"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Yedinci Şua

(ayetül-Kübra) Mühim bir ihtar ve bir ifade-i meram

Bu ehemmiyetli risalenin, herkes herbir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat, eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil; belki, elleri uzun olanların hisseleri de var.

Bu risalenin fehmini işkal eden beş sebep var:
Birincisi: Ben kendi müşahedatımı kendi fehmime göre ve kendim için yazdım. Sair kitaplar gibi başkalarının fehmine ve telakkisine göre yazmadım.

İkincisi: İsm-i azam cilvesiyle tevhid-i hakiki azami bir surette yazıldığından, meseleleri hem gayet geniş, hem gayet derin ve bazen çok uzun olduğundan, herkes birden ihata edemez.

Üçüncüsü: Herbir mesele büyük ve uzun bir hakikat olması sebebiyle, hakikatı parçalamamak için bazen bir sahife veya bir yaprak, birtek cümle olur. Birtek delil hükmünde çok mukaddemat bulunur.

Dördüncüsü: Ekser meselelerinin herbirisinin pek çok delilleri ve hüccetleri bulunduğundan, bazen on, bazen yirmi delili birtek burhan yapmak cihetiyle mesele uzunlaşır; kısa fehimler kavramaz.

Beşincisi: Ben Ramazanın feyziyle bu risalenin nurlarına mazhar olmaklığımla beraber, birkaç cihette halim perişan ve birkaç hastalıkla vücudum sarsıldığı bir zamanda acele yazılıp, birinci müsveddeyle iktifa edildi. Hem yazdığım vakit, irade ve ihtiyarımla olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkal edecek bir vaziyet aldı. Hem Arabi fıkralar içine çok girdi. Hatta Birinci Makam baştan başa Arabi olduğundan içinden çıkarıldı, müstakil yazıldı.

Medar-ı kusur ve işkal olan bu beş sebeple beraber, bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki, İmam-ı Ali keramat-ı gaybiyesinde bu risaleye, “ayet-i Kübra” ve “Asa-yı Musa” namlarını vermiş, Risale-i Nurun risaleleri içinde buna hususi bakıp, nazar-ı dikkati celbetmiş.Haşiye El-ayetül-Kübranın bir hakiki tefsiri olan bu ayetül-Kübra Risalesi, İmamın tabirince, “Asa-yı Musa” namında Yedinci Şua kitabıdır.

Bu Yedinci Şua, bir mukaddime ve iki makamdır. Mukaddimesi dört mesele-i mühimmeyi, Birinci Makamı, ayet-i Kübranın tefsirinden Arabi kısmını, İkinci Makamı onun burhanlarını ve tercümesini ve mealini beyan ederler.

Bu gelen mukaddime lüzumundan fazla izah edilmekle beraber, bir derece uzun olması ihtiyarsız olmuştur. Demek ihtiyaç var ki öyle yazdırıldı. Belki de bir kısım insanlar bu uzunu kısa görürler.
Said Nursi

Evet, İmam-ı Alinin ayetül-Kübra hakkında verdiği haberi, tam tamına Denizli hadisesi tasdik etti. Çünkü, bu risalenin gizli tabı, hapsimize bir vesile oldu. Ve onun kudsi ve çok kuvvetli hakikatının galebesi, beraat ve necatımıza ehemmiyetli bir sebep oldu. Ve İmam-ı Ali keramet-i gaybiyesini gözlere gösterdi ve hakkımızdaki وَبِالْاٰيَةُ الْكُبْرٰى اَمِنّ۪ى مِنَ الْفَجَتْ duasının kabulünü ispat etti.

Mukaddime
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ
Bu ayet-i uzmanın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Halık-ı Kainatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve izan ve yakin ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.

Evet, fıtraten daimi bir hayat ve ebedi yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan biçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üssül-esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalatlar o insana nisbeten aşağıdır. Belki çoğunun kıymetleri yoktur.

Risale-i Nurda bu hakikat kuvvetli burhanlarla ispat edildiğinden, bu hakikatı Risale-i Nura havale ederek, yalnız o yakin-i imaniyi bu asırda sarsan ve tereddüt veren iki vartayı Dört Mesele içinde beyan ederiz.

Birinci vartadan çare-i necat: İki meseledir.
Birinci mesele: Otuz Birinci Mektubun On Üçüncü Lemasında tafsilen ispat edildiği gibi, umumi meselelerde ispata karşı nefyin kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır. Mesela, Ramazan-ı Şerifin başında hilali görmek hususunda, iki ami şahit hilali ispat etseler ve binlerle eşraf ve alimler “Görmedik” deyip nefyetseler, onların nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Çünkü, ispatta birbirine kuvvet verir; birbirinde tesanüd ve icma var. Nefiyde ise, bir olsa bin olsa farkları yoktur; herkes kendi başına kalır, infiradi olur. Çünkü ispat eden harice bakar ve nefsülemre göre hükmeder. Mesela, misalimizde olduğu gibi, biri dese “Gökte ay vardır.” Diğer arkadaşı parmağını oraya basar, ikisi birleşip kuvvetleşirler. Nefiy ve inkarda ise, nefsülemre bakmaz ve bakamaz. Çünkü, “Hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefiy ispat edilmez” meşhur bir düsturdur. Mesela, birşeyi dünyada var diye ben ispat etsem, sen de “Dünyada yok” desen, benim bir işaretimle kolayca ispat edilebilen o şeyin, sen nefyini, yani ademini ispat etmek için, bütün dünyayı aramak ve taramak ve göstermek belki geçmiş zamanların her tarafını dahi görmek lazım geliyor. Sonra “Yoktur, vuku bulmamıştır” diyebilirsin.

Madem nefiy ve inkar edenler nefsülemre bakmazlar; belki kendi nefislerine ve akıllarına ve gözlerine bakıp hükmediyorlar. Elbette birbirine kuvvet veremezler ve zahir olmazlar. Çünkü, görmeye ve bilmeye mani olan perdeler, sebepler ayrı ayrıdırlar. Herkes “Ben görmüyorum, benim yanımda ve itikadımda yoktur” diyebilir. Yoksa “Vakide yoktur” diyemez. Eğer dese—hususan umum kainata bakan iman meselelerinde—dünya kadar büyük bir yalan olur ki, doğru diyemez ve doğrultulmaz.

Elhasıl: İspatta netice birdir, vahiddir; tesanüd olur. Nefiyde ise bir değildir, müteaddittir. Ya “yanımda ve nazarımda” veya “itikadımda” gibi kayıtların herkese göre taaddüdüyle neticeler dahi taaddüt eder; daha tesanüd olmaz.

İşte bu hakikat noktasında, imana karşı gelen kafirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zahiren çokluğunun kıymeti yoktur. Ve müminin yakinine ve imanına hiç tereddüt vermemek lazımken, bu asırda Avrupa feylesoflarının nefiy ve inkarları, bir kısım bedbaht meftunlarına tereddüt verip yakinlerini izale ve saadet-i ebediyelerini mahvetmiş. Ve insandan her günde otuz bin adama isabet eden ölümü, mevt ve eceli bir terhis manasından çıkarıp idam-ı ebedi suretine çevirmiş. Kapısı kapanmayan kabir, daima idamını o münkire ihtar etmekle lezzetli hayatını elim elemlerle zehirliyor. İşte, iman ne kadar büyük bir nimet ve hayatın hayatı olduğunu anla!

İkinci mesele: Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve alim ve sanatkar da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dahil sayılmazlar. Mesela büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa, maddiyatta çok tevağğul eden ve gittikçe maneviyattan tebaud eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.

Acaba yerde iken Arş-ı azamı temaşa eden, harika bir deha-yı kudsi sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-ı imaniyeyi ilmelyakin, aynelyakin, hatta hakkalyakin suretinde keşfeden Şeyh Geylani (k.s.) gibi yüz binler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri tevhidi ve kudsi ve manevi meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüzi teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder? Ve inkarları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?

Hakaik-ı İslamiyeye zıddiyet gösterip mübareze eden küfrün mahiyeti bir inkardır, bir cehildir, bir nefiydir. Sureten ispat ve vücudi görülse de, manası ademdir, nefiydir. İman ise ilimdir, vücudidir, ispattır, hükümdür. Herbir menfi meselesi dahi, bir müspet hakikatın ünvanı ve perdesidir.

Eğer imana karşı mübareze eden ehl-i küfür, gayet müşkülatla menfi itikadlarını kabul-ü adem ve tasdik-i adem suretinde ispat ve kabul etmeye çalışsalar; o küfür bir cihette yanlış bir ilim ve hata bir hüküm sayılabilir. Yoksa, irtikabı çok kolay olan yalnız adem-i kabul ve inkar ve adem-i tasdik ise cehl-i mutlaktır, hükümsüzlüktür.

Elhasıl, itikad-ı küfriye, iki kısımdır:

Birisi: Hakaik-ı İslamiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve batıl bir itikat ve hata bir kabuldür ve zalim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir. O bize karışmaz, biz de ona karışmayız.

İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır:

Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız, ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir; bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir.

İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeye mecburdur.

Nefiy dahi iki kısımdır:
Birisi: “Has bir mevkide ve hususi bir cihette yoktur” der. Bu kısım ise ispat edilebilir. Bu kısım da bahsimizden hariçtir.

İkinci kısım ise: Dünyaya ve kainata ve ahirete ve asırlara bakan imani ve kudsi ve amm ve muhit olan meseleleri nefiy ve inkar etmektir. Bu nefiy ise, Birinci Meselede beyan ettiğimiz gibi, hiçbir cihetle ispat edilmez. Belki kainatı ihata edecek ve ahireti görecek ve hadsiz zamanın her tarafını temaşa edecek bir nazar lazımdır, ta o gibi nefiyler ispat edilebilsin.

İkinci varta ve çare-i necat: Bu dahi iki meseledir:
Birincisi: Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmi ile inkara saparlar ve nefyederler. Evet, o manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyatta ölmüş olan kalblerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imani meseleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boğulurlar.

Eğer dikkatle kendi küfürlerinin iç yüzüne ve dalaletlerinin mahiyetine bakabilseler, görecekler ki, imanda bulunan makul ve layık ve lazım olan azamete karşı, yüz derece muhal ve imkansızlık ve imtina o küfrün altında ve içindedir. Risale-i Nur yüzer mizan ve muvazenelerle bu hakikatı iki kere iki dört eder derecesinde kati ispat etmiş.

Mesela, Cenab-ı Hakkın vücub-u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub-u vücudu ve ezeliyetini ve uluhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir. Veyahut ahmak sofestailer gibi, hem kendini, hem kainatın vücudunu inkar ve nefyetmekle akıldan istifa etmelidir. İşte, bunun gibi bütün hakaik-ı imaniye ve İslamiye, kendilerinin şenlerini, muktezaları olan azamete istinad ederek, karşılarındaki küfrün dehşetli muhalatından ve vahşetli hurafatından ve zulmetli cehalatından kurtarıp kemal-i izan ve teslimiyetle selim kalblerde ve müstakim akıllarda yerleştirirler.

Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeair-i İslamiyede kesretle اَللهُ اَكْبَرُ اللهُ اَكْبَرُ اللهُ اَكْبَرُ اللهُ اَكْبَرُ azamet-i kibriyasını her vakit ilanı, hem اَلْعَظَمَةُ اِزَارِى وَالْكِبْرِيَۤاءُ رِدَۤائِى hadis-i kudsinin fermanı, hem Cevşenül-Kebir Münacatının seksen altıncı ukdesinde يَا مَنْ لاَ مُلْكَ اِلاَّ مُلْكَهُ يَامَنْ لاَيُحْصِى الْعِبَادُ ثَنَاءَهُ يَا مَنْ لاَتَصِفُ الْخَلاَئِقُ جَلاَلَهُ يَا مَنْ لاَتَنَالُ اْلاَوْهَامُ كُنْهَهُ يَا مَنْ لاَ يُدْرِكُ اْلاَبْصَارُ كَمَالَهُ يَا مَنْ لاَيَبْلُغُ اْلاَفْهَامُ صِفَاتَهُ يَا مَنْ لاَيَنَالُ اْلاَفْكَارُ كِبْرِيَاءَهُ يَا مَنْ لاَيُحْسِنُ اْلاِنْسَانُ نُعُوتَهُ يَا مَنْ لاَيَرُدُّ الْعِبَادُ قَضَاءَهُ يَا مَنْ ظَهَرَ فِى كُلِّ شَىْءٍ اٰيَاتُهُ سُبْحَانَكَ يَا لاَ إِلٰهَ اِلاَّ أَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ diye olan gayet arifane münacat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) beyanı gösteriyor ki, azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir.

ayetül-Kübra
Kainattan Halıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَىْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلٰكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا

Bu İkinci Makam, bu ayet-i muazzamayı tefsir etmekle beraber, tayyedilen Arabi Birinci Makamın burhanlarını ve hüccetlerini ve tercümesini ve kısa bir mealini beyan eder. Şöyle ki:

Bu ayet-i muazzama gibi pek çok ayat-ı Kuraniye, bu kainat Halıkını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevkle mütalaa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semavatı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır.

Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen her bir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkarane bir ziyafetgah ve gayet sanatkarane bir teşhirgah ve gayet haşmetkarane bir ordugah ve talimgah ve gayet hayretkarane ve şevk-engizane bir seyrangah ve temaşagah ve gayet manidarane ve hikmetperverane bir mütalaagah olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken, en başta göklerin nur yaldızıyla yazılan güzel yüzü görünür. “Bana bak, aradığını sana bildireceğim” der. O da bakar, görür ki:
Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece süratli yüz binler ecram-ı semaviyeyi direksiz, düşürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren; yağsız, söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lambaları yandıran ve hiçbir gürültü ve ihtilal çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden ve güneş ve kamerin vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlukları vazifelerle çalıştıran ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi, göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevrayla gezdiren ve arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakiki ve hayali tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlukatına gösteren bir tezahür-ü rububiyet ve o rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkep bir hakikat, bu azameti ve ihatatı ile o semavat Halıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve mevcudiyeti, semavatın mevcudiyetinden daha zahir bulunduğuna bilmüşahede şehadet eder manasıyla Birinci Makamın Birinci Basamağında لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلسَّمٰوَاتُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ، وَالتَدْبِيرِ، وَالتَّدْوِيرِ، وَالتَّنْظِيمِ، وَالتَّنْظِيفِ، وَالتَّوْظِيفِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ denilmiştir.

Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i sema denilen ve mahşer-i acaip olan feza, gürültüyle konuşarak bağırıyor: “Bana bak, merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin” der. O misafir, onun ekşi, fakat merhametli yüzüne bakar; müthiş, fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki:

Zemin ile asuman ortasında muallakta durdurulan bulut, gayet hakimane ve rahimane bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine ab-ı hayat getirir ve harareti, yani yaşamak ateşinin şiddetini tadil eder ve ihtiyaca göre her yerin imdadına yetişir. Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi, birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczaları istirahate çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra, “Yağmur başına arş!” emrini aldığı anda, bir saat, belki birkaç dakika zarfında toplanıp cevvi doldurur, bir kumandanın emrini bekler gibi durur.

Sonra o yolcu, cevvdeki rüzgara bakar, görür ki:
Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakimane ve kerimane istihdam olunur ki, güya o camid havanın şuursuz zerrelerinden herbir zerresi, bu Kainat Sultanından gelen emirleri dinler, bilir ve hiçbirini geri bırakmayarak, o kumandanın kuvvetiyle yapar ve intizamla yerine getirir bir vaziyetle, zeminin bütün nüfuslarına nefes vermek ve zihayata lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek ve nebatatın telkihine vasıta olmak gibi çok külli vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybi tarafından gayet şuurkarane ve alimane ve hayatperverane istihdam olunuyor.

Sonra yağmura bakıyor, görür ki: O latif ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybi bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar Rahmani hediyeler ve vazifeler var ki, güya rahmet tecessüm ederek katreler suretinde hazine-i Rabbaniyeden akıyor manasında olduğundan, yağmura “rahmet” namı verilmiştir.

Sonra şimşeğe bakar ve radı (gök gürültüsü) dinler, görür ki, pek acip ve garip hizmetlerde çalıştırılıyorlar.

Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki:

“Atılmış pamuk gibi bu camid, şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez. Belki gayet kadir ve rahim bir Kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakmadan gizlenir ve defaten meydana çıkar, iş başına geçer. Ve gayet faal ve müteal ve gayet cilveli ve haşmetli bir Sultanın fermanıyla ve kuvvetiyle vakit be vakit cevv alemini doldurup boşaltır ve mütemadiyen hikmetle yazar ve paydosla bozar tahtasına ve mahv ve ispat levhasına ve haşir ve kıyamet suretine çevirir. Ve gayet lütufkar ve ihsanperver ve gayet keremkar ve rububiyetperver bir Hakim-i Müdebbirin tedbiriyle rüzgara biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlayarak, gözyaşlarıyla onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zemin yüzünü yıkar, temizler.”

Hem o meraklı yolcu kendi aklına der: Bu camid, hayatsız, şuursuz, mütemadiyen çalkanan, kararsız, fırtınalı, dağdağalı, sebatsız, hedefsiz şu havanın perdesiyle ve zahiri suretiyle vücuda gelen yüz binler hakimane ve rahimane ve sanatkarane işler ve ihsanlar ve imdatlar bilbedahe ispat eder ki, bu çalışkan rüzgarın ve bu cevval hizmetkarın kendi başına hiçbir hareketi yok; belki gayet kadir ve alim ve gayet hakim ve kerim bir amirin emriyle hareket eder. Güya her bir zerresi, her bir işi bilir ve o amirin her bir emrini anlar ve dinler bir nefer gibi, hava içinde cereyan eden her bir emr-i Rabbaniyi dinler, itaat eder ki, bütün hayvanatın teneffüsüne ve yaşamasına ve nebatatın telkihine ve büyümesine ve hayatına lüzumlu maddelerin yetiştirilmesine ve bulutların sevk ve idaresine ve ateşsiz sefinelerin seyr ü seyahatine ve bilhassa seslerin ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuşmaların isaline ve bu hizmetler gibi umumi ve külli hizmetlerden başka, azot ve müvellidülhumuza (oksijen) gibi iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin misli iken zemin yüzünde yüz binler tarzda bulunan Rabbani sanatlarda kemal-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafından çalıştırılıyor görüyorum.

Demek, وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَۤاءِ وَاْلاَرْضِ ayetinin tasrihiyle, rüzgarın tasrifiyle hadsiz Rabbani hizmetlerde istimal ve bulutların teshiriyle, hadsiz Rahmani işlerde istihdam ve havayı o surette icad eden, ancak Vacibül-Vücud ve Kàdir-i Külli Şey ve alim-i Külli Şey bir Rabb-i Zülcelal-i vel-İkramdır der, hükmeder.

Sonra yağmura bakar, görür ki: Yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince Rahmani cilveler ve reşhaları miktarınca hikmetler içinde bulunuyor. Hem o şirin ve latif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halk ediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizamla gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalarla çalkanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgarlar, onların muvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakimane işlerde ve bilhassa zihayatta çalıştırılan basit ve camid ve şuursuz müvellidülma ve müvellidülhumuza (hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüz binlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve sanatlarda istihdam ediliyor. Demek bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahman-ı Rahimin hazine-i gaybiye-i rahmetinde yapılıyor ve nüzulüyle وَهُوَ الَّذِي يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَاقَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ ayetini maddeten tefsir ediyor.

Sonra radı dinler ve berke (şimşeğe) bakar, görür ki: Bu iki hadise-i acibe-i cevviye tam tamına يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ ve وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ ayetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.

Evet, hiçten, birden harika bir gürültüyle cevvi konuşturmak ve fevkalade bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvari pamukmisal ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor, “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir Zatın harika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Herbirisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakim tarafından istihdam olunuyorlar” diye ihtar ediyorlar.

İşte bu meraklı yolcu, bu cevvde, bulutu teshirden, rüzgarı tasriften, yağmuru tenzilden ve hadisat-ı cevviyeyi tedbirden terekküp eden bir hakikatın yüksek ve aşikar şehadetini işitir, “amentü billah” der.

Birinci Makamın İkinci Mertebesinde
لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ: اَلْجَوُّ بِجَمِيعِ مَا فِيهِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ، وَالتَّصْرِيفِ، وَالتَّنْزِيلِ، وَالتَّدْبِيرِ، الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ. fıkrası, bu yolcunun cevve dair mezkur müşahedatını ifade eder.

Sonra, o seyahat-i fikriyeye alışan o mütefekkir misafire, küre-i arz lisan-ı haliyle diyor ki: “Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku.” O da bakar, görür ki:

Arz, meczup bir Mevlevi gibi iki hareketiyle günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, haşr-i azamın meydanı etrafında çiziyor. Ve zihayatın yüz bin envaını bütün erzak ve levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemal-i muvazene ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbaniyedir.

Sonra sahifelerine bakar, görür ki: Bablarındaki herbir sahifesi, binler ayatıyla arzın Rabbini tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız birtek sahife olan zihayatın bahar faslında icad ve idaresine bakar, müşahede eder ki:

Yüz bin envaın hadsiz efradlarının suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor ve gayet rahimane terbiye ediliyor ve gayet mucizane bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor ve gayet müdebbirane idare olunuyor ve gayet müşfikane iaşe ve itam ediliyor ve gayet rahimane ve rezzakane hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor. Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüz bin nevi etime ve levazımat, kemal-i intizamla yüklenip zihayata gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe bir Rahman-ı Rahimin gayet müşfikane ve mürebbiyane bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu ispat eder.

Elhasıl; bu sahife-i hayatiye-i bahariye haşr-i azamın yüz bin nümunelerini ve misallerini göstermekle, فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ ayetini maddeten gayet parlak tefsir ettiği gibi; bu ayet dahi, bu sahifenin manalarını mucizane ifade eder. Ve arzın, bütün sahifeleriyle, büyüklüğü nisbetinde ve kuvvetinde La ilahe illa hu dediğini anladı.

İşte, küre-i arzın yirmiden ziyade büyük sahifelerinden birtek sahifenin yirmi vechinden birtek vechinin muhtasar şehadetiyle, o yolcunun sair vecihlerin sahifelerindeki müşahedatı manasında olarak ve o müşahedatları ifade için, Birinci Makamın Üçüncü Mertebesinde böyle denilmiş:
لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اْلاَرْضُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، وَمَا عَلَيْهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ، وَالتَّدْبِيرِ، وَالتَّرْبِيَةِ، وَالْفَتَّاحِيَّةِ وَتَوْزِيعِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدَارَةِ وَاْلاِعَاشَةِ، لِجَمِيعِ ذَوِى الْحَيَاةِ، وَالرَّحْمَانِيَّةِ وَالرَّحِيمِيَّةِ الْعَامَّةِ الشَّامِلَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ Sonra, o mütefekkir yolcu her sahifeyi okudukça saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenip ve manevi terakkiyatın miftahı olan marifeti ziyadeleşip ve bütün kemalatın esası ve madeni olan iman-ı billah hakikatı bir derece daha inkişaf edip manevi çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; sema, cevv ve arzın mükemmel ve kati derslerini dinlediği halde, “Hel min mezid” deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekarane cuş u huruşla zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hal ve lisan-ı kàl ile “Bize de bak, bizi de oku” derler. O da bakar, görür ki:

Hayattarane mütemadiyen çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istila etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet süratli bir surette bir senede yirmi beş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde, ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir Zatın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.

Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: Gayet güzel ve ziynetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevellüdat ve vefiyatları o kadar muntazamdır; basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadir-i Zülcelalin, bir Rahim-i Zülcemalin idare ve iaşesiyle olduğunu ispat eder.

Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatları o kadar hakimane ve rahimanedir; bilbedahe ispat eder ki, bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar, büyük nehirler, bir Rahman-ı Zülcelali vel-İkramın hazine-i rahmetinden çıkıyorlar ve akıyorlar. Hatta o kadar fevkalade iddihar ve sarf ediliyorlar ki, “Dört nehir Cennetten geliyorlar” diye rivayet edilmiş. Yani, zahiri esbabın pek fevkinde olduklarından, manevi bir cennetin hazinesinden ve yalnız gaybi ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir. Mesela, Mısırın kumistanını bir cennete çeviren Nil-i mübarek, cenup tarafından, Cebel-i Kamer denilen bir dağdan, mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen, altı kısımdan bir kısım olmaz. Varidatı ise, o mıntıka-i harrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden yağmur, elbette o muvazene-i vasiayı muhafaza edemediğinden, o Nil-i mübarek adet-i arziye fevkinde bir gaybi cennetten çıkıyor diye rivayeti gayet manidar ve güzel bir hakikati ifade ediyor.

İşte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlerinin ve şehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu bilicma denizlerin büyüklüğü nisbetinde bir kuvvetle La ilahe illa Hu der ve bu şehadete denizler mahlukatı adedince şahitler gösterir diye anladı. Ve denizlerin ve nehirlerin umum şehadetlerini irade ederek ifade etmek manasında, Birinci Makamın Dördüncü Mertebesinde, لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: جَمِيعُ الْبِحَارِ، وَاْلاَنْهَارِ، بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدِّخَارِ وَاْلاِدَارَةِ الْوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ denilmiş.

Sonra, dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar “Sahifelerimizi de oku” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların külli vazifeleri ve umumi hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Mesela, dağların zeminden emr-i Rabbani ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılabat-ı dahiliyeden neşet eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlerini bozmuyor. Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesine bu manada hazineli direkler olduklarını, Kuran-ı Mucizül-Beyan, وَالْجِبَالَ اَوْتَادًا وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ وَالْجِبَالَ أَرْسٰيهَا gibi çok ayetlerle ferman ediyor.

Hem mesela dağların içinde zihayata lazım olan her nevi menbalar, sular, madenler, maddeler, ilaçlar o kadar hakimane ve müdebbirane ve kerimane ve ihtiyatkarane iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki, bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadirin ve hikmeti nihayetsiz bir Hakimin hazineleri ve ambarları ve hizmetkarları olduklarını ispat ederler diye anlar. Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyati iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri La ilahe illa Hu tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “amentü Billah” der.

İşte bu manayı ifade için, Birinci Makamın Beşinci Mertebesinde, لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ: جَمِيعُ الْجِبَالِ وَالصَّحَارٰي، بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، وَمَا عَلَيْهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اْلاِدِّخَارِ وَاْلاِدَارَةِ وَنَشْرِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالتَّدْبِيرِ وَاْلاِحْتِيَاطِيَّةِ الرَّبَّانِيَّةِ الْوَاسِعَةِ الْعَامَّةِ الْمُنْتَظَمَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ denilmiş.

Sonra, o yolcu dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcar ve nebatat aleminin kapısı fikrine açıldı. Onu içeriye çağırdılar, “Gel, dairemizde de gez, yazılarımızı da oku” dediler. O da girdi, gördü ki, gayet muhteşem ve müzeyyen bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir ve şükür teşkil etmişler. Bütün eşcar ve nebatatın envaları, bilicma, beraber; La ilahe illa Hu diyorlar gibi lisan-ı hallerinden anladı. Çünkü bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; mizanlı ve fesahatli yapraklarının dilleriyle ve süslü cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belağatli meyvelerinin kelimeleriyle beraber, müsebbihane şehadet getirdiklerine ve La ilahe illa Hu dediklerine delalet ve şehadet eden üç büyük külli hakikati gördü.

Birincisi: Pek zahir bir surette kasti bir inam ve ikram ve ihtiyari bir ihsan ve imtinan manası ve hakikati herbirisinde hissedildiği gibi, mecmuunda ise, güneşin zuhurundaki ziyası gibi görünüyor.

İkincisi: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkanı olmayan kasti ve hakimane bir temyiz ve tefrik, ihtiyari ve rahimane bir tezyin ve tasvir manası ve hakikati, o hadsiz enva ve efratta gündüz gibi aşikare görünüyor ve bir Sani-i Hakimin eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.

Üçüncüsü: O hadsiz masnuatın yüz bin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlı, ziynetli olarak, mahdut ve madud ve birbirinin misli ve basit ve camid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o iki yüz bin nevilerin farikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, hayattar, hikmetli, yanlışsız, hatasız bir vaziyette umum efradının suretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattir ki, güneşten daha parlaktır ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikatı ispat eden şahitler var diye bildi. “Elhamdü lillahi ala nimetil-iman” dedi.

İşte bu mezkur hakikatleri ve şehadetleri ifade manasıyla, Birinci Makamın Altıncı Mertebesinde, لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِجْمَاعُ جَمِيعِ أَنْوَاعِ اْلاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاتِ الْمُسَبِّحَاتِ النَّاطِقَاتِ: بِكَلِمَاتِ أَوْرَاقِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَأَزْهَارِهَا الْمُزَيَّنَاتِ الْجَزِيلاَتِ وَاَثْمَارِهَا الْمُنْتَظَمَاتِ الْبَلِيغَاتِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اْلاِنْعَامِ، وَاْلاِكْرَامِ، وَاْلاِحْسَانِ، بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ. وَحَقِيقَةِ: اَلتَّمْيِيزِ، وَالتَّزْيِينِ، وَالتَّصْوِيرِ، بِاِرَادَةٍ وَحِكْمَةٍ، مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُزَيَّنَاتِ الْمُتَبَايِنَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ غَيْرِ الْمَحْدُودَةِ مِنْ نُوَتَاتٍ وَحَبَّاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَعْدُودَةٍ denilmiş.

Sonra, seyahat-i fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken, hayvanat ve tuyur aleminin kapısı, hakikat-bin olan aklına ve marifet-aşina olan fikrine açıldı. Yüz bin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar, “Buyurun” dediler. O da girdi ve gördü ki:

Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bilittifak, lisan-ı kàl ve lisan-ı halleriyle La ilahe illa Hu deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; herbiri bizzat birer kaside-i Rabbani, birer kelime-i Sübhani ve manidar birer harf-i Rahmani hükmünde Sanilerini tavsif edip hamd ü sena ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvaları ve cihazları ve azaları ve aletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallak ve Rezzaklarına şükür ve vahdaniyetine şehadet getirdiklerine kati delalet eden üç muazzam ve muhit hakikatleri müşahede etti.

Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan, hiçten hakimane icad ve sanatperverane ibda ve ihtiyarkarane ve alimane halk ve inşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihya etmek hakikatidir ki, ziruhlar adedince şahitleri bulunan bir burhan-ı bahir olarak, Zat-ı Hayy-ı Kayyumun vücub-u vücuduna ve sıfat-ı sebasına ve vahdetine şehadet eder.

İkincisi: O hadsiz masnularda birbirinden simaca farikalı ve şekilce ziynetli ve miktarca mizanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki, Kàdir-i Külli Şey ve alim-i Külli Şeyden başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle harikaları ve hikmetleri gösteren ihatalı fiile sahip olamaz ve hiçbir imkan ve ihtimali yok.

Üçüncüsü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdut yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüz binler çeşit tarzlarda ve birer mucize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatasız bir heyette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki, hayvanlar adedince senetler, deliller o hakikati tenvir eder.

İşte bu üç hakikatin ittifakıyla, hayvanların bütün envaı, beraber öyle bir La ilahe illa Hu deyip şehadet getiriyorlar ki, güya zemin, büyük bir insan gibi, büyüklüğü nisbetinde La ilahe illa Hu diyerek semavat ehline işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. Birinci Makamın Yedinci Mertebesinde bu mezkur hakikatleri ifade manasıyla, لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِتِّفَاقُ جَمِيعِ أَنَوَاعِ الْحَيَوَانَاتِ، وَالطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا، وَقُوَاهَا وَحِسِّيَاتِهَا وَلَطَۤائِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَبِكَلِمَاتِ اَجْهِزَتِهَا وَجَوَارِحِهَا وَاَعْضَۤائِهَا وَاٰلاَتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلِيغَاتِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِيجَادِ وَالصُّنْعِ، وَاْلاِبْدَاعِ، بِاْلاِرَادَةِ، وَحَقِيقَةِ: اَلتَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ، بِالْقَصْدِ. وَحَقِيقَةِ: اَلتَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ، بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ: فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُتَخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ غَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بَيْضَاتٍ وَقَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ denilmiştir.

Sonra o mütefekkir yolcu, marifet-i İlahiyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvakında ve envarında daha ileri gitmek için, insanlar alemine ve beşer dünyasına girmek isterken, başta enbiyalar olarak onu içeriye davet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiş zamanın menziline baktı, gördü ki:
Nev-i beşerin en nurani ve en mükemmeli olan umum peygamberler bilicma beraber La ilahe illa Hu deyip zikrediyorlar ve parlak ve musaddak olan hadsiz mucizatlarının kuvvetiyle, tevhidi iddia ediyorlar ve beşeri hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çıkarmak için, onları iman-ı billaha davet ile ders veriyorlar gördü. O da, o nurani medresede diz çöküp derse oturdu. Gördü ki:

Meşahir-i insaniyenin en yüksekleri ve namdarları olan o üstadların her birisinin elinde Halık-ı Kainat tarafından verilmiş nişane-i tasdik olarak mucizeler bulunduğundan, her birinin ihbarıyla beşerden bir taife-i azime ve bir ümmet tasdik edip imana geldiklerinden, o yüz bin ciddi ve doğru zatların icma ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakikat ne kadar kuvvetli ve kati olduğunu kıyas edebildi. Ve bu kuvvette, bu kadar muhbir-i sadıkların hadsiz mucizeleriyle imza ve ispat ettikleri bir hakikati inkar eden ehl-i dalalet ne derece hadsiz bir hata, bir cinayet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azaba müstehak olduklarını anladı ve onları tasdik edip iman getirenler ne kadar haklı ve hakikatli olduklarını bildi; iman kudsiyetinin büyük bir mertebesi daha ona göründü.

Evet, enbiyayı Cenab-ı Hak tarafından fiilen tasdik hükmünde olan hadsiz mucizatlarından ve hakkaniyetlerini gösteren, muarızlarına gelen semavi pek çok tokatlarından ve hak olduklarına delalet eden şahsi kemalatlarından ve hakikatli talimatlarından ve doğru olduklarına şehadet eden kuvvet-i imanlarından ve tam ciddiyetlerinden ve fedakarlıklarından ve ellerinde bulunan kudsi kitap ve suhuflarından ve onların yolları doğru ve hak olduğuna şehadet eden ittibalarıyla hakikate, kemalata, nura vasıl olan hadsiz tilmizlerinden başka, onların ve o pek ciddi muhbirlerin müsbet meselelerde icmaı ve ittifakı ve tevatürü ve ispatta tevafuku ve tesanüdü ve tetabuku öyle bir hüccettir ve öyle bir kuvvettir ki, dünyada hiçbir kuvvet karşısına çıkamaz ve hiçbir şüphe ve tereddüdü bırakmaz. Ve imanın erkanında umum enbiyayı tasdik dahi dahil olması, o tasdik büyük bir kuvvet menbaı olduğunu anladı, onların derslerinden çok feyz-i imani aldı.

İşte, bu yolcunun mezkur dersini ifade manasında, Birinci Makamın Sekizinci Mertebesinde, لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِجْمَاعُ جَمِيعِ اْلاَنْبِيَۤاءِ، بِقُوَّةِ مُعْجِزَاتِهِمِ الْبَاهِرَةِ، الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ denilmiş.

Sonra imanın kuvvetinden ulvi bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ı talip, enbiya aleyhimüsselamın meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakin suretinde kati ve kuvvetli delillerle, enbiyaların davalarını ispat eden ve asfiya ve Sıddıkin denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler, onu dershanelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki: Binlerle dahi ve yüz binlerce müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kıl kadar bir şüphe bırakmayan tetkikat-ı amikalarıyla, başta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesail-i imaniyeyi ispat ediyorlar.

Evet, istidatları ve meslekleri muhtelif olduğu halde usul ve erkan-ı imaniyede onların müttefikan ittifakları ve her birisinin kuvvetli ve yakini burhanlarına istinadları öyle bir hüccettir ki, onların mecmuu kadar bir zekavet ve dirayet sahibi olmak ve burhanlarının umumu kadar bir burhan bulmak mümkün ise, karşılarına ancak öyle çıkılabilir. Yoksa, o münkirler, yalnız cehalet ve echeliyet ve inkar ve ispat olunmayan menfi meselelerde inat ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler. Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.

Bu seyyah, bu muhteşem ve geniş dershanede, bu muhterem ve mütebahhir üstadların neşrettikleri nurlar, zeminin yarısını bin seneden ziyade ışıklandırdığını bildi. Ve öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldu ki, bütün ehl-i inkar toplansa onu kıl kadar şaşırtmaz ve sarsmaz. İşte bu yolcunun bu dershaneden aldığı derse bir kısa işaret olarak Birinci Makamın Dokuzuncu Mertebesinde, لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اْلاَصْفِيَۤاءِ، بِقُوَّةِ بَرَاهِينِهِمِ الزَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُتَّفِقَةِ denilmiş.

Sonra, imanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında ve ilmelyakin derecesinden aynelyakin mertebesine terakkisindeki envarı ve ezvakı görmeye çok müştak olan o mütefekkir yolcu, medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telahukuyla tevessü eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde bir tekye, bir hangah, bir zikirhane, bir irşadgahta ve cadde-i kübra-yı Muhammedinin (a.s.m.) ve mirac-ı Ahmedinin (a.s.m.) gölgesinde hakikate çalışan ve hakka erişen ve aynelyakine yetişen binlerle ve milyonlarla kudsi mürşidler onu dergaha çağırdılar. O da girdi, gördü ki:

O ehl-i keşif ve keramet mürşidler; keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve kerametlerine istinaden, bilicma, müttefikan La ilahe illa Hu diyerek, vücub-u vücud ve vahdet-i Rabbaniyeyi kainata ilan ediyorlar. Güneşin ziyasındaki yedi renkle güneşi tanımak gibi, yetmiş renkle, belki Esma-i Hüsna adedince, Şems-i Ezelinin ziyasından tecelli eden ayrı ayrı nurlu renkler ve çeşit çeşit ziyalı levnler ve başka başka hakikatli tarikatler ve muhtelif doğru meslekler ve mütenevvi haklı meşreplerde bulunan o kudsi dahilerin ve nurani ariflerin icma ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zahir ve bahir olduğunu aynelyakin müşahede etti. Ve enbiyanın icmaı ve asfiyanın ittifakı ve evliyanın tevafuku ve bu üç icmaın birden ittifakı, güneşi gösteren gündüzün ziyasından daha parlak gördü.

İşte, bu misafirin tekyeden aldığı feyze kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın Onuncu Mertebesinde, لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِجْمَاعُ اْلاَوْلِيَۤاءِ بِكَشْفِيَاتِهِمْ، وَكَرَامَاتِهِمِ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ denilmiş.

Sonra, kemalat-ı insaniyenin en mühimi ve en büyüğü, belki bilcümle kemalat-ı insaniyenin menbaı ve esası, iman-ı billahtan ve marifetullahtan neşet eden muhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı, bütün kuvvetiyle ve letaifiyle, imanın kuvvetinde ve marifetin inkişafında daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle başını kaldırdı ve semavata baktı. Kendi aklına dedi ki:

“Madem kainatta en kıymettar şey hayattır. Ve kainatın mevcudatı hayata musahhardır. Ve madem zihayatın en kıymettarı ziruhtur. Ve ziruhun en kıymettarı zişuurdur. Ve madem bu kıymettarlık için küre-i zemin, zihayatı mütemadiyen çoğaltmak için, her asır, her sene dolar, boşalır. Elbette ve her halde, bu muhteşem ve müzeyyen olan semavatın dahi kendisine münasip ahalisi ve sekenesi, zihayat ve ziruh ve zişuurlardan vardır ki, huzur-u Muhammedide (a.s.m.) sahabelere görünen Cebrailin (a.s.) temessülü gibi, melaikeleri görmek ve onlarla konuşmak hadiseleri, tevatür suretinde eskiden beri nakil ve rivayet ediliyor. Öyle ise keşke ben semavat ehliyle dahi görüşseydim, onlar ne fikirde olduklarını bilseydim. Çünkü, Halık-ı Kainat hakkında en mühim söz onlarındır” diye düşünürken, birden semavi şöyle bir sesi işitti:

“Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Muhammed aleyhissalatü vesselam ve Kuran-ı Mucizül-Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesail-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz. Hem insanlara temessül edip görünen ve bizlerden olan bütün ervah-ı tayyibe, bila istisna ve bilittifak, bu kainat Halıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve sıfat-ı kudsiyesine şehadet edip birbirine muvafık ve mutabık olarak ihbar etmişler. Bu hadsiz ihbaratın tevafuku ve tetabuku, güneş gibi sana bir rehberdir” dediklerini bildi ve onun nur-u imanı parladı, zeminden göklere çıktı.

İşte, bu yolcunun melaikeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Birinci ve On İkinci Mertebesinde, لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِتِّفَاقُ الْمَلٰۤئِكَةِ الْمُتَمَثِّلِينَ لاَنْظَارِ النَّاسِ، وَالْمُتَكَلِّمِينَ مَعَ خَوَاصِّ الْبَشَرِ، بِاِخْبَارَاتِهِمِ الْمُتَطَابِقَةِ الْمُتَوَافِقَةِ
denilmiştir.

Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, alem-i şehadet ve cismani ve maddi cihetinde ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından, alem-i gayb ve alem-i berzahta dahi mütalaa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kainatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğüyle beraber, manen kainat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nurani kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki, onlar, alem-i gayb ve alem-i şehadet ortasında insani berzahlardır; ve iki alemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden, kendi akıl ve kalbine dedi ki:

“Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalaamızla istifade etmeliyiz” dedi, mütalaaya başladı. Gördü ki:

İstidatları gayet muhtelif ve mezhepleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akılların iman ve tevhiddeki ittisafkarane ve rasihane itikadları, tevafuk ve sebatkarane ve mutmainane kanaat ve yakinleri tetabuk ediyor. Demek, tebeddül etmeyen bir hakikate dayanıp bağlanmışlar. Ve kökleri, metin bir hakikate girmiş, kopmuyor. Öyle ise, bunların nokta-i imaniyede ve vücub ve tevhidde icmaları, hiç kopmaz bir zincir-i nuranidir ve hakikate açılan ışıklı bir penceredir

Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrepleri birbirine mübayin olan o umum selim ve nurani kalblerin erkan-ı imaniyedeki müttefikane ve itminankarane ve müncezibane keşfiyat ve müşahedatları birbirine tevafuk ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor. Demek, hakikate mukàbil ve vasıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbaniye ve bu cami birer ayine-i Samedaniye olan nurani kalbler, şems-i hakikate karşı açılan pencerelerdir; ve umumu birden, güneşe ayinedarlık eden bir deniz gibi, bir ayine-i azamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icmaları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir. Çünkü, hiçbir cihetle hiçbir imkan ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikatten başka bir vehim ve hakikatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrane ve rasihane bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kainatı inkar eden ahmak sofestailer dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber “amentü billah” dediler.

İşte, bu yolcunun müstakim akıllardan ve münevver kalblerden istifade ettiği marifet-i imaniyeye kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Üçüncü Mertebesinde, لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِجْمَاعُ الْعُقُولِ الْمُسْتَقِيمَةِ الْمُنَوَّرَةِ، بِاِعْتِقَادَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ وَبِقَنَاعَاتِهَا، وَيَقِينَاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ، مَعَ تَخَالُفِ اْلاِسْتِعْدَادَاتِ وَالْمَذَاهِبِ، وَكَذَا دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْقُلُوبِ السَّلِيمَةِ النُّورَانِيَّةِ، بِكَشْفِيَاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ وَبِمُشَاهَدَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ مَعَ تَبَايُنِ الْمَسَالِكِ وَالْمَشَارِبِ denilmiş.

Sonra, alem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, “Acaba alem-i gayb ne diyor?” diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikirle çaldı.

Yani, “Madem bu cismani alem-i şehadette, bu kadar ziynetli ve sanatlı hadsiz masnularıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mucizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemalatını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zahir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir Zat, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, alem-i gayb cihetinde Onu, Onun tezahüratından bilmeliyiz” dedi. Kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:

Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikati, alem-i gaybın her tarafında, her zamanda hükmediyor. Kainatın ve mahlukatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allamül-Guyubdan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine layık bir kelam-ı ezeli ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hazır ve nazırın kelamı dahi hadsizdir. Ve kelamının manası Onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi Onu sıfatıyla bildiriyor.

Evet, yüz bin peygamberlerin tevatürleriyle ve ihbaratlarının vahy-i İlahiye mazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semaviyenin delail ve mucizatlarıyla, hakikat-i vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiğini bildi ve vahyin hakikatı beş hakikat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı:
Birincisi: لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلٰهِيَّةِ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak, bir tenezzül-ü İlahidir. Evet, bütün ziruh mahlukatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette Kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır.

İkincisi: Kendini tanıttırmak için, kainatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalatını söylettiren, elbette Kendi sözleriyle dahi Kendini tanıttıracak.

Üçüncüsü: Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nazenini ve en müştakı olan hakiki insanların münacatlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelamıyla da mukabele etmek, halıkıyetin şenidir.

Dördüncüsü: İlim ile hayatın zaruri bir lazımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükaleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedi bir hayatı taşıyan Zatta, ihatalı ve sermedi bir surette bulunur.

Beşincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, hem fakir ve aciz bulunan mahlukatlarına, acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zat, elbette Kendi vücudunu onlara tekellümüyle işar etmek, uluhiyetin muktezasıdır.

İşte, tenezzül-ü İlahi ve taarrüf-ü Rabbani ve mukabele-i Rahmani ve mükaleme-i Sübhani ve işar-ı Samedani hakikatlerini tazammun eden umumi, semavi vahiylerin, icma ile Vacibül-Vücudun vücuduna ve vahdetine delaletleri öyle bir hüccettir ki, gündüzdeki güneşin şuaatının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.

Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki:
Sadık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükaleme-i Rabbaniyedir; fakat iki fark vardır.

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla; ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumi ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususi bir münasebeti ve cüzi bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir ami raiyetiyle ve hususi telefonuyla hususi konuşmasıdır.

Öyle de, Padişah-ı Ezelinin, umum alemlerin Rabbi ismiyle ve kainat Halıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükalemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zihayatın Rabbi ve Halıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükalemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumidir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envalarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبىِِّ لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبىِِّ ayetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.

Sonra, ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.

Birincisi: Teveddüd-ü İlahi denilen kendini mahlukatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedudiyetin ve rahmaniyetin muktezasıdır.

İkincisi: İbadının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahimiyetin şenidir.

Üçüncüsü: Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlukatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhami kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lazımıdır.

Dördüncüsü: Çok aciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hamisini ve müdebbirini ve hafizını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zişuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükaleme-i Rabbaniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahluka bakan has ve bir vecihte, onun kàbiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i uluhiyetin ve rahmet-i rububiyetin zaruri ve vacip bir muktezasıdır diye anladı.

Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasıl ki, güneşin faraza şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde, ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı, o cihette, ışığında bulunan şuaları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması; ve her ayine ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hatta şeffaf zerrelerle herbirinin kàbiliyetine göre konuşması; ve onların hacatına cevap vermesi; ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi; ve hiçbir iş, bir işe mani olmaması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahemet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi, aynen öyle de: ezel ve ebedin Zülcelal Sultanı ve bütün mevcudatın Zülcemal Halık-ı Zişanı olan Şems-i Sermedinin mükalemesi dahi onun ilmi ve kudreti gibi, külli ve muhit olarak herşeyin kàbiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual bir suale, bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mani olmaması ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bilittifak o Şems-i Ezelinin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine delalet ve şehadet ettiklerini aynelyakine yakın bir ilmelyakinle bildi.

İşte, bu meraklı misafirin alem-i gaybdan aldığı ders-i marifetine kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Dördüncü ve On Beşinci Mertebelerinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِجْمَاعُ جَمِيعِ الْوَحْيَاتِ الْحَقَّةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلٰهِيَّةِ، وَلِلْمُكَالَمَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ، وَلِلتَّعَرُّفَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَلِلْمُقَابَلاَتِ الرَّحْمَانِيَّةِ، عِنْدَ مُنَاجَاةِ عِبَادِهِ، وَلِلاِشْعَارَاتِ الصَّمَدَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَخْلُوقَاتِهِ، وَكَذَا دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِتِّفَاقُ اْلاِلْهَامَاتِ الصَّادِقَةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّوَدُّدَاتِ اْلاِلٰهِيَّةِ، وَلِلاِجَابَاتِ الرَّحْمَانِيَّةِ لِدَعَوَاتِ مَخْلُوقَاتِهِ، وَلِلاِمْدَادَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ ِلاِسْتِغَاثَاتِ عِبَادِهِ وَلِلاِحْسَاسَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَصْنُوعَاتِهِ denilmiştir.

Sonra, o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki:
“Madem bu kainatın mevcudatıyla Malikimi ve Halıkımı arıyorum; elbette herşeyden evvel bu mevcudatın en meşhuru ve adasının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hakimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve on dört asrı faziletiyle ve Kuranıyla ışıklandıran Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete beraber gitmeliyiz” diyerek, aklıyla beraber o asra girdi, gördü ki:

O asır, hakikaten, o zat (a.s.m.) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünkü, en bedevi ve en ümmi bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hakim eylemiş.

Hem kendi aklına dedi: “Biz en evvel, bu fevkalade zatın (a.s.m.) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu bilmeliyiz. Sonra Halıkımızı ondan sormalıyız” diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kati delillerden, burada, yalnız dokuz külliyetine birer kısa işaret edilecek.

Birincisi: Bu zatta (a.s.m.), hatta düşmanlarının tasdikiyle dahi, bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması; ve وَانْشَقَّ الْقَمَرُ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى ayetlerinin sarahatiyle, bir parmağının işaretiyle kamer iki parça olması; ve bir avucuyla adasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları; ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi, nass-ı kati ile ve bir kısmı tevatürle yüzer mucizatın onun elinde zahir olmasıdır. Bu mucizattan, üç yüzden ziyade bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup olan Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.) namındaki harika ve kerametli bir risalede kati delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki:

“Bu kadar ahlak-ı hasene ve kemalatla beraber bu kadar mucizat-ı bahiresi bulunan bir zat (a.s.m.) elbette en doğru sözlüdür. Ahlaksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kàbil değil.”

İkincisi: Elinde, bu kainat Sahibinin bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kuran-ı Azimüşşanın, yedi vech ile harika olmasıdır. Ve bu Kuranın, kırk vech ile mucize olduğu ve Kainat Halıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmi Beşinci Söz ve Mucizat-ı Kuraniye namlarındaki ve Risale-i Nurun bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu, ona havale ederek dedi: “Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zatta (a.s.m.), fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz.”

Üçüncüsü: O zat (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslamiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir imanla meydana çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmi bir zatta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, adilane ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez.

Hem, ümmi bir zatın (a.s.m.) efal ve akval ve ahvalinden çıkan İslamiyet, her asırda, üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış.

Hem, dininde bulunan bütün ibadatın bütün envaında en ileri olması; ve herkesten ziyade takvada bulunması ve Allahtan korkması; ve fevkalade daimi mücahedat ve dağdağalar içinde tam tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi; ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam manasıyla ve müptediyane fakat en mükemmel olarak, hem iptida ve intihayı birleştirerek yapması, elbette misli görülmez ve görünmemiş.

Hem binler dua ve münacatlarından Cevşenül-Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkarla beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münacatın başında Cevşenül-Kebirin doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, “Cevşenin dahi misli yoktur” diyecek.

Hem, tebliğ-i risalette ve nası hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hatta kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telaş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslamiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.

Hem, imanda, öyle fevkalade bir kuvvet ve harika bir yakin ve mucizane bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvi itikad taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütün efkarı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhani reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde onun ne yakinine, ne itikadına, ne itimadına, ne itminanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta Sahabeler ve bütün ehl-i velayet, onun, her vakit, mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.

İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslamiyet ve harika bir ubudiyet ve fevkalade bir dua ve cihan-pesendane bir davet ve mucizane bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.

Dördüncüsü: Enbiyaların icmaı, nasıl ki vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu zatın doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünkü enbiya aleyhimüsselamın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsi sıfatlar ve mucizeler ve vazifeler varsa, o zatta en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek onlar, nasıl ki, lisan-ı kàl ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu zatın (a.s.m.) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler—ki, kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zahir bir kısmı, On Dokuzuncu Mektupta güzelce beyan ve ispat edilmiş—öyle de, lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mucizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zatı tasdik edip davasını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kàl ve icma ile vahdaniyete delalet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile de, bu zatın sadıkıyetine şehadet ediyorlar diye anladı.

Beşincisi: Bu zatın düsturlarıyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasından gitmeleriyle hakka, hakikate, kemalata, keramata, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya, vahdaniyete delalet ettikleri gibi, üstadları olan bu zatın sadıkıyetine ve risaletine icma ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve alem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velayetle müşahede etmeleri; ve umumunu, nur-u iman ile, ya ilmelyakin veya aynelyakin veya hakkalyakin suretinde itikad ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu zatın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.

Altıncısı: Bu zatın, ümmiliğiyle beraber, getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtira ettiği ulum-u aliye ve keşfettiği marifet-i İlahiyenin dersiyle ve talimiyle mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-yı müdakkikin ve Sıddıkin-i muhakkikin ve dahi hükema-i müminin bu zatın üssülesas davası olan vahdaniyeti kuvvetli burhanlarıyla bilittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi, bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı azamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Mesela, Risale-i Nur, yüz parçasıyla, bu zatın sadakatının birtek burhanıdır.

Yedincisi: al ve Ashab namında ve nev-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalatla en meşhuru ve en muhterem ve en namdarı ve en dindar ve keskin nazarlı taife-i azimesi, kemal-i merakla ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu zatın bütün gizli ve aşikar hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tetkik etmeleri neticesinde, bu zatın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli olduğuna ittifakla ve icma ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delalet eden gündüz gibi bir delildir diye anladı.

Sekizincisi: Bu kainat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temaşagah gibi tasarruf eden Saniine ve Katibine ve Nakkaşına delalet eder. Öyle de, kainatın hilkatindeki makàsıd-ı İlahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülatındaki Rabbani hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekatındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemalatını ilan edecek ve o kitab-ı kebirin manalarını ifade edecek bir yüksek dellal, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delalet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zatın hakkaniyetine ve bu kainat Halıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.

Dokuzuncusu: Madem bu sanatlı ve hikmetli masnuatıyla kendi hünerlerini ve sanatkarlığının kemalatını teşhir etmek; ve bu süslü ve ziynetli nihayetsiz mahlukatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek; ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamd ettirmek; ve bu şefkatli ve himayetli umumi terbiye ve iaşe ile, hatta ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nevini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbani itamlar ve ziyafetlerle kendi rububiyetine karşı minnettarane ve müteşekkirane ve perestişkarane ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili ve gece-gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallakıyetle kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek; ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavi tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybi Zatın yanında en sevgili mahluku ve en doğru abdi ve onun mezkur maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kainatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve daima o Halıkının namına hareket eden ve Ondan istimdat eden ve muvaffakiyet isteyen ve Onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureyşi denilen bu zat (a.s.m.) olacak.

Hem aklına dedi: Madem bu mezkur dokuz hakikatler bu zatın sıdkına şehadet ederler. Elbette bu adem, beni ademin medar-ı şerefi ve bu alemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona “Fahr-i alem” ve “Şeref-i Beni adem” denilmesi pek layıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahmani olan Kuran-ı Mucizül-Beyanın haşmet-i saltanat-ı maneviyesinin nısf-ı arzı istilası ve şahsi kemalatı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki, bu alemde en mühim zat budur; Halıkımız hakkında en mühim söz onundur.

İşte gel, bak! Bu harika zatın yüzer zahir ve bahir kati mucizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler ali ve esaslı hakikatlerine istinaden, bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vacibül-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfatına ve esmasına delalet ve şehadet ve o Vacibül-Vücudu ispat ve ilan ve ilam etmektir.

Demek bu kainatın manevi güneşi ve Halıkımızın en parlak bir burhanı, bu Habibullah denilen zattır ki, onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma var.
Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakinim ziyadeleşmeyecek”diyen İmam-ı Ali (radıyallahu anh) ve yerde iken Arş-ı azamı ve İsrafilin azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı azam (k.s.)gibi keskin nazar ve gayb-bin gözleri bulunan binler aktab ve evliya-yı azimeyi cami ve al-i Muhammed namıyla şöhretşiar-ı alem olan cemaat-i nuraniyenin icma ile tasdikleridir.

İkincisi: Bedevi bir kavim ve ümmi bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkar-ı siyasiyeden hali ve kitapsız ve fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medeni ve malumatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükümetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hakim-i adil olarak, şarktan garba kadar cihan-pesendane idare eden ve Sahabe namıyla dünyada namdar olan cemaat-ı meşhurenin, ittifakla, can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.

Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dahiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-ı uzmasının, tevafukla ve ilmelyakin derecesinde tasdikleridir. Demek bu zatın vahdaniyete şehadeti, şahsi ve cüzi değil; belki, umumi ve külli ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiç bir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti.

İşte, Asr-ı Saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Altıncı Mertebesinde, böyle لاَ اِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: فَخْرُ عَالَمٍ وَشَرَفُ نَوْعِ بَنِى اٰدَمَ، بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْاٰنِهِ، وَحَشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ، وَكَثْرَةِ كَمَالاَتِهِ، وَعُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ، حَتّٰى بِتَصْدِيقِ أَعْدَۤائِهِ. وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِئَۤاتِ الْمُعْجِزَاتِ الظَّاهِرَاتِ الْبَاهِرَاتِ الْمُصَدَّقَةِ الْمُصَدِّقَةِ، وَبِقُوَّةِ اٰلاَفِ حَقَۤائِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ، بِاِجْمَاعِ اٰلِهِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ، وَبِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِى اْلاَبْصَارِ، وَبِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى أُمَّتِهِ ذَوِى الْبَرَاهينِ وَالْبَصَۤائِرِ النَّوَّارَةِ denilmiştir.

Sonra, bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki:

“Aradığımız zatın sözü ve kelamı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hakim; ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kuran-ı Mucizül-Beyan namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor bilelim. Fakat en evvel, bu kitap bizim Halıkımızın kitabı olduğunu ispat etmek lazımdır” diye taharriye başladı.

Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münasebetiyle, en evvel, manevi icaz-ı Kuraniyenin lemaları olan Risale-i Nura baktı ve onun yüz otuz risaleleri, ayat-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda, her tarafa hakaik-i Kuraniyeyi mücahidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki, onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kuran, semavidir, beşer kelamı değildir. Hatta, Resailün-Nurun yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kuraniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektubun ahiri, Kuranın kırk vech ile mucize olduğunu öyle ispat etmiş ki, kim görmüşse, değil tenkit ve itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş.

Kuranın vech-i icazını ve hak kelamullah olduğunu ispat etmek cihetini Risaletün-Nura havale ederek, yalnız bir kısa işaretle, büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.

Birinci Nokta: Nasıl ki Kuran, bütün mucizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikiyle, Muhammed aleyhissalatü vesselamın bir mucizesidir. Öyle de, Muhammed aleyhissalatü vesselam da, bütün mucizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemalat-ı ilmiyesiyle, Kuranın bir mucizesidir ve Kuran kelamullah olduğuna bir hüccet-i kàtıasıdır.

İkinci Nokta: Kuran, bu dünyada, öyle nurani ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde ve hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılap yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki, on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı ayetleri kemal-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor, ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, harikadır, fevkaladedir, mucizedir.

Üçüncü Nokta: Kuran, o asırdan ta şimdiye kadar öyle bir belağat göstermiş ki, Kabenin duvarında altınla yazılan en meşhur ediplerin “Muallakat-ı Seba” namıyla şöhretşiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebidin kızı, babasının kasidesini Kabeden indirirken demiş: “ayata karşı bunun kıymeti kalmadı.”

Hem bedevi bir edip فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ ayeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen Müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu ayetin belağatine secde ettim.”

Hem ilm-i belağatın dahilerinden Abdülkahir-i Cürcani ve Sekkaki ve Zemahşeri gibi binlerle dahi imamlar ve mütefennin edipler, icma ve ittifakla karar vermişler ki, “Kuranın belağatı takat-i beşerin fevkindedir; yetişilmez.”

Hem o zamandan beri, mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip, mağrur ve enaniyetli ediplerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya birtek surenin mislini getiriniz, veyahut dünyada ve ahirette helaket ve zilleti kabul ediniz” diye ilan ettiği halde, o asrın muannid beliğleri birtek surenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri ispat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.

Hem Kuranın dostları, Kurana benzemek ve taklit etmek şevkiyle; ve düşmanları dahi, Kurana mukabele ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telahuk-u efkar ile terakki eden milyonlarla Arabi kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hatta en adi adam dahi dinlese, elbette diyecek: “Bu Kuran, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya umumunun fevkinde olacak.” Umumunun altında olduğunu, dünyada hiçbir fert, hiçbir kafir, hatta hiçbir ahmak diyemez. Demek, mertebe-i belağati, umumun fevkındedir.

Hatta bir adam, سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِىالسَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ayetini okudu. Dedi ki: “Bu ayetin harika telakki edilen belağatını göremiyorum.”
Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.”
O da, kendini Kurandan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı alem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hali, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fani bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kuranın lisanından bu ayeti dinlerken gördü:

Bu ayet, kainat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezeli nutuk ve bu sermedi ferman, asırlar sıralarında dizilen zişuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kainat, bir cami-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayattarane zikir ve tesbihte ve vazife başında cuş-u huruşla mesudane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti. Ve bu ayetin derece-i belağatini zevk ederek, sair ayetleri buna kıyasla, Kuranın zemzeme-i belağati arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istila ederek, haşmet-i saltanatı kemal-i ihtiramla on dört asır bilafasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.

Dördüncü Nokta: Kuran öyle hakikatli bir halavet göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kuranı tilavet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilaveti halavetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş.

Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebabet ve garabet göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nazil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye, ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslub-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, o, üslubundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.

Beşincisi: Kuranın bir cenahı mazide, bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de, evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle şecere-i mübarekelerinin hayattar, feyizdar ve hakikatmedar olduğuna delalet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarikatleri ve İslamiyetin bütün hakikatli ilimleri, Kuranın ayn-ı hak ve mecma-i hakaik ve camiiyette misilsiz bir harika olduğuna şehadet eder.

Altıncısı: Kuranın altı ciheti nuranidir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir.

Evet, altında hüccet ve burhan direkleri, üstünde sikke-i icaz lemaları, önünde ve hedefinde saadet-i dareyn hediyeleri, arkasında nokta-i istinadı vahy-i semavi hakikatleri, sağında hadsiz ukul-ü müstakimenin delillerle tasdikleri, solunda selim kalblerin ve temiz vicdanların ciddi itminanları ve samimi incizapları ve teslimleri, Kuranın fevkalade harika, metin ve hücum edilmez bir kala-i semaviye-i arziye olduğunu ispat ettikleri gibi altı makamdan dahi, onun ayn-ı hak ve sadık olduğuna ve beşerin kelamı olmadığına, hem yanlış olmadığına imza eden, başta, bu kainatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekarları ve müfterileri imha ve izale etmek adetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kainatın Mutasarrıfı, o Kurana, alemde en makbul, en yüksek, en hakimane bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakiyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi; İslamiyetin menbaı ve Kuranın tercümanı olan zatın (aleyhissalatü vesselam) herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramı ve nüzulü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i naimanede bulunması ve sair kelamları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakiki hadisat-ı kevniyeyi gaybiyane, Kuran ile tereddütsüz ve itminan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında, hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın bütün kuvvetiyle, Kuranın her bir hükmüne iman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması; Kuran semavi, hakkaniyetli ve kendi Halık-ı Rahiminin mübarek kelamı olduğunu imza ediyor.

Hem nev-i insanın humsu, belki kısm-ı azamı, göz önünde o Kurana müncezibane ve dindarane irtibatı ve hakikatperestane ve müştakane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanilerin dahi tilaveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafında toplanması, Kuranın kainatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

Hem, nev-i beşerin umum tabakaları, en gabi ve amiden tut, ta en zeki ve alime kadar her birisi Kuranın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulum-u İslamiyenin ve bilhassa Şeriat-ı Kübranın büyük müçtehidleri ve usulüddin ve ilm-i kelamın dahi muhakkikleri gibi her taife, kendi ilimlerine ait bütün hacatını ve cevaplarını Kurandan istihraç etmeleri, Kuran menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.

Hem edebiyatça en ileri bulunan Arap edipleri (İslamiyete girmeyenler) şimdiye kadar muarazaya pek çok muhtaç oldukları halde, Kuranın icazından yedi büyük vechi varken, yalnız birtek vechi olan belağatinin, tek bir surenin mislini getirmekten istinkafları; ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur beliğlerin ve dahi alimlerin, onun hiçbir vech-i icazına karşı çıkamamaları ve acizane sükut etmeleri, Kuran mucize ve takat-i beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır.

Evet, bir kelam, “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belağati tezahür etmesi noktasından, Kuranın misli olamaz ve ona yetişilemez. Çünkü, Kuran, bütün alemlerin Rabbi ve Halıkının hitabı ve konuşması; ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emare bulunmayan bir mukalemesi; ve bütün insanların, belki bütün mahlukatın namına mebus ve nev-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüsat-i imanı koca İslamiyeti tereşşuh edip sahibini Kab-ı Kavseyn makamına çıkararak muhatab-ı Samedaniyeye mazhariyetle nüzul eden; ve saadet-i dareyne dair ve hilkat-i kainatın neticelerine ve ondaki Rabbani maksatlara ait mesaili ve o muhatabın bütün hakaik-i İslamiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden; ve koca kainatın bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip, onları yapan Sanatkarı tavrıyla ifade ve talim eden Kuran-ı Mucizül- Beyanın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i icazına yetişilmez.

Hem, Kuranı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk, hatta yetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekalı müdakkik binlerle mütefennin ulemanın senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kurandaki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hasiyetleri ve sırları ve ali manaları ve umur-u gaybiyenin her nevinden kesretli, gaybi ihbarları izhar ve ispat etmeleri; ve bilhassa Risale-i Nurun yüz otuz kitabının herbiri, Kuranın bir meziyetini, bir nüktesini kati burhanlarla ispat etmesi; ve bilhassa Mucizat-ı Kuraniye Risalesi şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin harikalarından çok şeyleri Kurandan istihraç eden Yirminci Sözün İkinci Makamı; ve Risale-i Nura ve elektriğe işaret eden ayetlerin işaratını bildiren İşarat-ı Kuraniye namındaki Birinci Şua; ve huruf-u Kuraniye ne kadar muntazam, esrarlı ve manalı olduğunu gösteren Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risaleler; ve Sure-i Fethin ahirki ayeti beş vech ile ihbar-ı gaybi cihetinde mucizeliğini ispat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nurun herbir cüzü, Kuranın bir hakikatini, bir nurunu izhar etmesi, Kuranın misli olmadığına ve mucize ve harika olduğuna ve bu alem-i şehadette alem-i gaybın lisanı ve bir Allamül-Guyubun kelamı bulunduğuna bir imzadır.

İşte, altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen Kuranın mezkur meziyetleri ve hasiyetleri içindir ki, haşmetli hakimiyet-i nuraniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak, zemin yüzünü dahi bin üç yüz sene tenvir ederek kemal-i ihtiramla devam etmesi; hem o hasiyetleri içindir ki, Kuranın herbir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-i baki vermesi; hatta bir kısım ayatın ve surelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi; ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsi imtiyazları kazanmış diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi:

İşte böyle her cihetle mucizatlı bu Kuran, surelerinin icmaıyla ve ayatının ittifakıyla ve esrar ve envarının tevafukuyla ve semerat ve asarının tetabukuyla, birtek Vacibül-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfat ve esmasına, delillerle ispat suretinde öyle şehadet etmiş ki, bütün ehl-i imanın hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler.

İşte, bu yolcunun, Kurandan aldığı ders-i tevhid ve imana kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Yedinci Mertebesinde böyle, لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلْقُرْاٰنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ، اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ ِلاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَۤانِّ، اَلْمَقْرُوءُ كُلُّ اٰيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ، بِأَلْسِنَةِ مِئَاتِ الْمَلاَيِينَ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانِ، اَلدَّۤائِمُ سَلْطَنَتُهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلٰۤى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَاْلاَكْوَانِ، وَعَلٰى وُجُوهِ اْلاَعْصَارِ وَالزَّمَانِ، وَالْجَارِي حَاكِمِيَّتُهُ اَلْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلٰى نِصْفِ اْلاَرْضِ وَخُمْسِ الْبَشَرِ فِى اَرْبَعَةَ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اْلاِحْتِشَامِ… وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ، وَبِاِتِّفَاقِ اٰيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلاِلٰهِيَّةِ، وَبِتَوَافُقِ أَسْرَارِهِ وَأَنْوَارِهِ وَبِتَطَابُقِ حَقَۤائِقِهِ وَثَمَرَاتِهِ وَاٰثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ denilmiştir.

Sonra, bir fakir insana değil fani ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki koca kainatı ve dünya kadar bir mülk-ü bakiyi kazandıran ve bir fani adama ebedi bir hayatın levazımatını bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir biçareyi idam-ı ebediden kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kıymettar sermaye-i insaniyenin iman olduğunu bilen mezkur misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki: “Haydi, ileri! İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kainatın heyet-i mecmuasına müracaat edip, o da ne diyor, dinlemeliyiz; erkanından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz” diye, Kurandan aldığı geniş ve ihatalı bir dürbünle baktı, gördü:

Bu kainat, o kadar manidar ve muntazamdır ki, mücessem bir kitab-ı Sübhani ve cismani bir Kuran-ı Rabbani ve müzeyyen bir saray-ı Samedani ve muntazam bir şehr-i Rahmani suretinde görünüyor. O kitabın bütün sureleri, ayetleri ve kelimatları, hatta harfleri ve babları ve fasılları ve sahifeleri ve satırları, umumunun her vakit manidarane mahv u ispatları ve hakimane tağyir ve tahvilleri, icma ile, bir Alim-i Külli Şeyin ve bir Kadir-i Külli Şeyin ve bir Musannıfın, herşeyde herşeyi gören ve herşeyin herşeyi ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelalin ve bir Katib-i Zülkemalin vücudunu ve mevcudiyetini bilbedahe ifade ettikleri gibi, bütün erkan ve envaıyla ve ecza ve cüziyatıyla ve sekeneleri ve müştemilatiyle ve varidat ve masarıfatıyla ve onlarda maslahatkarane tebdilleriyle ve hikmetperverane tecditleriyle, bilittifak, hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören ali bir Ustanın ve misilsiz bir Saniin mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Ve kainatın azametine münasip iki büyük ve geniş hakikatın şehadetleri, kainatın bu büyük şehadetini ispat ediyorlar.

Birinci Hakikat: Usulüddin ve ilm-i kelamın dahi ulemasının ve hükema-i İslamiyenin gördükleri ve hadsiz burhanlarla ispat ettikleri “hudus” ve “imkan” hakikatleridir. Onlar demişler ki:

“Madem alemde ve herşeyde tagayyür ve tebeddül var; elbette fanidir, hadistir, kadim olamaz. Madem hadistir, elbette onu ihdas eden bir Sani var. Ve madem herşeyin zatında vücudi ve ademi bir sebep bulunmazsa müsavidir; elbette vacip ve ezeli olamaz. Ve madem muhal ve batıl olan devir ve teselsül ile birbirini icad etmek mümkün olmadığı kati burhanlarla ispat edilmiş; elbette öyle bir Vacibül-Vücudun mevcudiyeti lazımdır ki, naziri mümteni, misli muhal ve bütün maadası mümkün ve masivası mahluku olacak.”

Evet hudus hakikati kainatı istila etmiş. Çoğunu göz görüyor, diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü, gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir alem vefat eder ki, herbirisinin hadsiz efradı bulunan ve herbiri zihayat bir kainat hükmünde olan yüz bin nevi nebatat ve küçücük hayvanat, o alemle beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizamla bir vefattır ki, haşir ve neşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mucizeleri, kudret ve ilmin harikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, defter-i amallerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek Hafiz-ı Zülcelalin himayesi altında, hikmetine emanet eder, sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde, Haşr-i azamın yüz bin misali ve nümune ve delilleri hükmünde olarak, o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi, kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icad ve ihya olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilanat gibi neşredip وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ ayetinin bir misalini gösteriyorlar.

Hem heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir alem vefat eder ve taze bir alem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudus o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudusta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudusları oluyor ki, güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zihayat kainatlar ona misafir olurlar ve seyyah alemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.

İşte, bu dünyada böyle hayattar dünyaları ve vazifedar kainatları kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icad edip Rabbani maksatlarda ve İlahi gayelerde ve Rahmani hizmetlerde kadirane istimal ve rahimane istihdam eden bir Zat-ı Zülcelalin vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe güneş gibi, akıllara görünüyor. Hudus mesailini Risale-i Nura ve muhakkikin-i kelamiyenin kitaplarına havale ile o bahsi kapıyoruz.

Amma imkan ciheti ise, o da kainatı istila ve ihata etmiş. Çünkü görüyoruz ki, herşey, külli ve cüzi bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcut, mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zata ve o mahiyete, hadsiz imkanat içinde o hususiyeti vermek; hem, suretler adedince imkanlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve farikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkanlar içinde çalkanan o mevcuda, o layık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkanlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek; hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkanat ve ihtimalat içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahluka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette külli ve cüzi bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkur mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkanatı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vacibül-Vücudun vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şen Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğine ve en büyük birşey, en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delaletler ve şehadetler, imkan hakikatinden çıkıp kainatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler.

Kainatın şehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatıyle Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözler ve Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplar tamamiyle ispat ve izah ettiklerinden, onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.

Kainatın heyet-i mecmuasından gelen büyük ve külli şehadetin ikinci kanadını ispat eden:

İkinci Hakikat: Bu mütemadiyen çalkanan inkılaplar ve tahavvülatlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zihayat ise hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeye çalışan mahlukatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün hakikati görünüyor. Mesela, unsurları zihayatın imdadına, hususan bulutları, nebatatın mededine ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine ve memelerin kevser gibi sütleri, yavruların beslenmelerine ve zihayatların iktidarları haricindeki pek çok hacetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hatta zerrat-ı taamiye dahi hüceyrat-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi, teshir-i Rabbani ile ve istihdam-ı Rahmani ile, hakikat-i teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kainatı bir saray gibi idare eden bir Rabbül-aleminin umumi ve rahimane rububiyetini gösteriyorlar.

Evet; camid ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkarane, şuurdarane vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahim ve Hakim bir Rabb-i Zülcelalin kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyorlar.

İşte, kainatta cari olan teavün-ü umumi, seyyarattan ta zihayatın aza ve cihazat ve zerrat-ı bedeniyesine kadar kemal-i intizamla cereyan eden muvazene-i amme ve muhafaza-i şamile; ve semavatın yaldızlı yüzünden ve zeminin ziynetli yüzünden ta çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin; ve kehkeşandan ve manzume-i şemsiyeden ta mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim; ve güneş ve kamerden ve unsurlardan ve bulutlardan ta bal arılarına kadar memuriyet veren tavzif gibi pek büyük hakikatlerin, büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri, kainatın şehadetinin ikinci kanadını ispat ve teşkil ederler.

Madem Risale-i Nur bu büyük şehadeti ispat ve izah etmiş; biz burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.
İşte, dünya seyyahının kainattan aldığı ders-i imaniye kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Sekizinci Mertebesinde böyle لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ، اَلْمُمْتَنِعُ نَظِيرُهُ، اَلْمُمْكِنُ كُلُّ مَا سِوَاهُ، اَلْوَاحِدُ اْلاَحَدُ، اَلَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: هذِهِ الْكَۤائِنَاتُ، اَلْكِتَابُ الْكَبِيرُ الْمُجَسَّمُ وَالْقُرْاٰنُ الْجِسْمَانِّىُ الْمُعَظَّمُ وَالْقَصْرُ الْمُزَيَّنُ الْمُنَظَّمُ، وَالْبَلَدُ الْمُحْتَشَمُ الْمُنْتَظَمُ، بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ وَاٰيَاتِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَحُرُوفِهِ وَاَبْوَابِهِ وَفُصُولِهِ وَصُحُفِهِ وَسُطُورِهِ، وَاِتِّفَاقِ اَرْكَانِهِ وَاَنْوَاعِهِ وَاَجْزَۤائِهِ وَجُزْئِيَّاتِهِ وَسَكَنَتِهِ وَمُشْتَمِلاَتِهِ وَوَارِدَاتِهِ وَمَصَارِفِهِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْحُدُوثِ وَالتَّغَيُّرِ وَاْلاِمْكَانِ، بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ عُلَمَۤاءِ عِلْمِ الْكَلاَمِ، وَبِشَهَادَةِ حَقِيقَةِ تَبْدِيلِ صُورَتِهِ وَمُشْتَمِلاَتِهِ بِالْحِكْمَةِ وَاْلاِنْتِظَامِ، وَتَجْدِيدِ حُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ بِالنِّظَامِ وَالْمِيزَانِ، وَبِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: التَّعَاوُنِ، وَالتَّجَاوُبِ، وَالتَّسَانُدِ، وَالتَّدَاخُلِ، وَالْمُوَازَنَةِ، وَالْمُحَافَظَةِ، فِى مَوْجُودَاتِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ denilmiştir.

Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın Yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mirac-ı imani ile gaibane marifetten hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki:
“Fatiha-i şerifede, başından ta اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh ü sena ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi, biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp, aradığımızı aradığımızdan sormalıyız. Herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet, herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir. Öyle ise, şemsin şuaatı ile onu görmek ve tanımak gibi, Halıkımızın Esma-i Hüsnasıyla ve sıfat-ı kudsiyesiyle, Onu kàbiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.

Bu maksadın hadsiz yollarından iki yolu ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi ve o iki mertebenin pek çok hakikatlerinden ve pek çok uzun tafsilatından yalnız iki hakikati icmal ve ihtisar ile bu risalede beyan edeceğiz.

Birinci Hakikat: Bilmüşahede gözümüzle görünen ve muhit ve daimi ve muntazam ve dehşetli ve semavi ve arzi olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdit eden ve kainatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikati görünmesi; ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatının içinde tezahür-ü rububiyet hakikatinin bilbedahe hissedilmesi; ve o her cihetle rahmetfeşan tezahür-ü rububiyet hakikatının içinde, tebarüz-ü uluhiyet hakikatı bizzarure bilinmiş olmasıdır.

İşte bu hakimane ve hakimane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasında bir Fail-i Kadir ve Alimin efali, görünür gibi hissedilir.

Ve bu mürebbiyane ve müdebbirane efal-i Rabbaniyeden ve perdesinin arkasından, her şeyde cilveleri bulunan esma-i İlahiye, hissedilir derecesinde bedahetle bilinir.

Ve bu celaldarane ve cemalperverane cilvelenen Esma-i Hüsnadan ve perdesinin arkasında, sıfat-ı seba-i kudsiyenin ilmelyakin, belki aynelyakin, belki hakkalyakin derecesinde vücutları ve tahakkukları anlaşılır.

Ve bu yedi kudsi sıfatın dahi, bütün masnuatın şehadetiyle, hem hayattarane, hem kadirane, hem alimane, hem semiane, hem basirane, hem müridane, hem mütekellimane nihayetsiz bir surette tecellileriyle bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakin bir mevsuf-u Vacibül-Vücudun ve bir müsemma-i Vahid-i Ehadin ve bir fail-i Ferd-i Samedin mevcudiyeti, güneşten daha zahir, daha parlak bir tarzda, kalbdeki iman gözüne görünür gibi kati bilinir. Çünkü, güzel ve manidar bir kitap ve muntazam bir hane, bedahetle, yazmak ve yapmak fiillerini; ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi, bedahetle, yazıcı ve dülger namlarını; yazıcı ve dülger ünvanları ise, bedahetle, kitabet ve dülgerlik sanatlarını ve sıfatlarını; ve bu sanat ve sıfatlar, bedahetle, herhalde bir zatı istilzam eder ki, mevsuf ve sani ve müsemma ve fail olsun. Failsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi, mevsufsuz bir sıfat, sanatkarsız bir sanat dahi mümkün değildir.

İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kainat, bütün mevcudatıyla beraber, kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış manidar hadsiz kitaplar, mektuplar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde, herbiri binler vech ile ve beraber hadsiz vücuh ile Rabbani ve Rahmani nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin menşeleri olan bin bir esma-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi sıfat-ı Sübhaniyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsi sıfatların madeni ve mevsufu olan ezeli ve ebedi bir Zat-ı Zülcelalin vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kıymetler, kemaller dahi, efal-i Rabbaniyenin ve esma-i İlahiyenin ve sıfat-ı Samedaniyenin ve şuunat-ı Sübhaniyenin, kendilerine layık ve muvafık kudsi cemallerine ve kemallerine ve hepsi birden Zat-ı Akdesin kudsi cemaline ve kemaline bedahetle şehadet ederler.

İşte, faaliyet hakikati içinde tezahür eden rububiyet hakikati, ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun ve ibda, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kast ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle itam ve inam ve ikram ve ihsan gibi şuunatıyla ve tasarrufatıyla kendini gösterir ve tanıttırır. Ve tezahür-ü rububiyet hakikatı içinde bedahetle hissedilen ve bulunan uluhiyetin tebarüz hakikatı dahi, Esma-i Hüsnanın rahimane ve kerimane cilveleriyle ve yedi sıfat-ı sübutiye olan “hayat, ilim, kudret, irade, sem, basar ve kelam” sıfatlarının celalli ve cemalli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.

Evet, nasıl ki kelam sıfatı, vahiyler ve ilhamlarla Zat-ı Akdesi tanıttırır. Öyle de, kudret sıfatı dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan sanatlı eserleriyle o Zat-ı Akdesi bildirir ve kainatı baştan başa bir furkan-ı cismani mahiyetinde gösterip bir Kadir-i Zülcelali tavsif ve tarif eder.

Ve ilim sıfatı dahi hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuat miktarınca ve ilimle idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlukat adedince, mevsufları olan birtek Zat-ı Akdesi bildirir.

Ve hayat sıfatı ise, kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mizanlı ve ziynetli suretler, haller ve sair sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna delalet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle, ayineleri olan bütün zihayatları şahit göstererek Zat-ı Hayy-ı Kayyumu bildirir. Ve kainatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için, daima değişen ve tazelenen ve hadsiz ayinelerden terekküp eden bir ayine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kıyasla, görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi, herbiri birer kainat kadar, Zat-ı Akdesi bildirir, tanıttırır.

Hem o sıfatlar Zat-ı Zülcelalin vücuduna delalet ettikleri gibi, hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o Zatın hayattar ve diri olduğuna dahi bedahetle delalet ederler. Çünkü, bilmek, hayatın alameti; işitmek, dirilik emaresi; görmek, dirilere mahsus; irade, hayat ile olabilir; ihtiyari iktidar, zihayatlarda bulunur; tekellüm ise, bilen dirilerin işidir.

İşte, bu noktalardan anlaşılır ki, hayat sıfatının yedi defa kainat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren burhanları vardır ki, bütün sıfatların esası ve menbaı ve İsm-i azamın masdarı ve medarı olmuştur. Risale-i Nur bu birinci hakikatı kuvvetli burhanlarla ispat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden, bu mezkur katre ile şimdilik iktifa ediyoruz.

İkinci Hakikat: Sıfat-ı kelamdan gelen tekellüm-ü İlahidir.

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى ayetinin sırrıyla, kelam-ı İlahi nihayetsizdir. Bir zatın vücudunu bildiren en zahir alamet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelinin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet eder.

Bu hakikatın iki kuvvetli şehadeti, bu risalenin On Dördüncü ve On Beşinci Mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle; ve geniş bir şehadeti dahi, Onuncu Mertebesinde işaret edilen kütüb-ü mukaddese-i semaviye cihetiyle, ve çok parlak ve cami bir diğer şehadeti dahi On Yedinci Mertebesinde Kuran-ı Mucizül-Beyan cihetiyle geldiğinden, bu hakikatın beyan ve şehadetini o mertebelere havale edip, o hakikati mucizane ilan eden ve şehadetini sair hakikatlerin şehadetleriyle beraber ifade eden شَهِدَ اللهُ أَنَّهُ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰئِكَةُ وَ أُولُوا الْعِلْمِ قَۤائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ ayet-i muazzamanın envarı ve esrarı bizim bu yolcuya kafi ve vafi gelmiş ki, daha ileri gidememiş.

İşte, bu yolcunun bu makam-ı kudsiden aldığı dersin kısa bir mealine bir işaret olarak, Birinci Makamın On Dokuzuncu Mertebesinde, لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ، لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى، وَلَهُ الصِّفَاتُ الْعُلْيَا، وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى، اَلَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلذَّاتُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ، بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ صِفَاتِهِ الْقُدْسِيَّةِ الْمُحِيطَةِ، وَجَمِيعِ اَسْمَۤائِهِ الْحُسْنٰى اَلْمُتَجَلِّيَةِ، وَبِاِتِّفَاقِ جَمِيعِ شُؤُونَاتِهِ وَاَفْعَالِهِ الْمُتَصَرِّفَةِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ تَبَارُزِ اْلاُلُوهِيَّةِ فِى تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ، فِى دَوَامِ الْفَعَّالِيَّةِ الْمُسْتَوْلِيَةِ، بِفِعْلِ اْلاِيجَادِ وَالْخَلْقِ وَالصُّنْعِ وَاْلاِبْدَاعِ بِاِرَادَةٍ وَقُدْرَةٍ، وَبِفِعْلِ التَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّدْوِيرِ بِاِخْتِيَارٍ وَحِكْمَةٍ، وَبِفِعْلِ التَّصْرِيفِ وَالتَّنْظِيمِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدَارَةِ وَاْلاِعَاشَةِ بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ، وَبِكَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ وَالْمُوَازَنَةِ. وَبِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اَسْرَارِ: شَهِدَ اللهُ اَنَّهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ وَ اُولُوا الْعِلْمِ قَۤائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ denilmiştir.

İhtar
Geçen İkinci Makamın Birinci Babındaki on dokuz adet mertebelerin şehadet eden hakikatlerinin herbirisi, tahakkuklarıyla ve vücutlarıyla vücub-u vücuda delalet ettikleri gibi, ihataları ile dahi vahdete ve ehadiyete delalet ederler. Fakat başta, sarihan vücudu ispat ettikleri cihetle, vücub-u vücudun delilleri sayılmış.

İkinci Makamın İkinci Babı ise, başta ve sarahatle vahdeti—ve içinde vücudu—ispat ettiği haysiyetiyle, tevhid burhanları denilir. Yoksa her ikisi, her ikisini ispat eder. Farklarına işaret için, Birinci Babda بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ İkinci Babda, vahdet görünür gibi zuhuruna işareten بِمُشَاهَدَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ fıkraları tekrar ediliyor.

Gelecek İkinci Babın mertebelerini Birinci Bab gibi izah etmeye niyet etmiştim. Fakat bazı hallerin mümanaatiyle ihtisara ve icmale mecburum. Hakkıyla beyan etmeyi Risale-i Nura havale ediyoruz.

İkinci Bab
Berahin-i Tevhidiyeye dairdir
Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kainatta fikren seyahat eden ve herşeyden Halıkını soran ve her yerde Rabbini arayan ve hakkalyakin derecesinde İlahını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki:
“Gel, Vacibül-Vücud Halıkımızın vahdet burhanlarını temaşa için yine beraber bir seyahate gideceğiz.”
Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki, kainatı istila eden dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesinde istilzam edip isterler.

BİRİNCİ HAKİKAT
Uluhiyet-i mutlakadır.
Evet, nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtri gibi meşgul olması; ve sair zihayatın, belki cemadatın dahi fıtri hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunması; ve kainatta maddi ve manevi bütün nimetlerin ve ihsanların herbiri, bir mabudiyet tarafından, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları; ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı maneviyenin birtek İlahın mabudiyetini ilan etmeleri, elbette ve bedahetle bir uluhiyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hükümferma olduğunu ispat ederler.

Madem böyle bir uluhiyet hakikatı var, elbette iştirakı kabul edemez. Çünkü uluhiyete, yani mabudiyete karşı şükür ve ibadetle mukabele edenler, kainat ağacının en nihayetlerinde bulunan zişuur meyveleridir. Ve başkaların o zişuurları memnun ve minnettar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden çabuk unutturulabilen hakiki mabudlarını onlara unutturması, uluhiyetin mahiyetine ve kudsi maksatlarına öyle bir zıddiyettir ki, hiçbir cihetle müsaade etmez. Kuranın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red ve müşrikleri Cehennemle tehdit etmesi, bu cihettendir.

İKİNCİ HAKİKAT
Rububiyet-i mutlakadır.
Evet, bütün kainatta, hususan zihayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde, her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette, beraber ve birbiri içinde, hakimane, rahimane, bir dest-i gaybi tarafından olan bir tasarruf-u amm, elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır. Ve tahakkukuna bir burhan-ı katidir.

Madem bir rububiyet-i mutlaka vardır; elbette şirk ve iştirakı kabul etmez. Çünkü, o rububiyetin, kendi cemalini izhar ve kemalatını ilan ve kıymetli sanatlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri, cüziyatta ve zihayatta temerküz ve içtima ettiğinden, en cüzi birşeye ve en küçük bir zihayata kendi başıyla müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harap eder. Ve zişuurun yüzlerini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adavet olduğundan, elbette böyle bir rububiyet-i mutlaka, hiçbir cihetle şirke müsaade etmez. Kuranın kesretli takdisatı ve tesbihatı ve ayatı ve kelimatı, belki hurufatı ve heyatıyla mütemadiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.

ÜÇÜNCÜ HAKİKAT
Kemalattır.
Evet, bu kainatın bütün ulvi hikmetleri harika güzellikleri, adilane kanunları,hakimane gayeleri, hakikat-ı kemalatın vücuduna bedahetle delalet ve bilhassa bu kainatı hiçten icad edip her cihetle mucizatlı ve cemalli bir surette idare eden Halıkın kemalatına ve o Halıkın ayine-i zişuuru olan insanın kemalatına şehadeti pek zahirdir.

Madem kemalat hakikati vardır. Ve madem kainatı kemalat içinde icad eden Halıkın kemalatı muhakkaktır. Ve madem kainatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi ve Halıkın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın kemalatı haktır ve hakikatlidir. Elbette bu gözümüzle gördüğümüz kemalli ve hikmetli kainatı, fena ve zevalde yuvarlanan ve neticesiz olarak, tesadüfün oyuncağı, tabiatın melabegahı, zihayatın zalimane mezbahası, zişuurun dehşetli hüzüngahı suretine çeviren; ve asarı ile kemalatı görünen insanı, en biçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine indiren; ve Halıkın ayine-i kemalatı olan bütün mevcudatın şehadetiyle nihayetsiz kemalat-ı kudsiyesi bulunan o Halıkın kemalatını setredip perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallakiyetini iptal eden şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.

Şirkin bu kemalat-ı İlahiyeye ve insaniye ve kevniyeye karşı zıddiyeti ve o kemalatları bozduğu, İkinci Şua risalesinin üç meyve-i tevhide dair Birinci Makamında kuvvetli ve kati delillerle ispat ve izah edildiğinden, ona havale edip burada kısa kesiyoruz.

DÖRDÜNCÜ HAKİKAT
Hakimiyettir.
Evet, bu kainata geniş bir dikkatle bakan, kainatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hakimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, herşeyi ve her nevi birer vazife ile musahharane meşgul bulur. وَ لِلّٰهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ayetinin askerlik manasını ihsas eden temsiline göre, zerrat ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından, ta yıldızlar ordusuna kadar olan cünud-u Rabbaniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde, hakimane tekvini emirlerin, amirane hükümlerin, şahane kanunların cereyanları, bedahetle bir hakimiyet-i mutlakanın ve bir amiriyet-i külliyenin vücuduna delalet ederler.

Madem bir hakimiyet-i mutlaka hakikati vardır; elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünkü لَوْ كَانَ فِيهِمَا اٰلِهَةٌ إِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا ayetinin hakikat-i kàtıasıyla; müteaddit eller müstebidane bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hatta bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare hercümerc olur. Halbuki, sinek kanadından ta semavat kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden ta seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.

Hem hakimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hakimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüzi ve zahiri ve muvakkat bir hakimiyeti için kardeşini ve evladını zalimane öldürmesi gösteriyor ki, hakimiyet rakip kabul etmez. Böyle bir aciz, böyle cüzi bir hakimiyet için böyle yaparsa elbette, bütün kainatın maliki olan bir Kadir-i Mutlakın, hakiki ve külli rububiyetine ve uluhiyetine medar olan kendi hakimiyet-i kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.

Bu hakikat, İkinci Şuanın İkinci Makamında ve Risale-i Nurun birçok yerlerinde kuvvetli delillerle ispat edildiğinden, onlara havale ediyoruz.

İşte, yolcumuz bu dört hakikati müşahede etmekle, vahdaniyet-i İlahiyeyi şuhud derecesinde bildi. İmanı parladı. Bütün kuvvetiyle لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ dedi. Ve bu menzilden aldığı derse bir kısa işaret olarak, Birinci Makamın İkinci Babında, لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وَحْدَانِيَّتِهِ وَوُجُوبِ وُجُودِهِ مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ تَبَارُزِ اْلاُلُوهِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ، وَكَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ الْمُقْتَضِيَةِ لِلْوَحْدَةِ. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْكَمَالاَتِ النَّاشِئَةِ مِنَ الْوَحْدَةِ وَكَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْحَاكِمِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ الْمَانِعَةِ وَالْمُنَافِيَةِ لِلشَّرِكَةِ denilmiştir.

Sonra o sükunetsiz misafir kendi kalbine dedi:
“Ehl-i imanın, hususan ehl-i tarikatın her vakit tekrarla La ilahe illa Hu demeleri, tevhidi yad ve ilan etmeleri gösterir ki, tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor.

“Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halavetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyle ise, gel, bir mertebeyi daha bulmak için, bu ibrethanenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız. Çünkü aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir.

Belki, ilm-i mantıkta tasavvura mukàbil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve burhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.

“Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve izan ve kabuldür ki, herbir şeyle Rabbini bulabilir. Ve herşeyde Halıkına giden bir yolu görür. Ve hiçbir şey huzuruna mani olmaz. Yoksa, Rabbini bulmak için her vakit kainat perdesini yırtmak, açmak lazım gelir. Öyle ise haydi ileri!” diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Efal ve asar menziline ve icad ve ibda alemine girdi. Gördü ki, kainatı istila etmiş beş hakikat-ı muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi ispat ederler.

Birincisi:
Kibriya ve azamet hakikatıdır. Bu hakikat, İkinci Şuanın İkinci Makamında ve Risale-i Nurun müteaddit yerlerinde burhanlarla izah edildiğinden, burada bu kadar deriz ki:

Binlerle sene birbirlerinden uzak bir mesafede bulunan yıldızları, aynı anda, aynı tarzda icad edip tasarruf eden ve zeminin şark ve garp ve cenup ve şimalinde bulunan aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden,
· hem هُوَ الَّذِى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ yani gökleri ve zemini altı günde yaratmak gibi geçmiş ve gaybi ve çok acip bir hadiseyi, hazır ve göz önünde bir hadiseyle ispat etmek ve onun gibi acip bir tanzir olarak, zeminin yüzünde, bahar mevsiminde, haşr-i azamın yüz binden ziyade misallerini gösterir gibi, iki yüz binden ziyade nebatat taifelerini ve hayvanat kabilelerini beş-altı haftada inşa edip kemal-i intizam ve mizanla iltibassız, noksansız, yanlışsız, beraber, birbiri içinde idare, terbiye, iaşe, temyiz ve tezyin eden.

· hem يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وُيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ ayetinin sarahatiyle, zemini döndürüp, gece-gündüz sahifelerini yapan ve çeviren ve yevmiye hadisatıyla yazan, değiştiren aynı Zat, aynı anda, en gizli, en cüzi olan kalblerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.

Ve mezkur fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zaruri olarak, onların faili dahi birtek vahid ve kadir olan Fail-i Zülcelallerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve azameti var ki, hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkanını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor.

Madem böyle bir kibriya ve azamet-i kudret var ve madem o kibriya nihayet kemaldedir ve ihata ediyor. Elbette o kudrete acz veya ihtiyaç ve o kibriyaya kusur ve o kemale noksaniyet ve o ihataya kayıt ve o nihayetsizliğe nihayet veren bir şirke meydan vermesi ve müsaade etmesi, hiçbir vech ile mümkün değildir, fıtratını bozmayan hiçbir akıl kabul etmez.

İşte, şirk kibriyaya dokunması ve celalin izzetine dokundurması ve azametine ilişmesi cihetiyle öyle bir cinayettir ki, hiç kàbil-i af olmadığını, Kuran-ı Mucizül-Beyan azim tehditle إِنَّ اللهَ لاَ يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ ferman ediyor.

İkinci Hakikat:
Kainatta tasarrufları görünen efal-i Rabbaniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid ve tahdit eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kàbiliyetleridir. Ve serseri tesadüf ve şuursuz tabiat ve kör kuvvet ve camid esbab ve kayıtsız ve her yere dağılan ve karıştıran unsurlar, o gayet mizanlı ve hikmetli ve basirane ve hayattarane ve muntazam ve muhkem olan fiillere karışamazlar. Belki, Fail-i Zülcelalin emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zahiri bir perde-i kudret olarak istimal olunuyorlar.

Hadsiz misallerden üç misali: Sure-i Nahlin bir sahifesinde, birbirine muttasıl üç ayetin işaret ettikleri üç fiilin, hadsiz nüktelerinden üç nüktesini beyan ederiz.

Birincisi:
وَأَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ أَنِ اتَّخِذِى مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا (ila ahir-i ayet). Evet, balarısı, fıtratça ve vazifece öyle bir mucize-i kudrettir ki, koca Sure-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü, o küçücük bal makinesinin zerrecik başında onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zihayat azaları tahrip etmek ve öldürmek hasiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek, nihayet dikkat ve ilimle ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan, şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.

İşte, bu üç cihetle mucizeli bu sanat-ı İlahiyenin ve bu fiil-i Rabbaniyenin bütün zemin yüzünde, hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.

İkinci ayet
وَإِنَّ لَكُمْ فِى اْلاَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ مِمَّا فِى بُطُونِهِ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَۤائِغًا لِلشَّارِبِينَvvayeti, ibret-feşan bir fermandır. Evet, başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak, süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak halis, temiz, safi, mugaddi, hoş, beyaz bir sütü koymak ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakarane bir şefkati kalblerine bırakmak, elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki, fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz.

İşte, böyle gayet mucizeli ve hikmetli bu sanat-ı Rabbaniyenin ve bu fiil-i İlahinin umum ru-yi zeminde, yüz binlerle nevilerin hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkatle tecellisi ve tasarrufu ve yapması ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.

Üçüncü ayet
وَمِنْ ثَمَرَاتِ النَّخِيلِ وَاْلاَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًا إِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ Bu ayet nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: “Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir ayet, bir delil ve bir hüccet vardır.”

Evet, bu iki meyve, hem gıda ve kut, hem fakihe ve yemiş, hem çok lezzetli taamların menşeleri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mucize-i kudret ve bir harika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurup makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir sanattırlar ki, zerre kadar aklı bulunan bir adam, “Bunları böyle yapan, elbette bu kainatı yaratan Zat olabilir” demeye mecburdur.

Çünkü, mesela bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var. Ve her salkımda, şekerli şurup tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve latif ve renkli bir mahfazayı giydirmek; ve nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hafızası ve programı ve tarihçe-i hayatı hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak; ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve ab-ı kevser gibi bir balı yapmak; ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı harika-i sanatı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette bedahetle gösterir ki, bu işi yapan bütün kainatın Halıkıdır. Ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktiza eden şu fiil, ancak Onun fiilidir.

Evet, bu çok hassas mizana ve çok maharetli sanata ve çok hikmetli intizama, kör ve serseri ve intizamsız ve şuursuz ve hedefsiz ve istilacı ve karıştırıcı olan kuvvetler ve tabiatlar ve sebepler karışamazlar, ellerini uzatamazlar. Yalnız, mefuliyette ve kabulde ve perdedarlıkta, emr-i Rabbani ile istihdam olunuyorlar.

İşte, bu üç ayetin işaret ettikleri üç hakikatin tevhide delalet eden üç nüktesi gibi, hadsiz efal-i Rabbaniyenin hadsiz cilveleri ve tasarrufları, ittifakla, birtek vahid-i ehad bir Zat-ı Zülcelalin vahdetine şehadet ederler.

Üçüncü Hakikat:
Mevcudatın ve bilhassa nebatat ve hayvanatın, sürat-i mutlaka içinde kesret-i mutlaka ve intizam-ı mutlak ile ve sühulet-i mutlaka içinde gayet hüsn-ü sanat ve maharet ve ittikan ve intizam ile ve mebzuliyet-i mutlaka ve ihtilat-ı mutlak içinde gayet kıymettarlık ve tam imtiyaz ile icadlarıdır.

Evet, gayet çokluk ile gayet çabukluk, hem gayet sanatkarane ve mahirane ve dikkat ve intizam ile gayet kolay ve rahatça, hem gayet mebzuliyet ve karışıklık içinde gayet kıymetli ve farikalı olarak, bulaşmadan ve bulaştırmadan ve bulandırmadan yapmak, ancak ve ancak birtek vahid Zatın öyle bir kudretiyle olabilir ki, o kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Ve o kudrete nisbeten, yıldızlar zerreler kadar ve en büyük, en küçük kadar ve efradı hadsiz bir nevi, birtek fert kadar ve azametli ve muhit bir küll, has ve az bir cüz kadar ve koca zeminin ihyası ve diriltilmesi, bir ağaç kadar ve dağ gibi bir ağacın inşası, tırnak gibi bir çekirdek kadar kolay ve rahatça ve suhuletli olmak gerektir—ta ki, gözümüzün önünde yapılan bu işleri yapabilsin.

İşte, bu mertebe-i tevhidin ve bu üçüncü hakikatın ve kelime-i tevhidin bu ehemmiyetli sırrını, yani en büyük bir küll, en küçük bir cüzi gibi olması ve en çok ve en az farkı bulunmaması, hem bu hayretli hikmetini ve bu azametli tılsımını ve tavr-ı aklın haricindeki bu muammasını ve İslamiyetin en mühim esasını ve imanın en derin bir medarını ve tevhidin en büyük bir temelini beyan ve hall ve keşf ve ispat etmekle Kuranın tılsımı açılır. Ve hilkat-ı kainatın en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrakinden aciz bırakan muamması bilinir.

Halık-ı Rahimime yüz bin defa Risaletün-Nurun hurufatı adedince şükür ve hamd olsun ki, Risaletün-Nur bu acip tılsımı ve bu garip muammayı hall ve keşf ve ispat etmiş. Ve bilhassa Yirminci Mektubun ahirlerinde وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ bahsinde ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Sözün “Fail muktedirdir” bahsinde, Yirmi Dokuzuncu Lema-i Arabiyenin Allahu ekber mertebelerinden kudret-i İlahiyenin ispatında, kati burhanlarla, iki kere iki dört eder derecesinde ispat edilmiş.

Onun için, izahı onlara havale etmekle beraber, bir fihriste hükmünde bu sırrı açan esasları ve delilleri icmalen beyan ve on üç basamak olarak on üç sırra işaret etmek istedim. Birinci ve ikinci sırları yazdım. Fakat, maatteessüf, hem maddi, hem manevi iki kuvvetli mani, beni şimdilik mütebakisinden vazgeçirdiler.

Birinci Sır:
Bir şey zati olsa, onun zıddı o zata arız olamaz. Çünkü içtimaüz-zıddeyn olur; o da muhaldir.

İşte bu sırra binaen, madem kudret-i İlahiye zatiyedir ve Zat-ı Akdesin lazım-ı zarurisidir. Elbette, o kudretin zıddı olan acz, o Zat-ı Kadire arız olması mümkün olmaz.

Ve madem bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir. Mesela ziyanın kavi ve zayıf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile; ve hararetin ziyade ve aşağı dereceleri, soğuğun karışması ile; ve kuvvetin şiddet ve noksan miktarları, mukavemetin karşılaması ve mümanaatiyledir. Elbette o kudret-i zatiyede mertebeler bulunmaz. Bütün eşyayı, birtek şey gibi icad eder.

Ve madem o kudret-i zatiyede mertebeler bulunmaz ve zaaf ve noksan olamaz. Elbette hiçbir mani onu karşılayamaz ve hiçbir icad ona ağır gelmez.

Ve madem hiçbir şey ona ağır gelmez, elbette haşr-i azamı bir bahar kadar kolay ve bir baharı bir ağaç kadar suhuletli ve bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icad ettiği gibi, bir çiçeği bir ağaç kadar sanatlı, bir ağacı bir bahar kadar mucizatlı ve bir baharı bir haşir gibi cemiyetli ve harikalı halk eder ve gözümüzün önünde halk ediyor.

Risale-i Nurda kati ve kuvvetli çok burhanlarla ispat edilmiş ki, eğer vahdet ve tevhid olmazsa, bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülatlı ve bir ağaç bir bahar kadar, belki daha suubetli olmakla beraber, kıymet ve sanatça bütün bütün sukut edeceklerdi. Ve şimdi bir dakikada yapılan bir zihayat, bir senede ancak yapılacaktı. Belki de hiç yapılmayacaktı. İşte, bu mezkur sırra binaendir ki, gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymettar ve gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet sanatlı olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıklar muntazaman meydana çıkıyorlar ve vazife başına geçiyorlar ve tesbihatlarını yapıp, bitirip, tohumlarını yerlerinde tevkil ederek gidiyorlar.

İkinci Sır:
Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla ve kudret-i zatiyenin bir cilvesiyle, birtek güneş, birtek ayineye ziyalı aks verdiği gibi, hadsiz ayinelere ve parlak şeylere ve katrelere o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlahi ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farkı yoktur.

Hem birtek kelime söylense, nihayetsiz hallakıyetin nihayetsiz vüsatinden, o birtek kelime, birtek adamın kulağına zahmetsiz girdiği gibi, bir milyon kulakların kafalarına da izn-i Rabbani ile zahmetsiz girer. Binlerle dinleyen ile birtek dinleyen müsavidir, fark etmez.

Hem göz gibi birtek nur veya Cebrail gibi nurani birtek ruhani, tecelli-i rahmet içinde olan faaliyet-i Rabbaniyenin kemal-i vüsatinden, birtek yere suhuletle baktığı ve gittiği birtek yerde suhuletle bulunduğu gibi, binler yerlerde de, kudret-i İlahiye ile suhuletle bulunur, bakar, girer; az, çok farkı yoktur.

Aynen öyle de, Kudret-i Zatiye-i Ezeliye, en latif, en has bir nur ve bütün nurların nuru olduğundan; ve eşyanın mahiyetleri ve hakikatleri ve melekutiyet vecihleri şeffaf ayine gibi parlak olduğundan; ve zerrattan ve nebatattan ve zihayattan ta yıldızlara ve güneşlere ve aylara kadar herşey, o kudret-i zatiyenin hükmüne gayet derecede itaatli, inkıyadlı ve o kudret-i ezelinin emirlerine nihayet derece muti ve musahhar bulunduğundan, elbette hadsiz eşyayı birtek şey gibi icad eder ve yanlarında bulunur. Bir iş bir işe mani olmaz. Büyük ve küçük, çok ve az, cüzi ve külli birdir. Hiçbiri ona ağır gelmez.

Hem nasıl ki, Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde denildiği gibi, intizam ve muvazene ve hükme itaat ve emirleri imtisal sırlarıyla, yüz hane kadar bir büyük sefineyi bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirdiği gibi döndürür, gezdirir.

Hem bir amir, bir arş emriyle birtek neferi hücum ettirdiği gibi, muntazam ve muti bir orduyu dahi, o tek emriyle hücuma sevk eder.

Hem pek büyük bir hassas mizanın iki gözünde, iki dağ muvazene vaziyetinde bulunsalar, iki kefesinde iki yumurta bulunan diğer mizanın, birtek ceviz, bir kefesini yukarıya kaldırması, birini aşağı indirmesi gibi, o tek ceviz, bir kanun-u hikmetle öteki büyük mizanın bir gözünü dağ ile beraber dağın başına ve öbür dağı derelerin dibine indirebilir.

Aynen öyle de, kayıtsız, nihayetsiz, nurani, zati, sermedi olan kudret-i Rabbaniyede ve beraberinde bütün intizamatın ve nizamların ve muvazenelerin menşei, menbaı, medarı, masdarı olan nihayetsiz bir hikmet ve gayet hassas bir adalet-i İlahiye bulunduğundan ve cüzi ve külli ve büyük ve küçük herşey ve bütün eşya o kudretin hükmüne musahhar ve tasarrufuna münkad olduğundan, elbette zerreleri kolayca tedvir ve tahrik ettiği gibi, yıldızları dahi nizam-ı hikmet sırrıyla kolayca döndürür, çevirir.

Ve baharda, bir emirle suhuletle bir sineği ihya ettiği gibi, bütün sineklerin taifelerini ve bütün nebatatı ve hayvancıkların ordularını kudretindeki hikmet ve mizanın sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla diriltip meydan-ı hayata sevk eder.

Ve bir ağacı baharda çabuk diriltmek ve kemiklerine hayat vermek gibi, o hikmetli, adaletli kudret-i mutlaka ile koca arzı ve zemin cenazesini, baharda o ağaç gibi kolayca ihya edip yüz bin çeşit haşirlerin misallerini icad eder.

Ve bir emr-i tekvini ile arzı dirilttiği gibi, إِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ fermanıyla, yani, “Bütün ins ve cin, birtek sayha ve emirle yanımızda meydan-ı haşre hazır olurlar.”
Hem وَمَۤا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ أَقْرَبُ ferman etmesiyle, yani, “Kıyamet ve haşrin işi ve yapılması, gözünü kapayıp hemen açmak kadardır, belki daha yakındır” der.

Hem مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ إِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ayetiyle, yani, “Ey insanlar! Sizin icad ve ihyanız ve haşir ve neşriniz, birtek nefsin ihyası gibi kolaydır, kudretime ağır gelmez” mealinde bulunan şu üç ayetin sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla bütün ins ve cinleri ve hayvani ve ruhani ve melekleri haşr-i ekberin meydanına ve mizan-ı azamın önüne getirir. Bir iş bir işe mani olmaz.

Üçüncü ve dördüncüden ta on üçüncü sırra kadar, arzuma muhalif olarak başka vakte talik edildi.

Dördüncü Hakikat:
Mevcudatın vücutları ve zuhurları, beraberlik ve birbiri içinde birlik ve birbirine benzemeklik ve biri birinin misal-i musağğarı ve nümune-i ekberi ve bir kısım küll ve külli ve diğer kısım onun cüzleri ve fertleri ve birbirine sikke-i fıtratta müşabehet ve nakş-ı sanatta münasebet ve birbirine yardım etmek ve birbirinin vazife-i fıtriyesini tekmil etmek gibi, çok cihetül-vahdet noktalarında, bedahet derecesinde tevhidi ilan ve Sanilerinin vahid olduğunu ispat etmek ve kainatın rububiyet cihetinde tecezzi ve inkısam kabul etmez bir küll ve külli hükmünde bulunduğunu izhar etmektir.

Evet, mesela her baharda, nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nevin hadsiz efradlarını, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız kemal-i hikmet ve hüsn-ü sanatla icad etmek ve idare ve iaşe etmek; hem kuşların misal-i musağğarları olan sineklerden ta nümune-i ekberleri olan kartallara kadar hadsiz efradlarını yaratmak ve hava aleminde, seyahat ve yaşamalarına yardım eden cihazatı verip gezdirmek ve havayı şenlendirmekle beraber, yüzlerinde mucizane birer sikke-i sanat ve cisimlerinde müdebbirane birer hatem-i hikmet ve mahiyetlerinde mürebbiyane birer turra-i ehadiyet koymak; hem zerrat-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına ve nebatatı hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakimane, rahimane koşturmak, göndermek; hem daire-i kehkeşandan ve manzume-i şemsiyeden ve anasır-ı arziyeden, ta göz hadekasının perdelerine ve gül goncasının yapraklarına ve mısır sümbülünün gömleklerine ve kavunun çekirdeklerine kadar mütedahil daireler gibi cüzi ve külli hükmünde aynı intizam ve hüsn-ü sanat ve aynı fiil ve kemal-i hikmetle tasarruf etmek, elbette bedahet derecesinde ispat eder ki:

Bu işleri yapan hem vahiddir, birdir; her şeyde sikkesi var.
Hem de hiçbir mekanda olmadığı gibi her mekanda hazırdır.
Hem, güneş gibi, her şey Ondan uzak, O ise her şeye yakındır.

Hem daire-i kehkeşan ve manzume-i şemsiye gibi en büyük şeyler Ona ağır gelmediği gibi, kandaki küreyvat, kalbdeki hatırat ondan gizlenmez, tasarrufundan hariç kalmaz.

Hem herşey, ne kadar büyük ve çok olursa olsun, en küçük, en az birşey gibi ona kolaydır ki, sineği kartal sisteminde ve çekirdeği ağacın mahiyetinde ve bir ağacı bir bahçe suretinde ve bir bahçeyi bir bahar sanatında ve bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder. Ve sanatça çok kıymettar şeyleri bize çok ucuz verir, ihsan eder. İstediği fiyat ise bir Bismillah ve bir Elhamdülillahtır. Yani, o çok kıymettar nimetlerin makbul fiyatları, başta Bismillahirrahmanirrahim ve ahirinde Elhamdülillah demektir.

Bu Dördüncü Hakikat dahi Risale-i Nurda izah ve ispat edildiğinden, bu kısacık işaretle iktifa ediyoruz.
Bizim seyyahın ikinci menzilde gördüğü

BEŞİNCİ HAKİKAT
Kainatın mecmuunda ve erkanında ve eczasında ve her mevcudunda bir intizam-ı ekmelin bulunması ve o memleket-i vasianın tedvir ve idaresine medar olan ve heyet-i umumiyesine taalluk eden maddeler ve vazifedarlar birer vahid olması ve o haşmetli şehir ve meşherde tasarruf eden isimler ve fiiller, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet ve vahid ve her yerde aynı isim ve aynı fiil olmakla beraber, herşeyi veya ekser eşyayı ihataları ve şümulleri, ve o ziynetli sarayın tedbirine ve şenlenmesine ve binasına medar olan unsurlar ve neviler, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet-i vahide ve her yerde aynı unsur ve aynı nevi bulunmakla beraber, zeminin yüzünü ve ekserisini intişar ile ihata etmeleri, elbette bedahetle ve zaruretle iktiza eder ve delalet eder ve şehadet eder ve gösterir ki, bu kainatın Sanii ve Müdebbiri ve bu memleketin Sultanı ve Mürebbisi ve bu sarayın Sahibi ve Banisi birdir, tektir, vahiddir, ehaddir. Misli ve naziri olamaz ve veziri ve muini yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz. Aczi ve kusuru yoktur.

Evet, intizam tam bir vahdettir, bir tek nazzamı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.

Madem bu kainatın heyet-i mecmuasından, arzın yevmi ve senevi devranından ta insanın simasına ve başının duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvatın devranına ve cereyanına kadar külli olsun cüzi olsun herbir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var. Elbette, bir Kadir-i Mutlaktan ve bir Hakim-i Mutlaktan başka hiçbir şey, kast ve icad suretiyle elini hiçbir şeye uzatamaz ve karışamazlar. Belki yalnız kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.

Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takip etmek ve maslahatları gözeterek bir intizam vermek, yalnız ilim ve hikmetle olur ve irade ve ihtiyar ile yapılır. Elbette ve her halde, bu hikmetperverane intizam ve bu gözümüz önündeki maslahatkarane çeşit çeşit hadsiz intizamat-ı mahlukat, bedahet derecesinde delalet ve şehadet eder ki, bu mevcudatın Halıkı ve Müdebbiri birdir, faildir, muhtardır. Herşey Onun kudretiyle vücuda gelir, Onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alır ve Onun ihtiyarıyla bir suret-i muntazama giyer.

Hem, madem bu misafirhane-i dünyanın sobalı lambası birdir ve ruznameli kandili birdir ve rahmetli süngeri birdir ve ateşli aşçısı birdir ve hayatlı şurubu birdir ve himayetli tarlası birdir. Bir, bir, bir—ta bin birler kadar… Elbette, bu bir birler bedahetle şehadet eder ki, bu misafirhanenin Sanii ve Sahibi birdir. Hem gayet kerim ve misafirperverdir ki, bu yüksek ve büyük memurlarını zihayat yolcularına hizmetkar edip istirahatlarına çalıştırıyor.

Hem madem dünyanın her tarafında tasarruf eden ve nakışları ve cilveleri görünen Hakim, Rahim, Musavvir, Müdebbir, Muhyi, Mürebbi gibi isimler ve hikmet ve rahmet ve inayet gibi şenler ve tasvir ve tedvir ve terbiye gibi fiiller birdirler. Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde, hem nihayet mertebede, hem ihatalıdırlar. Hem birbirinin nakşını öyle tekmil ederler ki, güya o isimler ve o fiiller ittihad edip, kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor. Mesela, hayat verici ismin bir şeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızık verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları görünüyor. Elbette ve elbette bedahetle şehadet eder ki, o ihatalı isimlerin müsemması ve her yerde aynı tarzda görünen şümullü fiillerin faili birdir, tektir, vahiddir, ehaddir. amenna ve saddakna.

Hem madem masnuatın maddeleri ve mayeleri olan unsurlar zemini ihata ederler. Ve mahlukattan, vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan nevilerin herbiri bir iken ru-yi zeminde intişar edip istila ederler. Elbette bedahetle ispat eder ki, o unsurlar müştemilatıyla ve o neviler efradıyla bir tek Zatın malıdır, mülküdür. Ve öyle bir Vahid-i Kadirin masnuları ve hizmetkarlarıdır ki, o koca istilacı unsurları, gayet itaatli bir hizmetçi ve o zeminin her tarafına dağılan nevileri gayet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam eder.

Bu hakikat dahi Risaletün-Nurda ispat ve izah edildiğinden, burada bu kısa işaretle iktifa ediyoruz.

Bizim yolcu, bu beş hakikatten aldığı feyz-i imani ve zevk-i tevhidi neşesiyle müşahedatını hülasa ve hissiyatını tercüme ederek, kalbine diyor:

Bak kitab-ı kainatın safha-i renginine,
Hame-i zerrin-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta-yı muzlim çeşm-i dil erbabına,
Sanki ayatın Hüda, nur ile tahrir eylemiş.

Hem bil ki:
Kitab-ı alemin evrakıdır ebad-ı namahdud,
Sütur-u hadisat-ı dehrdir asar-ı namadud.
Yazılmış destgah-ı levh-i mahfuz-u hakikatte
Mücessem lafz-ı manidardır, alemde her mevcud.

Hem dinle:
جُو لاَ اِلٰهَ الاَّ اللهُ بَرَابَرْ مِيذَنَنْدْ هَرْشَىْ دَمَادَمْ جُويَدَنْدْ يَاحَقْ سَرَاسَرْ كُويَدْنَنْدْ يَاحَىُّ نَعَمْ؛ وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّهُ وَاحِدٌ
diyerek, kalbiyle beraber nefsi dahi tasdik ederek “Evet, evet” dediler.

İşte, dünya misafiri ve kainat seyyahının ikinci menzilde müşahede ettiği beş hakikat-i tevhidiyeye kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın İkinci Babında, ikinci menzile ait böyle denilmiş:
لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وَحْدَتِهِ فِى وُجُوبِ وُجُودِهِ: مُشَاهَدَةُ حَقِيقَةِ الْكِبْرِيَۤاءِ وَالْعَظَمَةِ فِى الْكَمَالِ وَاْلاِحَاطَةِ. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ حَقِيقَةِ ظُهُورِ اْلاَفْعَالِ بِاْلاِطْلاَقِ وَعَدَمِ النِّهَايَةِ، لاَ تُقَيِّدُهَا اِلاَّ اْلاِرَادَةُ وَالْحِكْمَةُ. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ حَقِيقَةِ اِيجَادِ الْمَوْجُودَاتِ بِالْكَثْرَةِ الْمُطْلَقَةِ فِى السُّرْعَةِ الْمُطْلَقَةِ، وَخَلْقُ الْمَخْلُوقَاتِ بِالسُّهُولَةِ الْمُطْلَقَةِ فِى اْلاِتْقَانِ الْمُطْلَقِ، وَاِبْدَاعُ الْمَصْنُوعَاتِ بِالْمَبْذُولِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ فِى غَايَةِ حُسْنِ الصَّنْعَةِ وَغُلُوِّ الْقِيمَةِ. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ حَقِيقَةِ وُجُودِ الْمَوْجُودَاتِ عَلٰى وَجْهِ الْكُلِّ وَالْكُلِّيَّةِ وَالْمَعِيَّةِ وَالْجَامِعِيَّةِ وَالتَّدَاخُلِ وَالْمُنَاسَبَةِ. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ حَقِيقَةِ اْلاِنْتِظَامَاتِ الْعَامَّةِ الْمُنَافِيَةِ لِلشَّرِكَةِ. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ وَحْدَةِ مَدَارَاتِ تَدَابِيرِ الْكَۤائِنَاتِ الدَّالَّةِ عَلٰى وَحْدَةِ صَانِعِهَا بِالْبَدَاهَةِ. وَكَذَا وَحْدَةُ اْلاَسْمَۤاءِ وَاْلاَفْعَالِ الْمُتَصَرِّفَةِ الْمُحِيطَةِ، وَكَذَا وَحْدَةُ الْعَنَاصِرِ وَاْلاَنْوَاعِ الْمُنْتَشِرَةِ الْمُسْتَوْلِيَةِ عَلٰى وَجْهِ اْلاَرْضِ

Sonra, o seyyah-ı alem asırlarda gezerken, Müceddid-i Elf-i Sani İmam-ı Rabbani Ahmed-i Farukinin medresesine rast geldi, girdi, onu dinledi. O imam, ders verirken diyordu:

“Bütün tarikatlerin en mühim neticesi hakaik-ı imaniyenin inkişafıdır” ve “Birtek mesele-i imaniyenin vuzuhla inkişafı, bin keramata ve ezvaka müreccahtır.”

Hem diyordu: “Eski zamanda, büyük zatlar demişler ki: Mütekelliminden ve ilm-i kelam ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-i imaniye ve İslamiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuhla ispat edecek. Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki o adamım” diye, iman ve tevhid bütün kemalat-ı insaniyenin esası, mayesi, nuru, hayatı olduğunu ve تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ düsturu, tefekkürat-ı imaniyeye ait bulunması ve Nakşi tarikatında hafi zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıymettar tefekkürün bir nevi olmasıdır diye talim ederdi.

Seyyah tamamıyla işitti, döndü, nefsine dedi ki:
Madem bu kahraman imam böyle diyor, ve madem bir zerre kuvvet-i imaniyenin ziyadeleşmesi bir batman marifet ve kemalattan daha kıymetlidir ve yüz ezvakın balından daha tatlıdır.

Ve madem, bin seneden beri iman ve Kuran aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bakiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkan-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.

Öyle ise, haydi ileri! Gel, bulduğumuz birer dağ kuvvetindeki bu yirmi dokuz mertebe-i imaniyeyi namazın mübarek tesbihatının mübarek adedi olan otuz üç mertebesine iblağ etmek fikriyle, bu ibretgahın bir üçüncü menzilini daha görmek için Bismillahirrahmanirrahimin anahtarı ile zihayat alemindeki idare ve iaşe-i Rabbaniyenin kapısını çalmalıyız ve açmalıyız diyerek, mahşer-i acaip ve mecma-i garaip olan bu üçüncü menzilin kapısını istirhamla çaldı, Bismillahil-Fettah ile açtı. Üçüncü menzil göründü. Girdi, gördü ki, dört hakikat-i muazzama ve muhita o menzili ışıklandırıyorlar ve güneş gibi tevhidi gösteriyorlar.

Birinci Hakikat
Fettahiyet hakikatidir.
Yani Fettah isminin tecellisiyle, basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır.

Evet, nasıl ki umum kainatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı, çiçekler misillü, Fettah ismiyle her birisine münasip bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtaze kudret-i fatıra açmış, vermiş. Aynen öyle de, fakat daha mucizatlı olarak, zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zihayata dahi, her birisine gayet sanatlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtaze vermiş يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلٰثٍ ذٰلِكُمُ اللهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ فَأَنّٰى تُصْرَفُونَ إِنَّ اللهَ لاَ يَخْفٰى عَلَيْهِ شَىْءٌ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَۤاءِ هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ ayetlerin ifadesiyle, tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi, suretleri açmasıdır. Bu hikmete binaen, feth-i suver hakikati tekrarla birkaç suretlerde Risaletün-Nurda ve bilhassa bu risalenin İkinci Makamının Birinci Babında, Altıncı ve Yedinci Mertebelerinde ispat ve beyan edilmesinden, onlara havale edip, burada bu kadar deriz ki:

Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle ve tetkikat-ı amikasıyla, bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve sanat var ki, birtek Vahid-i Ehadden ve herşeyde herşeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadir-i Mutlaktan başka hiçbir şey bu cemiyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz. Çünkü, bu feth-i suver fiili ise, her yerde ve her anda bulunan, nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir hikmet, bir dikkat, bir ihata ister. Ve böyle bir kudret ise, ancak bütün kainatı idare eden birtek Zatta bulunabilir.

Evet, mesela mezkur ayetlerin ferman ettikleri gibi üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mizanlı, imtiyazlı, ziynetli ve intizamlı olarak, hem şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan, basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettahiyet; ve umum ru-yi zeminde aynı kudret, aynı hikmet, aynı sanatla umum insanları ve hayvanları ve nebatları ihata eden bu feth-i suver hakikatı, vahdaniyetin en kuvvetli bir burhanıdır. Çünkü, ihata etmek bir vahdettir; şirke yer bırakmaz. Ve Birinci Babda vücub-u vücuda şehadet eden on dokuz hakikat, nasıl ki vücutlarıyla Halıkın vücuduna delalet ederler; öyle de ihatalarıyla da vahdete şehadet ederler.
Bizim yolcunun üçüncü menzilde gördüğü
İkinci Hakikat
Rahmaniyet hakikatidir
Yani, gözümüzle görüyoruz: Birisi var ki, bize, zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleriyle doldurmuş, bir ziyafetgah yapmış ve Rahmaniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş; ve zemin içini rahimiyet ve hakimiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını cami bir mahzen yapmış; ve zemini, devr-i senevisinde, bir ticaret gemisi hükmünde, her sene alem-i gaybdan levazımat-ı insaniye ve hayatiyenin yüz bin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine veya şimendifer gibi ve her baharı ise, erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir, bizi gayet rahimane beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştihalar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş.

Evet, ayet-i Hasbiyeye dair olan Dördüncü Şuada izah ve ispat edildiği gibi, bize öyle bir mide vermiş ki, hadsiz taamlardan lezzet alır.

Ve öyle bir hayat ihsan etmiş ki, duygularıyla, bir sofra-i nimet gibi, koca cismani alemde, hadsiz nimetlerinden istifade eder.

Ve öyle bir insaniyet bize lütfetmiş ki, akıl ve kalb gibi çok aletleriyle hem maddi, hem manevi alemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.

Ve öyle bir İslamiyet bize bildirmiş ki, alem-i gayb ve alem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır.

Ve öyle bir iman hidayet etmiş ki, dünya ve ahiret alemlerinin hasra gelmez envarından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder.

Güya rahmet tarafından bu kainat hadsiz antika ve acip ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.

İşte böyle dünyayı ve ahireti ve her şeyi kaplamış bir rahmet—elbette o rahmet vahidiyet içinde bir ehadiyetin cilvesidir.

Yani, nasıl ki güneşin ziyası, mukàbilindeki umum eşyayı ihata etmesiyle vahidiyete bir misal olduğu gibi, parlak ve şeffaf her bir şey dahi, kàbiliyetine göre güneşin hem ziyasını, hem hararetini, hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misalini almakla ehadiyete bir misal olduğundan, elbette o ihatalı ziyayı gören adam “Arzın güneşi vahiddir, birtektir” diye hükmeder. Ve her parlak şeyde, hatta katrelerde güneşin ışıklı, hararetli aksini müşahede eden o adam, güneşin ehadiyetini, yani bizzat güneşi, sıfatlarıyla herşeyin yanındadır ve herşeyin ayine-i kalbindedir diye bilir.

Aynen öyle de, Rahman-ı Zülcemalin geniş rahmeti dahi, ziya gibi umum eşyayı ihatası o Rahmanın vahidiyetini ve hiçbir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi herşeyde, hususan herbir zihayatta ve bilhassa insanda, o cemiyetli rahmetin perdesi altında o Rahmanın ekser isimlerinin ışıkları ve bir nevi cilve-i zatiyesi bulunarak, her ferde, bütün kainata baktıracak ve münasebettarlık verecek bir cemiyet-i hayatiye vermesi dahi o Rahmanın ehadiyetini ve herşeyin yanında hazır ve herşeyin herşeyini yapan O olduğunu ispat eder.

Evet, nasıl ki o Rahman, o rahmetin vahidiyetiyle ve ihatasıyla, kainatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celalinin haşmetini gösteriyor. Öyle de, ehadiyetin cilvesiyle, herbir zihayatta, hususan insanda, bütün nimetlerin nümunelerini o fertte toplayıp, o zihayatın alat ve cihazatına geçirip tanzim ederek, mecmu-u kainatı parçalanmadan o tek ferde, bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesiyle dahi, cemalinin hususi şefkatini ilan eder ve insanda enva-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.

Hem nasıl ki, bir kavunun mesela herbir çekirdeğinde o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan Zat, elbette odur ki, o kavunu yapar, sonra ilminin hususi mizanıyla ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği ondan sağar, toplar tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vahid ustasından başka hiçbir şey o çekirdeği yapamaz. Ve yapması muhaldir.

Aynen öyle de, Rahmaniyetin tecellisiyle kainat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zihayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan, elbette en küçük bir zihayatın Halıkı ve Rabbi, bütün zeminin ve kainatın Halıkı olmak lazım gelir.

Elhasıl, nasıl ki ihatalı olan fettahiyet hakikatiyle bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle ispat eder. Öyle de, herşeyi ihata eden Rahmaniyet hakikatı dahi, vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zihayatları ve bilhassa yeni gelenleri kemal-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle, bedahetle hem vahdeti, hem vahdet içinde ehadiyeti gösterir. Risale-i Nur ism-i Hakim ve ism-i Rahimin mazharı olduğundan, Risale-i Nurun birçok yerlerinde, hakikat-i rahmetin nükteleri ve cilveleri izah ve ispat edildiğinden, burada, bu katre ile o bahre işaret edip o pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.

Seyyahımızın üçüncü menzilde müşahede ettiği
Üçüncü Hakikat
Müdebbiriyet ve idare hakikatidir.
Yani, gayet dehşetli ve süratli ecram-ı semaviyeyi ve gayet istilacı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, zaafiyetli mahlukat-ı arziyeyi kemal-i intizam ve muvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenettar yapmak ve imtizaçkarane idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca alemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatidir.

İşte bu cebbarane ve Rahmanane idarenin büyük dairelerini bırakıp yalnız, baharda, zemin yüzünde cereyan eden o idarenin birtek sahife ve safhasını, Risaletün-Nur Onuncu Söz gibi mühim risalelerinde izah ve ispat etmesine binaen, kısa bir suretini bir temsille göstereceğiz. Şöyle ki:
Mesela ve faraza, harika ve cihangir bir zat, dört yüz bin ayrı ayrı milletlerden, taifelerden bir ordu teşkil etse, her milletin ve her taifenin neferlerine ait elbiselerini, hem silahlarını, hem yemeklerini, hem talimat, hem terhisatlarını, hem hidematlarını birbirinden ayrı ayrı, hem çeşit çeşit olarak bütün o muhtelif cihazatı noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan, kemal-i intizamla ve gayet mükemmel bir tarzda o mucizatlı kumandan verse, elbette o gayet geniş ve karışık ve ince ve muvazeneli ve kesretli ve adaletli idareye, o harika kumandanın fevkalade kudretinden başka hiçbir sebep elini uzatamaz. Eğer uzatsa, muvazeneyi bozar ve karıştırır.

Aynen öyle de, gözümüzle görüyoruz ki, bir dest-i gaybi her baharda dört yüz bin muhtelif nevilerden mürekkep bir muhteşem orduyu icad edip idare ediyor. Kıyamete nümune olan güz mevsiminde, o dört yüz binden üç yüz bin nebati ve hayvani nevilerini, vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edip vazifelerinden paydos ediyor. Ve haşir ve neşre nümune olan baharda haşr-i azamın üç yüz bin misalini birkaç hafta zarfında kemal-i intizamla inşa edip, hatta birtek ağaçta dört küçük haşirleri, yani kendini ve yapraklarını ve çiçeklerini ve meyvelerini, gitmiş baharın aynı gibi neşirlerini gözümüze gösterdikten sonra, o dört yüz bin envaa baliğ olan ordu-yu Sübhaninin her neve, her taifeye mahsus ve münasip ayrı ayrı rızıklarını ve çeşit çeşit müdafaa silahlarını ve ayrı ayrı libaslarını ve ayrı ayrı talimlerini ve terhislerini ve ayrı ayrı bütün cihazat ve levazımatlarını, kemal-i intizamla, sehivsiz, hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden, vakti vaktine vermekle kemal-i rububiyet ve hakimiyet ve hikmet içinde vahdaniyetini ve ehadiyetini ve ferdiyetini ve nihayetsiz iktidarını ve hadsiz rahmetini ispat ederek, bu tevhid fermanını zemin yüzünde, her bahar sahifesinde, kalem-i kaderle yazar.

Bizim seyyah, yalnız bir baharda bu fermanın birtek sahifesini okuduktan sonra, nefsine dedi ki:

Böyle her baharda haşr-i ekberden daha garip binlerle haşirleri inşa eden, mükafat ve mücazat için kudretine nisbeten bir bahardan daha kolay olan haşri yapacağını ve kıyameti getireceğini, umum enbiyasına binlerle defa vaad ve ahdeden ve Kuranda haşrin vukuuna binlerle işaretle beraber, bin adet ayetlerinde sarahaten hükmedip tehdit ve taahhüd eden bir Kadir-i Cebbarın, bir Kahhar-ı Zülcelalin o kadar vaadlerini tekzip ve kudretini inkar hükmünde olan inkar-ı haşir hatasını irtikap edenlere cehennem azabı ayn-ı adalettir diye hükmetti, nefsi dahi “amenna” dedi.

Dünya yolcusunun üçüncü menzilde müşahede ettiği
Dördüncü Hakikat
olan Otuz Üçüncü Mertebe rahimiyet ve rezzakiyet hakikatidir.
Yani, umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zihayatın ve bilhassa ziruhun ve bilhassa aciz ve zaiflerin ve bilhassa yavruların, hem maddi ve midevi, hem manevi bütün rızıklarını, şefkatkarane, kuru ve basit bir topraktan ve camid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en latifi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi birtek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine, mukannen bir surette, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, gözümüz önünde, bir dest-i gaybi tarafından verilmesi hakikatidir.

Evet, إِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ ayeti, iaşeyi ve infakı Cenab-ı Hakka tahsis edip hasrettiği gibi, وَمَا مِنْ دَۤابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ

ayeti dahi, bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbani altına aldığı, hem وَكَأَيِّنْ مِنْ دَۤابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللهُ يَرْزُقُهَا وَإِيَّاكُمْ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ ayeti de, rızkı tedarik edemeyen, aciz ve iktidarsız olan zaif biçarelerin rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan, belki hiçten, mesela, denizin dibindeki böceklere hiçten ve bütün yavrulara umulmadık yerlerden ve bütün hayvanlara her baharda adeta sırf gaybdan infaklarını bilfiil tekeffül ederek bilmüşahede vermekle, esbabperest insanlara dahi, esbab perdesi altında yine o veriyor diye ispat ve ilan ettiği gibi, pek çok ayat-ı Kuraniye ve hadsiz şevahid-i kevniye, bilittifak herbir zihayatın birtek Rezzak-ı Zülcelalin rahimiyeti ile beslendiklerini gösteriyorlar.

Evet, bir nevi rızık isteyen ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız olduklarından, onlar yerlerinde mütevekkilane dururken rızıkları onlara koşup gelmesi ve aciz yavruların nafakaları hayret-nümun tulumbacıklardan ağızlarına akması ve o yavrulara bir parça iktidar ve azıcık bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi, hususan insan yavrularına analarının şefkatleri yardımcı verilmesi, bedahetle ispat eder ki, helal rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenasiben değildir, belki, tevekkül veren zaaf ve acze nisbeten geliyor.

Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekavet, bir kısım büyük ediplerde o edipleri bir nevi dilenciliğe kadar sevk ettiği gibi, zekavetsiz, kaba, çok ami adamların tevekkülvari iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe isal etmesi ve كَمْ عَالِمٍ عَالِمٍ أَعْيَتْ مَذَاهِبُهُ وَجَاهِلٍ جَاهِلٍ تَلْقَاهُ مَرْزُوقًا
darb-ı mesel olması ispat eder ki, rızk-ı helal iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sayini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat canibinden ihsan edilir. Fakat, rızık ikidir.

Biri: yaşamak için hakiki ve fıtri rızıktır ki, taahhüd-ü Rabbani altındadır. Hatta o kadar muntazamdır ki, bedende, yağ ve saire suretinde iddihar olunan fıtri rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade birşey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtri rızık bitmeden zahiren açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan değil, belki su-i itiyattan ve terk-i adetten neşet eden bir hastalıktan vefat ederler.

İkinci kısım rızık: İtiyat, israf ve su-i istimalat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazi ve suni rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-ü Rabbani altında değil, belki ihsana tabidir. Kah verir, kah vermez.

Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki, medar-ı saadet ve lezzet olan iktisat ve kanaatle say-i helali, bir nevi ibadet ve rızık için bir fiili dua bilerek müteşekkirane ve minnettarane o ihsanı kabul edip hayatını saadetkarane geçirir. Ve bedbaht odur ki, medar-ı şekavet ve hasaret ve elem olan israf ve hırs ile say-i helali bırakarak, her kapıya başvurup, tembelkarane ve zalimane ve müştekiyane hayatını geçirir, belki öldürür.

Nasıl ki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın latifeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahimden rızıklarını isterler ve müteşekkirane alırlar. Herbirisine, ayrı ayrı ve onlara layık ve onları memnun ve mütelezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzak-ı Rahim, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akıl gibi o latifelerin herbirisini hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış. Mesela göz, kainat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misillü ötekiler dahi, herbiri birer alemin anahtarı olur, iman ile istifade eder. Yine sadedimize dönüyoruz.

Bu kainatı yaratan Zat-ı Kadir-i Hakim, nasıl ki kainattan hayatı bir hülasa-i camia olarak halk edip, umum maksatlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor. Öyle de, hayat aleminde dahi, rızkı bir cemiyetli merkez-i şuunat yaparak, iştiha ihtiyacını ve zevk-i rızkiyi zihayatta halkederek, hilkat-i kainatın en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimi ve külli bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişlikle rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.

Mesela, çok geniş olan memleket-i Rabbaniyenin her tarafını, hususan melaike ve ruhanilerle semavatı ve ervah ile alem-i gaybı şenlendirdiği gibi, maddi alemi dahi, hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını ziruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücutlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızki ve rızkın zevki, pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tembellikten ve ataletten kurtarıp gezdirmesi, şuunat-ı rububiyetin bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasaydı, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi, hayvanların da mukannen olan tayinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtri hacetlerini koşturacaktı.

İsm-i Rahim ve Rezzakın cemallerini ve vahdaniyete şehadetlerini tam görmek için zemin yüzünü birden ihata edip müşahede edecek bir göz bulunsa, kış ahirinde erzakları bitmek üzere olan hayvanat kàfilelerine, imdad-ı gaybi ve ihsan-ı Rahmani olarak nebatatın ellerine verilen ve ağaçların başlarına konulan ve validelerin sinelerine takılan ve sırf hazine-i gaybiye-i rahmetten gayet leziz ve gayet çok ve gayet mütenevvi taamları ve nimetleri gönderen Rezzak-ı Rahimin bu cilve-i şefkatinde ne kadar şirin bir güzellik, ne kadar tatlı bir cemal bulunduğunu görecek ve ondan bilecek ki, birtek elmayı yapıp bir adama hakiki bir rızık olarak münimane veren, yalnız öyle bir Zat yapar verir ki, mevsimleri, gece ve gündüzleri çevirir ve küre-i arzı bir sefine-i tüccariye gibi gezdirerek mevsimlerin mahsulatlarını onunla zemindeki muhtaç misafirlerine getirir. Çünkü, o elmanın yüzünde bulunan sikke-i fıtrat ve hatem-i hikmet ve turra-i samediyet ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde ve bütün nebatat ve hayvanatta bulunduğundan o tek elmanın hakiki maliki ve sanii, elbette ve her halde o elmanın emsali ve hemcinsi ve kardeşleri olan bütün sekene-i arzın ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikası olan ağacının ve onun destgahı olan mevsiminin ve onun terbiyegahı olan bahar ve yazın Malik-i Zülcelali ve Halık-ı Zülcemali olacak; başka olamaz.

Demek, herbir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki, onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kainat kitabının Katibini ve Saniini bildirir ve vahdetini gösterir ve meyveler adedince vahdaniyet fermanının mühürlendiğine işaret eder.

Risaletün-Nur ism-i Rahim ve ism-i Hakimin mazharı olduğundan, bu rahimiyet hakikatının çok lemalarını ve çok sırlarını Risaletün-Nur çok eczalarında beyan ve ispat ettiğinden, ona havale ile, bu pek büyük hazineden halimin müsaadesizliği cihetiyle bu kısa işaretle iktifa edildi.

İşte bizim seyyah diyor ki: Elhamdülillah, her yerde aradığım ve herşeyden sorduğum Halıkımın ve Malikimin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden otuz üç hakikati gördüm ve dinledim. Herbir hakikat, güneş gibi parlak, karanlık bırakmaz. Dağ gibi kuvvetli ve sarsılmaz. Ve herbiri tahakkukuyla vücuduna gayet kati şehadet eder ve ihatasıyla vahdetine gayet zahir delalet eder. Ve sair erkan-ı imaniyeyi dahi içinde kuvvetli ispat etmekle beraber, mecmuu hakikatlerin icmaı ve ittifakı, imanımızı taklitten tahkike ve tahkikten ilmelyakine ve ilmelyakinden aynelyakine ve aynelyakinden hakkalyakine iblağ ediyor.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبىِِّ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ أَنْ هَدٰينَا اللهُ لَقَدْ جَۤاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ
İşte bu pürmerak seyyahın, bu üçüncü menzilde müşahede ettiği dört muazzam hakikatlerden aldığı envar-ı imaniyeye gayet kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın İkinci Babında üçüncü menzilin hakikatlerine dair şöyle denilmiş:
لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وَحْدَتِهِ فِى وُجُوبِ وُجُودِهِ: مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْفَتَّاحِيَّةِ، بِفَتْحِ الصُّوَرِ لاَرْبَعِ مِۤائَةِ أَلْفِ نَوْعٍ مِنْ ذَوِي الْحَيَاةِ الْمُكَمَّلَةِ بِلاَ قُصُورٍ، بِشَهَادَةِ فَنِّ النَّبَاتِ وَالْحَيَوَانِ.. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الرَّحْمَانِيَّةِ الْوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِلاَ نُقْصَانٍ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ.. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ اْلاِدَارَةِ الْمُحِيطَةِ لِجَمِيعِ ذَوِي الْحَيَاةِ وَالْمُنْتَظَمَةِ بِلاَ خَطَأٍ وَلاَ نُقْصَانٍ.. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الرَّحِيمِيَّةِ وَاْلاِعَاشَةِ الشَّامِلَةِ لِكُلِّ الْمُرْتَزِقِينَ الْمُقَنَّنَةِ فِى كُلِّ وَقْتِ الْحَاجَةِ بِلاَسَهْوٍ وَلاَ نِسْيَانٍ جَلَّ جَلاَلُ رَزَّاقِهَا الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ الْحَنَّانِ الْمَنَّانِ وَعَمَّ نَوَالُهُ وَشَمِلَ اِحْسَانُهُ وَلاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ يَارَبِّ! بِحَقِّ . يَا اللهُ يَارَحْمٰنُ يَارَحِيمُ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ بِعَدَدِ جَمِيعِ حُرُوفِ رَسَۤائِلِ النُّورِ الْمَضْرُوبَةِ تِلْكَ الْحُرُوفُ فِى عَاشِرَاتِ دَقَۤائِقِ جَمِيعِ عُمْرِنَا فِى الدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةِ مَعَ ضَرْبِ مَجْمُوعِهَا فِى ذَرَّاتِ وُجُودِى فِى مُدَّةِ حَيَاتِى وَاغْفِرْ لِى وَلِمَنْ يُعِينُنِىِ فِى نَشْرِ رَسَۤائِلِ النُّورِ وَكِتَابَتِهَا بِصَدَاقَةٍ بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا وَِلاٰبَۤائِنَا وَلِسَادَاتِنَا وَشُيُوخِنَا وَِلاَخَوَاتِنَا وَاِخْوَانِنَا وَلِطَلَبَةِ رِسَالَةِ النُّورِ الصَّادِقِينَ وَبِالْخَاصَّةِ لِمَنْ يَكْتُبُ وَيَسْتَنْسِخُ هٰذِهِ الرِّسَالَةَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ.. اٰمِينَ. وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ أَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

İhtar
Bu risalenin mahall-i zuhuru olan şu memleket muhitinde Risaletün-Nurun sair risaleleri bulunmadığından ve ihtiyarsız olarak burada telif edildiğinden, ayetül-Kübra gibi risalelerde, zahiri bir tekrar suretinde başka Sözlerin ve Lemaların bir kısım mühim meseleleri zikredilmiş ve buralardaki şakirtlere nisbeten herbiri birer küçük Risaletün-Nur hükmüne geçmek hikmetiyle böyle yazdırılmış.

Bu müsveddenin birinci tebyizi bir mübarek zat tarafından oldu. O zatın tevafuktan haberi yokken yazdığı nüshada, kayda layık şöyle latif ve manidar bir tevafuk gördük ki: O nüshanın satırları başında elif ( ا )ler altı yüz altmış altı (666) olarak yazılmıştır. Bu hal ise, İmam-ı Ali (radıyallahu anh) tarafından bu hususi risaleye verilen ayetül-Kübra namının cifri ve ebcedi makamı olan altı yüz altmış altı (666) adedine tam tamına muvafakatı ve mutabakatı ile, bu risalenin bu nama liyakatını gösterir. Hem ayat-ı Kuraniyenin adedi olan altı bin altı yüz altmış altı (6666)nın dört mertebesinden üç mertebesine tevafuku dahi, bu risalenin, ayatın bir leması olduğuna bir işarettir diye telakki ettik.
Said Nursi

Bugünlerde, manevi bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size, bir hülasasını beyan edeyim:
Biri dedi:

“Risale-i Nurun iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve külli teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kafi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?”

Ona cevaben dediler:
“Risale-i Nur, yalnız bir cüzi tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki külli bir tahribatı ve İslamiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kalayı tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor. Belki, bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid aletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumiyi ve efkar-ı ammeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mümininin istinadgahları olan İslami esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi, Kuranın icazıyla ve geniş yaralarını Kuranın ve imanın ilaçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle külli ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakin derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerreb ilaçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki, bu zamanda Kuran-ı Mucizül-Beyanın icaz-ı manevisinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır” diye uzun bir mükaleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum…
Said Nursi