ben kalben arzu ederim ki, çelik ve demir gibi sebatkar Isparta ve civarındakiler gibi metin kahramanlar (Hüsrevler, Hafız Aliler gibi) Kastamonu tarafından dahi burada görünsün. Hadsiz şükür ediyorum ki, Kastamonu vilayeti benim arzumu tam yerine getirdi, müteaddit kahramanları imdadımıza gönderdi. Hayalimde her vakit bulunan, fakat isimlerini yazamadığım için yanınızda fedakar kardeşlerime birer birer selam ve selametlerine dua ederim.
Aziz, sıddık, sebatkar ve vefadar kardeşlerim,
Sizi müteessir etmek veya maddi bir tedbir yapmak için değil, belki şirket-i maneviye-i duaiyenizden daha ziyade istifadem için ve sizin de daha ziyade itidal-i dem ve ihtiyat ve sabır ve tahammül ve şiddetle tesanüdünüzü muhafaza için bir halimi beyan ediyorum ki:
Burada bir günde çektiğim sıkıntı ve azabı, Eskişehirde bir ayda çekmezdim. Dehşetli masonlar, insafsız bir masonu bana musallat eylemişler, ta hiddetimden ve işkencelerine karşı “Artık yeter” dememden bir bahane bulup, zalimane tecavüzlerine bir sebep göstererek yalanlarını gizlesinler. Ben, harika bir ihsan-ı İlahi eseri olarak şakirane sabrediyorum ve etmeye de karar verdim.
Madem biz kadere teslim olup bu sıkıntıları, خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا sırrıyla, ziyade sevap kazanmak cihetiyle manevi bir nimet biliyoruz. Madem geçici, dünyevi musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor. Ve madem hakkalyakin derecesinde yakini bir kati kanaatımız var ki, biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir. Elbette biz bu sıkıntılı hallerle müftehirane, müteşekkirane bir mücahede-i maneviye yapıyoruz diye, şekva etmemek lazımdır.
Aziz kardeşlerim,
Evvel ahir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu müddeiumumun iddianamesinden anlaşıldı ki, hükumetin bazı erkanını iğfal edip aleyhimize sevk eden gizli zındıkların planları akim kalıp yalan çıktı. Şimdi bahane olarak cemiyetçilik ve komitecilik isnadıyla yalanlarını setre çalışıyorlar ve bunun bir eseri olarak benimle kimseyi temas ettirmiyorlar. Güya temas eden, birden bizden olur! Hatta büyük memurlar da çok çekiniyorlar ve bana sıkıntı verdirmekle kendilerini amirlerine sevdiriyorlar. Hususan ben, itiraznamenin ahirinde, bu gelen fıkrayı diyecektim; fakat bir fikir mani oldu. Fıkra şudur:
Evet, biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz milyon dahil mensupları var ve her gün beş defa o mukaddes cemiyetin prensipleriyle kemal-i hürmetle alakalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar ve اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kudsi programıyla, birbirinin yardımına dualarıyla ve manevi kazançlarıyla koşuyorlar.
İşte biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız. Ve hususi vazifemiz de, Kuranın imani hakikatlerini tahkiki bir surette ehl-i imana bildirip onları ve kendimizi idam-ı ebediden ve daimi haps-i münferitten kurtarmaktır. Sair dünyevi ve siyasi ve entrikalı cemiyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ben bu fecirde herbirinize karşı tam bir acımak hissettim. Birden Hastalar Risalesi hatıra geldi, teselli verdi.
Evet, bu musibet dahi içtimai bir nevi hastalıktır. O risaledeki ekser imani devalar, bunda da vardırlar. Hususan Erzurumdaki mübarek hastaya söylediğim gibi, bu saatten evvel bütün musibet zamanının elemi gitmiş; hem sevabı, hem hayrı, hem dünyevi ve uhrevi ve imani ve Kurani faideleri kalmış. Demek, o geçici birtek musibet, daimi ve müteaddit nimetlere inkılap etmiş. Gelecek zaman ise şimdilik yok olmasından, onda devam edecek musibetin şimdilik elemi yok. Tevehhümle yoktan elem almak, rahmet ve kader-i İlahiyeye itimatsızlıktır.
Saniyen: Şimdi zemin yüzünde ekser beşer maddi ve manevi, kalben, ruhen, fikren musibetlerle giriftardır. Bizim musibetimiz onlara nisbeten hem gayet hafiftir, hem karlıdır. Hem kalb, hem ruh için, hem iman, hem selamet ve sıhhat lezzetleri var.
Salisen: Bu fırtınalarda buraya girmeseydik, vehham memurların temasında bu hafif musibet ağırlaşmış olacaktı ve onlara karşı tasannu ve dalkavukluk etmek belası olacaktı.
Rabian: Bu işsiz ve muzaaf maddi ve manevi kışta, Medresetüz-Zehranın bir dershanesi olan bu medrese-i Yusufiyede, öz kardeşten daha müşfik çok hakiki dostlarını ve mürşid gibi uhrevi kardeşleri gayet ucuz ve az masrafla görmek, ziyaret etmek ve onların hususi meziyetlerinden istifade etmek ve şeffaf şeylerde sirayet eden nur ve nurani gibi hasenelerinden, manevi yardımlarından, ferahlarından, tesellilerinden kuvvet almak cihetinde bu musibet şeklini değiştirir, bir nevi inayet perdesi hükmüne geçer.
Evet, bu gizli inayetin bir latif zarafetidir ki, bütün buraya gelen Risale-i Nur talebelerine “hocalar” namı verilmiş. Herkes, lisanında “hocalar, hocalar” diye hürmetle yad ediyorlar. Bu zarafet içinde latif bir işaret var ki, bu hapis medreseye döndüğü gibi, Risale-i Nur şakirtleri dahi birer müderris, muallim ve sair hapishaneler de bu hocaların sayesinde inşaallah birer mektep hükmüne geçeceklerdir.
Kardeşlerim,
Bunun gibi teselliye dair evvelce yazılan küçük mektuplar ara sıra okunsa ve Meyvenin, hususan ahirleri beraber mütalaa edilse ve hatıra gelen Risale-i Nurun meseleleri müzakere olsa, inşaallah talebe-i ulumun şerefini kazandırır. İmam-ı Şafii (k.s.) gibi büyük zatlar, “Talebe-i ulumun hatta uykusu dahi ibadet sayılır” diye ziyade ehemmiyet vermişler. Böyle medresesiz bir zamanda, böyle azap yerlerde, böyle yüksek talebelik yüzünden yüz sıkıntı da olsa, aldırmamalı; veyahut خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا deyip o meşakkatler yüzünden ferahla gülmeliyiz.
Amma fakir arkadaşların çoluk ve çocuk ve idare ciheti ise, musibette, kendinden ziyade musibetliye ve nimette, daha noksaniyetliye bakmak kaide-i Kuraniye ve imaniye ve Nuriyeye binaen, yüzde seksen adamdan daha ziyade rahattırlar. Şekvaya hiç hakları olmadığı gibi, seksen derece bir şükür, üstüne haktır. Hem burada kısmetimizi almak, yemek, kader-i İlahi tayin etmişti. Adalet-i rahmet bizi toplattırdı, çoluk çocuk Rezzak-ı Hakikilerine emanet edildi, muvakkaten o nezaret vazifesinden mezuniyet verdi. Nasıl ki bir gün bütün bütün elini çektirecek, azledecek…
Madem hakikat budur حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ deyip teslimle şükretmeliyiz.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ben, gerçi sizinle sureta görüşemiyorum. Fakat sizin yakınınızda ve beraber bir binada bulunduğumdan, çok bahtiyarım ve müteşekkirim. Ve ihtiyarım olmadan bazen lüzumlu tedbirler ihtar edilir. Ezcümle birisi:
Yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahpus gönderilmiş. Tahrip kolay olmasından—hususan böyle haylaz gençlerde—o herif, bana çok sıkıntı vermesi ve o gençleri ifsad etmesiyle bildim ki, sizlerin irşad ve ıslahlarınıza karşı zındıka, ifsada ve ahlakları bozmaya çalışıyor. Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat ve mümkün olduğu kadar eski mahpuslardan gücenmemek ve gücendirmemek ve ikiliğe meydan vermemek ve itidal-i dem ve tahammül etmek ve mümkün olduğu derecede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i enaniyetle takviye etmek gayet lazım ve zaruridir.
Dünya işleriyle meşgul olmak beni incitiyor. Sizin dirayetinize itimad edip zaruret olmadan bakamıyorum.
Said Nursi
Kardeşlerim,
Her ihtimale karşı bu sabah ihtar edilen bir meseleyi beyan etmek lazım geldi.
Bizim Kurandan aldığımız hakikatler güneş, gündüz gibi şek ve şüphe ve tereddüdü kaldırmadığını, yirmi seneden beri “Acaba zındık feylesoflar buna karşı ne diyecekler ve dayandıkları nedir?” diye nefsim ve şeytanım çok araştırdılar. Hiçbir köşede bir kusur bulamadıklarından sustular. Zannederim, çok hassas ve iş içinde bulunan nefis ve şeytanımı susturan bir hakikat, en mütemerridleri de susturur.
Madem biz böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiyat takdir edilmez derecede kıymettar ve bütün dünyası ve canı ve cananı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakikatin uğrunda ve yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemal-i metanetle mukabele etmemiz gerektir. Hem, belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zahirde müttakiler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlarla uğraşmamak lazımdır, münakaşa etmemek gerektir.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bize karşı bu geniş ve ehemmiyetli hücum ve tecavüzün hakiki sebebi Beşinci Şua olmadığını, belki Hizbün-Nuri ve Miftahül-İman, Hüccetül-Baliğa olduğunu bu fecirde bir ihtar-ı manevi ile hissettim. Dikkatle Hizb-i Nuriyi kısmen okudum, Miftahı da düşündüm. Bildim ki, zındıklar, küfr-ü mutlak mesleğini bu iki keskin elmas kılıçların darbelerine karşı muhafaza edemediklerinden, bir parça az siyasetle münasebeti bulunan Beşinci Şuaı zahiri bir sebep gösterdiler, hükümeti iğfal edip aleyhimize sevk ettiler.
Aynen bu ihtarla beraber hatıra geldi ki: “Bir kısım zayıf kardeşlerimiz muvakkaten vazgeçseler, belki kendileri bu beladan kurtarılır” diye izin vermek istedim. Birden ihtar edildi ki:
Bu derece alakası devam eden ve iki defa bu imtihana giren ve mukàbilinde bu kadar zahmet çektikten sonra faidesiz, zararlı, kalben vazgeçmek değil, belki yalnız onları aldatmak için sırf zahiri bir içtinap gösterebilir. Yoksa hem kendine, hem bizlere, hem kudsi mesleğimize zararı dokunur; cezası olarak, aksi maksadıyla tokat yer.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sair yerlere nisbeten en sıkıntılı ve en soğuk olan bu hapsin zahmet ve meşakkatini çeken, elbette bu hapsin sebebinde derecesine göre bir kaçınmak meyli olacak. Fakat onun zahiri sebebi olan Risale-i Nurun o zahmet çekenlere kazandırdığı iman-ı tahkiki ve iman-ı tahkiki ile hüsn-ü hatime ve şirket-i maneviye ile yüzer adam kadar amal-i saliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğinden, bu iki neticenin fiyatı, sarsılmaz bir sadakat ve sebatkarlıktır. Onun için, pişman olmak ve vazgeçmek, büyük bir hasarattır. Şakirtlerin dünya ile alakası olmayan veya pek az bulunanları için bu hapis daha hayırlıdır, bir cihette hürriyet yeridir. Ve alakası bulunan ve idaresi yerinde olanlara, sarf edilen paraları muzaaf sadakalara ve geçirilen ömür saatleri muzaaf ibadetlere çevirmesinden, şekva yerine şükür etmeleri iktiza ediyor. Ve fakir ve zayıf kısmı ise, zaten hapsin haricinde onlara faidesiz sevaplar, mesuliyetli meşakkat verdiğinden, bu hayırlı, çok sevaplı, mesuliyetsiz ve arkadaşlarının mütekàbil tesellileriyle hafifleşen meşakkat, onlar için medar-ı şükrandır.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Kastamonuda ehl-i takva bir zat, şekva tarzında dedi: “Ben sukut etmişim. Eski halimi ve zevkleri ve nurları kaybetmişim.”
Ben de dedim: “Belki terakki etmişsin ki, nefsi okşayan ve uhrevi meyvesini dünyada tattıran ve hodbinlik hissini veren zevkleri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makama, mahviyet ve terk-i enaniyet ve fani zevkleri aramamakla uçmuşsun.”
Evet, bir ehemmiyetli ihsan-ı İlahi, ihsanını, enaniyetini bırakmayana ihsas etmemektir—ta ucub ve gurura girmesin.
Kardeşlerim,
Bu hakikate binaen, bu adam gibi düşünen veya hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zatlar, sizlere bakıp içinizde mahviyet ve tevazu ve hizmetkarlık kisvesiyle görünen şakirtleri adi, ami adamlar görür ve der: “Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhat! Bunlar nerede, evliyaları bu zamanda aciz bırakan bu kudsi hizmet mücahidleri nerede?” diyerek, dost ise inkisar-ı hayale uğrar, muarız ise kendi muhalefetini haklı bulur.
Said Nursi
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sizin hapis meyveleriniz, benim nazarımda Firdevs meyveleri gibi hoştur, kıymetlidir. Benim sizler hakkında büyük ümitlerimi ve davalarımı tasdik ve tahkik ettiği gibi, tesanüdün kuvvetini pek güzel gösterdi. O mübarek kalemler birleştikçe, üç dört eliflerin birleşmesi gibi üç-dört yüz kıymetini bu kadar ağır tazyikat altında izhar eyledi. Ve bu müşevveş şerait içinde vahdetinizi muhafaza eden halet-i ruhiye, dünkü davamı ispat ediyor.
Evet, temsilde hata yok, nasıl ki büyük bir veli, küçük bir Ashab kadar hizmet-i İslamiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de, (bu zamanda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir halis kardeşimiz, bir veliden ziyade mevki alıyor) diye kanaatim gelmiş ve siz daima bu kanaatımı takviye ediyorsunuz. Cenab-ı Hak sizlerden ebediyen razı olsun. amin.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Meyve Risalesi çok ehemmiyetli ve çok kıymetlidir. Ümit ederim, bir zaman büyük fütuhat yapacak. Sizler tam kıymetini anlamışsınız ki, bu dershaneyi derssiz bırakmadınız. Ben, kendi hesabıma derim: Bu kadar zahmet ve masrafımızın meyvesi, yalnız bu risale ve Müdafaa Risalesi ve sizlerle beraber bir yerde bulunmak dahi olsa, o masraf, o zahmeti hiçe indirir ve bu musibetin on mislini de çeksem yine ucuz düşer.
Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kati kanaatim gelmiş ki, Risale-i Nur ile kıraeten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezauf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bazı esbaba binaen, ben en ziyade Hüsrevi ve Hafız Ali , Tahiriyi sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. “Acaba neden?” derdim. Şimdi anladım ki, onlar hakiki vazifelerini yapıyorlar; malayani şeylerle iştigal etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enaniyetten gelen hodfuruşluk ve tenkit ve telaş etmediklerinden, temkinleriyle ve metanet ve itminan-ı kalbleriyle Risale-i Nur şakirtlerinin yüzlerini ak ettiler, zındıkaya karşı Risale-i Nurun manevi kuvvetini gösterdiler. Cenab-ı Hak, onlardaki nihayet tevazu ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsin. amin.
Kardeşlerim,
Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enaniyet bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat—hatta meşru bir tarzda dahi olsa—enaniyetten, hodfuruşluktan vazgeçmeleri lazım olduğundan, Risale-i Nurun hakiki şakirtleri, buz parçası olan enaniyetlerini şahs-ı manevide ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşaallah bu fırtınada sarsılmayacaklar.
Evet, münafıkların ehemmiyetli ve tecrübeli bir planı, böyle her biri birer zabit, birer hakim hükmündeki eşhası, müşterek bir meselede böyle kaçınmak ve birbirini tenkit etmek asabiyetini veren sıkıntılı yerlerde toplattırır, boğuşturur, manevi kuvvetlerini dağıttırır. Sonra, kuvvetini kaybedenleri kolayca tokatlar, vurur. Risale-i Nur şakitleri, hıllet ve uhuvvet ve fena fil-ihvan mesleğinde gittiklerinden, inşaallah bu tecrübeli ve münafıkane planı da akim bırakacaklar.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Eski zamanda bir şeyhin müridleri pek çok olmasından, o memleketin hükumeti siyasetçe telaş edip onun cemaatini dağıtmak istemiş. O zat, hükümete demiş: “Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz.”
O zat, bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: “Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabul etse, Cennete gidecek.”
Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun kesti. Güya has bir müridini kesti, Cennete gönderdi! O kanı gören binler müridler, daha hiçbiri şeyhi dinlemedi, inkara başladılar. Yalnız bir adam dedi: “Başım feda olsun.” Yanına gitti. Sonra bir kadın dahi gitti; başkalar dağıldılar.
O zat, hükumet adamlarına dedi: “İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz.”
Cenab-ı Hakka yüz binler şükürler olsun ki, Risale-i Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şakirtlerinden yalnız bir buçuk kaybetti. O eski şeyhin aksine olarak, Isparta ve civar kahramanlarının himmetiyle, o zayi olan bir buçuk adam yerine on bin ilave oldu. İnşaallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek.
Bir zaman, müslim olmayan bir zat, tarikatten hilafet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş. O zat ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: “İşte beni anladın.” O da dedi: “Madem senin irşadınla bu makamı buldum; seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım” diye Cenab-ı Hakka yalvarmış, o biçare şeyhini kurtarmış; birden bire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakiki kalmış.
Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatin şenidir.
Münafıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesanüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler: “İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zatlar adi, aciz insanlardır.” Her ne ise, musibette gerçi çok zararımız var, fakat umum alem-i İslamı alakadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından, pek çok ucuz olarak pek büyük kıymeti var. Buna benzer vukua gelen hadiseler, ya siyaset-i diniye veya başka sebeplerle, umum alem-i İslam namına olamadılar.
Eski Saidin matbu Lemeat başındaki acip imzası az tağyirle şimdiki halime ve yetmişinci sene-i ömrüme tam muvafık gelmesi cihetiyle yazdım. Münasip görseniz, hem müdafaatın, hem Meyvenin, hem küçük mektupların ahirinde imza yerinde yazarsınız. İşte o garip imza, gelen üç buçuk satırdır.
ed-Dai
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Saidden altmış dokuz emvat ba-asam alama,
Yetmişinci olmuştur o mezara bir mezar taşı,
Beraber ağlıyor hüsran-ı İslama.
Ümidim var ki, istikbal semavatı zemin-i Asya,
Bahem olur teslim yed-i beyza-i İslama,
Zira yemin-i yümn-i imandır;
Verir emn ü eman ü emniyeti enama.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risale-i Nura menfaati için değil, belki tahkiki imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kati buldukları bir hakikate dayanmaya pekçok muhtaç bulunan avam-ı ehl-i iman için dalalet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlup olmaz diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sakın, sakın münakaşa etmeyiniz; casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa, münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir.
Bir zaman Eskişehir hapsinde titiz kardeşlerime söylediğim bir hikayeyi tekrar ediyorum: Eski Harb-i Umumide Rusyanın şimalinde doksan zabitimizle beraber bir uzun koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zatların bana karşı haddimden çok ziyade teveccühleri bulunmasından, nasihatle gürültülere meydan vermezdim. Fakat birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münakaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç dört adama dedim: “Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz, haksıza yardım ediniz.” Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münakaşalar kalktı. Benden sordular:
“Neden bu haksız tedbiri yaptın?”
Dedim:
“Haklı adam, insaflı olur. Bir dirhem hakkını, istirahat-i umuminin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enaniyetli olur; feda etmez, gürültü çoğalır.”
Kardeşlerim,
Siz, küçük mektuplar risalesinde medar-ı teselli ve sabır ve tahammül için yazılan parçaları dikkatle ve tekrarla okuyunuz. Ben, en zayıfınız ve bu sıkıntılı musibetten en ziyade hissedarım. Çok şükür tahammül ediyorum ve bütün suçu bana yükleyenlerden hiç gücenmedim ve vahdet-i mesele itibariyle yalnız kendini müdafaa ederek zımnen cemiyet ve suçu bize tahmil edenlerden dahi sıkılmadım. Madem kardeşiz, beni bu sabırda taklit etmenizi sizden rica ederim.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Aziz, sıddık kardeşlerim ve bu misafirhane-i dünyada arkadaşlarım,
Ben, bu gece Eski Saidin izzetli damarıyla, ellerimiz kelepçeli beraber mahkemeye süngülü neferatla sevkimizi düşündüm, şiddetli bir hiddet geldi. Birden kalbe ihtar edildi ki, hiddet değil, belki kemal-i iftiharla, şükür ve sevinçle bu vaziyeti karşılamak lazımdır. Çünkü zişuur ve had ve hesaba gelmeyen melek ve ruhanilerin ve insanlardan ehl-i hakikatin ve ashab-ı vicdanın ve iman-ı tahkiki sahiplerinin nazarlarında, hak ve hakikat ve Kuran ve iman yolunda bu asra meydan okuyan bir kahramanlar kàfilesi suretinde görünüyorlar. Bunların teveccühü ise rahmet-i İlahiyeyi ve kabul-ü Rabbaniyeyi gösteren bu yüksek takdir ve tahsinlerine karşı mahdut bir kısım serseri ve haylaz ve sefihlerin tahkirkarane nazarlarının hiçbir ehemmiyeti olamaz. Hatta bir gün hastalık için araba ile gittiğim zaman, çok ağırlık hissettim ve sonra sizin gibi elim bağlı beraber gittiğim vakit, büyük bir inşirah ve manevi bir ferah hissettim. Demek o hal, bu sırdan ileri gelmiş.
Çok defa söylediğim gibi yine tekrar ediyorum ki, tarihte Risale-i Nur şakirtleri gibi hak yolunda pek çok hizmet eden ve pek çok sevap kazanan ve pek az zahmet çeken görülmüyor. Biz ne kadar meşakkat çeksek, yine ucuzdur.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu musibetimizden kaçmak ve kurtulmak, iki cihetle kàbil değildi:
Birincisi: Kader-i İlahi kısmetimizin bir kısmını buradan bize yedirmek için herhalde gelecektik. En hayırlısı bu tarzdır.
İkincisi: Aleyhimize çevrilen dolaptan kurtulmak imkanı bulmadık. Ben hissetmiştim, fakat çare yoktu. Biçare merhum Şeyh Abdülhakim, Şeyh Abdülbaki kurtulamadılar. Demek bu musibette biz birbirimizden şekva etmek hem haksız, hem manasız, hem zararlı, hem Risale-i Nurdan bir nevi küsmektir. Sakın, sakın, has rükünlerin gösterdikleri faaliyeti bu musibete bir sebep görüp onlardan gücenmek ise, Risale-i Nurdan çekilmek ve hakaik-i imaniyeyi öğrenmeden pişman olmaktır. Bu ise, maddi musibetten daha büyük bir manevi musibettir. Ben kasemle temin ederim ki, sizin herbirinizden yirmi otuz derece ziyade bu musibette hissedar olduğum halde, niyet-i halise ile faaliyet göstermelerinden, ihtiyatsızlığı yüzünden gelen bu musibet on defa daha fazla olsa da yine onlardan gücenmem. Hem geçmiş şeylere itiraz etmek manasızdır. Çünkü tamiri kàbil değil.
Kardeşlerim,
Merak, musibeti ikileştirir, maddi musibeti kalbde de yerleştirmek için bir kök olur. Hem kadere karşı bir nevi itiraz ve tenkidi ve rahmete karşı bir nevi ittihamı işmam eder. Madem herşeyde bir güzellik ciheti var ve rahmetin bir cilvesi var ve kader, adalet ve hikmetle iş görür. Elbette bu zamanda umum alem-i İslamı alakadar edecek bir kudsi vazife yüzünden hafif bir zahmete ehemmiyet vermemekle mükellefiz.
Cüzi ve lüzumsuz bir adi halimi size yazmak icap etti.
Kardeşlerim,
Benim kati kanaatim geldi ki, nazar, beni şiddetle müteessir ve hasta eder. Çok defa tecrübe ettim. Ben ruh u canla size her vaziyette arkadaş olmak istiyorum, fakat اَلنَّظَرُ يُدْخِلُ الْجَمَلَ الْقِدْرَ وَالرَّجُلَ الْقَبْرَ meşhur kaide ile nazar beni vurur. Çünkü bana bakan, ya şiddetli adavetle veya takdirle nazar eder. Bu iki nazar dahi, bazı insanların, bir hasiyet-i isabet sırrıyla bakmasında bulunur. Bunun için mümkün olsa, mecbur etmezlerse sizinle beraber mahkemeye her vakit gelmemek niyet ettim.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Aziz kardeşlerim,
Bu fecirde, birden bir fıkra ihtar edildi. Evet, ben de Hüsrevin zelzele hakkında tafsilen yazdığı keramet-i Nuriyeyi tasdik ederim ve kanaatim de o merkezdedir. Çünkü Risale-i Nur ve şakirtlerine dört defa şiddetli taarruzların aynı zamanında dört defa dehşetli zelzelenin hücumu tam tamına tevafukları tesadüfi olmadığı gibi, Risale-i Nurun iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonunun sair yerlere nisbeten afattan mahfuz kalmaları ve Sure-i Vel-Asr işaretiyle, ahirzamanın en büyük bir hasaret-i insaniyesi olan bu İkinci Harb-i Umumiden, çare-i necat ise iman ve amel-i salih olmasından, Risale-i Nurun Anadolunun her tarafında iman-ı tahkikiyi neşri zamanına Anadolunun fevkalade olarak bu hasaret-i azime-i harbiyeden kurtulması tam tamına tevafuku dahi tesadüfi olamaz. Hem Risale-i Nurun hizmetine zarar veren veya hizmette kusur edenlere aynı zamanında gelen şefkat veya hiddet tokatlarının yüzer vukuatları tam tamına tevafukları tesadüfi olmadığı gibi, Risale-i Nura hüsn-ü hizmet edenlerin hemen hemen bilaistisna mAyşetinde vüsat ve bereket kalbinde meserret ve rahat görmelerinin binler hadiseleri dahi tesadüfi olamaz.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
sırrıyla عَسٰى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ ve اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ Risale-i Nurun en mahrem parçaları, en namahremlerin ellerine geçmek ve en mütekebbirlerin başlarına vurmak ve en baştakilerin yanlışlarını göstermek için “sırran tenevveret” perdesinden çıktı. Şimdiye kadar mesele küçültülmek isteniyordu. Fakat nasılsa bildiler ki, mesele pek büyüktür ve ehemmiyetle celb-i dikkat ise Risale-i Nurun parlak fütuhatına ve düşmanlarına da hayretle kendini okutmasına yol açar. Hatta Eskişehir mahkemesindeki çok müteredditleri ve mütehayyirleri ve muhtaçları tenvir edip kurtardı, o zahmetimizi rahmete çevirdi. İnşaallah, bu defa daha geniş bir sahada daha çok mahkemeler ve merkezlerde o kudsi hizmeti görecek. Evet, Risale-i Nurun tarz-ı beyanını gören, lakayt kalamaz. Başka eserler gibi yalnız aklı ve kalbi değil, belki nefsi de ve hissiyatı da musahhar eder.
Sizin tahliyeniz bu hakikate zarar vermez; fakat benim beraetim, zarardır. Umum alem-i İslamı alakadar eden bir hakikatin hatırı için değil yalnız dünya hayatını, belki lüzum olsa uhrevi hayatımı ve saadetimi dahi ehl-i imanın Risale-i Nur ile saadetleri için feda etmeyi nefsim de kabul ediyor.
Burada başı yazılmayan zelzele hadisesinin mabadi Hüsrevin mektubunda:
Daha sonra başka bir gazetede, tamamlayıcı ve hayret verici şu malumatları gördüm: “Zelzeleden evvel kediler, köpekler üçer beşer olarak toplanmışlar, sessiz olarak, düşünceli gibi alık alık birbirine bakarak bir müddet beraber oturmuşlar, sonra dağılmışlar. Gerek zelzele olurken ve gerekse olmadan evvel veya olduktan sonra bu hayvanlardan hiçbiri görülmemiş; kasabalardan uzaklaşarak kırlara gitmişler. Bir garibi de şudur ki: Bu hayvanlar isyanımızdan mütevellid olan başımıza gelecek felaketleri lisan-ı halleriyle haber verdiklerini yazıyorlar da biz anlamıyoruz” diyerek taaccüp ediyorlar.
İşte Bediüzzamanın uzun senelerden beri “Zındıklar Risale-i Nura dokunmasınlar ve şakirtlerine ilişmesinler. Eğer dokunurlarsa ve ilişirlerse, yakınında bekleyen felaketler, onları yüz defa pişman edecek” diye Risale-i Nur ile haber verdiği yüzler hadisat içinde, işte zelzele eliyle doğruluğunu imza ederek gelen dört hakikatli felaket daha… Cenab-ı Hak bize ve Risale-i Nura taarruz edenlerin kalblerine iman, başlarına hakikati görecek akıl ihsan etsin. Bizi bu zindanlardan, onları da felaketlerden kurtarsın. amin.
Hüsrev
Aziz, sıddık kardeşlerim ve musibet arkadaşlarım,
Sizin içinizde mübarek alimler ve alicenap müdebbirler ve halis fedakar şakirtler bulunmasından büyük bir itimatla size güveniyordum ki, kuvvetli ve dessas ve kesretli düşmanlarımıza karşı vahdetinizi ve tesanüdünüzü muhafaza edeceksiniz diye istirahat ederdim, sizinle meşgul olmazdım. Birkaç noktayı beyan etmek lüzum oldu.
Birincisi: Tahliyeniz uzamamak için, ben Ankaraya birşey gönderip müracaat etmeyecektim. Fakat mahkeme, mahrem ve gayr-ı mahrem risaleleri ve eski ve yeni mektupları karıştırarak Ankaraya gönderdiğinden, mecburiyetle, buradaki ehl-i vukuf gibi mahrem risaleleri esas ederek oradaki ehl-i vukuf aleyhimize hükmetmemek için mahremlere, hususan Beşinci Şuanın Süfyan ve İslam deccalı hakkında gayet kuvvetli cevap veren Müdafaat Risalesini ve felsefe-i tabiiyenin verdiği küfr-ü mağruraneyi ve iman aleyhinde cüretkarane tecavüzünü kıran Meyve Risalesini o makamata göndermek zaruri ve lazımdı.
İkinci Nokta: Aziz kardeşlerim, sizin bu ehemmiyetli mektubunuzun cevabını yazarken, benim elime aynı mektubu verdiler. İkinci Noktaya başladım, kaldı. İşte tamam ediyorum, dikkat ediniz. Eğer bu fikrin faidesiz avukatınız tarafından tervici varsa, herhalde mahkumiyetimize taraftar olanların bir tedbiridir ki, Ankaradaki ehl-i vukuf buradaki ehl-i vukuf gibi, neşrolunmayan mahrem ve hususan Beşinci Şua risalelerini esas edip, bütün Risale-i Nura teşmil edip müsadere etmek ve “Beşinci Şua”nın meselelerini, Risale-i Nuru okuyan bütün biçare talebelerin dersleridir diye, onları benim suçumla tam bağlamak için dehşetli bir plandır. Beni konuşmaktan men etmek ve yazdıklarımı müsadere ile Ankaraya göndermemek fikriyle müdür ve müddeiumumi muavini müşkülat vermeleri kuvvetli bir emaredir ki, müdafaatın cerh edilmez cevapları yetişmeden Ankara aleyhimize hüküm vermek içindir.
Üçüncü Nokta: Zaten meseleyi uzatacak ehemmiyetli kitapları ve evrakları ve müdafaaları dahi Ankaraya göndereceğini, mahkeme reisi o gün söyledi. Elbette şimdi yetişmiş. Şimdi benim muntazam ve izahlı iki müdafaanamem gitse, belki meseleyi çabuk halleder, mesele uzanmaz, tacil eder; çabuk aile sahipleri kurtulurlar. Fakat ben ve benim gibi alakasızlar kurtulmaya değil, belki hakaik-i imaniyeyi mülhidlere, mürtedlere karşı müdafaa etmek için, en müsait bir yer olan hapiste kalmak lazımdır.
Dördüncü Nokta: Risale-i Nur beraet etmezse ve benim müdafaatım nazara alınmazsa, faidesiz, zahiri inkarınız sizi kurtarmayacak. Vahdet-i mesele haysiyetiyle biz birbirimizle bağlanmışız; yalnız münasebetleri pek az bulunan bir kısım arkadaşlar kurtulabilirler. Eskişehir Mahkemesi, bunu bilfiil gösterdi. Bir seneden beri, gayet dikkatle içimize casusları sokan ve safdil ve cüretkar talebelerin ifşaatını zapteden ve bililtizam bizi perişan ve mesleğimizden pişman etmek için her vesileyi istimal eden, hatta aleyhimize Şeyh Abdülhakimi sevk ettikleri halde, onu ve Şeyh Abdülbakiyi ve bana ara sıra itiraz eden Şeyh Süleymanı bizim gibi perişan eden adamlara karşı inkarlarınız ve kaçmanız, onların kanaat-i vicdaniye dedikleri düşüncelerinde beş para etmez ve Eskişehirde dahi etmedi.
Beşinci Nokta: Biz hem burada, hem Eskişehirde tecrübe ile kati anladık ki, biz, vahdet-i mesele cihetiyle tam bir tesanüde şiddetle muhtacız. Sıkıntıdan gelen gücenmekler ve titizlikler ve itirazlar, bizim perişaniyetimizi ikileştirir. Maatteessüf en ziyade güvendiğim ve itimad ettiğim, sizlerdiniz. Bazı hatırıma bir telaş geldiği vakit, İstanbuldan gelen Kamil ve Sıddık Hocalar ve Kastamonu vilayetinde fevkalade sadakat gösteren zatları tahattur ile o endişem zail olurdu. Dikkat ediniz, küfr-ü mutlakı müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın. Benim komşudaki koğuşa parmağını soktu, beni azap içinde bıraktı. Şimdi siz, mabeyninizde münakaşasız bir meşveret ediniz. Kararınızı kabul ederim. Fakat benim müdafaatım ta Ankaraya gitse ve medar-ı nazar olsa, buradaki mahkeme, kurtulması mümkün olanlar hakkında kararını vermek ihtimalini, hem şimdi bizimle uğraşan ve Abdülbaki ve Abdülhakim ve Hacı Süleymanı nefyeden ve Yeşil Şemsiyi tahliyeden sonra burada durduran adamlar, elbette Hafız Mehmed ve Seyyid Şefik gibi salabet-i diniyeleri ile ve onların ölmüş reislerine ve suretine baş eğmemesiyle ve ilhad ve bidalara taraftarlıklarını göstermemesiyle beraber, serbest bırakmamak ihtimalini de, hem Risale-i Nurun tesettür perdesinden çıkıp gayet büyük ve umumi bir meselede kendi kendine merkezlerinde mübarezesi zamanında şakirtlerini arkasında bulmak ve kaçmamakla sarsılmaz ve mağlup olmaz bir hakikata bağlandıklarını mütereddit ve mütehayyir ehl-i imana göstermesi gayet lüzumlu olduğunu dahi nazarınıza ve meşveretinize alınız. Sakın, sakın birbirinizin kusuruna bakmayın. Hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım ediniz.
Aziz, sıddık ve sadık kardeşlerim,
Ben, birkaç gündür bir duamı değiştirdim. Şimdiye kadar bazen yüz defa tekrarla وَاغْفِرْ لَنَا veya وَفِّقْ gibi dualarda طَلَبَةَ رَسَۤائِلِ النُّورِ الصَّادِقِينَ cümlesinden اَلصَّادِقِينَ kelimesini kaldırdım—ta ki ruhsatla amele kendini mecbur bilen ve sıkıntının verdiği evham ve meyusiyet cihetiyle zahiri inkar ve çekinmekle azimet ve sadakate muhalif hareket eden kardeşlerimiz o dualardan mahrum kalmasınlar.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Aziz kardeşim Hafız Ali,
Hastalığına merak etme. Cenab-ı Hak şifa versin. amin. Hapiste herbir saat ibadet on iki saat ibadet yerinde bulunmasından, çok karlısın. İlaç istersen, bir kısım dermanlar bende var, sana göndereyim. Zaten ortalıkta bir hafif hastalık var. Ben mahkemeye gittiğim gün, herhalde hasta oluyorum. Belki sen bana yardım etmek için, eski zamanda birbirinin bedeline hasta olması ve ölmesi gibi harika fedakarlık gösteren zatlar gibi, benim bir parça rahatsızlığımı aldın.
Güzel ve tam yerinde bir taziyename
Aziz, sıddık kardeşlerim, ﴾ لِكُلِّ مُصِيبَةٍ: ﴿ إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّۤا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ Ben hem kendimi, hem sizi, hem Risale-i Nuru taziye ve merhum Hafız Aliyi ve Denizli Mezaristanını tebrik ediyorum. Meyve Risalesinin hakikatini ilmelyakin ile bilen bu kahraman kardeşimiz, aynelyakin ve hakkalyakin makamına çıkmak için, kabre cesedini bırakıp melekler gibi yıldızlarda alem-i ervahta seyahate gitti ve tam vazifesini yapıp terhisle istirahate çekildi. Cenab-ı Erhamürrahimin, Risale-i Nurun bütün yazılan ve okunan harfleri adedince defter-i amaline hasenat yazdırsın. amin. Ve onların sayısınca onun ruhuna rahmetler yağdırsın. amin. Ve kabrinde Kuranı, Risale-i Nuru ona şirin ve enis arkadaş eylesin. amin. Ve Nur fabrikasına onun yerine on kahramanı ihsan edip çalıştırsın. amin, amin, amin.
Siz dahi benim gibi dualarınızda onu yad ediniz. Bin lisan onun lisanı yerine istimal edip, o kaybettiği bir hayat ve bir dil yerinde manevi bin hayat kazandı diye rahmet-i İlahiden ümitvarız.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Cenab-ı Erhamürrahimine hadsiz şükür olsun ki; bu acip zamanda ve garip yerde, talebe-i ulumun kıymetli şerefini ve ehemmiyetli hizmetlerini kazanmayı sizler vasıtasıyla bizlere de müyesser eyledi.
Ehl-i keşf-i kuburun müşahedesiyle, müteaddit vakıatla, tahsil-i ulum anında vefat eden bazı müştak ve ciddi bir talebe-i ulum, şehidler gibi kendini hayatta ve kendi dersiyle meşgul görüyor. Hatta meşhur bir ehl-i keşf-il-kubur, vefat eden ve ilm-i sarf ve nahvi okuyan bir talebenin kabrinde Münker, Nekire nasıl cevap verecek diye murakabe etmiş. Ve müşahede edip işitmiş ki, melek-i sual, ondan sordu. “Men Rabbuke? Senin Rabbin kimdir?” dediği zaman, o nahv dersiyle iştigal ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: “Men mübtedadır, Rabbuke onun haberidir.” Nahiv ilmince cevap vermiş, kendini medresede zannetmiş.
İşte bu vakıaya muvafık olarak, ben merhum Hafız Aliyi aynen hayattaki gibi Risale-i Nurla meşgul olarak en yüksek bir ilimde çalışan bir talebe-i ulum vaziyetinde ve tam şehidler mertebesinde ve tarz-ı hayatlarında biliyorum ve o kanaatle ona ve onun gibi Mehmed Zühtüye ve Hafız Mehmede bazı dualarımda derim: “Ya Rabbi! Bunları kıyamete kadar Risale-i Nur kisvesinde hakaik-i imaniye ve esrar-ı Kuraniye ile kemal-i ferah ve sevinçle meşgul eyle. amin. İnşaallah.”
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ben merhum Hafız Aliyi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor. Eski zamanlarda bazen böyle fedakar zatlar, kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim, o merhum benim yerimde gitti. Onun fevkalade hizmetini eğer sizler gibi o sistemde zatlar yapmasaydı Kurana, İslamiyete büyük bir zayiat olurdu. Ben, onun varisleri olan sizleri tahattur ettikçe, o acı gidiyor, bir inşirah geliyor. Medar-ı hayrettir ki, ben şimdi onun manevi, belki maddi hayatıyla alem-i berzaha gitmesi cihetiyle, o aleme gitmek için bende bir iştiyak zuhur etti ve ruhuma başka bir perde açıldı. Nasıl ki buradan Ispartadaki kardeşlerimize selam gönderip muarefe, muhabere ile sohbet ediyoruz. Aynen öyle de, Hafız Alinin tavattun ettiği alem-i berzah, nazarımda Isparta, Kastamonu gibi olmuş. Hatta bu gece, mesmuatıma göre, buradan birisi oraya gönderilmiş. On defadan ziyade teessüf ettim. “Niçin Hafız Aliye onunla selam göndermedim?” Sonra ihtar edildi ki, selam göndermek için vasıtalara ihtiyaç yok; kuvvetli rabıtası telefon gibidir. Hem o gelir, alır. O büyük şehid Denizliyi bana sevdiriyor; daha buradan gitmek istemiyorum. O ve Mehmed Zühtü ve Hafız Mehmed, hayatlarında gördükleri vazife-i imaniye ve Nuriyeye devam ediyorlar. Onlar pek yakından temaşa ediyorlar, belki de yardım ediyorlar. Evliya-yı azimenin dairesinde kıymetli hizmet noktasında mevki almalarından, ben de o ikisinin Hafız Mehmedle beraber isimlerini silsilemde aktabların isimleri yanında yad edip hediyelerimi bağışlıyorum.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sizdeki ihlas ve sadakat ve metanet, şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinizin kusuruna bakmamaya ve setretmeye kafi bir sebeptir. Risale-i Nur zinciriyle kuvvetli uhuvvet öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir. Haşirde, adalet-i İlahiye, hasenelerin seyyielere racih gelmesiyle affettiğine binaen, siz de hasenelerin rüçhanına göre muhabbet ve af muamelesini yapmak lazımdır. Yoksa bir seyyie ile hiddet etmek, sıkıntıdan gelen bir titizlik, bir asabilikle zararlı bir hiddet, iki cihetle zulüm olur. İnşaallah, birbirinize sürurda ve tesellide yardım edip, sıkıntıyı hiçe indirirsiniz.
Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,
Birkaç gündür sizinle konuşmadığımın sebebi, şimdiye kadar emsalini görmediğim şiddetli ve zehirli bir hastalıktır. Ben, Risale-i Nur hesabına ahir ömrüme kadar Nur ve gül dairesindeki sebatkar ve metin ve sarsılmaz kardeşlerimle, Kastamonulu fedakarlarla ebeden müteşekkirane iftihar ediyorum ve onlarla bütün zalimlerin sıkıntılarına karşı bir kuvvetli nokta-i istinad ve tam bir teselli buluyorum. Şimdi ölsem, onlar var diye ferah-ı kalble ecelimi karşılayacağım.
Ehl-i dünya, ben onlarla mübareze ediyorum diye asılsız tevehhüm ederek beni hapse attılar. Fakat kader-i İlahi, ben onlarla konuşmadığım ve ıslah-ı hallerine çalışmadığımdan beni hapse attı. Ve hapiste yalnız birkaç arkadaşımla kalsam, Ankara makamatına karşı alem-i İslamı alakadar edecek bir aleni muhakeme isteyeceğim ve dava edeceğim ve Meyve Risalesini ve müdafaat parçalarını yeni harfle müteaddit nüshalar çıkarıp mühim makamata göndereceğiz inşaallah.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu nevi hadisler, müteşabih kısmındandırlar. Hem cüzi ve hususi değiller, umumi yerlerde bakmıyorlar. Bir kısım ise, ümmetinin başına gelen dini fitnelerden yalnız birtek zamanı ve Hicaz ve Irakı misal olarak gösterir. Zaten Abbasilerin zamanında, o tarihte Mutezile, Rafizi, Cebri ve perde altında zındıklar, mülhidler, İslamiyeti zedeleyen çok firak-ı dalle meydana gelmiştiler. Şeriat ve itikad noktasında ehemmiyetli sarsıntılar olması hengamında Buhari, Müslim, İmam-ı azam, İmam-ı Şafii, Malik, İmam-ı Ahmed İbni Hanbel ve İmam-ı Gazali ve Gavs-ı azam ve Cüneyd-i Bağdadi gibi pekçok eazım-ı İslamiye imdada yetişip o fitne-i diniyeyi mağlup ettiler. O tarihten üç yüz sene sonraya kadar o galebe devam ile beraber, perde altında yine o ehl-i dalalet fırkaları, siyaset yoluyla Hülagu-Cengiz fitnesini İslamların başına getirdiler. Bu fitneden hem hadis, hem Ali radıyallahu anh sarih bir surette aynı tarihiyle işaret ediyorlar. Sonra bu zamanımızın fitnesi en büyük bir fitne olduğundan, hem müteaddit hadisler, hem çok işarat-ı Kuraniye aynı tarihiyle haber veriyorlar. Buna kıyasen, ümmetin geçireceği safahatı külli bir surette bir hadis beyan ettiği vakit, bazen o küllinin birtek hadisesini, misal olarak tarihi gösterir. Böyle müteşabih ve manası tamam anlaşılmayan hadislerin Risale-i Nur eczaları kati bir surette tevillerini beyan etmiş. Yirmi Dördüncü Sözde ve Beşinci Şuada, bu hakikati düsturlarla beyan etmiş.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Birbirinizi enaniyetle veya sadakatsizlikle ittiham etmemek için, bir hakikati beyan etmek ihtar edildi.
Ben bir zaman enãniyetini bırakmış ve nefs-i emmaresi kalmamış büyük evliyadan şiddetli bir surette nefs-i emmareden şikayet ettiğini gördüm, hayrette kaldım. Sonra kati bildim ki, ahir ömre kadar mücahede-i nefsiyenin sevabdar devamı için, nefs-i emmarenin ölmesi üzerine onun cihazatı damarlara ve hissiyata devredilir, mücahede devam eder. İşte o büyük evliyalar, bu ikinci düşmandan ve nefsin varisinden şikayet ederler.
Hem manevi kıymet ve makam ve meziyet, bu dünyaya bakmıyor ki, kendini ihsas etsin. Hatta en büyük makamda bulunanlardan bazı zatlara verilen büyük bir ihsan-ı İlahiyi hissetmediklerinden, kendilerini herkesten ziyade biçare ve müflis telakki etmeleri gösteriyor ki, avamın nazarında medar-ı kemalat zannedilen keşif ve keramet ve ezvak ve envar, o manevi kıymet ve makamlara medar ve mihenk olamaz. Sahabelerin bir saati, başka velilerin bir gün, belki bir çilesi kadar kıymeti olduğu halde, keşif ve manevi harikulade halata evliya gibi mazhariyetleri her Sahabede olmaması, bu hakikati ispat ediyor.
İşte, kardeşlerim, dikkat ediniz, sizin nefs-i emmareniz, kıyas-ı binnefs cihetinde, su-i zan noktasında sizleri aldatmasın, Risale-i Nur terbiye etmiyor diye şüphelendirmesin.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Risale-i Nurun Gençlik Rehberinde ve Meyve Risalesindeki beş meselesinin, haylaz gençlerde dokuz tokadı Risale-i Nurun bir latif kerameti olduğunu o gençler dahi tasdik ediyorlar.
Birincisi: Bana hizmet eden Feyzi. Ona bidayette dedim: “Sen Meyvenin bir dersinde bulundun, haylazlık yapma.” O yaptı, birden tokat yedi, bir hafta eli bağlı kaldı.
Evet, doğrudur. Feyzi
İkincisi: Bana hizmet eden ve Meyveyi yazan Ali Rıza. Bir gün, yazdığını ona ders verecektim. O, haylazlığından yemek pişirmek bahanesiyle gelmedi, birden tokat yedi. O vakit onun tenceresi sağlamken, dibi yemeğiyle beraber tamamen düştü.
Evet, doğrudur. Ali Rıza
Üçüncüsü: Ziya, Meyvenin gençliğe ve namaza dair meselelerini kendine yazdı, namaza başladı. Fakat haylazlık yaptı, namazı ve yazıyı bıraktı. Birden, o vakitte tokat yedi. Hilaf-ı adet ve sebepsiz, başı üstündeki sepeti ve elbiseleri yandı. O kadar kalabalık içinde yanıncaya kadar kimse farkında olmaması, kasdi bir şefkat tokadı olduğunu gösterdi.
Evet, doğrudur. Ziya
Dördüncüsü: Mahmud. Ona Meyveden gençlik ve namaz meselelerini okudum ve dedim: “Kumar oynama, namaz kıl.” Kabul etti. Fakat haylazlık galebe etti, namaz kılmadı ve kumar oynadı. Birden, hiddet tokadını yedi. Üç dört defada daima mağlup olup fakir haliyle beraber kırk lira ve sakosunu ve pantolonunu kumara verdi, daha aklı başına gelmedi.
Evet, doğrudur. Mahmud
Beşincisi: On dört yaşında Süleyman namında bir çocuk, ziyade haylazlık yapıp başkalarının da iştihalarını açıyordu. Ona dedim: “Uslu dur. Namazını kıl. Senden büyük haylazların içinde bu halin sana tehlike getirir.” O, namaza başladı, fakat yine namazı terk ve haylazlığa girdi. Birden tokat yedi. Uyuz illetine müptela oldu, yirmi gündür yatağında yatmaya mecbur oldu.
Evet, doğrudur. Süleyman
Altıncısı: Bana bidayette hizmet eden Ömer, namaza başladı, şarkıları bıraktı. Fakat bir akşam, kapıya yakın bir şarkı kulağıma geldi, evrad ile meşguliyetime zarar verdi. Ben, hiddet ettim, çıktım. Gördüm ki, hilaf-ı adet, Ömerdir. Ben de hilaf-ı adet bir tokat vurdum. Birden, sabahleyin hilaf-ı adet olarak Ömer başka hapse gönderildi.
Yedincisi: Hamza namında, on altı yaşında sesi güzel olmasından şarkı söylüyor, başkalarının da iştihalarını açıyor, haylazlık ediyordu. Ona dedim: “Böyle yapma, tokat yiyeceksin.” Birden, ikinci gün bir eli yerinden çıktı, iki hafta azabını çekti.
Evet, doğrudur. Hamza
Bu gibi tokatlar var; fakat kağıt bitti, mana da bitti.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bir Maarif Vekili, perdeyi yüzünden kaldırdı ve küfr-ü mutlakı başka bir kisvede gösterdi. Bizim son gönderdiğimiz müdafaatı daha almadan başka saika ile o beyannameyi yazmış. Gerçi ben o daireye göndermeyi düşünmüyordum; fakat kardeşlerimizin tensibiyle onlara da göndermek hem münasip, hem lazım olduğunu bu hal gösterdi. Çünkü, herhalde bu derece ilhadda taassup taşıyan bir vekil, Ankaraya gönderilen evrak ve mahrem risalelere karşı lakayt kalmazdı. Birden, doğrudan doğruya cerh edilmez müdafaatlar başına vuruldu, çok iyi oldu. İnşaallah, o dairede dahi Risale-i Nur lehinde kuvvetli bir cereyan uyandıracak.
Kardeşlerim, madem bir kısmın mahiyetleri bu tarzdır; onlara, o kısma teslim olmak, bir nevi intihardır, İslamiyetten pişman olmaktır, belki dinden insilah etmektir. Çünkü o derece ilhadda taassup etmiş ki, bizim gibilerden yalnız teslimiyetle ve tasannu ile razı olmuyorlar. “Kalbini ve vicdanını bırak, yalnız dünyaya çalış” derler. İşte bu vaziyete karşı inayet-i Rabbaniyeye dayanıp metanet ve sabır ve tevekkül ederek dört sandık Risale-i Nur eczaları o merkeze yetişip, kuvvetli hakikatlerle galebe çalmasına dua etmekten başka çare yoktur. Biz birbirimizden çekinmekle ve gücenmekle ve Risale-i Nurdan çekilmekle ve onlara teslim ve hatta iltihak etmekle faide vermediği şimdiye kadar tecrübe edildi. Hem hiç merak etmeyiniz. O Vekilin o farfaralı telaşı, zaafına ve tam korkusuna delalet eder. Tecavüze değil, belki tedafüe mecburiyeti bildiriyor.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Homalı kardeşlerimizden Ali namında bir şakirt, Hafız Alinin vefatı günlerinde vefat ettiğini Sami Bey bana söylediği gibi, Homalı kahramanlardan Mehmed Ali dahi bana yazdı. Ben de o Aliyi o büyük şehid Aliye çok dualarda arkadaş yaptım.
Bu yakında, bizimle alakadar bir hanım, üç kardeşimizin öldüğünü görmüştü. Tabiri: Bu iki Ali ve Risale-i Nura hapiste tabi olmak isteyen asılan Mustafa, umumumuzun bedeline ahirete gittiler ve selametimizin hesabına feda oldular demektir.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık, sarsılmaz ve tevekkülün mahiyetini ve kıymetini anlayan kardeşlerim,
Yirmi seneden beri hiçbir gazeteyi ne okumak ve ne sormak merakım olmadığı halde, pek çok teessüfle, yalnız bir kısım zayıf kardeşlerimizin hatırları için bugün bir gazetenin bir bahsini gördüm. Bundan bildim ki, perde altında ve üstünde ehemmiyetli cereyanlar rol oynuyorlar. Meydanda biz göründüğümüzden, bizler, o cereyanlarla alakadar tevehhüm ediliyoruz. İnşaallah, Risale-i Nurun dört sandık kuvvetli cerh edilmez risaleleri ve pek kati müdafaa defterleri, bizim hakkımızda, hem iman ve Kuran, İslam hakkında bir hayırlı netice verecekler. Biz onların dünyalarına karışmadık ve karışacağımızı hiçbir cihetle daha tesbit edemediler. Mecburiyetle bütün Risale-i Nuru Ankara tahkik için istedi.
Madem hakikat budur ve madem şimdiye kadar Risale-i Nurun hizmetinde inayet-i Rabbaniyenin tecellisini inkar edilmeyecek derecede gördük; herbirimiz cüzi ve külli bunu hissetmişiz. Ve madem şimdi siyasetin ve dünyanın çok cereyanlarının birbirine karşı tahşidatı oluyor. Ve madem elimizden kazaya rıza ve kadere teslim ve hizmet-i imaniye ve Kuraniye ve Nuriyenin verdikleri büyük ve kudsi teselliden başka bir şey gelmiyor. Elbette bize en elzem iş, telaş etmemek ve meyus olmamak ve birbirinin kuvve-i maneviyesini takviye etmek ve korkmamak ve tevekkülle bu musibeti karşılamak ve habbeyi kubbe yapan farfaralı gazetecilerin kubbelerini habbe görüp ehemmiyet vermemektir. Bu dünya hayatı, hususan bu zamanda, bu şerait altında kıymeti yoktur. Başa ne gelse gelsin, hoş görmeli.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
İki üç kardeşlerimiz şöyle kendilerine bir güzel teselli bulmuşlar. Diyorlar ki:
“Bu hapiste bir kısım yeni kardeşlerimiz, bir iki saat gayr-ı meşru bir hareket yüzünden, bir iki, belki on sene bu musibet içinde sabır ve tahammül ediyorlar. Hatta bir kısmı şükrederek başka günahlardan kurtulduk dedikleri halde, biz, Risale-i Nur vasıtasıyla en meşru bir hareket ve hizmet-i imaniye yüzünden altı yedi ay hayırlı bir sıkıntıdan neden şekva ediyoruz?” diyorlar. Ben de, “Bin Barekallah” onlara derim.
Evet, beş on sene hem imanını, hem başkalarının imanlarını kurtarmak niyetiyle zevkli, tatlı, hayırlı, kudsi bir hizmet ve yüksek bir ubudiyet-i fikriye yüzünden beş on ay zahmet çekmek, medar-ı şükür ve iftihardır.
Bir hadiste ferman etmiş ki: “Birtek adam seninle hidayete gelse, sahra dolusu kırmızı koyun, keçilerden daha hayırlıdır.”İşte burada, mahkemede ve Ankarada, sizlerin yazılarınız ve hizmetleriniz vasıtasıyla ne kadar insanlar imanlarını dehşetli şüphelerden kurtardığını ve kurtaracağını düşününüz, sabır içinde kemal-i rıza ile şükrediniz.
Eğer Ankarada hakim olan Halk Partisi, oraya giden Risale-i Nurun kuvvetli kitaplarına karşı inat etse ve musalaha niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz hapistir ve mülhidler, bolşevizmi zındıka ile birleştirdiğine alamettir ve hükümet, onları dinlemeye mecbur olur. O zaman Risale-i Nur çekilir, tevakkuf eder, maddi ve manevi musibetler hücuma başlarlar.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ يَامَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اَلَمْ يَاْتِكُمْ رُسُلٌ مِنْكُمْ ayet-i celileleri mucibince cinlerden de peygamber geldiği bildiriliyorsa da, bu husustaki müşkülün halli için vaki suale üstadımızın verdiği cevaptır.
Aziz kardeşim,
Hakikaten senin bu sualinin çok ehemmiyeti var. Fakat Risale-i Nurun en ehemmiyetli vazifesi beşeri dalaletten ve küfr-ü mutlaktan kurtarmak olmasından, bu çeşit meselelere sıra gelmiyor, onlardan bahis açmıyor. Selef-i Salihin dahi çok bahsetmemişler. Çünkü öyle gaybi ve görünmeyen işlerde, su-i istimal düşer. Hem şarlatanlar, hodfuruşluklarını bir vesile yapabilirler. Nasıl ki şimdi ispritizmacılar “cinlerle muhabere” namıyla şarlatanlık yapıyorlar; dinin zararına alet ederler diye çokça medar-ı bahis edilmez. Hem Hatemül-Enbiyadan sonra, cinlerde peygamber gelmemiş. Hem Risale-i Nur, bu zamanda bir taun-u beşeri olan maddiyyunluk fikrini iptal etmek için, cinni ve ruhanilerin vücutlarını kati hüccetlerle ispat etmeye çalışmış, bu meseleye üçüncü derecede bakmış, tafsilini başkalara bırakmış. Belki inşaallah Risale-i Nurun bir şakirdi, Sure-i Rahmanı tefsir edip bu meseleyi de halleder.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
﴾ لِكُلِّ مُصِيبَةٍ: ﴿ إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّۤا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ Hakikaten Hafız Ali, Hafız Mehmed ve Mehmed Zühtünün vefatları, değil yalnız bize ve Ispartaya belki bu memlekete ve alem-i İslama büyük bir zayiattır. Fakat şimdiye kadar bir cilve-i inayet olarak, Risale-i Nurun bir şakirdi zayi olduğu zaman, derakab iki üç tane o sistemde meydana çıktığından, kuvvetle ümit varız ki, başka şekilde o kahramanların vazifelerini görecek, ümit ettiğimizden ciddi şakirtler çıkarlar, görürler. Zaten o üç mübarek merhum zatlar, az bir zamanda, yüz senelik vazife-i imaniyeyi gördüler. Cenab-ı Erhamürrahimin, onların yazdıkları ve neşrettikleri ve okudukları huruf-u Nuriye adedince onlara rahmetler eylesin. amin.
Benim tarafımdan o Hafız Mehmedin akrabasını ve mübarek köyünü taziye ediniz. Ben de, onu Hafız Ali ve Mehmed Zühtüye arkadaş edip, üstadlarımın aktab kısmının isimleri içinde o üçünün isimlerini dahil edip, Hafız Akifi dahi asım ve Lütfiye arkadaş ettim.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Aziz, sıddık kardeşlerim,
اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ sırrıyla, bu meselemizin tehiri hayırdır. Çünkü bütün mekteplerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, alem-i İslama ve istikbale pek elim ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alakadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kati hüccetler gösteren ve ispat eden Risale-i Nur geçmesi, kemal-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hatta idam olsalar, din-i İslam cihetiyle yine ucuzdur. Hiç olmazsa küfr-ü mutlaktan ve irtidattan en mütemerridleri bir derece kurtarır, meşkuk bir küfre çıkarır, mağrurane ve cüretkarane tecavüzlerini tadil eder.
Mahkemede son söz olarak yüzlerine söylediğim bu cümle, “Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsi hakikate başımız dahi feda olsun” ile, bizim nihayete kadar sebat edeceğimizi dava etmişiz. Bu davadan vazgeçilmez. İçinizde vazgeçecek yok ümit ediyorum. Madem şimdiye kadar sabrettiniz, “Daha kısmetimiz ve vazifemiz bitmedi” diye tahammül ve sabrediniz. Her halde Meyvedeki kati hüccetlerle kàbil-i inkar olmayan idam-ı ebedi ve nihayetsiz haps-i münferit mesleğini müdafaa etmek için Risale-i Nura karşı anudane hareket edilmeyecek, belki musalaha veya mütareke çaresi aranılacak.
اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ وَالسُّرُورِ بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ ayeti hem Risale-i Nura, hem مَيْتًا kelimesiyle üç kuvvetli emare ve münasebetlerle Risale-i Nurun bu biçare şakirtlerine işareti Birinci Şuada izah edilmiş. Şimdi bu hadisede o emarelerden birisi tam hükmediyor. Çünkü bize zulmedenler, ellerinde hayat ve medeniyeti ve lezzeti tutup, bizi o tarz-ı hayata ehemmiyet vermemekle ittiham edip mesul ederler, hatta idam ve ağır ceza ile hapse sokmak isterler. Fakat kanunca sebep bulamıyorlar. Biz dahi elimizde hayat-ı bakiyenin mukaddemesi ve perdesi olan mevti ve ölümü tutup, onların başlarına vurup intibaha getirmek ve onların hakiki mesuliyet ve mahkumiyetten ve idam-ı ebedi ve daimi haps-i münferitten kurtulmalarına bütün kuvvetimizle çalışıyoruz. Hatta Ankaraya giden şiddetli risaleler sebebiyle en ağır ceza nefsime verilse, fakat ceza verenler o risalelerle ölümün idamından kurtulsalar, hem kalbim, hem nefsim razı olurlar. Demek, biz onların iki cihanda yaşamalarını istiyoruz, arıyoruz. Onlar bizim ölmemizi istiyorlar, bahaneler arıyorlar. Fakat güneş gibi zahir ve gözle görünür gündüz gibi bir hakikat-ı mevtiye ve hergün insanlarda otuz bin cenaze, ehl-i dalalet hakkında, otuz bin idam-ı ebedi, otuz bin haps-i münferit fermanlarını, ilamnamelerini gösterdiklerinden, biz onlara karşı mağlup değiliz. Ne yaparlarsa yapsınlar! اِنَّ حِزْبَ اللهِ هُمُ الْغَالِبُونَ ayeti, on iki seneden beri en acınacak mağlubiyetimiz zamanında dahi, cifir ve ebced hesabıyla galibiyetimize aynı tarihiyle müjde ediyor.
Madem hakikat budur; biz şimdiden sonra hem mahkemeye, hem halka diyeceğiz ki:
“Bu gözümüz önünde ve bizi bekleyen ölümün idam-ı ebedisinden ve karşımızda kapısını açan ve bizi cebr-i kati ile çağıran kabrin daimi karanlık haps-i münferidinden kurtulmaya çalışıyoruz. Hem sizin de o dehşetli ve çaresiz musibetten kurtulmanıza yardım ediyoruz. Sizin nazarınızda en büyük bir mesele-i dünyeviye ve siyasiye, bizim nazarımızda ve hakikat cihetinde kıymeti pek azdır ve bilfiil vazifedar olmayanlara malayani ve ehemmiyetsizdir ve kıymeti yoktur. Fakat bizim iştigal ettiğimiz vazife-i zaruriye-i insaniye ise, herkese her zaman ciddi alakası var. Bu vazifemizi beğenmeyenler ve kaldıranlar, ölümü kaldırmalı ve kabri kapamalı!”
İkinci ve üçüncü noktalar şimdilik geri kaldı.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Risale-i Nurun kerametlerindendir ki, Üstadımız Hazretleri “Ey mülhidler ve ey zındıklar! Risale-i Nura ilişmeyiniz, Risale-i Nur, afatın define sadaka gibi vesile olmasından, ona karşı olan hücum ve onun tatili, afata karşı olan müdafaasını zaifleştirir. Eğer ilişirseniz, yakından bekleyen belalar sel gibi üstünüze yağacaktır” diye, on senedir kerratla söylüyordu. Bu hususta şahit olduğumuz felaketler pek çoktur. Dört seneden beri Risale-i Nura ve şakirtlerine her ne vakit ilişilmişse, bir felaket, bir musibet takip etmiş ve Risale-i Nurun ehemmiyetini ve afatın define vesile olduğunu göstermiştir. İşte Üstadımız Bediüzzamanın Risale-i Nur ile haber verdiği yüzler hadisat içinde felaketler zelzele eliyle doğruluğunu imza ederek gelen dört felaket, Risale-i Nurun bir vesile-i def-i bela olduğunu gösterdi. Cenab-ı Hak, bize ve Risale-i Nura taarruz edenlerin kalblerine iman ve başlarına hakikati görecek akıl ve göz ihsan etsin; bizi bu zindanlardan, onları da bu felaketlerden kurtarsın. amin.
Hüsrev
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bir cilve-i inayet-i Rabbaniyedir ki, daha müdafaatımızı ve evraklarımızı ve kitapları görmeden, yalnız perde altında hissedip Maarif Vekilinin dehşetli püskürmesi ve hücumu, Beşinci Şua ve Hücumat-ı Sittenin Zeyli gibi gayet şiddetli mahrem risaleleri en ehemmiyetli makamat bilfiil tenkid için tetkik etmesi ve müdafaatımın ciddi, dokunaklı küfr-ü mutlaka cüretkarane darbeleri Ankaranın bize karşı çok şiddetli davranmasını beklerken, meselenin azametine nisbeten gayet mülayimane, belki musalahakarane vaziyet almış.
Ve bu cilve-i inayetin bir hikmeti de şudur: Risale-i Nurun, umum memlekete alakası cihetiyle umumi bir dershanede ve büyük makamatta dikkat ve merakla okunmasıdır. Evet, bu zamanda böyle yüksek bir ders, elbette böyle cemiyetli ve külli ve umumi dairelerde okunması, büyük bir inayettir ve küfr-ü mutlakı kırdığına bir kuvvetli emaredir.
Kardeşlerim, herhalde bu kadar sıkıntı ve zararı çeken zayıf bir kısım aile sahipleri, bir derece Risale-i Nurdan ve bizden çekinmek, belki vazgeçmek için bir mazeret olabilir zannıyla, tahliyeden sonra değişmek ihtimaline binaen derim: Bu derece kıymettar bir mala bu maddi ve manevi fiyat veren ve bu azabı çeken, o maldan vazgeçmek büyük bir hasarettir. Hem herbirisi, Risale-i Nurun eczalarını ve alakadarlarını ve bizi muhafaza ve yardım ve hizmeti birden bıraksa, hem ona, hem bizlere lüzumsuz bir zarardır. Onun için, ihtiyatla beraber, sadakatı ve irtibatı ve hizmeti değiştirmemek lazımdır.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bir cilve-i inayet-i Rabbaniye ve bir himayet-i hıfz-ı İlahiyedir ki, Ankarada ehl-i vukuf heyeti, Risale-i Nurun hakikatlerine karşı mağlup olup, şiddetli tenkit ve itirazın çok esbabı varken adeta beraatine karar verdiklerini işittim. Halbuki mahremlerin şedit ifadeleri ve müdafaatın dokunaklı meydan okumaları ve Maarif Vekilinin dehşetli hücumu ve ehl-i vukuf heyetinde maarif dairesine mensup ehemmiyetli iki maddi feylesofların ve yeni icadlara tarafdar büyük bir alimin bulunması ve bir seneden beri gizli zındıka komitesi aleyhimize Halk Fırkasını ve Maarifi sevk etmesi cihetiyle, ehl-i vukufun pek şiddetli itirazları ve bizi ağır cezalarla ittiham etmelerini beklerken, himayet ve inayet-i Rahmaniye imdada yetişip onlara Risale-i Nurun yüksek makamını göstererek, şiddetli tenkitlerden vazgeçirmiş. Hatta bizi cezalardan kurtarmak fikriyle ve Eskişehir meselesi ve Otuz Bir (31) Mart hadise-i meşhuresiyle beni sabıkalı bir mücrim-i siyasi nazarıyla baktırmamak ve sırf din ve iman için hareket ettiğimizi ve siyaset fikri bulunmadığını göstermek fikriyle demişler ki: “Said Nursi, eskiden beri ara sıra peygambere verasetlik davasında bulunur. Kuran ve iman hizmetinde müceddidlik tavrını alır, yani bazen bir nevi cezbeye mağlup olup meczubane hareket eder.” İşte bu fıkra ile, feylesofların dinsizce tabirlerle, kim olursa olsun din lehinde kuvvetli hareket edenlere, vazifesi, müceddidlik irsiyetiyle yapıyor diye, hem bir kısım kardeşlerimiz haddimden çok ziyade hüsn-ü zanlarını tenkit etmek, hem bana bir cezbe isnad ile şiddetlerimde beni siyasetten ve cezadan tebrie etmek ve bize muarız ve düşman olanlarını bir derece okşamak ve işaret-i Kuraniye ve keramat-ı Aleviye ve Gavsiye hakikatleri kuvvetli olduklarını göstermek ve herkese kıyasen bende dahi bulunması tahminlerince muhakkak olan hubb-u cah ve enaniyet ve hodfuruşluğu kırmak için, o dinsizce feylesofane tabirini istimal etmişler. O tabire karşı Risale-i Nur, baştan nihayetine kadar güneş gibi bir cevaptır. Ve mesleğimiz, terk-i enaniyet ve uhuvvet olmasından, bizde hodfuruşane şatahat bulunmadığından, Yeni Saidin Risale-i Nur zamanındaki mahviyetkarane hayatı ve mübarek kardeşlerinin ifratkarane hüsn-ü zanlarını hatıra bakmayarak mükerrer derslerle tadil etmesi, o tabirle işmam edilen manayı tam çürütüyor, izale eder.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bize ihbar edene ve yazana zarar gelmemek için, şimdilik ehl-i vukufun ittifakıyle kararlarını size göndermeyeceğim. Bu son ehl-i vukuf, bütün kuvvetiyle bizi kurtarmak ve ehl-i dalalet ve bidiyyatın şerrinden muhafaza etmek için çalışmışlar, bize isnad edilen bütün suçlardan tebrie ediyorlar. Ve Risale-i Nurdan tam ders aldıklarını ihsas edip, Risale-i Nurun ilmi ve imani kısmının ekseriyet-i mutlaka ile vakıfane yazıldığını ve Said ise hem samimi, hem ciddi kanaatlerini beyan ederek ondaki kuvvet ve iktidar, isnad edildiği gibi tarikat icadı veya cemiyet kurmak veya hükumetle mübareze etmek değildir, belki yalnız Kuranın hakikatlerini muhtaçlara bildirmek kuvvet ve iktidarıdır diye müttefikan karar vermişler. Ve “gayr-ı ilmi” tabir ettikleri mahremlere karşı demişler ki: “Bazen cezbeye ve şuurun heyecanına ve ihtilal-i ruhiyeye kapılmasından, bu eserlerle mesul olmamak lazım geliyor” manasını ifham ediyorlar. Ve “Eski Said”, “Yeni Said” tabirinde iki şahsiyet; ve ikincisinde, fevkalade bir kuvvet-i imaniye ve ilm-i hakaik-i Kuraniye manasını, feylesofların hatırı için “Bir nevi cezbe ve ihtilal-i dimağiye ihtimali var” diye hem bizi şiddetli tabiratın mesuliyetinden kurtarmak, hem muarızlarımızı okşamak için “sem u basar cihetinde halüsinasyon hastalığı ihtimali nazar-ı dikkate alınabilir” demişler. Onların bu ihtimalini esasıyla çürüten, ellerine geçen ve bütün akılları geri bırakan Nur Risaleleri ve bütün avukatlara hayret veren Müdafaa ve Meyve Risaleleri kafi ve vafi bir cevaptır. Ben çok şükrediyorum ki, bir hadis-i şerifin mazhariyeti bu ihtimalle bana verilmiş.
Hem o ehl-i vukuf, bütün kardeşlerimizi ve beni tam tebrie edip derler: “Saidin alimane ve vakıfane eserlerine iman ve ahiretleri için bağlanmışlar; hiçbir cihette hükümete karşı bir suikastlarına dair bir sarahat ve bir emare, ne muhaberelerinde ve ne de kitap ve risalelerinde bulmadık” diye o heyetin ittifakıyla karar verip biri feylesof Necati, biri Yusuf Ziya (alim), biri de feylesof Yusuf namlarında imza etmişler.
Latif bir tevafuktur ki, biz bu hapse kendimiz hakkında bir medrese-i Yusufiye ve Meyve Risalesi onun meyvesidir dediğimiz gibi, bu iki Yusuf dahi perde altında “Biz dahi o medrese-i Yusufiyedeki derse hissedarız” lisan-ı halleriyle ifade etmeleridir. Hem cezbeye latif bir delilleridir ki, Otuz Üçüncü Söz ve otuz üç pencereli Otuz Üçüncü Mektup gibi tabirleri, hem kendi kedisinin “Ya Rahim, ya Rahim” tesbihini işitmesi, hem kendini bir mezar taşı görmesi, cezbe ve halüsinasyon ihtimaline delil göstermeleridir.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Madem biz, çok emarelerle inayet altındayız. Ve madem gayet çok ve insafsız düşmanlara karşı Risale-i Nur mağlup olmadı, Maarif Vekilini ve Halk Fırkasını bir derece susturdu. Ve madem bu kadar geniş bir sahada ve meselemizi pek ziyade izam ile hükumeti telaşa düşürenler, herhalde iftiralarını ve yalanlarını bir derece setretmeye bahanelerle çalışacaklar. Elbette bize lazım: Kemal-i teslimiyetle sabır ve temkinde bulunmak ve bilhassa inkisar-ı hayale düşmemek ve bazen ümidin hilaf-ı zuhuruyla meyus olmamak ve muvakkat fırtınalarla sarsılmamak.
Evet, gerçi inkisar-ı hayal, ehl-i dünyada kuvve-i maneviyelerini ve şevklerini kırar; fakat meşakkat ve mücahede ve sıkıntıların altında inayet ve rahmetin iltifatlarını gören Risale-i Nur şakirtlerine inkisar-ı hayal, gayretlerini ve ileri atılmasını ve ciddiyetlerini takviye etmek lazım geliyor.
Kırk sene evvel ehl-i siyaset, bana bir cinnet-i muvakkate isnadıyla tımarhaneye sevkettiler. Ben onlara dedim: Sizin akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum, o çeşit akıldan istifa ediyorum, وَكُلُّ النَّاسِ مَجْنُونٌ وَلٰكِنْ عَلٰى قَدَرِ الْهَوٰى اِخْتَلَفَ الْجُنُونُ kaidesini sizlerde görüyorum demiştim. Şimdi dahi beni ve kardeşlerimi şiddetli bir mesuliyetten kurtarmak fikriyle bana mahrem risale cihetiyle ara sıra bir cezbe, bir cinnet-i muvakkate isnad edenlere aynı sözleri tekrarla beraber, iki cihetle memnunum:
Birisi: Hadis-i sahihte vardır ki, “Bir adam kemal-i imanı kazandığına, avam-ı nasın akıllarının tavrı haricindeki yüksek hallerini mecnunluk, divanelik saymaları, onun kemal-i imanına ve tam itikadına delalet eder” diye ferman ediyor.
İkinci cihet: Ben, bu hapisteki kardeşlerimin selametleri ve necatları ve zulmetten kurtulmaları için, değil yalnız bir divanelik isnadını, belki kemal-i fahir ve ferahla tamam aklımı ve hayatımı feda etmesini kabul ediyorum. Hatta siz münasip görürseniz, o üç zatlara benim tarafımdan bir teşekkürname yazılsın ve onları manevi kazançlarımıza teşrik ettiğimiz bildirilsin.
Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kuraniyede ve imaniyede halis arkadaşlarım ve hak ve hakikat ve berzah ve ahiret yolunda ayrılmaz yoldaşlarım,
Biz birbirimizden ayrılmak zamanı yakın olması cihetiyle, sıkıntıdan neşet eden gerginlikler ve kusurlar yüzünden İhlas Risalesinin düsturları muhafaza edilmediğinden, siz birbirinizle tamam helallaşmak lazımdır ve zaruridir. Siz, birbirinize en fedakar, nesebi kardeşten daha ziyade kardeşsiniz. Kardeş ise, kardeşinin kusurunu örter, unutur ve affeder. Ben burada hilaf-ı memul ihtilafınızı ve enaniyetinizi nefs-i emmareye vermiyorum ve Risale-i Nur şakirtlerine yakıştıramıyorum. Belki nefs-i emmaresini terkeden evliyalarda dahi bulunan bir nevi muvakkat enaniyet telakki ediyorum. Siz benim bu hüsn-ü zannımı inat ile kırmayınız, barışınız.
Kardeşlerim,
Ehl-i vukuf raporundan anlaşılıyor ki, Risale-i Nur, bize karşı bütün muarız taifeleri mağlup ediyor ki, Hüccetullahil-Baliğa ve İhtiyar ve İhlas Risalelerini tekrarla nazar-ı dikkati celb ediyorlar. Hem gayet sathi ve cevapları pek zahir ve güya müteassıbane hocavari tenkitleri ve hiç münasebeti olmayan ve hakiki mutabık olan meseleleri anlamadan “mabeynlerinde tezat var” demeleri ve risalelerin yüzde doksanını tamamıyla çekinmeyerek tasdik ve takdirleri ve teslimleri Hücumat-ı Sitte Zeylinin pek şiddetli bir surette yeni icadlara fetva verenleri cerh ve tezyif etmesine mukàbil, yalnız “nezahet-i lisaniye” demişler. Ve dinsizler tarafından öldürülen mazlum ve dindar hristiyanlar ahirzamanda bir nevi şehid olabilir dediğimi, baş açık namaz kılmak ve Türkçe ezan okumaya Zeylin şiddet-i hücumunu zıt göstermeleriyle iktifa etmeleri, katiyen onların Risale-i Nura karşı mağlubiyetlerini gösteriyor kanaatini veriyor.
Said Nursi