"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Üçüncü Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

O malum talebesine gönderilen mektubun bir parçasıdır.

HAMİSEN: Bir mektupta, buradaki hissiyatıma hissedar olmak arzusunu yazmıştın. İşte binden birini işit.

Bir gece, yüz tabakalık irtifada, bir katran ağacının başındaki yuvada, semanın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne baktım; Kuran-ı Hakimin

فَلاَ اُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ اَلْجَوَارِ الْكُنَّسِ kaseminde ulvi bir nur-u icaz ve parlak bir sırr-ı belağat gördüm. Evet, seyyar yıldızlara ve istitar ve intişarlarına işaret eden şu ayet, gayet ali bir nakş-ı sanat ve ali bir levha-i ibret, nazar-ı temaşaya gösteriyor.

Evet, şu seyyareler, kumandanları olan güneşin dairesinden çıkıyorlar, sabit yıldızlar dairesine girerek semada yeni yeni nakışları ve sanatları gösteriyorlar. Bazan kendileri gibi parlak bir yıldıza omuz omuza verir, güzel bir vaziyet gösteriyorlar. Bazan küçük yıldızlar içine girip bir kumandan suretini gösteriyorlar. Hususuyla bu mevsimde, akşamdan sonra, ufukta Zühre yıldızı ve fecirden evvel diğer parlak bir arkadaşı, gayet şirin ve güzel bir vaziyet gösteriyorlar. Sonra, vazife-i teftişiyelerini ve nakş-ı sanatta mekiklik hizmetini ifadan sonra yine dönüp, sultanları olan güneşin şaşaalı dairesine girip gizleniyorlar. Şimdi, şu hunnes, künnes tabir edilen seyyarelerle şu zeminimizi kainat fezasında birer gemi, birer tayyare suretinde kemal-i intizamla döndüren ve seyr ü seyahat ettiren Zatın haşmet-i rububiyetini ve şaşaa-i saltanat-ı uluhiyetini güneş gibi parlaklığıyla gösteriyorlar.

Bak bir saltanatın haşmetine ki, gemileri ve tayyareleri içinde öyleleri var ki, bin defa küre-i arz kadar bir cesamette ve bir saniyede sekiz saat mesafeyi kat eden sürattedir. İşte, böyle bir Sultana ubudiyet ve imanla intisap etmek ve şu dünyada ona misafir olmak ne kadar ali bir saadet, ne derece büyük bir şeref olduğunu kıyas et.

Sonra kamere baktım. وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ ayetinin gayet parlak bir nur-u icazı ifade ettiğini gördüm. Evet, kamerin takdiri ve tedviri ve tedbir ve tenviri ve zemine ve güneşe karşı gayet dakik bir hesapla vaziyetleri o kadar hayretfeza, o derece harikadır ki, “Onu öyle tanzim eden ve takdir eden bir Kadire hiçbir şey ağır gelmez; onu öyle yapan herşeyi yapabilir” fikrini, temaşa eden herbir zişuura ders verir.

Hem öyle bir tarzda güneşi takip ediyor ki, bir saniye kadar yolunu şaşırmıyor, zerre kadar vazifesinden geri kalmıyor. Dikkatle bakana, سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ dedirtiyor. Hususan Mayısın ahirinde olduğu gibi, bazı vakitte ince hilal şeklinde Süreyya menziline girdiği vakit, hurma ağacının eğilmiş beyaz bir dalı suretini ve Süreyya bir salkım suretini gösterdiğinden, o yeşil sema perdesi arkasında, hayale nurani büyük bir ağacın vücudunu tahayyül ettirir. Güya, o ağaçtan bir dalının bir sivri ucu o perdeyi delmiş, bir salkımıyla beraber başını çıkarmış, Süreyya ve hilal olmuş; ve sair yıldızlar da o gaybi ağacın meyveleri olduğunu hayale telkin eder. İşte كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ teşbihinin letafetini, belağatini gör.

Sonra هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا ayeti hatırıma geldi ki, zemin musahhar bir sefine, bir merkup olduğunu işaret ediyor. O işaretten, kendimi feza-yı kainatta süratle seyahat eden pek büyük bir geminin yüksek bir mevkiinde gördüm. At ve gemi gibi bir merkuba binildiği zaman kıraati sünnet olan سُبْحَانَ الَّذِى سَخَّرَلَنَا هٰذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ ayetini okudum.

Hem gördüm ki, küre-i arz, şu hareketle, sinema levhalarını gösteren bir makine vaziyetini aldı, bütün semavatı harekete getirdi, bütün yıldızları muhteşem bir ordu gibi sevke başladı. Öyle şirin ve yüksek manzaraları gösterdi ki, ehl-i fikri mest ve hayran eder. Fesübhanallah dedim, ne kadar az bir masrafla ne kadar çok ve büyük ve garip ve acip, ali ve gali işler görülüyor! Bu noktadan, iki nükte-i imaniye hatıra geldi.

Birincisi: Birkaç gün evvel bir misafirim bana sual etti. O şüpheli sualin esası şudur: “Cennet ve Cehennem pek çok uzaktırlar. Haydi, ehl-i Cennet, lütf-u İlahi ile, berk ve burak gibi uçarak haşirden geçerler, Cennete giderler. Fakat ehl-i Cehennem, sakil cisimleri ve büyük ve ağır günahların yükleri altında nasıl gidecekler? Hangi vasıta ile?”

İşte hatıra gelen şudur: Nasıl ki, mesela Amerikada, bütün milletler umumi bir kongreye davet edilse, her millet büyük gemisine biner, oraya gider. Öyle de, bahr-i muhit-i kainatta, bir senede yirmi beş bin senelik uzun bir seyahate alışan küre-i arz, ahalisini alır, gider, mahşer meydanına boşaltır. Hem, her otuz üç metrede bir derece-i hararet tezayüd ettiği delaletiyle, merkez-i arzda bulunan Cehennem ateşinin hadisçe beyan olunan derece-i hararetine muvafık iki yüz bin derece-i harareti taşıyan ve hadisin rivayatına göre dünyada ve berzahta Büyük Cehennemin bazı vazifelerini gören ateşini Cehenneme döker; sonra emr-i İlahi ile daha güzel ve baki bir surete tebeddül eder, ahiret aleminden bir menzil olur.

Hatıra gelen ikinci nükte: Sani-i Kadir, Fatır-ı Hakim, Vahid-i Ehad, kemal-i kudretini ve cemal-i hikmetini ve delil-i vahdetini göstermek için, pek az birşeyle çok işleri görmek, pek küçük birşeyle pek büyük vazifeleri gördürmeyi adet etmiştir. Bazı Sözlerde demiştim ki: Eğer bütün eşya tek bir Zata isnad edilse, vücub derecesinde bir suhulet, bir kolaylık peyda eder. Eğer eşya müteaddit sanilere, esbablara isnad edilse, imtina derecesinde bir suubet, bir müşkülat ortaya düşer. Çünkü, bir zabit gibi veya usta gibi birtek zat, kesretli efrada ve kesretli taşlara bir fiille, bir hareketle ve suhuletle bir vaziyet verip bir netice hasıl eder ki, eğer o vaziyeti alması ve o neticeyi istihsal etmesi, o ordudaki efrada ve o direksiz kubbedeki taşlara havale edilse, pek çok fiillerle, pek çok müşkülatla, pek çok karışıklıklarla ancak yapılabilir.

İşte, şu kainattaki raks ve deveran, seyr ü cevelan ve temaşa-i tesbihfeşan ve fusul-ü erbaa ve gece-gündüzdeki seyeran gibi efal, eğer vahdete verilse, birtek Zat, birtek emirle, birtek küreyi tahrik ile, mevsimlerin değişmesindeki acaib-i sanatı ve gece-gündüzün deveranındaki garaib-i hikmeti ve yıldızların ve şems ve kamerin suri hareketlerinde şirin temaşa levhalarını göstermek gibi, o ali vaziyetleri ve gali neticeleri istihsal eder. Çünkü umum mevcudat ordusu Onundur. İstese, arz gibi bir neferi, umum yıldızlara kumandan tayin eder. Koca güneşi, ahalisine ısıtıcı ve ışık verici bir lamba; ve elvah-ı nukuş-u kudret olan fusul-ü erbaayı da bir mekik; ve sahaif-i kitabet-i hikmet olan gece-gündüzü de bir yay yapar. Herbir gününe, ayrı bir şekilde bir kameri göstererek, evkatın hesabı için takvimcilik yaptırır. Ve yıldızların kendilerine, raksa gelen ve cezbeden raks eden melaikenin ellerinde, süslü ve şirin, parlak, nazenin misbahlar suretini vermek gibi, arza ait çok hikmetlerini gösterir. Eğer bu vaziyetler, umum mevcudata hükmü ve nizamı ve kanunu ve tedbiri müteveccih olan bir Zattan istenilmezse, o vakit umum güneşler, yıldızlar, hakiki hareketle ve hadsiz bir süratle hadsiz bir mesafeyi hergün kat etmeleri lazım gelir.

İşte, vahdette nihayetsiz suhulet ve kesrette nihayetsiz suubet bulunduğundandır ki, ehl-i sanat ve ticaret, kesrete bir vahdet verir, ta suhulet ve kolaylık olsun. Yani, şirketler teşkil ederler.

Elhasıl, dalalet yolunda nihayetsiz müşkülat var; hidayet ve vahdet yolunda nihayetsiz suhulet var.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Said Nursi