Üçüncü bir keramet-i Aleviye
BİR İFADE-İ MERAM
Malum olsun ki, ben Risale-i Nurun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmekle Kuranın hakikatlerini ve imanın rükünlerini ilan etmek ve zaaf-ı imana düşenleri onlara davet etmek ve onların kuvvetlerini ve hakkaniyetlerini göstermek istiyorum. Yoksa, haşa, kendimi ve hiçbir cihetle beğenmediğim nefs-i emmaremi beğendirmek ve medhetmek değildir.
Hem Risale-i Nur zahiren benim eserim olmak haysiyetiyle sena etmiyorum. Belki yalnız Kuranın bir tefsiri ve Kurandan mülhem bir tercüman-ı hakikisi ve imanın hüccetleri ve dellalı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hatta, bir kısım risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi Risale-i Nurun ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim. İmam-ı Alinin (radıyallahu anh) ayetül-Kübra namını verdiği Yedinci Şua risalesini yazmakta çok zahmet çektiğime bir mükafat-ı acile ve bir alamet-i makbuliyet ve bir medar-ı teşvik olarak bu keramet-i Celcelutiye, inayet-i İlahiye tarafından verildiğine şüphem kalmamış. Tahdis-i nimet kàbilinden bunu Sekizinci Şua olarak yazdım. Yoksa haşre dair mühim bir ayetin mucizeli olan burhanlarını yazacaktım.
İmam-ı Alinin (radıyallahu anh) Risale-i Nura dair üçüncü bir kerametidir.
Evet, On Sekizinci ve Yirmi Sekizinci Lemalarda izah ve ispat edilen iki zahir kerametini teyid ve takviye ederek Kaside-i Celcelutiyesinde, Siracün-Nurdan sarahat derecesinde haber verdiği gibi, yine o kasidede Siracün-Nurun en namdar risalelerine parmak basıyor, adeta alkışlıyor; ve sekiz adet remizle meşhur bir kısım risalelerini gösteriyor.
BİRİNCİSİ
Risale-i Nura tasrih eden تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً fıkrasından sonra Süryani lisanıyla Esma-i Hüsnadan istimdat ve suver-i Kuraniye ile bir münacat yapıyor. Tam otuz üç surelerle öyle garip ve manidar bir tarzda zikrediyor ki, bir kısım sırları ve gaybi haberleri dahi bildirmek istediği anlaşılıyor. Ben sıkıntılı bir zamanda İmam-ı Alinin (radıyallahu anh) ayetül-Kübra namını verdiği Yedinci Şuayı bitirdiğim aynı vakitte, itikadımca bana acele bir mükafat ve bir ücret olarak, geceleyin Celcelutiyeyi okudum. Birden bir ihtar-ı gaybi gibi kalbime denildi:
İmam-ı Ali (radıyallahu anh), Risale-i Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verdiği gibi, kıymettar risalelerine de işaret derecesinde remzedip ima ediyor. Eğer sarih bir surette gaybdan haber vermek (çok zararları bulunduğundan hikmete münafi olduğu cihetle) hikmet-i İlahiye tarafından yasak olmasaydı tasrih edecekti.
Mesela, sureleri tadad ederken, yirmi beşinciye geldiği vakit diyor ki:
بِحَقِّ تَبَارَكَ ثُمَّ نُونٍ وَسَۤائِلٍ وَبِسُورَةِ التَّهْمِيزِ وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ وَبِالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰي وَبِاِقْتَرَبَتْ لِىَ اْلاُمُورُ تَقَرَّبَتْ وَبِسُوَرِ الْقُرْاٰنِ حِزْبًا وَاٰيَةً عَدَدَ مَا قَرَأَ الْقَارِي وَمَا قَدْ تَنَزَّلَتْ فَاَسْئَلُكَ يَا مَوْلاَىَ بِفَضْلِكَ الَّذِى عَلٰى كُلِّ مَا اَنْزَلْتَ كُتْبًا تَفَضَّلَتْ
İşte bu fıkralarda Eskişehir Ağırceza Mahkemesini hayrette bırakan ve üstünde gözle görünen bir kerametiyle ve kıyamet ve haşri ispat eden harika hüccetleriyle iştihar eden Yirmi Dokuzuncu Söze İmam-ı Ali (radıyallahu anh), zikir ve tadad ettiği surelerin yirmi dokuzuncu mertebesinde وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ ile ona işaret eder. Çünkü, kıyamet kopmasından gayet dehşetli haber veren 2 اِذاَ الشَّمْسُ كُوِّرَتْ suresine tam mutabık bir surette, o Yirmi Dokuzuncu Söz, kıyametin ve harab-ı alemin ve mevt-i dünyanın ve hayat-ı ahiretin ve ihya-yı emvatın kati hüccetlerini beyan ederken, bu surenin dehşetli tasvirini zikretmesi, hem manada, hem yirmi dokuzuncu mertebede tetabukları o işareti ispat eder.
Hem, tahavvülat-ı zerratta boğulan maddiyyunları susturan ve zerratın tahavvülatı ve harekatını, vazife ve intizamlarını emsalsiz bir tarzda ispat eden “Otuzuncu Söz” namındaki Zerrat Risalesine İmam-ı Ali (radıyallahu anh), otuzuncu mertebede وَ بِا لذَّارِيَاتِ ذَرْوًا kasemiyle ona işaret eder. Evet, bu işarette lafzan ve sureten sure-i وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا ve Risale-i Zerrat, birbirine müşabehetle beraber, mana cihetiyle dahi münasebet var. Çünkü, sure-i وَالذَّارِيَاتِ ın başında, tesadüfi ve intizamsız zannedilen temevvücat-ı havaiye, gayet hikmetli ve vazifedar olarak rububiyetin tekvini emirlerini etrafa yetiştirir diye ifade ettiği gibi, Risale-i Zerrat dahi, maddiyyunlar tarafından tesadüfi ve intizamsız telakki edilen harekat-ı zerrat dahi, gayet hikmetli ve o zerreler muntazam vazifelerle vazifedar olduklarını gayet kuvvetli ve kati burhanlarla ispat ediyor.
Hem Mirac-ı Muhammedi aleyhissalatü vesselamı delail-i akliye ile gayet makul ve kati bir surette ispat eden ve “Otuz Birinci Söz” namında ve mertebesinde bulunan Risale-i Miraca, İmam-ı Ali otuz birinci mertebede Mirac-ı Ahmedi (a.s.m.) ve Kab-ı Kavseyndeki müşahede ve mükalemeyi sarih bir surette başlayan sure-i وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰى nın başında bulunan وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰى cümlesi ile sarahate yakın bir tarzda o risaleye işaret eder ve sure-i وَالطُّورِ yi bırakarak وَالذَّارِيَاتِ den sonra وَالنَّجْمِ suresini zikretmesi bu işareti kuvvetlendirir.
Hem Şakk-ı Kamer Mucizesini münkirlere karşı kuvvetli delillerle ispat eden Mirac Risalesinin zeyli bulunan “Şakk-ı Kamer Risalesi” namında, otuz birinci mertebenin ahirinde olan o risaleye, İmam-ı Ali şakk-ı kameri nass-ı sarihle zikreden sure-i اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 2 den iktibas ederek otuz birinci mertebenin akabinde zikredilen وَبِاِقْتَرَبَتْ لِىَ اْلاُمُورُ تَقَرَّبَتْ 3 fıkrasıyla sarahate yakın işaret eder.
Malumdur ki, Risale-i Nur, başta otuz üç adet Sözlerdir ve “Sözler” namıyla yad edilir. Fakat, Otuz Üçüncü Söz müstakil değil, belki otuz üç adet Mektubattan ibarettir. Ve “Mektubat” namıyla zikredilir. Sonra Otuz Birinci Mektup dahi müstakil değil, belki otuz bir adet Lemalardan mürekkeptir ve “Lemalar” adıyla müştehirdir. Sonra Otuz Birinci Lema dahi müstakil olmamış; o da inşaallah otuz bir adet Şualardan mürekkep olacak. El-ayetül-Kübra Yedinci ve bu risale Sekizinci Şualardır. Demek Sözlerin hatimesi Otuz İkinci Sözdür.
Hem Risale-i Nurun yıldızları içinde bir güneş hükmünde şakirtlerince telakki edilen Otuz İkinci Söz namındaki üç mevkıflı risale-i harika ve camia ve Sözlerin bir cihette hatimesi ve cemiyetli neticesi olan o risaleye İmam-ı Ali onun fevkalade ehemmiyetini ve camiiyetini göstermek için Kuranın çok sureleriyle birden otuz ikinci mertebede وَبِسُوَرِ الْقُرْاٰنِ حِزْبًا وَاٰيَةً kasemiyle otuz ikinci mertebede bulunan o cami risaleye işaret eder.
Risale-i Nurun Otuz Üçüncü Sözü ise, bundan evvel beyan ettiğimiz gibi otuz üç adet mektuplardan ibaret ve “Mektubat” namında otuz üç kitap ve yüzden ziyade risalelerdir.
İşte İmam-ı Ali otuz üçüncü mertebede ve kaseminde Otuz Üçüncü Sözün eczaları olan o yüz on kitap ve Mektubata birden işaret etmek için yüz on semavi suhuf namında yüz on muhtasar kitaplar ve o büyük mukaddes kitaplardan istimdat manasında olan şu فَاَسْئَلُكَ يَا مَوْلاَىَ بِفَضْلِكَ الَّذِى عَلٰى كُلِّ مَۤا اَنْزَلْتَ كُتْبًا تَفَضَّلَتْ kelamıyla işaret eder. Malumdur ki, ilm-i belağatte ve fenn-i beyanda uzak ve gizli manalara delalet etmek için “karine” tabir ettikleri emarelerden ve münasebetlerden birisi bulunsa, uzak bir mana ve gizli ve işari olan bir mefhum, karinenin kuvvetine göre sarih ve zahir manası gibi kabul edilir. İşte bu kaideye binaen, bu işari manaların herbirisine müteaddit karineler, emareler bulunduğu gibi, sair arkadaşları da ona karineler olur. Risale-i Nurun mecmuundan haber veren sarih fıkralar dahi her birisine kuvvetli bir karinedir.
İKİNCİ REMİZ
Kuranın el-ayetül-kübrası olan تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin hakikat-ı kübrasını ve tefsir-i ekberini gösteren ve Ramazan-ı Şerifin ilhami bir hediyesi bulunan Yedinci Şua risalesine İmam-ı Ali Mektubata işaretten sonra Lemalara işaret içinde Şualara bakarak وَبِاْلاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِ نِىِ ّ مِنَ الْفَجَتْ deyip ilm-i belağatçe “müstetbeatüt-terakib” ve “maarizül-kelam” denilen mana-yı zahirinin tebaiyetiyle ve perdesinin arkasıyla müteaddit karinelerin kuvvetine göre işaret eder. Ve o acip ve yüksek ve tevhidin hüccetül-kübrası ve el-ayetül-kübranın bir alamet-i kübrası ve bir tefsir-i azamı olan risaleye “ayetül-Kübra” namı veriyor. Ve o namla, hem menbaı olan ayetül-kübranın azametini, hem bu Yedinci Şua olan vahdaniyetin ve tevhidin burhan-ı azamının fevkalade kuvvetini ilan eder, haber verir. İmam-ı Alinin bu büyük iltifatına, bu risalenin liyakatine her kimin bir şüphesi varsa, gelsin, bir defa o risaleyi okusun. Eğer “Evet, layıktır” demezse, bana tuh desin!
Evet Kuranın aleyhinde bin seneden beri müntakimane hazırlanan dinsizlerin itirazlarını ve kafir feylesofların teraküm edip şimdi yol bularak intişar eden şüphelerini ve Kuranın dehşetli darbelerinden intikam besleyen muannid Yahudilerin ve mağrur bir kısım hristiyanların hücumlarını def edip mukabele eden ve her asırda Kuranın pek çok kahramanları ve manevi kalaları vardı. Şimdi ihtiyaç bir-ikiden, yüze çıkmış. Ve müdafiler yüzden, iki-üçe inmiş.
Hem, hakaik-i imaniyeyi, ilm-i kelamdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan, bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk, hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakikatleri talim eden Risale-i Nur, elbette İmam-ı Ali radıyallahu anhın bu iltifatına layıktır.
Hem İmam-ı Ali onuncu mertebe-i tadadında onuncu sure olarak ve kıyamet ve Leyle-i Berata bakan وَبِسُورَةِ الدُّخَانِ فِيهَا سِرًّا قَدْ اُحْكِمَتْ deyip mana-yı işarisiyle “Onuncu Söz” namında ve mertebesinde olan Haşir Risalesine işaretle beraber, o risalenin fevkalade ehemmiyetini ve gayet muhkem olduğunu ve o zamanın dumanlı karanlıklarını izale eden bir Leyle-i Beratın bir kandili hükmünde bulunmasına ve haşir ve kıyametin bir alameti olan duhan, hem Leyle-i Beratın senevi olarak hikmetli tefrik ve taksim-i umur noktalarıyla ve başka karineler ile imaen ve remzen haber veriyor.
Evet, Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belayı def etti. Hürriyet-i efkar serbestiyeti ve harb-i umumi sarsıntısı vaktinde haşri inkar eden münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda Onuncu Söz çıktı ve tab edildi. Bin nüshası etrafa yayıldı, onu gören herkes kemal-i iştiyak ve merakla okudu. Zındıkların kafirane fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu.
İmam-ı Ali radıyallahu anhın bu takdirine liyakatini ispat etti. Kimin şüphesi varsa, gelsin, onu dikkatle okusun, haşrin ne kadar kuvvetli bir burhanı olduğunu görsün.
Hem İmam-ı Ali on dokuzuncu sure olarak Suretün-Nuru بِسِرِّ حَوَامِيمِ الْكِتَابِ جَمِيعِهَا عَلَيْكَ بِفَضْلِ النُّورِ يَانُورُ اُقْسِمَتْ fıkrasıyla zikrederek pek muhtasar olan On Dokuzuncu Söze ve pek mükemmel bulunan On Dokuzuncu Mektuba işaret için nur lafzını tekrar etmekle mektupların mertebesi, yani On Dördüncü Mektup noksan kalmasına imaen Sure-i Nuru on beşincide yine zikretmesiyle gayet latif ve müdakkikane haber veriyor. Ve o iki risaleleri, Risale-i Nurun büyük nurları olduklarını bildiriyor.
Evet, risalet-i Muhammediye aleyhissalatü vesselama dair olan On Dokuzuncu Söz, hem üç cihetle kerametli ve harika olan On Dokuzuncu Mektup, elhak, Risale-i Nurun en parlak birer nurudurlar. VeAyşeradıyallahu anhanın beraati münasebetiyle, ayet-i Nurun مَثَلُ نُورِهِ kelimesindeki zamir, üç vecihten birisiyle Muhammed aleyhissalatü vesselama raci olmak haysiyetiyle, Sure-i Nur, zat-ı Muhammediye aleyhissalatü vesselam ile ziyade alakadar bulunduğundan, o sure ile risalet-i Muhammediye aleyhissalatü vesselamı ispat eden o iki risaleye iki nur lafzıyla, belki üç nur kelimeleriyle yine aynen risalet-i Ahmediye aleyhissalatü vesselamı ispat eden Mirac Risalesine dahi işaret etmiş.
Ben itiraf ediyorum ki, On Dördüncü Mektup noksan kaldığını unutmuştum. İmam-ı Ali aynı sureyi iki defa tekrar etmesiyle tahattur ettim ve işaratındaki dikkatine hayran oldum. Fakat o tekrar, yalnız On Dokuzuncu Söz ve Mektup için sayılır; ondan sonrakilere nisbeten sayılmaz.
ÜÇÜNCÜ REMİZ
Yirmi Sekizinci Lemada izah ve ispat edilen تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ بِنُورِ جَلاَلٍ بَازِخٍ وَشَرَنْطَخٍ بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ fıkralarıyla Risale-i Nurun üç ehemmiyetli vaziyetini haber veriyor. Bu fıkraların sarahate yakın bir surette hem cifir, hem mana cihetiyle Risale-i Nura işaretini On Sekizinci Lemada izahına binaen, burada ise orada zikredilmeyen ve İmam-ı Ali radıyallahu anhın nazar-ı dikkatini celb eden yalnız üç sırrı beyan edilecek.
Birincisi: İslamlar içinde, dellallar elinde teşhir suretinde gezdirmeye layık olan Risale-i Nur, maatteessüf, gayet gizli perde altında intişar ve istitara mecbur olmasına işareten, İmam-ı Ali radıyallahu anh, iki defa سِرًّا بَيَانَةً ve سِرًّا تَنَوَّرَتْ kelimeleriyle سِرًّا yani “Gizli intişar edebilir” müteaccibane haber veriyor.
İkincisi: Risale-i Nur, İsm-i azam cilvesiyle ve ism-i Rahim ve Hakimin tecellisiyle zuhur ettiğinden, imtiyazlı hassası اَللهُ اَكْبَرُ den iktibasen celal ve kibriya, den istifazaten merhamet ve şefkat, وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ den istifadeten hikmet ve intizamın esasları üzerine gidiyor. Onun ruhu ve hayatı onlardır. Sair meşreplerdeki aşk yerinde, Risale-i Nurun meşrebinde müştakane şefkattir. Ve refetkarane muhabbettir. Nasıl ki İmam-ı Ali sarih bir surette Siracün-Nurun tarih-i telifini ve tekemmül zamanını ve meşhur ismini تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla haber vermiş. Öyle de, بِنُورِ جَلاَلٍ بَازِخٍ وَشَرَنْطَخٍ (ila ahir) fıkrasıyla da Siracün-Nurun esaslarından haber veriyor. Çünkü جَلاَلٍ بَازِخٍ izzet, azamet ve celal ve kibriyadır. شَرَنْطَخٍ Süryanice Rauf ve بَرْكُوتٍ Rahimdir. Demek İmam-ı Ali radıyallahu anh Siracün-Nuru tarif ediyor “Hayatını ve nurunu, kibriya ve azamet ve refet ve rahimiyetten alıyor” diye mümtaz hasiyetini beyan eder.
Üçüncüsü: İmam-ı Ali radıyallahu anh, bu fıkrada بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ cümlesiyle diyor ki: 1354te Siracün-Nur (yani, Risale-i Nurun nuru) ile dalaletin tecavüz eden narı inşaallah sönecek. Yani, fitne-i diniye ateşini ya tahribattan vazgeçirecek veya ileri tecavüzatını kıracak.
Eğer hicri tarihi olsa, bundan iki sene evvel, dini dünyadan tefrik fırsatından istifade ile, dinin ve Kuranın zararına olarak ilerleyen dehşetli tasavvuratın tecavüzatı tevakkuf etmesi, elbette karşılarında kuvvetli bir seddin bulunmasındandır. O sed ise, bu zamanda çok intişar eden Risale-i Nurun keskin hüccetleri ve kuvvetli burhanları olduğu çok emarelerle hissediliyor. Ve bu ikinci ihtimaldeki işaret-i Aleviye dahi onu teyid ediyor.
Evet, cifirce بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ : خ altı yüz (600), ت dört yüz (400), ر iki yüz (200), şeddeli ن yüz (100), م kırk (40), د ve üç ا yedi (7), بِهِ deki ب iki, ه beş, yekunu bin üç yüz elli dört (1354) eder. Lillahilhamd, Siracün-Nurun el-ayetül-Kübrası gibi çok risaleleri var. Her biri kuvvetli birer lamba hükmünde sırat-ı müstakimi gösterip İmam-ı Ali radıyallahu anhın haberini tasdik ediyorlar.
Bu üçüncü sırrın münasebetiyle aynen بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ gibi bin üç yüz elli dört (1354) tarihine makam-ı cifrisiyle bakan ve Saidin iki maruf lakabına remzen ve ismen ima eden ve “Kendini muhafaza et” emrini veren ve o tarihte herkesten ziyade müteaddit tehlikelere maruz bulunacağını telvih eden Ercuzenin ahirlerindeki فَاسْئَلْ لِمَوْلاَكَ الْعَظِيمِ الشَّانِ يَا مُدْرِكًا لِذَلِكَ الزَّمَانِ بِاَنْ يَقِيكَ شَرَّ تِلْكَ الْفِتْنَةِ وَشَرَّ كُلِّ كُرْبَةٍ وَمِحْنَةٍ fıkrasıyla diyor: “Ya Said el-Kürdi! 1354 tarihine yetişirsen, Mevla-yı Aziminden, o zamanın ve o asrın fitne ve şerlerinden muhafazanı iste ve yalvar.”
Evet, On Sekizinci Lemada birinci keramet-i Aleviyenin izahında, Kaside-i Ercuziyenin Risale-i Nur ve müellifine dair işarat-ı gaybiyesi beyan edilmiş. İsm-i azam ve “sekine” tabir ettiği esma-i sitte-i meşhuruyla daima meşgul olan bir şakirdiyle konuştuğu ve teselli verdiği ve çok emareler ve karinelerle o şakirt, Said olduğu ispat edilmiş. Ve orada o şakirdine demiş:
اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطِيرًا بِتَّ بِهَا اْلاَمِيرُ وَالْفَقِيرَا
Yani, ecnebi hurufları bin üç yüz kırk sekiz (1348)de tamim edilecek, çoluk-çocuk emirler ve fakirler icbar suretinde, gece dersleriyle öğrenmeye çalışacaklar.
Evet, سُطِّرَتْ تَسْطِيرًا cümlesi tam tamına iki ت sekiz yüz (800), iki س yüz yirmi (120), iki ر dört yüz (400), iki ط on sekiz (18), bir ى on (10), mecmuu bin üç yüz kırk sekiz (1348)dir. Aynı tarihte Latini huruflarına gece dersleriyle cebren çalıştırıldı.
Sonra İmam-ı Ali Sekine ile meşgul olan Saide bakar, konuşur. Akabinde يَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ der. İki-üç yerde kuvvetli işaretle Said ismini verdiği şakirdine hitaben, “Kendini Sekine ile dua edip muhafazaya çalış” Ya-i nidaiden sonra müteaddit karineler ve emarelerle Said var. Demek يَاسَعِيدُ مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ olur. Bu fıkra nasıl ki مُدْرِكًا kelimesiyle “el-Kürdi” lakabına hem lafzan, hem cifren bakar. Çünkü mimsiz دَرْكًا “Kürd”2 kalbidir. م ise ل , ve ى ye tam muvafıktır. Öyle de, diğer bir ismi olan “Bediüzzaman” lakabına dahi “ez-zaman” kelimesiyle ima etmekle beraber, bin üç yüz elli dört (1354) veya bin üç yüz elli beş (1355) makam-ı cifrisiyle Saidin hakikat-i halini ve hilaf-ı adet vaziyetini ve hıfz u vikaye için kesretli du-asını ve halvet ve inzivasını tamamiyle tabir ve ifade ettiğinden, sarahate yakın bir surette parmağını onun başına o kasidede teselli için basıyor. Burada da بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ sırrına mazhar olan Risale-i Nuru alkışlıyor.
Malum olsun ki, Celcelutiyenin esası ve ruhu olan اَلْقَسَمُ الْجَامِعُ وَالدَّعْوَةُ الشَّرِيفَةُ وَاْلاِسْمُ اْلاَعْظَمُ İmam-ı Ali radıyallahu anhın en mühim ve en müdakkik üveysi bir şakirdi ve İslamiyetin en meşhur ve parlak bir hücceti olan Hüccetül-İslam İmam-ı Gazali diyor ki: “Onlar vahiyle Peygambere (a.s.m.) nazil olduğu vakit, İmam-ı Aliye emretti, Yaz; o da yazdı, sonra nazmetti.”
İmam-ı Gazali diyor:
اِنَّ هٰذِهِ الدَّعْوَةَ الشَّرِيفَةَ وَالْوَفْقَ الْعَظِيمَ وَالْقَسَمَ الْجَامِعَ وَاْلاِسْمَ اْلاَعْظَمَ وَالسِّرَّ الْمَكْنُونَ الْمُعَظَّمَ بِلاَ شَكٍّ كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةِ
İmam-ı Gazali, İmam-ı Nureddinden ders alarak bu Celcelutiyenin hem Süryani kelimelerini, hem kıymetini ve hasiyetini şerh etmiş.
DÖRDÜNCÜ REMİZ
İmam-ı Ali Siracün-Nurdan haber verdikten sonra, yine otuz üç ve bir cihetle otuz iki adet Süryanice esmayı tadad ederken, Risale-i Nurun en kuvvetli, en kıymettar olan Mucizat-ı Kuraniye Risalesine ve Otuz İkinci Söze kuvvetli işaret ettiği gibi, sair risalelere de remzen veya imaen veya telvihen bakar.
Evet, İmam-ı Ali Risale-i Nura bakarak, Süryani isimleri derc ederek diyor:
تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ
بِنُورِ جَلاَلٍ بَازِخٍ وَشَرَنْطَخٍ بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ
بِيَاهٍ وَيَايُوهٍ نَمُوهٍ اَصَالِيًا بِطَمْطَامٍ مِهْرَاشٍ لِنَارِ الْعِدَاسَمَتْ
بِهَالٍ اَهِيلٍ شَلْعٍ شَلْعُوبٍ شَالِعٍ طَهِىٍّ طَهُوبٍ طَيْطَهُوبٍ طَيَطَّهَتْ
اَنُوخٍ بِيَمْلوُخٍ وَاَبْرُوخٍ اُقْسِمَتْ بِتَمْلِيخِ اٰيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ اَبَاذِيخَ بَيْذُوخٍ وَذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا خَمَارُوخٍ يَشْروُخٍ بِشَرْخٍ تَشَمَّخَتْ
بِبَلْخٍ وَسِمْيَانٍ وَبَازُوخٍ بَعْدَهَا بِذَيْمُوخٍ اَشْمُوخٍ بِهِ الْكَوْنُ عُمِّرَتْ بِشَلْمَحَتِ اقْبَلْ دُعَۤائِى… diye dua ile hatmeder. İmam-ı Ali başta sarahatle haber verdiği Risale-i Nuru, Siracün-Nur ve Siracüs-Sürc namıyla birinci mertebede aşikar onu gösterip tadad ederken, ta yirmi beşe geldiği vakit بِتَمْلِيخٍ اٰيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ der. ayat-ı Kuraniyenin icazlarını beyan ve Kuranın kırk vech ile mucize olduğunu yedi adet külli vecihlerde ispat eden Risale-i Nurun en meşhur ve parlak risalesi olan Yirmi Beşinci Söz namındaki Mucizat-ı Kuraniye Risalesine işaret eder. Çünkü başta Siracün-Nurun birinci mertebede sayılması, hem بِتَمْلِيخِ اٰيَاتٍ fıkrasında اٰيَاتٍ kelimesinin bulunması, hem yirmi beşinci mertebede zikretmesi, kuvvetli bir karinedir ki, pek çok ayetleri zikredip icazları ve sırları beyan eden Yirmi Beşinci Söze mana-yı mecazi ile bakar. Ve surelerin tadadında dahi yine yirmi beşinci mertebede ibareyi değiştirip, baştan başlar gibi بِحَقِّ تَبَارَكَ diyerek Risale-i Nurun en mübarek ve bereketli olan Yirmi Beşinci Sözün ehemmiyetini gösteriyor. Sonra yirmi altı ve yedide اَبَاذِيخَ بَيْذُوخٍ وَذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا der.
Sonra otuz ve otuz birincide بِبَلْخٍ وَسِمْيَانٍ وَبَازُوخٍ بَعْدَهَا deyip yine ibareyi değiştirip بَعْدَهَا kelimesini zikreder. Gayet zahir ve kuvvetli bir karine ile, içtihada dair Yirmi Yedinci Sözün Sahabeler hakkındaki çok mühim ve kıymettar zeylini ve Miraca dair Otuz Birinci Sözün şakk-ı kamere dair ve ona çok ihtiyaç bulunan ehemmiyetli zeylini بَعْدَهَا kelimesiyle gösterir gibi, kuvvetli işaret eder. Ben itiraf ediyorum ki, ben bu zeyilleri unutmuştum. İmam-ı Alinin bu ihtarıyla tahattur ettim. Şakk-ı kameri sabıkan yazdım. Şimdi bu anda Sahabeler hakkındaki zeyli hatırladım. İşte madem ilm-i belağat ve fenn-i beyanda birtek karine ile mecazi bir mana murad olunabilir ve birtek münasebetle, bir mefhuma işaret bulunsa, o mefhum bir mana-yı işari olarak kabul edilir. Elbette zahir ve çok karinelerden ve emarelerden kat-ı nazar, yalnız bu iki yerde tam zeyillerin bulunduğu aynı makamda ve zeyl manasında olan بَعْدَهَا kelimesini tekrar suretinde ifadeyi değiştirerek söylemesi tam bir karinedir ki, İmam-ı Ali mana-yı hakikisinden başka, bir mana-yı mecazi ve işariyi dahi ifade etmek istiyor.
Sonra yirmi dokuzuncu mertebede, heybetli bir tarzda خَمَارُوخِ يَشْرُوخٍ بِشَرْخٍ تَشَمَّخَتْ der. Yirmi beşte geçen ve sırları bilmek manasında olan تَشَمَّخَتْ kelimesini tekrarla sabıkan beyan ettiğimiz harikalı Yirmi Dokuzuncu Söze kuvvetli bir karine ile işaret eder.
Sonra otuz ikinci mertebede, surelerin tadadında ehemmiyetle işaret ettiği risale-i camia olan Otuz İkinci Söze yine nazar-ı dikkati kuvvetli celb etmek için ذَيْمُوخٍ اَشْمُوخٍ بِهِ الْكَوْنُ عُمِّرَتْ ve bir nüshada بِهِ الْكَوْنُ عُطِّرَتْ yani “ism-i Adl ve ism-i Hakemin tecellisiyle ve adalet ve mizanıyla ve intizam ve hikmetiyle dünya tamir edilir, tahripten kurtulur.” İkinci nüsha ile, “O iki ismin rayiha-i tayyibesiyle ve çok hoş kokularıyla, dünya güzel kokular alır, attar dükkanı gibi rayiha-i tayyibe verir.”
İşte, ism-i Adl ve ism-i Hakemin parlak bir ayineleri ve bir tefsirleri hükmünde olan Otuz İkinci Söze parmak basıyor ve mana-yı mecazi suretinde ifade eder. ذَيْمُوخٍ kelimesinin tekrarıyla, Sözler otuz üç iken bir mertebesi mektuplardan ibaret olduğuna ve Otuz İkinci Söz, son mertebesi bulunduğuna ima eder. Ben Süryani kelimelerinin manalarını tamamıyla bilemediğimden ve İmam-ı Gazali dahi tamamıyla izah etmediğinden, İmam-ı Alinin o kelimelerle sair risalelere işaratını şimdilik bırakıyorum.
BEŞİNCİ REMİZ
Madem Celcelutiye vahiyle Peygamber aleyhissalatü vesselama nazil olmuş ve Allamül-Guyubun ilmiyle ifade-i mana eder. Hem madem Celcelutiye اَقِدْ كَوْكَبِى ve تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkralarında mana-yı mecazi ile o kasidenin hakikatini ispat eden Risale-i Nura sarihan ve onun on üç ehemmiyetli risalelerine işareten haber vermekle beraber فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ de dahi o kasidenin bir esası olan اَلْاِسْمُ الْمُعَظَّمْ ile çok iştigal ve istimdat eden Risa le-i Nur Müellifine ve bunun on üç ehemmiyetli vakıat-ı hayatına imaen, remzen, işareten, mana-yı mecazi ile haber veriyor. Hem madem mana-yı mecazi ile ve mefhum-u işarinin murad olmasına bir zayıf karine ve bir gizli emare ve birtek münasebet kafi geliyor. Hem madem Risale-i Nur ve risalelerine ve müellifi ve ahvaline olan işaretler birbirine karine olur. Belki meselenin vahdeti itibarıyla umum işaretler, karineleriyle beraber her birisine kuvvetli bir karine ve kavi bir emare hükmündedir. Elbette diyebiliriz ki, İmam-ı Ali nasıl ki başta بَدَأْتُ بِبِسْمِ اللهِ رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ yani, “Hazine-i esrar olan ile başladım. Ruhum, onunla o hazineyi keşfetti” diyerek sair işaratın karinesiyle bir mana-yı işari ve bir medlul-ü mecazi suretinde Risale-i Nurun Bismillahı hükmünde ve fatihası ve besmelesi ve Bismillahdaki büyük sırrın hakikatini beyan eden ve kısa ve gayet kuvvetli Birinci Söz namında olan Bismillah Risalesine ima, belki remiz, belki işaret ediyor. Aynen öyle de, sair işaratın karine ve münasebetiyle ve huruf-u Kuraniyenin esrarından bahseden ve Rumuzat-ı Semaniye namında bulunan sekiz küçük risalelerin mahiyetlerini andırır bir tarzda, ibareyi değiştirerek hurufların esrarıyla istimdat etmeye başlaması, karine-i latifesiyle muazzam dua ve münacat ve cami kasem-i istimdadinin ahirlerinde ve Sözlere ve Mektuplara işaretten sonra بِوَاحِ الْوَحَا بِالْفَتْحِ وَالنَّصْرِ اَسْرَعَتْ fıkrasıyla Yirmi Dokuzuncu Mektubun bir kısım esrar-ı huruf-u Kuraniyeyi beyan eden Rumuzat-ı Semaniye namında sekiz küçük risalelerin en mühimleri ve feth-i Mekke ve feth-i Şam ve feth-i Kudüs ve feth-i İstanbul gibi çok fütuhat-ı İslamiyeden gaybi haber veren sure-i اِذَا جَۤاءَ نَصْرُ اللهِ وَالْفَتْحُ nun esrarını beyan ile, fütuhat-ı İslamiyenin pehlivanı olan İmam-ı Alinin nazar-ı dikkatini celb eden Feth ve Nasr risalesine, hem sure-i Fethin en mühim ve en ahir ayetin beş vech ile icazını beyan ve ispat ile, kahraman-ı İslam İmam-ı Alinin nazar-ı dikkatini celb eden gayet kıymetli olan ayet-i Feth risalesi namındaki küçük bir risaleye ima, belki işaret eder itikadındayım. Böyle itikada iştirak edilmezse de itiraz edilmemeli.
ALTINCI REMİZ
Madem İmam-ı Ali , üstad-ı kudsisinden aldığı derse binaen, Kurana taalluk eden gelecek hadisattan haber veriyor. Ve “Benden sorunuz” diye müteaddit ve doğru haberleri verip bir şah-ı velayet olduğunu öyle kerametlerle ispat etmiş. Ve madem bu asırda Avrupa dinsizleri ve ehl-i dalalet münafıkları, dehşetli bir surette Kurana hücumu hengamında Risale-i Nur o seyl-i dalalete karşı mukavemet edip, Kuranın tılsımlarını keşfederek hakikatini muhafaza ediyor. Ve madem اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا وَبَهْجَةً مَدَى الدَّهْرِ وَاْلاَيَّامِ يَا نُورُ جَلْجَلَتْ fıkrasıyla, Yirmi Sekizinci Lemada ispat edildiği gibi sarahata yakın bir surette Risale-i Nura işaret etmekle beraber, Sure-i Nurdaki ayetün-Nurun Risale-i Nura işaretine işaret eder. Ve madem اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا mana ve cifirce tam tamına Risale-i Nura tevafuk ediyor. Elbette diyebiliriz ki, bu fıkranın akabinde باٰجٍ اَهُوجٍ جَلْمَهُوجٍ جَلاَلَةٍ جَلِيلٍ جَلْجَلَيُّوتٍ جَمَاهٍ تَمَهْرَجَتْ بِتَعْدَادٍ اَبْرُومٍ وَسِمْرَازٍ اَبْرَمٍ وَبَهْرَةِ تِبْرِيزٍ وَاُمٍّ تَبَرَّكَتْ
fıkrasıyla Risale-i Nurun bidayette On İki Söz namında iştihar ve intişar eden on iki küçük risalelerine اَقِدْ كَوْكَبِى karinesiyle, bu fıkradaki on iki Süryani kelimeler onlara birer işarettir. Gerçi elimde bulunan Celcelutiye nüshası en sahih ve en mutemeddir. İmam-ı Gazali gibi çok imamlar Celcelutiyeyi şerh etmişler. Fakat bu Süryani kelimelerinin manasını tam bilmediğimden ve nüshalarda ihtilaf bulunduğundan, her birisinin vech-i işaretini ve münasebetini şimdilik bilmediğimden bırakıyorum.
Elhasıl: İmam-ı Ali bir defa اَقِدْ كَوْكَبِى fıkrasıyla ahirzamanda Risale-i Nuru dua ile Allahtan niyaz eder, ister ve bidayette on iki risaleden ibaret bulunduğundan, yalnız on iki risalesine işaret ediyor. İkinci defada تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ 2 fıkrasıyla daha sarih bir surette Risale-i Nuru medh ü sena ile göstererek, tekemmülüne işareten, umum Sözleri ve Mektupları ve Lemaları remzen haber verir.
Hem On İki Söz namıyla çok intişar eden o küçücük risaleler bu fıkradaki kelimeler gibi birbirine ismen ve sureten benzedikleri gibi, “bedi” manasında olan Celcelutiye kelimesine mutabık olarak, her biri gayet bedi bir tarzda, güzel bir temsille, büyük ve derin bir hakikat-i Kuraniyeyi tefsir ve ispat eder.
Eğer bir muannid tarafından denilse, “Hazret-i İmam-ı Ali bu umum mecazi manaları irade etmemiş.” Biz de deriz ki:
Faraza İmam-ı Ali irade etmezse, fakat kelam delalet eder. Ve karinelerin kuvvetiyle işari ve zımni delaletle manaları içine dahil eder.
Hem madem o mecazi manalar ve işari mefhumlar haktır, doğrudur ve vakıa mutabıktır; ve bu iltifata layıktırlar ve karineleri kuvvetlidir. Elbette İmam-ı Alinin böyle bütün işari manaları irade edecek külli bir teveccühü faraza bulunmazsa—Celcelutiye vahiy olmak cihetiyle—hakiki sahibi, İmam-ı Alinin üstadı olan Peygamber-i Zişanın (a.s.m.) külli teveccühü ve üstadının Üstad-ı Zülcelalinin ihatalı ilmi onlara bakar, irade dairesine alır. Bu hususta benim hususi ve kati ve yakin derecesindeki kanaatimin bir sebebi şudur ki:
Müşkülat-ı azime içinde el-ayetül-Kübranın tefsir-i ekberi olan Yedinci Şuayı yazmakta çok zahmet çektiğimden, bir kudsi teselli ve teşvike cidden çok muhtaçtım. Şimdiye kadar mükerrer tecrübelerle bu gibi haletlerimde inayet-i İlahiye imdadıma yetişiyordu. Risaleyi bitirdiğim aynı vakitte, hiç hatırıma gelmediği halde, birden bu keramet-i Aleviyenin zuhuru bende hiçbir şüphe bırakmadı ki, bu dahi benim imdadıma gelen sair inayet-i İlahiye gibi Rabb-i Rahimin bir inayetidir. İnayet ise aldatmaz, hakikatsiz olmaz.
YEDİNCİ REMİZ
Hazret-i İmam-ı Ali nasıl ki,
وَبِاْلاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِ نِىِ ّ مِنَ الْفَجَتْ وَبِحَقِّ فَقَجٍ مَعَ مَخْمَةٍ يَا اِلٰهَنَا وَبِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَتَشَامَخَتْ وَاسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ diye birinci fıkrasıyla Yedinci Şuaya işaret etmiş. Öyle de, aynı fıkra ile “ali bir tefekkürname ve tevhide dair yüksek bir marifetname” namında olan Yirmi Dokuzuncu Arabi Lemaya dahi işaret eder. İkinci fıkrasıyla İsm-i azam ve Sekine denilen esma-i sitte-i meşhurenin hakikatlerini gayet ali bir tarzda beyan ve ispat eden ve Yirmi Dokuzuncu Lemayı takip eyleyen Otuzuncu Lema namında altı nükte-i esma risalesine وَبِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ cümlesiyle işaret ettiğinden, sonra akabinde risale-i esmayı takip eden Otuz Birinci Lemanın Birinci Şuaı olarak otuz üç ayet-i Kuraniyenin Risale-i Nura işaratını kaydedip hesab-ı cifri münasebetiyle baştan başa ilm-i huruf risalesi gibi görünen ve bir mucize-i Kuraniye hükmünde bulunan risaleye حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَتَشَامَخَتْ kelimesiyle işaret edip, derakap وَاسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ kelamıyla dahi risale-i hurufiyeyi takip eden ve el-ayetül-Kübradan ve başka Resail-i Nuriyeden terekküp eden ve Asa-yı Musa namını alan ve Asa-yı Musa gibi, dalaletin ve şirkin sihirlerini iptal eden Risale-i Nurun şimdilik en son ve ahir risalesine asa-yı Musa namını vererek işaretle beraber manevi karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor.
Evet, وَبِاْلاٰيَتِ الْكُبْرٰى kelimesiyle Yedinci Şuaya işareti kuvvetli karinelerle ispat edildiği gibi, aynı kelime, diğer bir mana ile elhak Risale-i Nurun ayetül-Kübrası hükmünde ve ekser risalelerin ruhlarını cem eden ve Arabi bulunan Yirmi Dokuzuncu Lemaya bu kelam “müstetbeatüt-terakib” kaidesiyle ona bakıyor, efradına dahil ediyor. Öyle ise; İmam-ı Ali dahi bu fıkradan ona bakıp işaret eder diyebiliriz.
Hem sair işaratın karinesiyle, hem Mektubattan sonra Lemalara, başka bir tarz-ı ibare ile ima ederek Lemaların en parlağının telifi dehşetli bir zamanda ve hapis ve idamdan kurtulmak ve emniyet ve selamet bulmak için mana-yı mecazi ve mefhum-u işari ile Ali kendi lisanını büyük tehlikelerde bulunan müellifin hesabına istimal ederek وَبِاْلاٰيَتِ الْكُبْرٰى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ yani, “Ya Rab, beni kurtar, eman ve emniyet ver” diye dua etmesiyle, tam tamına Eskişehir Hapishanesinde idam ve uzun hapis tehlikesi içinde telif edilen Yirmi Dokuzuncu Lemanın ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelam, zimni ve işari delalet ettiğinden diyebiliriz ki, İmam-ı Ali dahi bundan, ona işaret eder.
Hem Otuzuncu Lema namında ve altı nükte olan risale-i esmaya bakarak بِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى deyip sair işaratın karinesiyle, hem Yirmi Dokuzuncu Lemaya takip karinesiyle, hem ikisinin isimde ve esma lafzında tevafuk karinesiyle, hem teşettüt-ü hale ve sıkıntılı bir gurbete ve perişaniyete düşen müellifi onun telifi bereketiyle teselli ve tahammül bulmasına ve mana-yı mecazi cihetinde İmam-ı Alinin lisanıyla kendine dua olan وَبِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ yani “İsm-i azam olan o esma risalesinin bereketiyle beni teşettütten, perişaniyetten hıfz eyle ya Rabbi” meali, tam tamına o risale ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelam, mecazi delalet ve İmam-ı Alinin ise gaybi işaret eder diyebiliriz.
Hem madem Celcelutiyenin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gaybi umur-u istikbaliyeden haber veriyor.
Ve madem Kuran itibarıyla bu asır dehşetlidir ve Kuran hesabıyla Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hadisedir.
Ve madem sarahat derecesinde çok karine ve emarelerle Risale-i Nur Celcelutiyenin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş.
Ve madem Risale-i Nur ve eczaları bu mevkie layıktırlar ve İmam-ı Alinin nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatleri ve kıymetleri var.
Ve madem İmam-ı Ali Siracün-Nurdan, zahir bir surette haber verdikten sonra, ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözlerden sonra Mektuplardan, sonra Lemalardan, risalelerdeki gibi aynı tertip, aynı makam, aynı numara tahtında, kuvvetli karinelerin sevkiyle kelam delalet ve İmam-ı Alinin işaret ettiğini ispat eylemiş.
Ve madem başta, بَدَأْتُ بِبِسْمِ اللهِ رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ risalelerin başı ve Birinci Söz olan Bismillah Risalesine baktığı gibi, kasem-i cami-i muazzamın ahirinde, risalelerin kısm-ı ahirleri olan son Lemalara ve Şualara, hususan bir ayetül-kübra-yı tevhid olan Yirmi Dokuzuncu Lema-i harika-i Arabiye ve risale-i esma-i sitte ve risale-i işarat-ı huruf-u Kuraniye ve bilhassa şimdilik en ahir Şua ve Asa-yı Musa gibi, dalaletlerin bütün manevi sihirlerini iptal edebilen bir mahiyette bulunan ve bir manada ayetül-Kübra namını alan risale-i harikaya bakıyor gibi bir tarz-ı ifade görünüyor.
Ve madem, bir tek meselede bulunan emareler ve karineler, meselenin vahdeti haysiyetiyle, emareler birbirine kuvvet verir, zayıf bir münasebetle bir tereşşuh dahi menbaına ilhak edilir.
Elbette, bu yedi adet esaslara istinaden deriz: İmam-ı Ali nasıl ki meşhur Sözlere tertipleri üzerine işaret etmiş ve Mektubattan bir kısmına ve Lemalardan en mühimlerine tertiple bakmış. Öyle de, وَبِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ cümlesiyle Otuzuncu Lemaya, yani müstakil Lemalardan en son olan Esma-i Sitte Risalesine tahsin ederek bakıyor ve حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَتَشَامَخَتْ kelamıyla dahi Otuzuncu Lemayı takip eden İşarat-ı Huruf-u Kuraniye Risalesine takdir edip işaretle tasdik ediyor.
وَاسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ kelimesiyle dahi şimdilik en ahir risale ve tevhid ve imanın elinde asa-yı Musa gibi harikalı en kuvvetli burhan olan mecmua risalesini senakarane remzen gösteriyor gibi bir tarz-ı ifadeden bilaperva hükmediyoruz ki, İmam-ı Ali hem Risale-i Nurdan, hem çok ehemmiyetli risalelerinden mana-yı hakiki ve mecazi ile işari ve remzi ve imai ve telvihi bir surette haber veriyor. Kimin şüphesi varsa, işaret olunan risalelere bir kere dikkatle baksın. İnsafı varsa şüphesi kalmaz zannediyorum. Buradaki mana-yı işari ve medlul-u mecazilere karinelerin en güzeli ve latifi, aynı tertibi muhafaza ile verilen isimlerin münasebetidir. Mesela, yirmi dokuz, otuz ve otuz bir ve otuz iki mertebe-i tadadda Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz Bir ve Otuz İkinci Sözlere gayet münasip isimlerle ve başta Sözlerin başı olan Birinci Söze, aynı besmele sırrıyla ve ahirde şimdilik risalelerin ahirine, mahiyetini gösterir layık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de, fakat çok güzeldir ve letafetlidir.
Ben itiraf ediyorum ki, böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vech ile o makama liyakatim yoktur. Fakat küçük, ehemmiyetsiz bir çekirdekten koca dağ gibi bir ağacı halk etmek, kudret-i İlahiyenin şenindendir ve adetidir ve azametine delildir.
Ben kasemle temin ederim ki, Risale-i Nuru senadan maksadım, Kuranın hakikatlerini ve imanın rükünlerini teyid ve ispat ve neşirdir. Halık-ı Rahimime yüz binler şükrolsun ki, kendimi kendime beğendirmemiş. Nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş. Ve o nefs-i emmareyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fani dünyaya riyakarane bakması, acınacak bir hamakattir ve dehşetli bir hasarettir. İşte bu halet-i ruhiye ile yalnız hakaik-i imaniyenin tercümanı olan Risale-i Nurun doğru ve hak olduğuna latif bir münasebet söyleyeceğim. Şöyle ki:
Celcelutiye, Süryanice “bedi” demektir. Ve bedi manasındadır. İbareleri bedi olan Risale-i Nur, Celcelutiyede mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyakatim olmadığı halde, bana verilen “Bediüzzaman” lakabı benim değildi. Belki Risale-i Nurun manevi bir ismiydi; zahir bir tercümanına ariyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakiki sahibine iade edilmiş. Demek, Süryanice bedi manasında ve kasidede tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelutiye ismi, işari bir tarzda, bidat zamanında çıkan Bediülbeyan ve Bediüzzaman olan Risale-i Nurun hem ibare, hem mana, hem isim noktalarıyla bediliğine münasebetdarlığını ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmasında Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olmasına tahmin ediyorum.
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَأْنَا
SEKİZİNCİ REMİZ
Bu remzin beyanından evvel en mühim, iki suale cevap yazılacak.
Birinci sual: Bütün kıymettar kitaplar içinde Risale-i Nur, Kuranın işaretine ve iltifatına ve İmam-ı Alinin takdir ve tahsinine ve Gavs-ı azamın teveccüh ve tebşirine vech-i ihtisası nedir? O iki zatın kerametle Risale-i Nura bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermesinin hikmeti nedir?
Elcevap: Malumdur ki, bazı vakit olur, bir dakika, bir saat; ve belki bir gün, belki seneler kadar; ve bir saat, bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Mesela, bir dakikada şehid olan bir adam, bir velayet kazanır. Ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.
İşte, aynen öyle de, Risale-i Nura verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (a.s.m.) ve şeair-i Ahmediyeye (a.s.m.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu ahirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiaze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden müminlerin imanlarını kurtarması noktasından, Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesb etmiş ki; Kuran ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş. Ve İmam-ı Ali üç kerametle ona beşaret vermiş. Ve Gavs-ı azam kerametkarane ondan haber verip tercümanını teşci etmiş.
Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidi olan itikadın istinad kalaları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan, her mümin, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkiki lazımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kuraniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhanlarla ispat ederek, o iman-ı tahkikiyi taşıyan halis ve sadık şakirtleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde, hizmet-i imaniye itibarıyla adeta birer gizli kutup gibi, müminlerin manevi birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi, kuvve-i maneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip müminlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.
İkinci sual: Keramet izhar edilmezse daha evla olduğu halde, neden sen ilan edersin?
Elcevap: Bu, bana ait bir keramet değildir. Belki, Kuranın icaz-ı manevisinden tereşşuh ederek has bir tefsirinden keramet suretinde bizlere ve ehl-i imana bir ikram-ı Rabbani ve inam-ı İlahidir. Elbette mucize-i Kuraniye ve onun lemaları izhar edilir. Ve nimet ise, şükür niyetiyle ilan etmek, bir tahdis-i nimettir.
وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ ayeti izharına emreder.
Benim için medar-ı fahr ve gurur olacak bir liyakatim ve istihkakım olmadığını kasemle itiraf ediyorum. Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref, o çekirdekten çıkan şecere-i Risale-i Nur ve mucize-i maneviye-i Kuraniyeye geçmiş biliyorum. Ve öyle itikad ettiğimden, icaz-ı Kurani hesabına izhar ederim. Bütün kıymet, bir mucize-i Kuraniye olan Risale-i Nurdadır. Hatta, eskiden beri taşıdığım Bediüzzaman ismi onun imiş, yine ona iade edildi. Risale-i Nur ise, Kuranın malıdır ve manasıdır.
Bu remizde hususi kanaatimi teyid eden ve kendime mahsus çok emare ve karineler var. Fakat başkalara ispat edemediğimden yazamıyorum. Yalnız iki-üçüne işaret etmeye münasebet gelmiş.
Birincisi: Ben Celcelutiyeyi okuduğum vakit, sair münacatlara muhalif olarak, kendim bizzat hissiyatımla münacat ediyorum diye hissederdim. Ve başkasının lisanıyla taklitkarane olmuyordu. Benim için gayet fıtri ve dertlerime alakadar ve tefekkürat-ı ruhiyeme hoş bir zemin oluyordu. Birkaç sene sonra kerametini ve Risale-i Nur ile münasebetini gördüm ve anladım ki, o halet, bu münasebetten ileri gelmiş.
İkincisi: İmam-ı Ali başta رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ …. وَاَمْنِحْنِىِ يَا ذَا الْجَلاَلِ كَرَامَةً بِاَسْرَارِ عِلْمٍ يَاحَلِيمُ بِكَ انْجَلَتْ ve ortalarında مَقَالُ عَلِىٍّ وَابْنِ عَمِّ مُحَمَّدٍ وَسِرُّ عُلُومٍ لِلْخَلاَئِقِ جُمِّعَتْ ve ahirde bir hazine-i ulum olarak gösteriyor. Halbuki, zahirinde yalnız bir münacattır. Hatta İmam-ı Alinin hakikat-feşan sair kasideleri ve ilmi başka münacatları gibi, esrar-ı ilmiye ile tam münasebeti görünmüyor. Benim hususi kanaatım şudur ki: Celcelutiye, madem Risale-i Nuru içine almış ve sinesine basıp manevi veled gibi kabul etmiş, elbette وَسِرُّ عُلُومٍ لِلْخَلاَئِقِ جُمِّعَتْ fıkrası ile kendi hazinesinin bir kısım pırlantalarını ahirzamanda neşreden Risale-i Nuru şahit gösterip Celcelutiyeyi bir hazine-i ulum ve bir define-i ilmiyedir diye bihakkın medh ü sena edebilir.
Üçüncüsü: Malumdur ki, bazan gayet küçük bir emare, bazı şerait dahilinde gayet kuvvetli bir delil hükmüne geçer, yakin derecesinde kanaat verir. Bana böyle kanaat veren çok misallerinden yalnız sabık beyan ettiğim birtek misal bana kafi geliyor. Şöyle ki:
Hazret-i İmam-ı Ali تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla Risale-i Nuru tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslarıyla ve hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryanice isimleri tadad ederek münacat eder. Otuz iki veya otuz üç adet isimlerde iki defa بَعْدَهَا kelimesini tekrar eder. Biri, yirmi yedincide وذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا diğeri, otuz birde وَبَازُوخٍ بَعْدَهَا der.
İşte Risale-i Nurun Sözleri otuz üç ve bir cihette otuz iki ve Mektubat namındaki İkincisi: İmam-ı Ali başta رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ …. وَاَمْنِحْنِىِ يَا ذَا الْجَلاَلِ كَرَامَةً بِاَسْرَارِ عِلْمٍ يَاحَلِيمُ بِكَ انْجَلَتْ ve ortalarında مَقَالُ عَلِىٍّ وَابْنِ عَمِّ مُحَمَّدٍ وَسِرُّ عُلُومٍ لِلْخَلاَئِقِ جُمِّعَتْ ve ahirde bir hazine-i ulum olarak gösteriyor. Halbuki, zahirinde yalnız bir münacattır. Hatta İmam-ı Alinin hakikat-feşan sair kasideleri ve ilmi başka münacatları gibi, esrar-ı ilmiye ile tam münasebeti görünmüyor. Benim hususi kanaatım şudur ki: Celcelutiye, madem Risale-i Nuru içine almış ve sinesine basıp manevi veled gibi kabul etmiş, elbette وَسِرُّ عُلُومٍ لِلْخَلاَئِقِ جُمِّعَتْ fıkrası ile kendi hazinesinin bir kısım pırlantalarını ahirzamanda neşreden Risale-i Nuru şahit gösterip Celcelutiyeyi bir hazine-i ulum ve bir define-i ilmiyedir diye bihakkın medh ü sena edebilir.
Üçüncüsü: Malumdur ki, bazan gayet küçük bir emare, bazı şerait dahilinde gayet kuvvetli bir delil hükmüne geçer, yakin derecesinde kanaat verir. Bana böyle kanaat veren çok misallerinden yalnız sabık beyan ettiğim birtek misal bana kafi geliyor. Şöyle ki:
Hazret-i İmam-ı Ali تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla Risale-i Nuru tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslarıyla ve hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryanice isimleri tadad ederek münacat eder. Otuz iki veya otuz üç adet isimlerde iki defa بَعْدَهَا kelimesini tekrar eder. Biri, yirmi yedincide وذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا diğeri, otuz birde وَبَازُوخٍ بَعْدَهَا der.
İşte Risale-i Nurun Sözleri otuz üç ve bir cihette otuz iki ve Mektubat namındaki risalelerin dahi bir cihette otuz iki ve bir cihette otuz üç olup bu münacatla mutabık olması ve yalnız risale şeklinde iki adet zeyilleri bulunması ve o zeyillerin birisi Yirmi Yedinci Sözün ehemmiyetli zeyli ve diğeri Otuz Birinci Sözün kıymettar zeyli olması ve o iki zeyl risalesinin müstakil mertebe ve numaraları bulunmaması ve بَعْدَهَا kelimesi dahi aynı yerde, aynı manada tevafuk etmesi bana iki kere iki dört eder derecesinde kanaat veriyor ki, İmam-ı Ali tebei bir mana ile ve işari bir mefhumla Risale-i Nura, hatta zeyillerine bakmak için öyle yapmış. Daha çok karineler ve birer Söze işaret eden münasebetler var. Fakat gizli ve ince olduklarından zikredilmedi.
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ وَاللهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ اَسْتَغْفِرُ الل مِنْ خَطَۤائِى وَخَطِيئَاتِى وَمِنْ سَهْوِي وَغَلَطَاتِى وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ بِعَدَدِ حَاصِلِ ضَرْبِ حُرُوفِ رَسَۤائِلِ النُّورِ الْمَقْرُوئَةِ وَالْمَكْتُوبَةِ وَالْمُتَمَثِّلَةِ فِى الْهَوَۤاءِ فِى عَاشِرَاتِ دَقَۤائِقِ حَيَاتِى فِى الدُّنْيَا وَالْبَرْزَخِ وَاْلاٰخِرَةِ اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ بِعَدَدِهَا وَارْحَمْنَا وَارْحَمْ طَلَبَةَ رَسَۤائِلِ النُّورِ بِعَدَدِهَا اٰمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Yirmi Dokuzuncu Lemadan
İkinci Bab
Bu İkinci Bab, “Elhamdü lillah” hakkındadır.
İkinci Bab ile tabir edilen şu risalecikte “Elhamdü lillah” cümlesini insanlara dedirten imanın sonsuz fayda ve nurlarından, yalnız dokuz tane beyan edilecektir.
Birinci nokta
Evvela iki şey ihtar edilecektir.
1. Felsefe, herşeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise, herşeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nurani bir gözlüktür.
2. Bütün mahlukatla alakadar ve herşeyle bir nevi alışverişi olan ve kendisini abluka eden şeylerle lafzan ve manen görüşmek, konuşmak, komşuluk etmeye hilkaten mecbur olan insanın sağ, sol, ön, arka, alt, üst olmak üzere altı ciheti vardır.
İnsan, mezkur iki gözlüğü gözüne takmakla, mezkur cihetlerde bulunan mahlukatı, ahvali görebilir.
Sağ cihet: Bu cihetten maksat, geçmiş zamandır. Binaenaleyh, felsefe gözlüğü ile sağ cihete bakıldığı zaman, mazi ülkesinin kıyameti kopmuş, altı üstüne çevrilmiş, karanlıklı, korkunç, büyük bir mezaristanı andıran bir şekilde görünecektir. Ve bu görünüşte insan pek büyük bir dehşete, vahşete, meyusiyete maruz kaldığında şüphe yoktur.
Fakat iman gözlüğüyle o cihete bakıldığı zaman, hakikaten o ülkenin altı üstüne çevrilmiş bir şekilde görünürse de, fakat can telefi yoktur. Mürettebatı, sakinleri daha güzel, nurani bir aleme nakledilmiş oldukları anlaşılıyor. Ve o kabirler, çukurlar da, nurani bir aleme girmek için kazılan yeraltı tünelleri şeklinde telakki edilecektir. Demek imanın insanlara verdiği sürur, ferahlık, itminan, inşirah, binlerce “Elhamdü lillah” dedirten bir nimettir.
Sol cihet: Yani, gelecek zamana, felsefe gözlüğü ile bakıldığı zaman, bizleri çürütecek, yılan ve akreplere yedirip imha edecek, zulümatlı, korkunç, büyük bir kabir şeklinde görünecektir.
Fakat iman gözlüğüyle bakılırsa, Cenab-ı Hakkın, Halık, Rahman, Rahimin insanlara ihzar ettiği çeşit çeşit nefis, leziz, mekülat ve meşrubata zarf olan bir maide ve bir sofra-i Rahmani şeklinde görünecektir. Ve binlerce “Elhamdü lillah” okutturarak tekrar ettirecektir.
Üst cihet: Yani, semavat cihetine felsefe ile bakan bir adam, şu sonsuz boşlukta, milyarlarca yıldız ve kürelerin at koşusu gibi veya askeri bir manevra gibi yaptıkları pek süratli ve muhtelif hareketlerinden büyük bir dehşete, vahşete, korkuya maruz kalacaktır.
Fakat imanlı bir adam baktığı vakit o garip, acip manevranın bir kumandanın emri ile nezareti altında yapıldığı gibi, semavat alemini tezyin eden ve o yıldızların bize de ziyadar kandiller şeklinde olduklarını görecek ve o atlar koşusunda korku, dehşet değil, ünsiyet ve muhabbet edecektir. alem-i semavatı şöylece tasvir eden iman nimetine elbette binlerce “Elhamdü lillah” söylemek azdır.
Alt cihet: Yani, arz alemine felsefe gözüyle bakan insan, küre-i arzı başıboş, yularsız, şemsin etrafında serseri gezen bir hayvan gibi veya tahtası kırık, kaptansız bir kayık gibi görür ve dehşete, telaşa düşer.
Fakat iman ile bakarsa, arzın Rahmani bir sefine olup, Allahın kumandası altında bütün mekülat, meşrubat, melbusatıyla beraber, nev-i beşeri tenezzüh için şemsin etrafında gezdiren bir sefine şeklinde görür. Ve imandan neşet eden şu büyük nimete büyük büyük elhamdü lillahları söylemeye başlar.
Ön cihet: Felsefeci bir adam bu cihete bakarsa görür ki, bütün canlı mahlukat—insan olsun, hayvan olsun—kàfile-bekàfile, büyük bir süratle o cihete gidip kaybolurlar. Yani, ademe gider, yok olurlar. Kendisinin de o yolun yolcusu olduğunu bildiğinden, teessüründen çıldıracak bir hale gelir.
Fakat iman nazarıyla bakan bir mümin, insanların o cihete gidişleri, seyahatleri adem alemine değil, göçebeler gibi bir yayladan bir yaylaya bir intikaldir. Ve fani menzilden baki menzile, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmetler memleketine göç etmek olup, adem alemine gitmek değil diye bu ciheti memnuniyetle karşılar. Fakat yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkatler netice itibarıyla saadetlerdir. Çünkü, nurani alemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felaketlerin neticesidir. Mesela, Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zelihanın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nail olmuştur.
Ve keza, rahm-ı maderden dünyaya gelen çocuk, mahut tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nail oluyor.
Arka cihet: Yani geride gelenlere felsefe nazarıyla bakılsa, “Yahu, bunlar nereden nereye gidiyorlar ve niçin dünya memleketine gelmişlerdir?” diye edilen suale bir cevap alınamadığından, tabii, hayret ve tereddüt azabı içinde kalınır.
Fakat nur-u iman gözlüğüyle bakarsa, insanların kainat sergisinde teşhir edilen garip, acip kudretin mucizelerini görmek ve mütalaa etmek için Sultan-ı Ezeli tarafından gönderilmiş mütalaacı olduklarını anlar.
Ve bunlar o mucizenin derece-i kıymet ve azametine ve Sultan-ı Ezelinin azametine derece-i delaletlerine kesb-i vukuf ettikleri nisbetinde derece ve numara aldıktan sonra, yine Sultan-ı Ezelinin memleketine dönüp gideceklerini anlar ve bu anlayış nimetini kendisine iras eden iman nimetine “Elhamdü lillah” diyecektir.
Mezkur zulmetleri izale eden iman nimetine “Elhamdü lillah” diye edilen hamd dahi bir nimet olduğundan, ona da bir hamd lazımdır. Bu ikinci hamde de üçüncü bir hamd, üçüncüye dördüncü hamd lazım. وَهَلُّمَ جَرًّا Demek, bir hamd-i vahidden doğan hamdlerden ibaret gayr-i mütenahi bir silsile-i hamdiye husule geliyor.
İkinci nokta
Cihat-ı sitteyi tenvir eden iman nimetine de “Elhamdü lillah” demesi lazımdır. Çünkü, iman cihat-ı sittenin zulümatını izale etmekle def-i bela kabilinden büyük bir nimet sayıldığı gibi, tabii o cihat-ı sitteyi tenvir ettiği cihetle de celbül-menafi kabilinden ikinci bir nimet sayılır. Binaenaleyh insan fıtri bir medeniyete sahip olduğundan, cihat-ı sittede bulunan mahlukatla alakadar olur ve iman nimetiyle de cihat-ı sitteden istifade edebilmesi imkanı vardır.
Binaenaleyh, فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللهِ ayet-i kerimesinin sırrıyla, cihat-ı sitteden herhangi bir cihette olursa insan tenevvür eder.
Hatta mümin olan bir insanın dünyanın kuruluşundan sonuna kadar uzanan manevi bir ömrü vardır. Ve insanın bu manevi ömrü, ezelden ebede uzanan bir hayat nurundan medet ve yardım alır.
Ve keza cihat-ı sitteyi tenvir eden iman sayesinde, insanın şu dar zaman ve mekanı geniş ve rahat bir aleme inkılap eder. Bu büyük alem bir insanın hanesi gibi olur ve mazi, müstakbel zamanları, insanın ruhuna, kalbine bir zaman-ı hal hükmünde olur. Aralarında uzaklık kalkıyor.
Üçüncü nokta
İmanın istinad ve istimdat noktalarını havi olmasından, “Elhamdü lillah” demesi iktiza eder.
Evet, nev-i beşer, aczi ve düşmanların kesreti dolayısıyla dayanacak bir nokta-i istinada muhtaçtır ki, düşmanlarını def için o noktaya iltica etsin. Ve keza, kesret-i hacat ve şiddet-i fakr dolayısıyla da istimdat edecek bir nokta-i istimdada muhtaçtır ki, onun yardımıyla ihtiyaçlarını def etsin.
Demek, bir hamd-i vahidden doğan hamdlerden ibaret gayr-i mütenahi bir silsile-i hamdiye husule geliyor.
İkinci nokta
Cihat-ı sitteyi tenvir eden iman nimetine de “Elhamdü lillah” demesi lazımdır. Çünkü, iman cihat-ı sittenin zulümatını izale etmekle def-i bela kabilinden büyük bir nimet sayıldığı gibi, tabii o cihat-ı sitteyi tenvir ettiği cihetle de celbül-menafi kabilinden ikinci bir nimet sayılır. Binaenaleyh insan fıtri bir medeniyete sahip olduğundan, cihat-ı sittede bulunan mahlukatla alakadar olur ve iman nimetiyle de cihat-ı sitteden istifade edebilmesi imkanı vardır.
Binaenaleyh, فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللهِ ayet-i kerimesinin sırrıyla, cihat-ı sitteden herhangi bir cihette olursa insan tenevvür eder.
Hatta mümin olan bir insanın dünyanın kuruluşundan sonuna kadar uzanan manevi bir ömrü vardır. Ve insanın bu manevi ömrü, ezelden ebede uzanan bir hayat nurundan medet ve yardım alır.
Ve keza cihat-ı sitteyi tenvir eden iman sayesinde, insanın şu dar zaman ve mekanı geniş ve rahat bir aleme inkılap eder. Bu büyük alem bir insanın hanesi gibi olur ve mazi, müstakbel zamanları, insanın ruhuna, kalbine bir zaman-ı hal hükmünde olur. Aralarında uzaklık kalkıyor.
Üçüncü nokta
İmanın istinad ve istimdat noktalarını havi olmasından, “Elhamdü lillah” demesi iktiza eder.
Evet, nev-i beşer, aczi ve düşmanların kesreti dolayısıyla dayanacak bir nokta-i istinada muhtaçtır ki, düşmanlarını def için o noktaya iltica etsin. Ve keza, kesret-i hacat ve şiddet-i fakr dolayısıyla da istimdat edecek bir nokta-i istimdada muhtaçtır ki, onun yardımıyla ihtiyaçlarını def etsin.
Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allaha olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat ise ancak ahirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder, vicdanı daima muazzep olur.
Lakin, birinci noktaya istinad ve ikincisinden de istimdat eden adam, kalben ve ruhen pek çok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki, hem müteselli, hem vicdanı mutmain olur.
Dördüncü nokta
İman nuru, lezaiz-i meşruanın zevale başladıkları zaman hasıl olan elemleri, emsalinin vücut ve gelmekte olduklarını göstermekle izale eder.
Ve keza, nimetlerin devam edip tenakus etmemesini, nimetlerin menbaını göstermekle temin eder.
Ve keza, firak ve ayrılmaların elemlerini, teceddüd-ü emsalinin lezzetini göstermekle izale eder. Yani zeval düşüncesiyle bir lezzette çok elemler olur ki, iman o elemleri teceddüd-ü emsaliyle ihtar ve izale eder. Maahaza, lezzetlerin teceddüdünde de başka lezzetler vardır. Evet, bir semerenin şeceresi olmasa, o semerede münhasır kalan lezzet, onun yemesiyle zail olur ve zevali de mucib-i teessür olur. Fakat o semerenin şeceresi maruf ise, o semerenin zevalinden elem hasıl olmuyor; çünkü yerine gelen var. Ve aynı zamanda, teceddüd haddizatında bir lezzettir.
Ve keza ruh-u beşeri en ziyade sıkan, ayrılmalardan neşet eden elemlerdir. Nur-u iman o elemleri teceddüd-ü emsal ve tahaddüs-ü visal ümidiyle izale eder.
Beşinci nokta
İnsan şu mevcudatta kendisine düşman ve ecnebi tevehhüm ettiği veya ölüler, yetimler gibi hayatsız perişan vehmettiği şeyleri nur-u iman, ahbap ve kardeş sıfatıyla gösterir ve hayattar tesbihhan şeklinde irae eder.
Yani, gafletle bakan adam, alemin mevcudatını düşman gibi muzır telakki ederek tevahhuş eder. Ve eşyayı ecnebiler gibi görür. Çünkü, dalalet nazarında mazi ve istikbal zamanlarındaki eşya arasında uhuvvet, kardeşlik rabıtası ve bağlanış yoktur. Ancak zaman-ı halde eşya arasında küçük, cüzi bir alaka olur. Binaenaleyh, ehl-i dalaletin yekdiğerine olan uhuvvetleri, binler senelik uzun bir zamanda bir dakika kadardır.
Ve keza, iman nazarında bütün ecramı, hayattar ve birbirine ünsiyetli olduklarını görüyor. Ve her bir cirmin lisan-ı haliyle Halıkına tesbihat yapmakta olduğunu gösteriyor. İşte, bu itibarla, bütün ecramın kendilerine göre bir nevi hayat ve ruhları vardır. Binaenaleyh imanın şu görüşüne nazaran o ecramda dehşet, vahşet yoktur, ünsiyet ve muhabbet vardır.
Dalalet nazarı, matluplarını tahsil etmekten aciz olan insanların sahipsiz, hamisiz olduklarını telakki eder ve hüzün, keder, aczlerinden dolayı ağlayan yetimler gibi zanneder. İman nazarı ise, canlı mahlukata, ağlar yetimler gibi değil, ancak mükellef memur, muvazzaf zakir ve tesbihhan ibad sıfatıyla bakar.
Altıncı nokta
Nur-u iman, dünya ve ahiret alemlerini çeşit çeşit nimetlere mazhar iki sofra ile tasvir eder ki, mümin olan kimse iman eliyle ve zahiri, batıni duygularıyla ve manevi, ruhi olan letaifiyle o sofralardan istifade ediyor. Dalalet nazarında ise, zevilhayatın daire-i istifadesi küçülür, maddi lezzetlere münhasırdır.
İman nazarında, semavat ve arzı ihata eden bir daire kadar tevessü eder. Evet, bir mümin, güneşi kendi hanesinin damında asılmış bir lüküs, kameri bir idare lambası addedebilir. Bu itibarla şems, kamer, kendisine bir nimet olur. Binaenaleyh mümin olan zatın daire-i istifadesi semavattan daha geniş olur.
Evet, Kuran-ı Mucizül-Beyan وَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ ayetlerin belağatı ile, imandan neşet eden şu harika ihsanlara, inamlara işaret ediyor.
Yedinci nokta
Nur-u iman ile bilinir ki, Allahın varlığı bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki, sonsuz nimetlerin envaını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin sınıflarını havi bir menba, bir kaynaktır.
Binaenaleyh, zerrat-ı alemin adedince iman nimetlerine hamd ü sena etmek bir borçtur. Risale-i Nurun eczasında bir kısmına işaretler yapılmıştır. Maahaza, iman-ı billahdan bahseden Risale-i Nurun cüzleri, bu nimetten perdeyi kaldırarak gösteriyor.
“Elhamdü lillah” lam-ı istiğrakla işaret ettiği umum hamdlerle hamd edilmesi lazım olan nimetlerden birisi de, Rahmaniyet nimetidir. Evet, Rahmaniyet, zevilhayattan rahmete mazhar olanların sayısınca nimetleri tazammun etmiştir. Çünkü bilhassa insan, her bir zihayatla alakadardır. Bu itibarla insan her zihayatın saadetiyle saidleşir ve elemleriyle müteessir olur. Öyle ise, herhangi bir fertte bulunan bir nimet, arkadaşlarına da bir nimettir. Ve keza, validelerin şefkatleriyle nimetlenen çocukların sayısınca nimetleri tazammun edip ona göre hamdlere, senalara kesb-i istihkak edenlerden birisi de Rahimiyettir. Evet, annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur. İşte, bu gibi zevkler birer nimettir, hamd ve şükürler ister. Ve keza, kainatta mündemiç hikmetlerin bütün enva ve efradı adedince hamd ve şükürleri iktiza edenlerden birisi de hakimiyettir. Zira insanın nefsi, Rahmaniyetin cilveleriyle, kalbi de Rahimiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi, insanın aklı da hakimiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. İşte, bu itibarla ağız dolusu ile “Elhamdü lillah” söylemekle hamd ü senaları istilzam eder.
Ve keza, Esma-i Hüsnadan “Varis” isminin tecelliyatı adedince ve babalar gibi usulün zevalinden sonra baki kalan füruatın sayısınca ve alem-i ahiretin mevcudatı adedince ve uhrevi mükafatları almaya medar olmak üzere hıfzedilen beşerin amelleri sayısınca, sadası ile şu fezayı dolduracak kadar büyük bir “Elhamdü lillah” ile hamd edilecek Hafiziyet nimetidir. Çünkü, nimetin devamı, nimetin zatından daha kıymetlidir. Lezzetin bekàsı, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir. Ve hakeza… Binaenaleyh, Cenab-ı Hakkın Hafiziyeti tazammun ettiği nimetler, bütün kainatta mevcut, bütün nimetlerden daha çok ve daha üstündedir. Bu itibarla dünya dolusu ile bir “Elhamdü lillah” ister.
Şu zikredilen dört isme, baki kalan Esma-i Hüsnayı kıyas et ki, her bir isminde sonsuz nimetler bulunduğu için sonsuz hamdleri, şükürleri istilzam eder.
Ve keza, bütün nimet hazinelerini açmak salahiyetinde olan, nimet-i imana vesile olan Muhammed aleyhissalatü vesselam dahi öyle bir nimettir ki, nev-i beşer ilelebed o zatı (a.s.m.) medh ü sena etmeye borçludur. Ve keza, maddi ve manevi bütün nimetlerin envaına fihriste ve kaynak olan İslamiyet ve Kuran nimeti de gayr-ı mütenahi hamdleri bilistihkak istilzam eder.
Sekizinci nokta
Öyle bir Allaha hamd olsun ki, kainat ile tabir edilen şu kitab-ı kebir ve onun tefsiri olan Kuran-ı Azimüşşanın beyanına göre bütün babları ile fasılları ve bütün sayfaları ile satırları ve bütün kelimatı ile harfleri, o Zat-ı Akdese, sıfat-ı cemaliye ve kemaliyesini izhar ile hamd ü senahandır. Şöyle ki:
O kitab-ı kebirin her bir nakşı, küçük olsun, büyük olsun, (karınca kaderince), Vahid ve Samed olan Nakkaşının evsaf-ı celaliyesini izhar ile hamd-ü senalar eder. Ve keza, o kitabın her bir yazısı, Rahman ve Rahim olan Katibinin evsaf-ı cemalini göstermekle senahan oluyor. Ve keza, o kitabın bütün yazıları noktaları, nakışları, Esma-i Hüsnanın tecelliyat ve cilvelerine makes ve mazhar olmak cihetiyle, o Zat-ı Akdesi takdis, tahmid, temcid ile senahandır. Ve keza, o kitabın her bir nazmı, kasidesi, Kadir, Alim olan Nazımını takdis ile tahmid eyler.
Dokuzuncu nokta…
Ed-Dai
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Saidden yetmiş dokuz emvat ba-asam alama.
Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş,
Beraber ağlıyor hüsran-ı İslama.
Mezar taşımla pür-emvat enindar o mezarımla
Revanım saha-i ukba-yı ferdama.
Yakinim var ki, istikbal semavatı, zemin-i Asya
Bahem olur teslim yed-i beyza-yı İslama.
Zira yemin-i yümn-ü imandır,
Verir emn ü eman ile enama.