Denizli Mahkemesi Müdafaatından
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Evet, biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var. Ve her gün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alakalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar.
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kudsi programıyla birbirinin yardımına, dualarıyla ve manevi kazançlarıyla koşuyorlar.
İşte, biz bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız. Ve hususi vazifemiz de, Kuranın imani hakikatlerini tahkiki bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebediden ve daimi, berzahi haps-i münferitten kurtarmaktır. Sair dünyevi ve siyasi ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve manasız, gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz.
Dünyaya karışmak arzusu bizde bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti. Divan-ı Harb-i Örfide ve Mustafa Kemalin hiddetine karşı, divan-ı riyasette, şiddetli ve dokunaklı müdafaa eden bir adam, on sekiz sene zarfında kimseye sezdirmeden dünya entrikalarını çeviriyor diye onu ittiham eden, elbette bir garazla eder.
Bu meselede benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuruyla Risale-i Nura hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kurana bağlanmış. Ve Kuran dahi Arş-ı azamla bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın, o kuvvetli ipleri çözsün?
Hem bu memlekete maddi ve manevi bereketi ve fevkalade hizmeti, otuz üç ayat-ı Kuraniyenin işaratıyla ve İmam-ı Ali radıyallahu anhın üç keramat-ı gaybiyesiyle ve Gavs-ı azamın (k.s.) kati ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur, bizim adi ve şahsi kusurlarımızla mesul olmaz ve olamaz ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem maddi, hem manevi telafi edilmeyecek derecede zarar olacak.Haşiye
Bazı zındıkların şeytanetiyle Risale-i Nura karşı çevrilen planlar ve hücumlar inşaallah bozulacaklar. Onun şakirtleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenab-ı Hakkın inayetiyle mağlup edilmezler. Eğer maddi müdafaadan Kuran men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler, Şeyh Said ve Menemen hadiseleri gibi cüzi ve neticesiz hadiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin, eğer mecburiyet derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nura hücum edilse, elbette hükümeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.
Elhasıl, madem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz; onlar da bizim ahiretimize, imani hizmetimize ilişmesinler.
Mevkuf
Said Nursi
Bu istida, Kastamonu zelzelesinden yirmi gün evvel yazılmıştı. Risale-i Nur bereketiyle her vilayetten ziyade afattan mahfuz kalmıştı. Şimdi afat başladı ve davamızı tasdik etti.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Efendiler,
Size kati haber veriyorum ki, buradaki zatların, bizimle ve Risale-i Nurla münasebeti olmayan veya az bulunanlardan başka, istediğiniz kadar hakiki kardeşlerim ve hakikat yolunda hakikatli arkadaşlarım var. Biz Risale-i Nurun keşfiyat-ı katiyesiyle iki kere iki dört eder derecesinde sarsılmaz bir kanaatla bilmişiz ki, ölüm bizim için, sırr-ı Kuran ile, idam-ı ebediden terhis tezkeresine çevrilmiş. Ve bize muhalif ve dalalette gidenler için, o kati ölüm, ya idam-ı ebedidir (eğer ahirete kati imanı yoksa), veya ebedi ve karanlıklı haps-i münferittir (eğer ahirete inansa ve sefahet ve dalalette gitmişse). Acaba dünyada bu meseleden daha büyük, daha ehemmiyetli bir mesele-i insaniye var mı ki, bu ona alet olsun? Sizden soruyorum.
Madem yoktur ve olamaz. Neden bizimle uğraşıyorsunuz? Biz en ağır cezanıza karşı kendimiz, alem-i nura gitmek için bir terhis tezkeresini alıyoruz diye kemal-i metanetle bekliyoruz. Fakat bizi reddedip dalalet hesabına mahkum edenleri, sizi bu mecliste gördüğümüz gibi, idam-ı ebedi ile ve haps-i münferitle mahkum ve pek yakın bir zamanda o dehşetli cezayı çekeceklerini müşahede derecesinde biliyoruz, belki görüyoruz, onlara insaniyet damarıyla cidden acıyoruz. Bu kati ve ehemmiyetli hakikatı ispat etmeye ve en mütemerridleri dahi ilzam etmeye hazırım. Değil vukufsuz, garazkar, maneviyatta behresiz ehl-i vukufa karşı, belki en büyük alim ve feylesoflarınıza karşı gündüz gibi ispat etmezsem, her cezaya razıyım!
İşte, yalnız bir nümune olarak, iki Cuma gününde mahpuslar için telif edilen ve Risale-i Nurun umdelerini ve hülasa ve esaslarını beyan ederek Risale-i Nurun bir müdafaanamesi hükmüne geçen Meyve Risalesini ibraz ediyorum ve Ankara makamatına vermek için, yeni harflerle yazdırmaya müşkülatlar içinde gizli çalışıyoruz. İşte onu okuyunuz, tam dikkat ediniz. Eğer kalbiniz—nefsinize karışmam—beni tasdik etmezse, bana şimdiki tecrid-i mutlak içinde her hakaret ve işkenceyi de yapsanız, sükut edeceğim.
Elhasıl, ya Risale-i Nuru tam serbest bırakınız, veyahut bu kuvvetli ve zedelenmez hakikati elinizden gelirse kırınız! Ben şimdiye kadar sizi ve dünyanızı düşünmüyordum ve düşünmeyecektim. Fakat mecbur ettiniz. Belki de sizi ikaz etmek lazımdı ki, kader-i İlahi bizi bu yola sevk etti. Biz de مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ أَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ düstur-u kudsiyi kendimize rehber edip, herbir sıkıntılarınızı sabırla karşılayacağız diye azmettik.
Mevkuf
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Zaman-ı Saadetten şimdiye kadar cari bir adet-i İslamiyeye ittibaen Risale-i Nurun hususi menbaları olan yüzer ayat-ı meşhureyi büyük bir Enam gibi Hizb-i Kurani yaptığımızı, “Dinde tahrifat yapıyor” diye muaheze etmişler.
Hem bir sene cezasını çektiğim ve mahrem tutulan ve zabıtnamede kaydedildiği gibi odun yığınları altından çıkarılan Tesettür Risalesi bu sene yazılmış ve neşredilmiş gibi, bizi ittiham etmek istiyor. Hem Ankarada hükümetin riyasetinde bulunan birisine (Mustafa Kemale) söylediğim itirazlara ve ağır sözlere mukabele etmeyip sükut etmesi ve o öldükten sonra, onun yanlışını gösteren bir hakikat-i hadisiyeyi beyandaki fıtri ve lüzumlu ve mahrem tenkitlerim, medar-ı mesuliyet yapılmış. Ölmüş ve hükümetten alakası kesilmiş bir şahsın hatırı nerede; ve hükümetin ve milletin bir hatırası ve Cenab-ı Hakkın bir tecelli-i hakimiyeti olan adalet kanunları nerede?
Hem biz hükümet-i cumhuriye ve esaslarından en ziyade kendimize medar-ı istinat ve onunla kendimizi müdafaa ettiğimiz hürriyet-i vicdan esası, bizim aleyhimizde medar-ı mesuliyet tutulmuş. Güya biz hürriyet-i vicdan esasına muarız gidiyoruz!
Hem medeniyetin seyyiatını ve kusurlarını tenkit ettiğimden, hatır ve hayalime gelmeyen bir şeyi zabıtnamelerde isnat ediyor: Güya ben radyo, HAŞİYE-tayyare ve şimendiferin kullanılmasını kabul etmiyorum diye, terakkiyat-ı hazıra aleyhinde bulunduğumla mesul ediyor!
İşte bu nümunelere kıyasen, ne kadar hilaf-ı adalet bir muamele olduğunu, inşaallah, insaflı, adaletli olan Denizli Müdde-i Umumisi ve Mahkemesi göstererek, o zabıtnamelerin evhamlarına ehemmiyet vermeyecekler.
Hem en acibi budur ki: Başka mahkemenin müdde-i umumisi benden sordu: “Mahrem Beşinci Şuada demişsin: Ordu dizginini o dehşetli şahsın elinden kurtaracak. Muradın, orduyu hükümete karşı itaatsizliğe sevk etmektir.” Ben de dedim: “Maksadım, o kumandan ya ölecek veya tebdil edilecek, ordu tahakkümünden kurtulacak demektir. Acaba, hem gayet mahrem, sekiz senede yalnız iki defa elime geçen ve aynı zamanda kaybedilen, hem ahirzamana ait bir hadisin manasını külli bir surette beyan eden, hem aslı eskiden telif edilen bir risale, hem birtek nefer görmediği halde nasıl sebeb-i ittiham olur?” Maatteessüf, o insafsızların o acip ittihamı iddianameye girmiş.
Hem en garibi şudur ki: Bir yerde demişim: Cenab-ı Hakkın büyük nimetleri olan tayyare, şimendifer ve radyoyu, büyük şükürle mukabele lazımken, beşer etmedi, tayyarelerle başlarına bomba yağdı. Ve radyo öyle büyük bir nimet-i İlahiyedir ki, ona mukàbil şükür ise, o radyo milyonlar dilli bir külli hafız-ı Kuran olup, bütün zemin yüzündeki insanlara Kuranı dinlettirsin. Ve Yirminci Sözde Kuranın medeniyet harikalarından gaybi haber verdiğini beyan ederken, bir ayetin işareti olarak, kafirler şimendiferle alem-i İslamı mağlup ederler demişim. İslamı bu harikalara teşvik ettiğim halde, bir sebeb-i ittiham olarak, “Şimendifer ve tayyare ve radyo gibi terakkiyat-ı hazıra aleyhinde” diye, iddianamenin ahirinde, beni evvelki müdde-i umuminin garazlarına binaen ittiham eder.
Hem hiçbir münasebeti olmadığı halde, bir adam Risale-i Nurun ikinci bir ismi olan Risaletün-Nur tabirinden, “Kuranın nurundan bir risalettir, bir hazırladığı iddia ve delilleri içine alan yazısı ilhamdır” demiş. İddianamede başka yerin verdikleri yanlış mana ile, güya “Risale-i Nur bir resuldür” diye benim için bir sebeb-i ittiham tutulmuş.
Hem müdafaatımda yirmi yerde kati bir surette hüccetlerle ispat etmişiz ki, bütün dünyaya karşı da olsa din ve Kuran ve Risale-i Nuru alet edemeyiz ve edilmez ve biz onların bir hakikatini dünya saltanatına değiştirmeyiz ve bilfiil öyleyiz. Bu davanın emareleri yirmi senede binlerdir. Madem öyledir; ben ve biz bütün kuvvetimizle deriz: حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ İddianameye karşı itiraznamenin tetimmesidir
Bu itirazda muhatabım Denizli Mahkemesi ve müddeiumumisi değil, belki başta Isparta ve İnebolu müddeiumumileri olarak, yanlış ve nakıs zabıtnameleriyle buradaki acip iddianameyi aleyhimize verdiren garazkar ve vehham memurlardır.
Evvelen: Aslı ve faslı olmayan ve hatırıma gelmeyen bir siyasi cemiyet namını masum ve siyasetle hiç alakaları olmayan Risale-i Nur talebelerine takıp ve o daire içine giren ve iman ve ahiretinden başka hiç bir maksatları bulunmayan biçareleri, o cemiyetin naşiri, ya faal bir rüknü veya mensubu veya Risale-i Nuru okumuş ve okutmuş veya yazmış diye suçlu sayıp mahkemeye vermek ne kadar adaletin mahiyetinden uzak olduğuna kati bir hücceti şudur ki:
Kuran aleyhinde yazılan, Doktor Duzinin ve sair zındıkların o muzır eserlerini okuyanlara, hürriyet-i fikir ve hürriyet-i ilmiye düsturuyla bir suç sayılmadığı halde, hakikat-i Kuraniyeyi ve imaniyeyi öğrenmeye gayet muhtaç ve müştak olanlara güneş gibi bildiren Risale-i Nur okumak ve yazmak bir suç sayılmış. Ve hem, yüzer risale içinde yanlış mana verilmemek için mahrem tuttuğumuz ve neşrine izin vermediğimiz iki üç risalede yalnız birkaç cümlelerini bahane gösterip ittiham etmiş. Halbuki, o risaleleri—biri müstesna—Eskişehir Mahkemesi tetkik etmiş, icabına bakmış; ve müstesna ise, hem istidamda ve hem itiraznamemde gayet kati cevap verildiği ve “Elimizde nur var, siyaset topuzu yok” diye Eskişehir Mahkemesinde yirmi vech ile kati ispat edildiği halde, o insafsız müddeiler, üç mahrem ve neşrolunmayan risalelerin üç dört cümlelerini bütün Risale-i Nura teşmil eder gibi, Risale-i Nuru okuyan ve yazanı suçlu ve beni de hükumetle mübareze eder diye ittiham etmişler.
Ben ve bana yakın ve benimle görüşen dostlarımı işhad ve kasemle temin ederim ki, bu on seneden ziyadedir ki, iki reisten ve bir mebustan ve Kastamonu Valisinden başka, hükumetin erkanını, vükelasını, kumandanları, memurları, mebusları kimler olduğunu katiyen bilmiyorum ve bilmeyi de merak etmemişim. Acaba hiç imkanı var mı ki, bir adam mübareze ettiği adamları tanımasın ve bilmeyi merak etmesin? Dost mu, düşman mı, karşısındakini tanımasına ehemmiyet vermesin? Bu hallerden anlaşılıyor ki, bililtizam herhalde beni mahkum etmek için gayet asılsız bahaneleri icad ederler.
Madem keyfiyet böyledir. Ben de buranın mahkemesine değil, belki o insafsızlara derim:
Ben, sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza da beş para vermem ve hiç ehemmiyeti yok. Çünkü ben kabir kapısında, yetmiş yaşındayım. Böyle mazlum ve masum bir iki sene hayatı şehadet mertebesiyle değiştirmek, benim için büyük saadettir. Risale-i Nurun binler hüccetleriyle kati imanım var ki, ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer idam da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedi bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur. Fakat, siz, ey zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan ve hükumeti bizimle sebepsiz meşgul eden insafsızlar! Kati biliniz ve titreyiniz ki, siz idam-ı ebedi ile ve ebedi haps-i münferitle mahkum oluyorsunuz. İntikamımız sizden pek çok muzaaf bir surette alınıyor görüyoruz. Hatta size acıyoruz.
Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikati, elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her meselesinin fevkinde en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zaruri ve katisidir. Acaba, bu çareyi kendine bulan Risale-i Nur şakirtlerini ve o çareyi binler hüccetler ile bulduran Risale-i Nuru adi bahanelerle ittiham edenler ne kadar kendilerini hakikat ve adalet nazarında müttehem oluyor, divaneler de anlar.
Bu insafsızları aldatan ve hiç münasebeti olmayan bir siyasi cemiyet vehmini veren üç maddedir.
Birincisi: Eskiden beri benim talebelerim benimle kardeş gibi şiddetli alakadar olmaları, bir cemiyet vehmini vermiş.
İkincisi: Risale-i Nurun bazı şakirtleri her yerde bulunan ve cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmeyen ve cemaat-ı İslamiye heyetleri gibi hareket etmelerinden, bir cemiyet zannedilmiş. Halbuki o mahdut üç dört şakirtin niyetleri cemiyet memiyet değil, belki sırf hizmet-i imaniyede halis bir kardeşlik ve uhrevi tesanüddür.
Üçüncüsü: O insafsızlar kendilerini dalalet ve dünyaperestlikte bildiklerinden ve hükumetin bazı kanunlarını kendilerine müsait bulduklarından, fikren diyorlar ki: “Herhalde Said ve arkadaşları bizlere ve hükumetin, bizim medenice nameşru hevesatımıza müsait kanunlarına muhaliftirler. Öyle ise muhalif bir cemiyet-i siyasidirler.” Ben de derim:
Hey bedbahtlar! Dünya ebedi olsaydı ve insan içinde daimi kalsaydı ve insani vazifeler yalnız siyaset bulunsaydı, belki bu iftiranızda bir mana bulunabilirdi. Hem eğer ben siyasetle işe girseydim, yüz risalede on cümle değil, belki bin cümleyi siyasetvari ve mübarezekarane bulacaktınız. Hem farz-ı muhal olarak, eğer biz dahi sizin gibi bütün kuvvetimizle dünya maksatlarına ve keyiflerine ve siyasetlerine çalışıyoruz diye—ki; şeytan da bunu inandırmaya çalışamıyor ve kimseye kabul ettiremez—haydi böyle de olsa, madem bu yirmi senede hiçbir vukuatımız gösterilmiyor; ve hükumet ele bakar, kalbe bakamaz; ve herbir hükumette şiddetli muhalifler bulunur. Elbette yine adliye kanunu ile bizleri mesul etmezsiniz. Son sözüm:
حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latif bir vakıa-i müdafaayı aynen beyan ediyorum.
Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”
Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülasası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hali bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”
Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihine muhalefet ediyorsun.”
Cevaben diyordum: “Hulefa-i Raşidin, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber , Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şeriyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
İşte, ey müddeiumumi ve mahkeme azaları.
Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni ittiham ediyorsunuz. Eğer laik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, laik manası, bitaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükumet telakki ederim. On senedir (şimdi yirmi sene oluyor) ki hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. Eliyazü billah, eğer dinsizlik hesabına imanına ve ahiretine çalışanları mesul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilaperva ilan ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve ahiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ olarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkum etmenize mukàbil derim:
Ben Risale-i Nurun keşf-i katisiyle, idam olmuyorum. Belki terhis edilip nur alemine ve saadet alemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalalet hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedi ile ve daimi haps-i münferitle mahkum bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemal-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım.
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Efendiler,
Çok emarelerle kati kanaatim gelmiş ki, hükümet hesabına, hissiyat-ı diniyeyi alet ederek emniyet-i dahiliyeyi ihlal etmek için bize hücum edilmiyor. Belki bu yalancı perde altında, zındıka hesabına, bizim, imanımız için ve imana ve emniyete hizmetimiz için bize hücum edildiğine çok hüccetlerden bir hücceti şudur ki:
Yirmi sene zarfında, Risale-i Nurun yirmi bin nüshaları ve parçalarını yirmi bin adamlar okuyup kabul ettikleri halde, Risale-i Nurun şakirtleri tarafından emniyetin ihlaline dair hiçbir vukuat olmamış ve hükümet kaydetmemiş ve eski ve yeni iki mahkeme bulmamış. Halbuki, böyle kesretli ve kuvvetli propaganda, yirmi günde vukuatlarla kendini gösterecekti. Demek hürriyet-i vicdan prensibine zıt olarak, bütün dindar nasihatçilere şamil, lastikli bir kanunun yüz altmış üç (163)üncü maddesi sahte bir maskedir. Zındıklar, bazı erkan-ı hükümeti iğfal ederek, adliyeyi şaşırtıp, bizi herhalde ezmek istiyorlar.
Madem hakikat budur; biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsi hakikate başımız dahi feda olsun! Her ceza ve idamınıza hazırız. Hapsin harici, bu vaziyette, yüz derece dahilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet—ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i diniye—olmamasından, ehl-i namus ve diyanet ve taraftar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka bir çare kalmaz. Biz de اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ diyerek Rabbimize dayanıyoruz.
Mevkuf
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Mahkeme Reisi Ali Rıza Beyefendi,
Hukukumu müdafaa etmek için ehemmiyetli bir talebim ve bir ricam var.
Ben yeni harfleri bilmiyorum ve eski yazım da pek nakıstır, hem beni başkalarla görüştürmüyorlar. Adeta tecrid-i mutlak içindeyim. Hatta iddianame on beş dakikadan sonra benden alındı. Hem avukat tutmak iktidarım yok. Hatta size takdim ettiğim müdafaatımın, çok zahmetle, bir kısmını gizli olarak ancak yeni harfle bir suretini alabildim. Hem Risale-i Nurun bir nevi müdafaanamesi ve mesleğinin hülasası olan Meyve Risalesinin bir suretini müdeiumuma vermek için ve bir iki suretini Ankara makamatına göndermek için yazdırmıştım. Birden onları elimden aldılar, daha vermediler. Halbuki Eskişehir adliyesi, bize bir makineyi hapse gönderdi. Biz müdafaatımızı onda, yeni harfle, bir iki nüsha yazdık; hem o mahkeme dahi yazdı. İşte ehemmiyetli talebim: Ya bize bir makineyi siz veriniz veya bize müsaade ediniz, biz celb edeceğiz, ta ki hem müdafaatımı, hem Risale-i Nurun müdafaanamesi hükmündeki risaleyi yeni harfle iki üç suretini alıp, hem Adliye Vekaletine, hem Heyet-i Vekileye, hem Meclis-i Mebusana, hem Şura-yı Devlete göndereceğiz. Çünkü, iddianamede bütün esas, Risale-i Nurdur. Ve Risale-i Nura ait dava ve itiraz, cüzi bir hadise ve şahsi bir mesele değil ki çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve memleketi ve hükümeti ciddi alakadar edecek ve dolayısıyla alem-i İslamın nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir surette celb edecek bir külli hadise hükmünde ve umumi bir meseledir.
Evet Risale-i Nura perde altında hücum eden, ecnebi parmağıyla bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan alem-i İslamın teveccühünü ve muhabbetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe alet ederek perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirenlerdir ki, hükumeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp der: “Risale-i Nur ve şakirtleri dini siyasete alet eder; emniyete zarar ihtimali var.”
Hey bedbahtlar! Risale-i Nurun gerçi siyasetle alakası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti, asayişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesidir. Bunu ali bir heyet-i ilmiye ve içtimaiye tetkik etsinler. Eğer beni tasdik etmezlerse, ben her cezaya ve işkenceli idama razıyım.
Mevkuf
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Reis Beyefendi,
Kararnamede üç madde esas tutulmuş:
Birisi, cemiyettir. Ben buradaki bütün Risale-i Nur şakirtlerini ve benimle görüşenleri veya okuyan ve yazanlarını ayniyle işhad ediyorum. Onlardan sorunuz ki, ben hiç birisine dememişim: “Bir cemiyet-i siyasiye veya cemiyet-i Nakşiye teşkil edeceğiz.” Daima dediğim budur: “Biz, imanımızı kurtarmaya çalışacağız.” Umum ehl-i iman dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade efradı bulunan bir mukaddes cemaat-i İslamiyeden başka mabeynimizde medar-ı bahs olmadığını ve Kuranda “Hizbullah” namı verilen ve umum ehl-i imanın uhuvveti cihetiyle kendimizi, Kurana hizmetimiz için Hizbül-Kuran, Hizbullah dairesinde bulmuşuz. Eğer kararnamede bu mana murad ise, bütün ruhumuzla, kemal-i iftiharla itiraf ederiz. Eğer başka manalar murad ise, onlardan haberimiz yoktur!
İkinci madde: Kararnamenin itirafıyla, Kastamonu zabıtasının rapor ve tasdikiyle, hiç neşrolunmayacak tarzda odun ve kömür yığınları altında ve mıhlı sandıklarda bulunan ve Eskişehir Mahkemesinin tetkikinden ve tenkidinden geçen ve bir hafif cezayı çektiren ve katiyen mahrem tutulan Tesettür Risalesi ve Hücumat-ı Sitte ve Zeyli risalesi gibi kitaplardan bazı cümlelerine yanlış mana vererek, dokuz sene evvelki zamana bizi götürüp, cezasını çektiğimiz suçla mesul etmek istiyor.
Üçüncü madde: Kararnamede kaç yerinde “Devletin emniyetini ihlal edebilir veya yapabilir” gibi tabirlerle imkanat, vukuat yerinde istimal edilmiş. Herkes, mümkündür ki, bir katl yapsın. Bu imkan ile mesul olabilir mi?
Mevkuf
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Reis Beyefendi,
Ankara makamatına ve Reis-i cumhura istida suretinde gönderdiğim müdafaanamemi ve Başvekaletin de bunu ehemmiyetle kabul ettiklerini gösteren cevabi mektubunu rabten sunuyorum, takdim ederim. Makam-ı iddianın aleyhimizde beyan ettiği asılsız, ittihamkarane evhamın kati cevapları bu müdafaatımda vardır. Sair yerlerin garazkarane ve sathi zabıtnamelerine bina edilen buranın ehl-i vukuf raporunda hilaf-ı vaki ve mantıksız çok sözler vardır ki, onlara karşı da bu itiraznamem takdim edilmişti.
Ezcümle: Size evvelce arz ettiğim gibi, Eskişehir Mahkemesine, yüz altmış üç (163)üncü madde ile beni mahkum etmek istedikleri zaman demiştim: “Hükumet-i Cumhuriyenin iki yüz mebusu içinde aynı rakam yüz altmış üç (163) mebusun imzalarıyla Vandaki darülfünunuma (medreseme) yüz elli (150) bin banknot tahsisat kabul etmeleri ve onunla hükumet-i cumhuriyenin bana karşı teveccühü, bu yüz altmış üç (163)üncü maddeyi hakkımda hükümden iskat ediyor” dediğim halde, o ehl-i vukuf, “yüz altmış üç (163) mebus Said aleyhinde takibat yapmışlar” diye tahrif etmiş! İşte makam-ı iddia da, bu ehl-i vukufun böyle bütün bütün asılsız ittihamlarına binaen bizi mesul tutuyor. Halbuki, meclisinizin kararıyla, en yüksek heyet-i ilmiye ve fenniyenin tetkikine ve tahkikine havale edilen Risale-i Nurun bütün eczaları tetkikten sonra, bilittifak, hakkımızda verdiği kararda, “Saidin ve Risale-i Nur şakirtlerinin yazılarında dini, mukaddesatı alet edip devletin emniyetini ihlale teşvik veya bir cemiyet kurmak ve hükumete karşı bir su-i maksadı bulunmak kasdında olduğunu gösterir bir sarahat ve emare olmadığını ve Saidin şakirtleri, muhaberelerinde hükumete karşı kötü bir kasıt beslemek, bir cemiyet kurmak veya tarikat gütmek fikriyle hareket etmedikleri anlaşılmaktadır” diye müttefikan karar vermişler.
Hem ehl-i vukuf, “Said Nursinin yüzde doksan risalesi, hem samimi, hem hasbi, hem ilim ve hakikat ve din esaslarından hiçbir cihetle ayrılmamışlar; bunlarda, dini alet etmek veya cemiyet teşkil etmeye, emniyeti ihlal hareketinin bulunmadığı sarihtir. Şakirtlerin birbiriyle ve Said Nursi ile muhabere mektupları da bu nevidendirler. Beş on mahrem ve şekvalı ve gayr-ı ilmi olan risalelerden başka bütün risaleleri herbiri bir ayetin tefsiri ve bir hadis-i şerifin hakikati namına yazılmışlardır. Din, iman, Allah, peygamber, ahiret akidelerini ve ibarelerini açıkça anlatmak için temsillerle yazılmış ve ilmi görüşleri ve ihtiyarlara ve gençlere ahlaki öğütler ve hayat tecrübesinden alınmış ibretli vakaları ve faideli menkıbeleri ihtiva eden, mevcudun yüzde doksanını teşkil eden risalelerdir. Hükumete ve idareye ve asayişe ilişecek hiçbir ciheti yoktur” diye müttefikan karar vermişlerdir.
İşte, makam-ı iddia, bu yüksek ehl-i vukufun raporuna bakmayarak, eski ve müşevveş ve nakıs rapora binaen acip tarzlarda bizi ittiham etmesinden, hakikaten fevkalhad müteessir bulunmaktayız. Bu insaflı mahkemenin müsellem insaflarına elbette yakıştırmayız. Hatta—temsilde hata olmasın—bir Bektaşiye “Niçin namaz kılmıyorsun?” demişler. O da “Kuranda لاَ تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ var” demiş. Ona demişler: “Bunun arkasını, yani وَاَنْتُمْ سُكَارٰى yı da oku” denildiğinde, “Ben hafız değilim” demiş olması kàbilinden, Risale-i Nurun bir cümlesini tutup o cümleyi tadil ve neticeyi beyan eden ahirini almayarak aleyhimizde verilmektedir. Takdim edeceğim müdafaanamemde, o iddianameye karşı mukayese edildiğinde bunun otuz kırk misali görülecektir. Bu nümunelerden latif bir vakıayı beyan ediyorum:
Eskişehir Mahkemesinde makam-ı iddianın nasılsa bir sehiv neticesi, Risale-i Nurun iman derslerine “Halkları ifsad ediyor” gibi bir tabir ve sonradan o tabirden vazgeçtiği halde, Risale-i Nur şakirtlerinden Abdürrezzak namında bir zat mahkemeden bir sene sonra demiş:
“Hey bedbaht! Otuz üç ayat-ı Kuraniye işaratının takdirine mazhar ve İmam-ı Alinin üç kerametinin ihbar-ı gaybisiyle ve Gavs-ı azamın (k.s.) kuvvetli bir tarzda ihbarıyla kıymet-i diniyesi tahakkuk eden ve bu yirmi sene zarfında idareye hiçbir zararı dokunmayan ve hiç kimseye hiçbir zarar vermemesiyle beraber binler vatan evladını tenvir ve irşad eden ve imanlarını kuvvetlendiren ve ahlaklarını düzelten Risale-i Nurun irşadlarına ifsad diyorsun. Allahtan korkmuyorsun, dilin kurusun!” demiş.
Şimdi, bu şakirdin haklı olarak bu sözünü makam-ı iddia gördüğü halde, “Said, etrafına fesat saçmış” tabirini insafınıza ve vicdanınıza havale ediyorum.
Makam-ı iddia, Risale-i Nurun içtimai derslerine ilişmek fikriyle, “Dinin tahtı ve makamı, vicdandır; hükme, kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlanmasıyla içtimai keşmekeşler olmuştur” dedi. Ben de derim ki:
Din yalnız iman değil; belki amel-i salih dahi dinin ikinci cüzüdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarap gibi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükumetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kafi gelir mi? O halde, her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lazım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur, amel-i salih noktasında, iman canibinden, herkesin başında her vakit bir manevi yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlahiyi hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.
Hem, makam-ı iddia bir risalenin güzel ve fevkalade kerametkarane bir tevafukunun imza edilmesiyle “bir cemiyet efradı” diye manasız bir emare beyan etmiş. Acaba esnafların ve hancıların defterlerinde bulunan bu nevi imzalara cemiyet ünvanı verilir mi? Eskişehirde aynı böyle bir vehim oldu. Cevap verdiğim ve Mucizat-ı Ahmediye Risalesini gösterdiğim zaman taaccüple karşıladılar. Eğer mabeynimizde dünyevi bir cemiyet olsaydı, bu derece benim yüzümden zarar görenler, elbette kemal-i nefretle benden kaçacak idiler. Demek, nasıl ben ve biz, İmam-ı Gazali ile irtibatımız var, kopmuyor; çünkü uhrevidir, dünyaya bakmıyor. Aynen öyle de, bu masum ve safi ve halis dindarlar, benim gibi bir biçareye iman derslerinin hatırı için bir kuvvetli alaka göstermişler. Ondan bu asılsız, mevhum bir cemiyet-i siyasiye vehmini vermiş. Son sözüm:
حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
Mevkuf, haps-i münferitte
Said Nursi
Bu gelen kısım çok ehemmiyetlidir
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Son sözün mühim bir parçası
Efendiler, Reis Bey, dikkat ediniz! Risale-i Nuru ve şakirtlerini mahkum etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına, hakikat-i Kuraniye ve hakaik-i imaniyeyi mahkum etmek hükmüne geçmekle, bin üç yüz seneden beri her senede üç yüz milyon onda yürümüş ve üç yüz milyar Müslümanların hakikate ve saadet-i dareyne giden cadde-i kübralarını kapatmaya çalışmaktır ve onların nefretlerini ve itirazlarını kendinize celb etmektir. Çünkü o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere dualar ve hasenatlarıyla yardım ediyorlar. Hem bu mübarek vatanın başına bir kıyamet kopmaya vesile olmaktır. Acaba mahkeme-i kübrada, bu üç yüz milyar davacıların karşısında sizden sorulsa ki, “Doktor Duzinin, baştan nihayete kadar serapa İslamiyetiniz ve vatanınız ve dininiz aleyhinde ve frenkçe Tarih-i İslam namındaki eseri ki, zındıkların kütüphanelerinizdeki eserlerine, kitaplarına ve serbest okumalarına ve o kitapların şakirtleri, kanununuzca cemiyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik veya menfi Turancılık gibi siyasetinize muhalif cemiyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir siyasetle alakaları olmayan ve yalnız iman ve Kuran cadde-i kübrasında giden ve kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebediden ve haps-i münferitten kurtarmak için Kuranın hakiki tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyasi cemiyetle münasebeti olmayan o halis dindarların birbiriyle uhrevi dostluk ve uhuvvetlerine cemiyet namı verip ilişmişsiniz? Onları pek acip bir kanunla mahkum ettiniz ve etmek istediniz?” dedikleri zaman ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.
Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismi vermekle, cebr-i keyfi-i küfriye “kanun” ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hakimiyet-i İslamiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.
Ey efendiler,
Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şakirtlerine şiddetli bir surette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve herbir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi; ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkumiyetimizle gelen semavi ve arzi belalardan siz mesulsünüz!
Denizli Hapishanesinde tecrid-i mutlak ve haps-münferitte mevkuf
Said Nursi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Son sözün bir kısmı
Efendiler,
Şimdiki hayat-ı içtimaiyeyi bilemediğimden, makam-ı iddianın gidişatına göre, sizce musammem mahkumiyetimize bir bahane olmak için, pek musırrane ileri sürdüğünüz cemiyetçilik ittihamına karşı pek çok kati cevaplarımızı Ankara ehl-i vukufunun dahi müttefikan tasdikleriyle beraber, bu derece bu noktada ısrarınıza çok hayret ve taaccüpte bulunurken kalbime bu mana geldi:
Madem, hayat-ı içtimaiyenin bir temel taşı; ve fıtrat-ı beşeriyenin bir hacet-i zaruriyesi; ve aile hayatından ta kabile ve millet ve İslamiyet ve insaniyet hayatına kadar en lüzumlu ve kuvvetli rabıta; ve her insanın kainatta gördüğü ve tek başına mukabele edemediği medar-ı zarar ve hayret ve insani ve İslami vazifelerin ifasına mani maddi ve manevi esbabın tehacümatına karşı bir nokta-i istinat ve medar-ı teselli olan dostluk ve kardeşane cemaat ve toplanmak ve samimane uhrevi cemiyet ve uhuvvet, hem siyasi cephesi olmadığı halde ve bilhassa hem dünya, hem din, hem ahiret saadetlerine kati vesile olarak iman ve Kuran dersinde halis bir dostluk ve hakikat yolunda bir arkadaşlık ve vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüt taşıyan Risale-i Nur şakirtlerinin pek çok takdir ve tahsine şayan ders-i imanda toplanmalarına, “cemiyet-i siyasiye” namını verenler, elbette ve herhalde, ya gayet fena bir surette aldanmış veya gayet gaddar bir anarşisttir ki, hem insaniyete vahşiyane düşmanlık eder, hem İslamiyete Nemrudane adavet eder, hem hayat-ı içtimaiyeye anarşiliğin en bozuk ve mütereddi tavrıyla husumet eder ve bu vatana ve millete ve hakimiyet-i İslamiyeye ve dini mukaddesata karşı mürtedane, mütemerridane, anudane mücadele eder. Veya ecnebi hesabına bu milletin can damarını kesmeye ve bozmaya çalışan el-hannas bir zındıktır ki, hükümeti iğfal ve adliyeyi şaşırtır, ta o şeytanlara, Firavunlara, anarşistlere karşı şimdiye kadar istimal ettiğimiz manevi silahlarımızı, kardeşlerimize ve vatanımıza çevirsin veya kırdırsın.
Mevkuf
Said Nursi
Efendiler,
Otuz kırk seneden beri ecnebi hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kuran hakikatine ve iman hakikatlerine her vesileyle hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu meselemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zahiren sizinle bir kaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.
(Fakat ikinci gün beraat kararı o dehşetli konuşmayı geriye bıraktı.)
Tecrid-i mutlakta ve haps-i münferitte mevkuf
Said Nursi
Mühim bir suale hakikatli bir cevaptır
Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilayat-ı Şarkiyeye, Şeyh Sinusi yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilal yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun” dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hatta ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankaraya gönderilen Risale-i Nurun şiddetli tokatları için beni idama mahkum eden zatlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebediden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helal ederim.
Beraetimizden sonra Denizlide beni tarassutla taciz edenlere ve büyük amirlerine ve polis müdürüyle müfettişlere dedim: Risale-i Nurun kàbil-i inkar olmayan bir kerametidir ki, yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risale ve mektuplarımda ve binler şakirtlerde hiçbir cereyan, hiçbir cemiyet ile ve dahili ve harici hiçbir komite ile hiçbir vesika, hiçbir alaka, dokuz ay tetkikatta bulunmamasıdır. Hiçbir fikrin ve tedbirin haddi midir ki, bu harika vaziyeti versin? Bir tek adamın, birkaç senedeki mahrem esrarı meydana çıksa, elbette onu mesul ve mahcup edecek yirmi madde bulunacak. Madem hakikat budur; ya diyeceksiniz ki, “Pek harika ve mağlup olmaz bir deha bu işi çeviriyor.” Veya diyeceksiniz: “Gayet inayetkarane bir hıfz-ı İlahidir.” Elbette böyle bir deha ile mübareze etmek hatadır. Millete ve vatana büyük bir zarardır; ve böyle bir hıfz-ı İlahi ve inayet-i Rabbaniyeye karşı gelmek, Firavunane bir temerrüddür.
Eğer deseniz: “Seni serbest bıraksak ve tarassut ve nezaret etmesek derslerinle ve gizli esrarınla hayat-ı içtimaiyemizi bulandırabilirsin.”
Ben de derim: Benim derslerim, bilaistisna bütünü hükumetin ve adliyenin eline geçmiş; bir gün cezayı mucip bir madde bulunmamış. Kırk elli bin nüsha risale, o derslerden milletin ellerinde dikkat ve merakla gezdiği halde, menfaatten başka hiçbir zararı hiçbir kimseye olmadığı, hem eski mahkemenin, hem yeni mahkemenin mucib-i mesuliyet bir madde bulamamaları cihetiyle, yenisi ittifakla beraetimize ve eskisi, dünyaca bir büyüğün hatırı için yüz otuz risaleden beş on kelime bahane edip, yalnız kanaat-ı vicdaniye ile yüz yirmi mevkuf kardeşlerimden yalnız on beş adama altışar ay ceza verebilmesi kati bir hüccettir ki, bana ve Risale-i Nura ilişmeniz manasız bir tevehhümle çirkin bir zulümdür. Hem daha yeni dersim yok ve bir sırrım gizli kalmadı ki nezaretle tadiline çalışsanız…
Ben şimdi hürriyetime çok muhtacım. Yirmi seneden beri lüzumsuz ve haksız ve faidesiz tarassutlar artık yeter! Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık zafiyetinden, şimdiye kadar yapmadığım bedduayı yapmak ihtimali var. “Mazlumun ahı ta Arşa kadar gider”diye bir kuvvetli hakikattir.
Sonra o zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: “Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi.”
Ben de dedim: On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şeriye ve cebr-i kanuni cihetiyle girmektense, azimet-i şeriye ve takva cihetiyle, yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim. Benim gibi yirmi beş seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi terkeden adama “inat ediyor, bize muhaliftir” denilmez. Haydi, inat dahi olsa, madem Mustafa Kemal o inadı kıramadı ve iki mahkeme kırmadı ve üç vilayetin hükumetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem hükümetin zararına, o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz? Haydi siyasi muhalif de olsa, madem tasdikinizle yirmi senedir dünya ile alakasını kesen ve manen yirmi seneden beri ölmüş bir adam, yeniden dirilip, faidesiz kendine çok zararlı olarak hayat-ı siyasiyeye girerek sizin ile uğraşmaz. Bu halde onun muhalefetinden tevehhüm etmek, divaneliktir. Divanelerle ciddi konuşmak dahi bir divanelik olmasından, sizin gibilerle konuşmayı terk ediyorum. Ne yaparsanız minnet çekmem dediğim, onları hem kızdırdı, hem susturdu. Son sözüm: حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
Bu defaki küçük müdafaatımda demiştim:
“Risale-i Nurdaki şefkat, vicdan hakikat, hak, bizi siyasetten men etmiş. Çünkü masumlar belaya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.” Bazı zatlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:
Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neşet eden hodgamlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumi harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok biçareleri yakacak; o halette o da azlem olacak ve mağlup kalacak. Çünkü, mezkur hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, adi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukàbil yalnız biri kazanır, mağlup vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.
İşte, Kuranın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakiki hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.
Hem madem her şey geçici ve fanidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Ve zahmet ise rahmete kalb oluyor. Elbette biz sabır ve şükürle tevekkül edip sükut ederiz. Zarar ile, icbar ile sükutumuzu bozdurmak ise, insafa, adalete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır, muhaliftir.
Hülasa-i kelam: Ehl-i hükumetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idarenin ve inzibatın ve adliye ve zabıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dünyada hiçbir hükumetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoşlanmadığı küfr-ü mutlak ve dehşetli bir taun-u beşeri ve maddiyunluktan gelen zındıkanın taassubuyla, bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle bazı resmi memurları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevk etmek var. Biz de deriz:
Değil böyle bir kaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevk etseler, Kuranın kuvvetiyle, Allahın inayetiyle kaçmayız. O irtidatkar küfr-ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silah etmeyiz!
Said Nursi