بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
O mezkur ve malum talebesinin hediyesine karşı cevaptan bir parçadır.
SALİSEN: Bana bir hediye gönderdin; gayet ehemmiyetli bir kaidemi bozmak istersin. Ben demiyorum ki: “Kardeşim ve biraderzadem olan Abdülmecid ve Abdurrahmandan kabul etmediğim gibi senden de kabul etmem.” Çünkü sen onlardan daha ileri ve ruhuma daha yakın olduğundan, herkesin hediyesi reddedilse, seninki bir defaya mahsus olmak üzere reddedilmez. Fakat bu münasebetle o kaidemin sırrını söyleyeceğim. Şöyle ki:
Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına girmektense ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde kaidesini bozmadı. Eski Saidin, senin bu biçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve suni bir istiğna değil, belki dört beş ciddi esbaba istinat eder.
Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar, “İlmi ve dini kendilerine medar-ı mAyşet yapıyorlar” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lazımdır.
İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kuran-ı Hakimde, hakkı neşredenler إِنْ اَجْرِىَ إِلاَّ عَلَى اللهِ اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ
diyerek insanlardan istiğna göstermişler. Sure-i Yasinde اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ cümlesi, meselemiz hakkında çok manidardır.
Üçüncüsü: Birinci Sözde beyan edildiği gibi, Allah namına vermek, Allah namına almak lazımdır. Halbuki, ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımni bir minnet eder. Ya alan gafildir; Münim-i Hakikiye ait şükrü, senayı zahiri esbaba verir, hata eder.
Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şeyle değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzak-ı Zülcelale yüz binler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakiye-i ömrümü de o kaideyle geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.
Beşincisi: Bir iki senedir çok emareler ve tecrübelerle kati kanaatim oldu ki, halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almaya mezun değilim. Bazıları bana dokunuyor; belki dokunduruluyor, yedirilmiyor, bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamaya manen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.
Hem bende bir tevahhuş var. Herkesi her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lazım geliyor. O da hoşuma gitmiyor. Hem tasannu ve temellukten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en ala baklavasını yemek, en murassa libasını giymek ve onların hatırını saymaya mecbur olmak, bana nahoş geliyor.
Altıncısı: Ve istiğna sebebinin en mühimi, mezhebimizce en muteber olan İbn-i Hacer diyor ki: “Salahat niyetiyle sana verilen birşey salih olmazsan kabul etmek haramdır.”
İşte, şu zamanın insanları, hırs ve tama yüzünden, küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkar bir biçareyi, salih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer-haşa-ben kendimi salih bilsem, o alamet-i gururdur, salahatin ademine delildir. Eğer kendimi salih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem ahirete müteveccih amale mukàbil sadaka ve hediyeyi almak, ahiretin baki meyvelerini dünyada fani bir surette yemek demektir.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursi