بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
سَلاَمُ اللهِ وَرَحْمَتُهُ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰى اِخْوَانِكُمْ لاَسِيَّمَا… اِلٰى اٰخِرِهِ
AZİZ kardeşlerim,
Ben şimdi Çam Dağında, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde, bir menzilde bulunuyorum. İnsten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim. İnsanlarla sohbet arzu ettiğim vakit, hayalen sizleri yanımda bulur, bir hasbihal ederim, sizinle müteselli olurum. Bir mani olmazsa, bir iki ay burada yalnız kalmak arzusundayım. Barlaya dönsem, arzunuz vechile sizden ziyade müştak olduğum şifahi bir musahabe çaresini arayacağız. Şimdi bu çam ağacında hatıra gelen iki üç hatırayı yazıyorum.
Birincisi: Bir parça mahrem bir sırdır. Fakat senden sır saklanmaz. Şöyle ki:
Ehl-i hakikatin bir kısmı nasıl ki ism-i Veduda mazhardırlar ve azami bir mertebede o ismin cilveleriyle, mevcudatın pencereleriyle Vacibül-Vücuda bakıyorlar. Öyle de, şu hiç ender hiç olan kardeşinize, yalnız hizmet-i Kurana istihdamı hengamında ve o hazine-i binihayenin dellalı olduğu bir vakitte, ism-i Rahim ve ism-i Hakim mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşaallah, o Sözler وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا sırrına mazhardırlar.
İkincisi: Tarik-i Nakşi hakkında denilen “Der tarik-i Nakşibendi lazım amed çar terk Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk” olan fıkra-i rana birden hatıra geldi. O hatıra ile beraber, birden şu fıkra tulu etti:
“Der tarik-i aczmendi lazım amed çar çiz Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz.”
Sonra, senin yazdığın, “Bak kitab-ı kainatın safha-i renginine, ilaahir.” olan rengin ve zengin şiir hatırıma geldi. O şiirle semanın yüzündeki yıldızlara baktım. “Keşke şair olsaydım, bunu tekmil etseydim” dedim. Halbuki şiir ve nazma istidadım yokken yine başladım. Fakat nazım ve şiir yapamadım. Nasıl hutur ettiyse öyle yazdım. Benim varisim olan sen, istersen nazma çevir, tanzim et. İşte, birden hatıra gelen şu:
Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,
Name-i nurin-i hikmet bak ne takrir eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
Bir Kadir-i Zülcelalin haşmet-i sultanına,
Birer burhan-ı nurefşanız biz vücud-u Sania,
Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan
Nazenin mucizatı çün melek seyranına,
Bu semanın arza bakan, Cennete dikkat eden
Binler müdakkik gözleriz biz.
Tuba-yı hilkatten semavat şıkkına
Hep kehkeşan ağsanına,
Bir Cemil-i Zülcelalin dest-i hikmetiyle takılmış
Pek güzel meyveleriyiz biz.
Şu semavat ehline birer mescid-i seyyar
Birer hane-i devvar, birer ulvi aşiyane,
Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar
Birer tayyareleriz biz.
Bir Kadir-i Zülkemalin, bir Hakim-i Zülcelalin
Birer mucize-i kudret, birer harika-i sanat-ı Halıkane,
Birer nadire-i hikmet, birer dahiye-i hilkat
Birer nur alemiyiz biz.
Böyle yüz bin dille yüz bin burhan gösteririz
İşittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,
Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen ayetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize müsebbihiz, zikrederiz abidane
Kehkeşanın halka-i kübrasına mensup birer meczuplarız biz.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursi