"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Konferans

Teşrin-i Sani 1950de Ankara Üniversitesinde profesör ve mebuslarımız ve Pakistanlı misafirlerimiz ve muhtelif fakülte talebelerinin huzurunda, Fakülte Mescidinde gece yarısına kadar devam eden bir mecliste verilen ve büyük bir alaka ve ehemmiyetle dinlenmiş olan bir konferanstır.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلٰوةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

İman ve İslamiyet ab-ı hayatına susamış kıymetli kardeşlerim,
Evvela: İtiraf edeyim ki, bu konferansın verildiği kürsüde bulunmuş olmak itibariyle sizlerden farkım yoktur. Sizin bir kardeşinizim. Hem bu konferans, benim çok muhtaç olduğum gayet nafi bir dersimdir. Muhatap kendimdir. Dersimi müzakere nevinden, siz mübarek kardeşlerime okuyacağım. Kusurlar bendendir. Kemal ve güzellikler, istifade ettiğim Risale-i Nur eserlerine aittir. Bir mani başımıza gelmezse, haftada bir defa olarak devam edeceğimiz dini konferanslardan, bugün birincisi imana dairdir. Çünkü, Bediüzzaman Said Nursinin Birinci Millet Meclisinde beyan ettiği gibi, “Kainatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.” Bunun için biz de konferansımızın Kuran, iman, Peygamberimiz Resulallah aleyhissalatü vesselam Efendimiz hakkında olmasını münasip gördük. İkincisi de inşaallah namaz ve ibadete ait olacaktır.

Bu mevzuları bize ders verecek bir eser aradık. Nihayet bu hayati ve ebedi ihtiyacımızı, asrımızın fehmine uygun ve ikna edici bir tarzda ders veren ve yarım asra yakındır, büyük bir itimat ve emniyete mazhar olmakla en muteber dini bir eser olan “Risale-i Nur”u intihap ettik. Şimdi, ilk konferansımızın niçin iman mevzuunda olduğunu izah ile bu eser ve müellifi hakkında gayet kısa olarak malumat vereceğiz. Şöyle ki:

Bu asırda din ve İslamiyet düşmanları, evvela imanın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak planını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hususan bu yirmi beş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münafıkane ve çeşit çeşit maskeler altında imanın erkanına yapılan suikastlar pek dehşetli olmuştur, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir.

Halbuki, imanın rükünlerinden birisinde hasıl olacak bir şüphe veya inkar, dinin teferruatında yapılan lakaytlıktan pek çok defa daha felaketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki; şimdi en mühim iş, taklidi imanı tahkiki imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir, imanı takviye etmektir; imanı kurtarmaktır. Herşeyden ziyade imanın esasatıyla meşgul olmak kati bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hatta mecburiyet haline gelmiştir. Bu, Türkiyede böyle olduğu gibi, umum İslam dünyasında da böyledir.

Evet, temelleri yıpratılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir faide temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal ve yapraklarını ilaçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir faide verebilir mi?

İnsan, saray gibi bir binadır, temelleri erkan-ı imaniyedir. İnsan, bir şeceredir, kökü esasat-ı imaniyedir. İmanın rükünlerinden en mühimmi, iman-ı billahdır, Allaha imandır. Sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı, iman ilmidir.

İman, yalnız icmali bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır. Taklidi bir iman, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkiki iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkiki imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslamiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkumdur.

Tahkiki imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi bir vesvese veya şüpheye düşürtemez.

İşte, bu hakikatlara binaen biz de tahkiki imanı ders vererek, imanı kuvvetlendirip insanı ebedi saadet ve selamete götürecek Kuran ve iman hakikatlarını cami bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı katiyetle lazım ve elzem gördük. Aksi takdirde, bu zamanda dünyevi ve uhrevi dehşetli musibetler içine düşmek, şüphe götürmez bir hakikat halindedir. Bunun için yegane kurtuluş çaremiz, Kuran-ı Hakimin imani ayetlerini ve bu asra bakan ayet-i kerimelerini tefsir eden yüksek bir Kuran tefsirine sarılmaktır.

Şimdi, “Böyle bir eser, bu asırda var mıdır?” diye bir sualin içinizde hasıl olduğu, nurani bir heyecanı ifade eden simalarınızdan anlaşılmaktadır.

Evet, bu çeşit ihtiyacımızı tam karşılayacak olan bir eseri bulmak için çok dikkat ve itina ile aradık. Nihayet, hem Türk gençliğine, hem umum Müslümanlara ve beşeriyete Kurani bir rehber ve bir mürşid-i ekmel olacak bir eserin Bediüzzaman Said Nursinin Risale-i Nur eserleri olduğu kanaatına vardık. Bizimle beraber, bu hakikata Risale-i Nurla imanını kurtaran yüzbinlerle kimseler de şahittir.

Evet, yirminci asırda külli ve umumi bir rehberlik vazifesini görecek Kurani bir eserin müellifinin, şu hususiyetleri haiz olmasını esas ittihaz ettik. Bu hasiyetlerin de tamamıyla Risale-i Nurda ve müellifi Bediüzzaman Said Nurside mevcut olduğunu gördük. Şöyle ki:

Birincisi: Müellifin, yalnız Kuran-ı Hakimi kendine üstad edinmiş olması…

İkincisi: Kuran-ı Hakim, hakiki ilimleri havi bir kitab-ı mukaddestir. Ve bütün asırlarda, insanların umum tabakalarına hitap eden ezeli bir hutbedir. Bunun için, Kuranı tefsir ederken, hakikatın safi olarak ifade edilmesi ve böylece hakiki bir tefsir olması için, müfessirin kendi hususi meslek ve meşrebinin tesiri altında kalmamış ve hevesi karışmamış olması lazımdır. Ve hem de Kuranın manalarını keşif ile tezahür eden Kuran hakikatlarının tesbiti için elzemdir ki, o müfessir zat, herbir fende mütehassıs geniş bir fikre, ince bir nazara ve tam bir ihlasa malik bir allame ve hem gayet ali bir deha ve nüfuzlu derin bir içtihad ve bir kuvve-i kudsiyeye sahip olsun…

Üçüncüsü: Kuran tefsirinin tam bir ihlasla telif edilmiş olması ki, müellifin, Cenab-ı Hakkın rızasından başka hiçbir maddi, manevi menfaatı gaye edinmemesi ve bu ulvi haletin müellifin hayatındaki vukuatlarda müşahede edilmiş olması…

Dördüncüsü: Kuranın en büyük mucizelerinden birisi de, gençlik ve tazeliğini muhafaza etmesidir. Ve o asırda inzal edilmiş gibi, her asrın ihtiyacını karşılayan bir vechesi olmasıdır. İşte, bu asırda meydana getirilen bir tefsirde, Kuran-ı Hakimin asrımıza bakan vechesinin keşf edilip, avamdan en havassa kadar her tabakanın istifade edebileceği bir üslupla izah ve ispat edilmiş olması…

Beşincisi: Müfessirin Kuran ve iman hakikatlarını, cerh edilmez delil ve hüccetlerle ispat ederek tedris etmesi. Yani, pozitivizmi (ispatiyecilik) bir esas ittihaz etmiş olması…

Altıncısı: Ders verdiği Kurani hakikatların, hem aklı, hem kalbi, hem ruhu ve vicdanı tenvir ve tatmin ve nefsi musahhar etmesi ve şeytanı dahi ilzam edecek derecede kuvvetli ve gayet beliğ, nafiz ve müessir olması..

Yedincisi: Hakikatların derkine de mani olan benlik, gurur, ucub ve enaniyet gibi kötü hasletlerden kurtarıp, tevazu ve mahviyet gibi yüksek ve güzel ahlaklara sahip kılması…

Sekizincisi: Kuran-ı Kerimi tefsir eden bir allamenin Resulallah aleyhissalatü vesselamın sünnetine ittiba etmiş olması ve ehl-i sünnet ve cemaat mezhebi üzere ilmiyle amil olması ve azami bir zühd ve takva ve azami ihlas ve dine hizmetinde azami sebat, azami sıdk ve sadakat ve fedakarlığa, azami iktisat ve kanaata malik olması şarttır.

Hülasa olarak müfessirin, Kurani risaleleriyle, Risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) azami takva ve azami ubudiyeti ve kuvve-i kudsiyesiyle de velayet-i Ahmediyenin lemeatına mazhar olmuş hadim-i Kuran bir zat olması…

Dokuzuncusu: Müfessirin, Kurani ve şeri meseleleri beyan ederken, şu veya bu tazyik ve işkenceyi nazara almayan, herhangi bir tesir altında kalarak fetva vermeyen ve ölümü istihkar edip, dünyaya meydan okuyacak bir iman kuvvetiyle hakikatı pervasızca söyleyen İslami şecaat ve cesarete malik olan bir müfessir olması gerektir.

Hem idam planlarının tatbik edildiği ve birtek dini risale neşrettirilmediği dehşetli bir devirde, bilhassa imha edilmesi ve söndürülmesi hedef tutulan Kurani, şeri esasatı telif ve neşretmiş olduğu meydanda olmakla bir mürşid-i kamil ve İslamın, bu asırda hakiki bir rehber-i ekmeli ve Kuranın muteber bir müfessir-i azamı olmuş olması lazımdır.

İşte bu zamanda, yukarıda mezkur dokuz şart ve hususiyetlerin, müellif Said Nurside ve eserleri olan Nur Risalelerinde ayniyle mevcut olduğu, hakiki ve mütebahhir ulema-i İslamın icma ve tevatür ve ittifakıyla sabit olmuştur. Ve hem intibaha gelmekte olan bu millet-i İslamiyece, Avrupa ve Amerikaca malum ve musaddaktır.

İşte arkadaşlar, biz, böyle bir tefsir-i Kuran arıyor ve böyle bir müfessir istiyorduk.

Kıymetli kardeşlerim! Böyle dehşetli bir asırda, insanın en büyük meselesi imanı kurtarmak veya kaybetmek davasıdır. Umumi harpler, beşere intibah vermiş, dünya hayatının faniliğini ihtar etmiştir ve baki bir alemde, ebedi bir saadet içinde yaşamak hissini uyandırmıştır. Elbette böyle muazzam bir davayı, şaşırtıcı ve aldatıcı bir zamanda kazanabilmek için, bir dava vekili bulmakta çok dikkatli olmamız lazımdır. Bunun için tetkikatımızı biraz daha genişleteceğiz. Şöyle ki:

Asrımızdan evvelki İslamiyetin ilm-i kelam dahileri ve dinimizin harika imamları ve Kuran-ı Hakimin dahi müfessirlerinin vücuda getirdikleri eserler kıymet takdiri mümkün olmayacak derecede kıymettardır. O zatlar, İslamiyetin birer güneşidirler. Fakat bu zaman, o büyük zatların yaşadığı zaman gibi değildir.

Eski zamanda, dalalet, cehaletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalalet—Kuran ve İslamiyete ve imana taarruz—fen ve felsefe ve ilimden geliyor. Bunun izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binden bir bulunuyordu; bulunanlardan, ancak binden biri, irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.

Hem, bundan evvelki asırlarda, müsbet ilimlerin, yirminci asırdaki kadar terakki etmemiş olduğu malumunuzdur. Şu halde, bu asırda dünyaya yayılmış olan dinsizlik ve maddiyunluğu kökünden yıkabilmek, hak ve hakikat yolunu gösterip, beşeri sırat-ı müstakime kavuşturmak, imanı kurtarabilmek için, ancak ve ancak Kuran-ı Hakimin bu asra bakan vechesini keşfedip, umumun müstefid olabileceği bir şekilde tefsir edilmesi elbette bu asırda kabil olacaktır.

İşte, Bediüzzaman Said Nursi, Kuran-ı Kerimdeki bu asrın muhtaç olduğu hakikatları keşfedip, Nur Risalelerinde, herkesin kabiliyeti nisbetinde istifade edebileceği bir tarzda tefsir ve izah etmek muvaffakiyetine mazhar olmuştur. Bunun içindir ki, Risale-i Nur, emsali görülmemiş bir şaheserdir kanaatına varılmıştır.

Ve yine Risale-i Nurdaki bu imtiyazdan dolayıdır ki, bu mübarek İslam milletinden milyonlarca bahtiyar kimseler, tercihan ve ziyade bir ihtiyaç duyarak, büyük bir iştiyak ve sevgiyle senelerce devam eden tazyikatlar içerisinde Risale-i Nuru okumuşlardır.

Hem Risale-i Nur ihtiyaç zamanında telif edildiğinden Türkiye ve İslam dünyası genişliğinde gelişmiş ve dünyayı alakadar eden bir imtiyaza mazhar olduğunu gözlere göstermiştir…

Kıymetli kardeşlerim,

Said Nursi kırk sene evvel İstanbulda iken, “Kim ne isterse sorsun” diye, harikulade bir ilanat yapmıştır. Bunun üzerine o zamanın meşhur alim ve allameleri, Bediüzzamanın hücresine kafile kafile gidip, her nevi ilimlere ve muhtelif mevzulara dair sordukları en müşkil, en muğlak sualleri Bediüzzaman duraklamadan doğru olarak cevaplandırmıştır.

Böyle had ve hududu tayin edilmeyen, yani “şu veya bu ilimde veya mevzuda, kim ne isterse sorsun” diye bir kayıt konulmadan ilanat yapmak ve neticede daima muvaffak olmak, beşer tarihinde görülmemiş ve böyle ihatalı ve yüksek bir ilme sahip böyle bir İslam dahisi, şimdiye kadar zuhur etmemiştir; Asr-ı Saadet müstesna…

Hatta o zamanlarda, Mısır Camiül-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahit Efendi, İstanbula bir seyahat için geldiğinde, Kürdistanın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek, İstanbulda bulunan Bediüzzaman Said Nursiyi ilzam edemeyen İslam uleması, Şeyh Bahitden bu genç hocanın (Bediüzzamanın) ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahit de, bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camiinden çıkılıp “çayhane”ye oturulduğunda, bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahit Efendi, Bediüzzaman Said Nursiye hitaben: مَا تَقُولُ فِى حَقِّ اْلاَوْرُبَائِيَّةِ وَالْعُثْمَانِيَّةِ yani: “Avrupa ve Osmanlı Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir?”

Şeyh Bahit Efendi Hazretlerinin bu sualden maksadı, Bediüzzaman Said Nursinin, şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekasını tecrübe etmek değildi. Zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i alemdeki siyasetini anlamak fikrinde idi.

Buna karşı, Bediüzzamanın verdiği cevap şu oldu:

اِنَّ اْلاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِاْلاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَاِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِاْلاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ اَيْضًا يَوْمًا مَا

yani, “Avrupa bir İslam devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hamiledir. Birgün gelip doğuracaklardır.”

Bu cevaba karşı, Şeyh Bahit Hazretleri, “Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatta idim. Fakat bu kadar veciz ve beligane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzamana hastır” demiştir. Nitekim, Bediüzzamanın dediği gibi, ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş. Bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde, şeair-i İslamiyeye muhalif çok adat-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiyede yerleştirmekle, ve şimdi Avrupada Kurana ve İslamiyete karşı gösterilen hüsn-ü alaka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde, fevc fevc İslamiyeti kabul etmek gibi hadiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.

İşte, büyük ulema-i İslam ve meşayih-ı kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaata varmışlardır ki, Bediüzzaman ne söylerse hakikattır. Bediüzzamanın eserleri sünuhat-ı kalbiye olup, cumhur-u ulemanın tasdik ve takdirine mazhardır.

Ehl-i ilim, ehl-i tasavvuf ve ehl-i mektep ve fen, Bediüzzamanın eserlerinden sadece istifaza ve istifade ederler. Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kuran-ı Kerimden başka bir kitapla iştigal etmeyen, yüz otuzu Türkçe, on beşi Arapça olan eserlerini telif ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan katipleri tarafından şehadet edilen, esasen kütüphanesi de bulunmayan, yarım ümmi bir zat, öyle misilsiz bir ilanatla, ulum-u cedide de dahil mütenevvi ilimlerde, yüksek alimler ve büyük mürşidlerle, genç yaşında yaptığı münazaraların hepsinde muvaffak olduğu meydanda bulunan, ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilaflı olanları tashih eden, kendisi için “Bediüzzamanın cevap veremeyeceği bir sual yoktur” diye allameler tarafından tasdik edilen ve Avrupanın bir kısım idraksiz ve garazkar feylesoflarının, müteşabih ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere yaptığı taarruzlarını, o ayet ve hadislerin birer mucize olduğunu eserleriyle ispat ederek itirazlarını kökünden yıkan ve böylece evhama düşürülen bazı ehl-i ilmi de kurtarıp, İslamiyete olan hücumları akim bırakan Said Nursi gibi bir müellifin, elbette dahi bir müfessir-i Kuran ve onun ilminin vehbi ve vasi olduğuna, eserleri olan Nur Risalelerinin bir hayat boyunca okumaya layık harika bir şaheser olduğuna şüphe edilemez.

Müteyakkız kardeşlerim! Hem bizim, hem İslam dünyasının ebedi hayatının necatını, kurtulmasını temin edecek ve bizi tenvir ve irşad ederek dalaletten muhafaza edecek bir eser intihab etmekte, bu kadar dikkatli olmamız çok lüzumludur. Çünkü bu zamanda, türlü türlü aldatmalarla, perde arkasından İslam gençliğini yoldan çıkarmaya çalışıyorlar.

Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvela مَنْ قَالَ وَلِمَنْ قَالَ وَلِمَ قَالَ وَفِيمَا قَالَ yani: “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Niçin söylemiş? Ne makamda söylemiş?” olan bir kaide-i esasiyeyi nazar-ı itibara almalı. Evet, kelamın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatap, maksat ve makam. Yoksa, her ele geçen kitap okunmamalı, her söylenen söze kulak vermemelidir. Mesela, bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle, bir neferin arş sözü arasında ne kadar fark vardır. Birincisi, koca bir orduyu harekete getirir; aynı kelam olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez.

İşte, bu dört esastan dolayı ve hem Said Nursiye karşı kalblerinde büyük bir sevgi taşıyan yüz binlerle kimseler, sevgiyle üstadlarının en küçük haline dahi, büyük bir ehemmiyet vererek onları öğrenip ittiba etmek, uymak arzusunu taşıdıklarından, buradaki bir kısım kardeşlerimiz, üstadımızın hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi hakkında malumat verilmesini ısrarla istediler.

Fakat, Bediüzzaman gibi bir zatın hayatı ve eserleri ve seciyelerini tam ifade edemeyeceğiz. Bu hakikat, basiretli ehl-i ilim olan ediplerce de itiraf edilmiş olduğundan bu hizmet, bizim haddimizden çok uzaktır. Hem Bediüzzaman hakkında malumat almak isteyen kardeşlerimize, bunun ancak ve ancak Risale-i Nur Külliyatını dikkat ve devamla okumak suretiyle mümkün olduğunu arz ederiz.

Aziz kardeşlerim,

Bu mübarek vatan ve milletin ve alem-i İslamın ebedi saadetini ve kurtuluşunu ve dolayısıyla yeryüzünde umumi sulh ve selameti temin edecek bir inayet ve kudrete malik olan Risale-i Nurun şahs-ı manevisinde şöyle gayet sağlam kuvvetler toplanmış ve imtizac etmiştir.
. Yüksek bir kuvvet ve bütün kemalatın üstadı olan hakikat-ı İslamiye.
. Şehamet-i imaniye. Yani tezellül etmemek, biçarelere tahakküm ve tekebbür etmemek.
. Müslümanlığın insana verdiği izzet ve şeref, terakki ve tealinin en mühim amili olan izzet-i İslamiye.

Arkadaşlar! Şu mealde bir hadis-i şerif var ki: “Hakiki alimler, zalim hükümdarlara karşı hak ve hakikatı pervasızca söyleyen alimlerdir.” İşte biz, ancak böyle ve muttaki bir allamenin söz ve eserlerine itimat edebiliriz.

Asrımızda ise, hayatındaki vakıalar ve eserleriyle bu hadis-i şerife masadak olan Risale-i Nur meydandadır. Müellif Bediüzzaman dini mücahedesi ve Kurana hizmetinde ve ubudiyetinde, Resulallahın aleyhissalatü vesselam sünnet-i seniyesine tam ittiba etmiş bir mücahittir. Resulallah aleyhissalatü vesselam Efendimiz, dünyanın en muazzam siyasi hadisesi olan Bedir muharebesinde, sahabe-i kirama, nöbet nöbet cemaatla namaz kıldırmıştır. Yani, vacip olmayan, hususan, muharebe zamanında terk edilebilen, “cemaatla namaz kılmak” gibi bir hayrı, dünyanın en büyük siyasi vakasına tercih etmiştir, üstün tutmuştur. Ufak bir sevabı, harp cephesinin o dehşetleri içinde dahi terk etmemiştir.

Bediüzzaman, gönüllü alay kumandanı olarak katıldığı Rus harbinde, harp cephesinde, avcı hattında, Kuranın bir kısmının tefsiri olan meşhur Arabi İşaratül-İcaz tefsirini telif etmiş ve bu eser-i azim, alem-i İslamda en büyük alimlerin takdir ve tahsinine mazhar olmuş ve tam anlamaktan aciz kaldıklarını ve öyle bir tefsir görmediklerini itiraf etmişlerdir ki, Kuran-ı Kerimin en ince nükte ve en derin meselelerini ve misilsiz icaz ve harikulade yüksek belağat ve fesahatını izhar ve ispat etmiştir. Hatta bir harfin nüktesini izhar ederken, avcı ateş hattında, düşman topları zihnini ondan çevirememiş, harbin dağdağa ve dehşetleri mani olamamıştır.

Ezan-ı Muhammedinin (a.s.m.) yasak edildiği ve bidaların cebren umuma yaptırıldığı zulümatlı ve dehşetli bir devirde, Nur talebeleri, o uydurma ezanı okumamışlar ve böyle bidalara karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek bidalara girmemişlerdir.

İman ve İslamiyetin ortadan kaldırılmaya çalışıldığı ve bir alimin gizliden gizliye dahi bir tek dini eser neşredemediği fecaat devrinde, Bediüzzaman nefyedildiği yerlerde, zalim müstebitlerin tarassudat ve tazyikatı içinde, gizliden gizliye yüz otuz adet imani eser telif ve neşretmiştir. Bununla beraber, geceleri pek az bir uykudan sonra, esaret altında inleyen İslam milletlerinin necat ve salahı için dualar etmiş, dergah-ı İlahiyeye iltica ederek yalvarmıştır.

Evet, Üstad, Resulallah aleyhissalatü vesselam Efendimizin sünnet-i seniyesine tam iktida etmiştir.

Bediüzzamanın bu hali de, bütün İslam mücahitlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani, cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor, birini yapıp, diğerini ihmal etmiyor. Cebbar ve zalim din düşmanlarının planıyla hapishanelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ızdırapları ve titremeleri ve ihtiyarlığın takatsızlıkları içinde bulunması dahi telifata noksanlık vermemiştir.

Sıddık-ı Ekber (radiyallahü anh) demiştir ki: “Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki, ehl-i imana yer kalmasın.” Bediüzzaman, bu gayet ulvi seciyenin bir lemacığına mazhar olmak için, “Birkaç adamın imanını kurtarmak için Cehenneme girmeye hazırım” diye fedakarlığın şahikasına yükselmiş ve böyle olduğu, Kuran ve İslamiyetin fedai ve muhlis bir hadimi olduğu, seksen senelik hayatının şehadetiyle sabit olmuştur.

Kuran ve iman hizmeti için Bediüzzamanın haysiyetini, şerefini, ruhunu, nefsini, hayatını feda ettiği, maruz kaldığı o kadar şedid zulüm ve işkencelere ve giriftar edildiği çok musibet ve belalara karşı gösterdiği son derece sabır, tahammül ve itidal, birer şahid-i sadık hükmündedirler.

Bediüzzaman, Kuran, iman, İslamiyet hizmeti için, dünyevi rahatlıklarını feda etmiş; dünyevi, şahsi servetler edinmemiş, zühd ve takva ve riyazet, iktisad ve kanaatla ömür geçirerek dünya ile alakasını kesmiştir.

Bu cümleden olarak, Müslümanların refah ve saadeti için, bütün ömür dakikalarını sırf iman hizmetine vakf ve hasretmek ve ihlasa tam muvaffak olmak için, kendini dünyadan tecrit ederek mücerret kalmıştır. Evet, Bediüzzaman iman ve İslamiyet hizmeti için herşeyden bu derece fedakarlık yapan, fakat bütün bunlarla beraber ubudiyet, zühd ve takvada da bir istisna teşkil eden tarihi bir İslam fedaisi ve Kuran-ı Hakimin muhlis bir hadimi payesine yükselmiştir.

Bediüzzamanın, Risale-i Nur davasında öyle bir itminanı, öyle bir sıdk ve sadakatı, öyle bir sebat ve metaneti, öyle bir ihlası vardır ki, din düşmanlarının o kadar şiddetli zulüm ve istibdatları, o kadar hücum ve tazyikatları ve bunlarla beraber maddi yokluklar içinde bulunması, davasından vazgeçirememiş ve küçük bir tereddüt dahi ika edememiştir.

Said Nursi, Eski Said tabir ettiği gençliğinde felsefede çok ileri gitmiştir. Garbın Sokratı, Eflatunu, Aristosu gibi hakikatlı feylesofları ve şarkın İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabi gibi dahi hükemalarından felsefe ve hikmette Kuran-ı Hakimin feyziyle çok ileri geçmiş ve Kurandan başka halaskar ve hakiki rehber olmadığını dava etmiş ve Risale-i Nur eserlerinde ispat etmiştir. Bu hakikatlarda şüphesi olan olursa, Üstad ahirete teşrif etmeden bizzat şüphesini izale edebilir.

Said Nursi, Kuran ve imana hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddi ve manevi menfaat, salahat ve velilik gibi manevi makamları maksat ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakkın rızası için hizmet yapmıştır. Basiretli ehl-i ilim tarafından bütün Müslümanlarca “Zuhuru beklenen siyasi ve dini bir halaskardır” gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi Bediüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kuranın bir hizmetkarı ve Risale-i Nur talebelerinin bir ders arkadaşı olduğuna inanmış ve beyan etmiştir.

Milli Müdafaa Vekaletinde yirmi beş sene hizmet görmüş muhterem, alim bir zatın, şimdi aramızda bulunan bir kısım arkadaşlarımızla, evvelki gün ziyaretine gittiğimiz vakit, Bediüzzaman Hazretleri hakkında demişti ki: “Bediüzzamanın nasıl bir zat olduğunu anlayabilmek için, Risale-i Nur külliyatını dikkatle, sebatla okumak kafidir. Size bir misal olarak, yalnız dünyevi iktidarı bakımından derim ki: Bediüzzaman, Risale-i Nurun şahs-ı manevisiyle yalnız bir devleti değil, dünya yüzündeki milletlerin idaresi ona verilse, onları selamet ve saadet içinde idare edecek bir iktidar ve inayete maliktir.”

Evet, Bediüzzaman nadire-i hilkattır. Fakat, yirmi beş senedir hem kendini, hem talebelerini siyasetten men etmiştir, dünyevi işlerle meşgul değildir.

Bediüzzamanın Risale-i Nuru telif ettiği zamanlarda ve hizmet-i Kuraniyede istihdam edildiği anlarda; zekası, fetaneti, aklı, mantığı, zihni, hayali, hafızası, teemmülü, feraseti, seziş ve kavrayışı, sürat-i intikali ve ruhi, kalbi, vicdani hasseleri, duyguları ve manevi letaifinin emsalsiz bir tarzda olması, istihdam edildiğine aşikar bir delildir ki; kendi ihtiyariyle, keyfiyle değil, inayet-i İlahiye ile Kurana hizmetkarlık etmiş bir derecede olduğu, basiretli ehl-i ilim ve ehl-i kalbçe musaddak ve müstahsendir.

Mısırda fazıl ulemadan, merhum Abdülaziz Çaviş, Bediüzzamanın fatinül-asr olduğu ve müthiş bir fart-ı zekaya malik bulunduğu mevzuunda, Mısır matbuatında makale neşretmiştir.

Büyük ve salabetli bir alim olan Şeyhül-İslam merhum Mustafa Sabri Efendi, Mısırda Risale-i Nura sahip çıkmış ve Camiül-Ezher Üniversitesinde en yüksek bir mevkiye koymuştur.

Risale-i Nur, İslamiyetin gayet keskin ve elmas bir kılıcıdır. Bu hakikatlara bir delil ise, Bediüzzamanın zalim hükümdarlara ve kumandanlara, ölümü istihkar ederek, hakikatı pervasızca tebliğ etmesi ve dünyayı saran dinsizlik kuvvetine mukabil hakaik-ı Kuraniye ve imaniyeyi, kendini feda ederek, istibdadın en koyu devrinde neşretmesi ve bu kudsi hakikata cansiperane hizmet etmesidir.

Bir müdde-i umumi, iddianamesinde: “Bediüzzaman, ihtiyarladıkça artan enerjisiyle dini faaliyete devam etmektedir.” Denizli mahkemesi, ehl-i vukuf raporunda: “Evet, Said Nurside bir enerji vardır, fakat bu enerjisini tarikat veya bir cemiyet kurmakta sarf etmemiş, Kuran hakikatlarını beyan ve dine hizmete sarf ettiği kanaatına varılmıştır” denilmektedir.

Din aleyhindeki eski hükumetlerin vekillerinden birisi, antidemokratik kanunların Millet Meclisinde müzakeresi esnasında, “Bediüzzaman Said-i Nursinin dini faaliyetine, yirmi beş seneden beri mani olamıyoruz” demiştir.

Biz de deriz ki: Evet, Said Nursi Hazretleri, emsali görülmemiş dinamik ve enerjik bir zattır. Bediüzzamanın harika bir insan olduğunu, din düşmanları olan muarızları dahi kalben tasdik ve takdir etmektedirler.

Said Nursi, bazan bir talebesine Risale-i Nurdan okuyuvermek nimetini lutfettiği zaman der ki: “Bu benim dersimdir. Ben kendim için okuyorum. Bu risaleyi, şimdiye kadar belki yüz defa okumuşum. Fakat, şimdi yeni görüyorum gibi tekrar okumaya ihtiyaç ve iştiyakım var.”

Hem yine der ki: “Ben başkaları için kitap yazmamışım. Kendim için yazmışım. Kurandan bulduğum bu devalarımı arzu edenler okuyabilir.”

Evet, Bediüzzaman itikad ediyor ve diyor ki: “Ben, derse, terbiyeye ve nefsimi ıslaha muhtacım…” Bediüzzaman gibi bir zat böyle derse, bizim bu eserlere ne kadar muhtaç olduğumuz artık kıyas edilsin.

Bediüzzaman Said Nursi, bütün hayatında şan ve şöhretten, hürmetten kaçmış ve insanlardan istiğna etmiştir. Arabi bir eserinde şöhret hakkında diyor ki: “Şöhret, ayn-i riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. İnsanı, insanlara abd ve köle yapar. Yani, nam ve şöhret isteyen adam; halklara kendini beğendirmek, sevdirmek için, insanlara riyakarlık, dalkavukluk yapar. Tasannukar tavırlar takınır. O bela ve musibete düşersen, اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de.”

Üstad, şöhretten fiilen ve halen bu kadar kaçmasına rağmen, her ne hikmetse, insanlar adeta bir sevk-i İlahi varmış gibi, istimdatkarane ona koşmuşlardır ve ona akın etmektedirler. Ve onun mahz-ı hak olan bu kudsi seciyesi, Risale-i Nur gibi, cihanşumül bir esere hadim olmuştur.

Bediüzzaman, küçük yaşından beri, halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğna etmiştir. Hediye kabul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memleketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ihtiyarlığın tahmil ettiği zaruretler içinde dahi, bu seksen senelik istiğna düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma birşey hediye etse, mukabilini verir, vermese dokunur.

Neden hediye kabul etmediğinin sebeplerinden birisi olarak der ki: “Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imanı kurtaran on el varsa, şimdi bire inmiş. İmansızlığa sevk eden sebepler eskiden on ise, şimdi yüze çıkmış. İşte, böyle bir zamanda imana hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i imaniyemi hiçbir şeye alet etmeyeceğim” der.

Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hizmetini görse, mukabilinde bir ücret, bir teberrük verir. Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna gitmez.

Bediüzzaman Said Nursi, Kuran, iman ve dine yaptığı hizmetinde, senelerden beri, mütemadi bir tarassud ve tecessüs, takibat ve tetkikat altında bulundurulmuştur. Yalnız ve yalnız rıza-yı İlahi için, yalnız ve yalnız hakikat için İslamiyete hizmet ettiği ve hizmet-i Kuraniyesini hiçbir şeye alet etmediği müteaddit mahkemelerde de sabit olmuştur.

Eğer bu mezkur hakikatlara ve eserlerindeki hak ve hakikatı gören hakperestlerin, Bediüzzaman ve eserlerinde gördükleri ve neşrettikleri ali meziyet ve yüksek hakikata mugayir en küçük birşey olsa idi, en büyük ilavelerle şaşaalarla ve yaygaralarla, bu yirmi beş sene içinde, din düşmanları tarafından dünyaya ilan edilecekti.

Nitekim, bütün bütün iftira ve ithamlarla, cebbar, müstebid din düşmanlarının tahrikatiyle mahkemelere sevk edildiği zaman, gazetelerin birinci sahifelerinde, bire yüz ilavelerle teşhir ettirilmesi, tahkikat ve muhakeme neticesinde hiçbir suç olmadığı tahakkuk ederek, beraat ettiği vakit sükut edilmesi, bu hakikatın aşikar çok delillerinden bir tanesidir.

Bediüzzaman, din kardeşlerine ziyade şefkatlidir. Onların elemleriyle elem çektiği, İslam dünyasında hürriyet ve istiklal için can veren, fedai İslam mücahidlerinin acılarıyla muzdarip olduğu, Kuran ve İslamiyete yapılan darbeler anında çok ızdıraplar çektiği, böyle acı acıların tesiratiyle, zaten pek az yediği bir parça çorbasını da yiyemediği çok defa görülmüş ve görülmektedir.

Ekser günleri hastalıklar ve sıkıntılarla geçmektedir. Bir Nur talebesinin yazdığı gibi, “Ey Millet-i İslamın ebedi refah ve saadeti için, dünyada rahatlık görmeyen müşfik Üstadım! Senin devam eden hastalıkların cismani değildir. Dinimize icra edilen istibdad ve zulüm sona ermedikçe, alem-i İslam kurtulmadıkça senin ızdırabın dinmeyecektir.” Evet biz de bu kanaattayız.

Fakat o elim acılar, Bediüzzamanı asla yese düşürmemiş, bilakis öyle külli ve umumi bir dini cihada ve dua ve ubudiyete sevk etmiştir ki: “Kurtuluşun çare-i yeganesi, Kurana sarılmaktır” demiş ve sarılmış. Kuranda bulduğu deva ve dermanları kaleme alarak, bu zamanda bir halaskar-ı İslam ve nev-i beşerin saadetine medar olan Risale-i Nur eserlerini meydana getirmiştir.

Hunhar din düşmanlarının, dünyevi satvet ve şevketleri, Bediüzzamanı katiyen atalete düşürtememiştir. “Vazifem Kurana hizmettir. Galip etmek, mağlup etmek Cenab-ı Hakka aittir” diye iman ederek, bir an bile faaliyetten geri kalmamıştır. Evet Üstad, öyle bir himmet-i azimeye maliktir ki, ona icra edilen müthiş mezalim, bu himmetin mukabilinde tesirsiz kalmaya mahkum olmuştur.

Bediüzzaman, arz ve semavattaki mevcudatı, hayret ve istihsanla temaşa eder. Kırlarda ve dağlarda hususan bahar mevsiminde çok gezinti yapar. O seyrangahlarda zihnen meşguliyet ve dakik bir tefekkür ve daimi bir huzur halindedir.
Ağaç ve nebatat ve çiçekleri, مَا شَۤاءَ اللهُ بَارَكَ اللهُ فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ “Ne güzel yaratılmışlar” diyerek, ibret nazarıyla onları seyreder, kainat kitabını okur. Her aza ve hasseleri gibi, gözünü de daima Cenab-ı Hak hesabına ve izni dairesinde çalıştırır. Gözü, şu kitab-ı kebir-i kainatın bir mütalaacısı ve şu alemdeki mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisidir. Ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin bir mübarek arısı derecesindedir.

Üstad, hususi hayatında mütevazi, vazife başında vakurdur. Tevazu ve mahviyette nümune-i misal olacak bir mertebededir. Bu mevzuda der ki: “Bir nefer nöbette iken, baş kumandan da gelse, silahını bırakmayacak. Ben Kuranın bir hizmetkarı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, Hak budur derim, başımı eğmem.”

Hulasa olarak arz ederiz ki: Bediüzzaman, ihlas-ı tammeye malik, harikulade, hakiki bir müfessir-i Kurandır. Hem ihlas-ı etemme vasıl olmuş, kahraman ve yekta bir hadim-i Kurandır. Risale-i Nurun müellifi olmak itibariyle; hem bir mütekellim-i azamdır, hem ilimde gayet derecede mütebahhir ve rasih, muhakkik ve müdakkik bir allamedir, hem ilm-i mantıkın yüksek, nazirsiz bir üstadıdır.

Talikat namındaki telifatı, mantıkta bir şaheserdir. Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbin bir dahidir, hem Kuranla barışık müstakim felsefenin hakikatperver bir feylesofudur, hem nazirsiz bir sosyolog (içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir pedagog (terbiyeci)dir, hem daima hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dahi bir müellif ve ediptir.

Said Nursi, senelerden beri şiddetli bir istibdat ve takyidat altında bulundurulup tanıttırılmadığı ve hem de kendisi, şahsi kemalatını setrettiği, gizlediği için, mezkur sıfatların herbirisine muttali olamayan bulunabilir. Hem bunlar ve hem Risale-i Nurun hususiyetleri hakkındaki beyanatımız, hakikatperver ve faziletperver bu zamanda bir kısım ulema-i hakikinin ve ehlullahın ittifak ve icma kuvvetindeki hükümleridir. Hem de bizim kati kanaatlarımızdır.

Bediüzzamanın, öyle bir ilim ve sıfatlara malik olduğuna en muteber ve en birinci ve en hakiki delilimiz, Bediüzzaman Said Nursidir. Kimin şüphesi varsa, Risale-i Nuru okusun. Evet, biz zikrettiğimiz ve edeceğimiz bu hakaik-i uzmayı, bütün İslam dünyasına ve umum beşeriyet alemine ifşa ve ilan ediyoruz. Evet, bin seneden beri alem-i İslamiyet ve insaniyet, Risale-i Nur gibi bir esere intizar ediyordu.

Bediüzzaman Said Nursi, çok ilimlerde müstesna birer eser yazabilirdi. Fakat o “zaman, imanı kurtarmak zamanıdır” demiş ve bütün himmet ve mesaisini ve hayatını, ulum-u imaniyenin telif ve neşrine hasretmiştir.

Evet, Üstad ulum-u imaniyeyi neşretmekle, alem-i İslam ve alem-i insaniyeti hayattar ve ziyadar eylemiştir. Cenab-ı Hak, o büyük Üstaddan ebediyen razı olsun, uzun ömürler versin. amin, amin, amin.

Risale-i Nur, Kuran-ı Mucizül-Beyanın bu asırda bir mucize-i maneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiridir. Evet Risale-i Nur kalblerin fatihi ve mahbubu, ruhların sultanı, akılların muallimi, nefislerin mürebbii ve müzekkisidir. Risale-i Nurun bir hususiyeti de, Mektubatın birinci cildinin yüz yirmi dokuzuncu sahifesindeki şu bahistir:

“Bazı sözlerde, ulema-i ilm-i kelamın mesleğiyle, Kurandan alınan minhac-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki, mesela, bir su getirmek için bazıları küngan (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısmı da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir. Tıkanır, kesilir. Fakat, her yerde kuyular kazıp su çıkarmaya ehil olanlar; zahmetsiz, herbir yerde suyu buldukları gibi… Aynen öyle de, ulema-i ilm-i kelam, esbabı, nihayet-i alemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vacibül Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma, Kuran-ı Hakimin minhac-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir ayeti, birer Asa-yı Musa gibi, nereye vursa ab-ı hayat fışkırtıyor.
وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّهُ وَاحِدٌ düsturunu herşeye okutturuyor.

“Hem iman, yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif asaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hakeza, letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır.” İşte Risale-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor. Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor ve müstakim ve selametli yapıyor.

Eski hükema, ahkam-ı şeriyeden ve akaid-i imaniyeden bazıları için: “Bu nakildir, iman ederiz, akıl buna yetişmez” demişler. Halbuki, bu asırda akıl hükmediyor. Bediüzzaman Said Nursi ise, “Bütün ahkam-ı şeriye ve hakaik-i imaniye aklidir. Akli olduğunu ispata hazırım” demiş. Ve Risale-i Nurda ispat etmiştir.

Risale-i Nurda, müstesna bir edebiyat ve belağat ve icaz, nazirsiz, cazip ve orijinal bir üslup vardır. Evet, Bediüzzaman zatına mahsus bir üsluba maliktir. Onun üslubu, başka üsluplara muvazene ve mukayese edilemez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üsluplara nazaran pek münasip düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte bir ima veya ince bir mana veya hikmet vardır. Ve o beyan tarzı, oraya tam muvafıktır. Fakat, o ince inceliği, alimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için, Bediüzzamanın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri Risale-i Nurla fazla iştigal etmemiş olanlar, birden intikal edemezler.

Büyük şairimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı merhum Mehmed Akif, bir üdeba meclisinde: “Victor Hugolar, Shakespeareler, Descarteslar, edebiyatta ve felsefede, Bediüzzamanın bir talebesi olabilirler” demiştir.

Edip ve şairler, zeval ve firaktan ağlamışlar, ölümden vaveyla etmişlerdir. Güz mevsimini hüzünle tasvir etmişlerdir. Hatta, dünyaca meşhur Arap edipleri “Eğer firak olmasa idi, ölüm ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi” manasında لَوْلاَ مُفَارَقَةُ اْلاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمُنَايَا اِلٰى َرْوَاحِنَا سُبُلاً demişlerdir.

Bediüzzaman ise, “Kainattaki zeval, firak ve adem zahiridir. Hakikatta firak yok, visal var. Zeval ve adem yok, teceddüd var. Ve kainatta herşey, bir nevi bekaya mazhardır. Ölüm, bu alem-i faniden alem-i bakiye gitmektir. Ölüm, ehl-i hidayet ve ehl-i Kuran için, öteki aleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakiki vatanlarına girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinana bir davettir. Hem, Rahman-ı Rahimin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur. Azrail bugün gelse, hoş geldin, safa geldin diye gülerek karşılayacağım” diyor.

Bediüzzaman, beşeri, Risale-i Nurla sefahet ve dalaletten kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını takip etmiyor. Gayr-i meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterip hissi mağlup ediyor. Kalb ve ruhu hissiyata mağlup olmaktan muhafaza ediyor. Risale-i Nurda muvazenelerle küfür ve dalalette, bir zakkum-u Cehennem tohumu olduğunu ve dünyada dahi Cehennem azapları çektirdiğini ve iman ve İslamiyet ve ibadette, bir Cennet çekirdeği ve leziz lezzetler ve zevkler ve Cennet meyveleri bulunduğunu, dünyada dahi bir nevi mükafata nail eylediğini ispat ediyor.

Risale-i Nur, nifak ve şikakı, tefrikayı, fitne ve fesadı kaldırıp; kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, tesanüd ve teavünü yerleştirir. Risale-i Nur mesleğinin bir esası da budur. Risale-i Nur, gurur ve kibir ve hodfuruşluk ve zillet gibi, ahlak-ı seyyieden kurtararak, tevazu ve mahviyet ve izzet ve vakar gibi güzel ahlaklara sahip kılar.

Risale-i Nur, insan olan bir insana, acz ve fakrını derk ettirir. Bediüzzaman der ki: “İnsan, acz ve fakrını anlamakla, tam Müslüman ve abd olur.”

Bu dinsizleri mağlup etmek için, yeni tahsili de yapalım diyenler veya yapanlar, Nur Risalelerini devam ve sebatla mütalaa ederek, bu hedeflerine vasıl olurlar ve çare-i yegane de budur. Hem böylelikle, mektep malumatları da maarif-i İlahiyeye inkılap eder.

Ey, bin seneden beri İslamiyetin bayraktarlığını yapan bir milletin torunları olan cengaver ruhlu kardeşlerim! Bu zamanın ve gelecek asırların Müslümanları ve bizler, Kuran-ı Azimüşşanın tefsiri olan öyle bir rehbere muhtacız ki, tahkiki iman dersleriyle, iman mertebelerinde terakki ve teali ettirsin. Hem korkak değil, bilakis Risale-i Nur talebeleri gibi cesur ve kahraman ve faal ve amel-i salih sahibi, mütedeyyin, müttaki ve bununla beraber, şahsi rahatlık ve menfaatlarını iman ve İslamiyetin kurtuluşu uğrunda feda eden, fedai ve mücahid Müslümanlar yetiştirsin, neme lazımcılıktan kurtarsın. Hem, taarruz ve işkenceler ve ölüm ihtimalleri karşısında, tahkiki iman kuvvetinden gelen bir cesaretle, Kuran ve İslamiyet cephesinden asla çekilmeyen, “Ölürsem şehidim, kalırsam Kuranın hizmetkarıyım” diyen ve yılgınlık haline düşmeyen sadık ve ihlaslı, yalnız Allah rızası için hizmet eden, Nur talebeleri gibi İslamiyet hadimleri yetiştirsin, böyle muazzez Müslümanlar meydana getirsin.

Evet, bu asra öyle bir Kuran tefsiri lazım ve elzemdir ki, Risale-i Nur gibi, akıl, fikir ve mantıkı çalıştırsın, ruh ve kalb ve vicdanı tenvir etsin. Müslümanları, beşeri uyandırsın, intibah versin, gafletten kurtarsın. Sırat-ı müstakim olan Kuran yolunu göstersin. Sünnet-i seniyeye ve İslamiyetin şeairine muhalif olarak yaptırılan ve yapılan şeyleri fark ettirip, sünnet-i Peygamberiye (aleyhissalatü vesselam) ittibaı ders versin ve ihya etmek cehdini uyandırsın.

İşte Risale-i Nurun böyle hasiyetleri havi bir Kuran tefsiri olduğu, otuz seneden beri meydandadır ve ehl-i hakikatın tasdikiyle sabittir. Hem, amansız din düşmanlarının planlarıyla mahkemelere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müdafaaları ve bu talebelerin İslamiyete hizmetleri esnasında, gizli İslamiyet düşmanı, insafsız, cebbar zalimlerin entrikalariyle maruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şahıslarını düşünmeden, yani, şahsi refahlarını İslamın refah ve saadeti için feda ederek, sıddıkıyetle sebat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri, aşikar bir delil teşkil etmektedir.

Evet, hem yirmi beş seneden beri Risale-i Nurla iman hizmetine, bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar “gaddar din düşmanlarının” çok defalar tecavüz ve taarruzuna ve taharriyata maruz kaldığı halde, yirmi beş senedir inziva içinde, Risale-i Nurun naşirliğini yapan Nur kahramanları ağabeylerimiz, bizlere birer nümune-i imtisal olan, iman ve İslamiyet fedaileridir.

İşte biz Müslümanlar, böyle bir tefsir-i Kuran arıyor, böyle bir hadiyi bekliyorduk. O ihlaslı Nur talebeleri ki, “Cenab-ı Hak, Hafizdir, ben onun inayeti ve himayeti altındayım, başıma ne gelse hayırdır” diye iman etmekle beraber amel ederler. İman hizmetini yaparlar. Din düşmanlarına yakalanmamak ve canlarından kıymetli olduğuna inandıkları Nur risalelerini, onlara kaptırmamak için de ihtiyat ederler. Şahıslarına gelecek zararları nazar-ı itibara almadan hizmetlerine devam ederler. Hapse, zindana atılıp, işkence yapıldığı zaman da, onlar yine, üstadları Bediüzzaman ile alakadardırlar. Eğer gizlice bir imkan bulurlarsa, onlar yine Risale-i Nur ile meşguldürler. Hatta, “Belki hapse atılırım, Nur risalelerimi vermezler, çalışmaktan mahrum kalırım” diye bazı Nurları ezberleyen talebeler de olmuştur.

Muhlis bir Nur talebesi, hapishaneden çıkarıldığı vakit, guya o kırbaçlı, falakalı, türlü türlü işkenceli hapishane, ona bir kuvvet, bir enerji kaynağı olmuş, sadakat ve teyakkuzla Nur hizmetinde koşturmak için bir kırbaç tesiri yapmış gibi Üstadına daha ziyade yakınlaşır ve eskisinden daha fazla Nurlara çalışır, neşriyat yapar.

Afyon hadisesinde, Bediüzzaman hapiste iken, muallim bir Nur talebesi, savcılıkta Risale-i Nur ve Üstadı hakkında kahramanca cevaplar verdiği için savcı kızmış, “Şimdi seni hapse atarım” diye tehdit etmiş. O İslam fedaisi muallim de cevaben “Ben hazırım, derhal hapse gönderin” demiştir.

Yine Afyon mahkemesinde, bir Nur talebesi hakkında tevkif kararı veriliyor, fakat adliye bulamaz. O talebe bundan haberdar olur. Diğer Nur kardeşleri gibi, “Üstadım ve kardeşlerim hapiste iken, nasıl hariçte kalabilirim” diyerek savcılığa teslim olup, hapse girer.

Aynı, bu hapishanede, bir Nur talebesini sehven tahliye ederler, o da “Üstadım ve kardeşlerim henüz hapistedirler. Hem istinsahını tamamlayacağım yeni telif edilen Nur risaleleri var” diye düşünerek, hapishane müdürüne, “Benim, kırk gün sonra tahliye edilmem lazım. Ceza müddetim daha bitmedi” der. Hesap ederler ki, hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar.

Hamiyet-i diniye meziyetine layık anlayışlı kardeşlerim,

Said Nursi, kendi hakkında verilen böyle bir malumatı görürse, diyeceklerdir ki, “Niçin böyle yapıyorlar? Şahsımın ehemmiyeti yok. Kıymet, Kurandan tereşşuh eden ve Kuran-ı Hakimin malı olan Risale-i Nurdadır. Ben bir hiçim.”

Üstadın şahsının mazhar ve ayine olduğu, Kurani hakikatlar ve Nurlar itibariyle ve neşrettiği iman ve İslamiyet dersleriyle, ihlas-ı tammı ile, umumi ve külli bir tarzda Kurana ve dine hizmet etmesiyle, onun hakkındaki takdir ve tahsinler, mana-yı harfi ile şahsına ait kalmıyor. Kuran ve İslamiyete racidir. Allah nam ve hesabınadır. Din düşmanları tarafından, ona yapılan düşmanlık ve taarruzlar da, Bediüzzamanın hadimliğini yaptığı Kuran ve İslamiyetin ortadan kaldırılması maksad-ı mahsusuna matuftur. Zira hakaik-i Kuraniye ve imaniyeyi cami, o cihanşümul Risale-i Nur eserleri ona ihsan edilmiştir.

İşte, bu bedihi hakikatı bilen maskeli, gizli ve münafık iman ve İslamiyet muarızları ve düşmanları yarım asra yakındır, Bediüzzamanın çürütemedikleri şahsını, yalan ve yaygaralarla hala çürütmeye çabalıyorlar. Maksatları, Risale-i Nur, rağbet ve revaç görüp intişar etmesin, iman ve İslamiyet inkişaf etmesin. Halbuki, Said Nursiye iliştikçe Risale-i Nur parlıyor. Neşriyat dairesi genişliyor. Birer nümune olan yirmi beş sene içindeki hadiseler meydandadır.

İslamiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur talebelerinin Üstadları ve Risale-i Nur hakkında istidatları nisbetinde, istifade ve istifazelerinden doğan minnet ve şükranlarını ifade eden takdirkar yazı ve sözlerden mürekkep, bir nevi müdafaalarını perdeler arkasından men etmeye çalışıyorlar. Bunun için, safdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimi görünerek “İfrata gidiyorsunuz” gibi, bir takım şeyler söylettiriyorlar. İşte, böyle sinsi, böyle dessas, böyle entrikalı, çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.

Evet, acaba hiç akıl karı mıdır ki, din düşmanları, iftira ve yalanlardan ibaret yaygaralarını yapsınlar da, bizler hakikatı izhar tarzıyla müdafaa etmekte susalım? Acaba hiç mümkün müdür ki, İslamiyet düşmanlığıyla, Üstad Bediüzzaman hakkında zalimane ve cebbarane haksızlıkları irtikab eden, o insafsız propagandacılar, yalanlarını savururken, biz, Üstad ve Risale-i Nurun hakkaniyetini ilan ederek o acip yalanlarını akim bırakmaya çalışmayalım? Acaba eblehlik ve saf-derunluk olmaz mı ki; Kuran ve imanın hunhar ve müstebid zalim düşmanları, Kuran ve İslamiyeti ve dini, Risale-i Nurla küfr-ü mutlaka karşı müdafaa ve muhafaza hizmetini yapan Bediüzzaman aleyhtarlığında, mütemadiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de, biz hak ve hakikati beyan ve ilan etmekte sükut edelim, susalım veya “biraz susun” gibi birşeyle, paravanalar, perdeler arkasında icra-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım? Asla ve kella, kata ve asla susmayacağız! Ve hem susturamayacaklardır. Durmayacağız ve hem durduramayacaklardır. Bu can, bu kafesten çıkıncaya kadar, bu ruh, bu cesetten ayrılıncaya kadar, bu nefes, bu bedenden gidinceye kadar, Risale-i Nuru okuyacağız, neşredeceğiz. Risale-i Nurun mahz-ı hakikat ve ayn-ı hak olduğunu ve Bediüzzaman Said Nursinin, yapılan ithamlardan tamamıyla münezzeh ve müberra olduğunu, iftiracı ve tertipçi, hunhar din düşmanlarına mukabil, izhar ve ilan edeceğiz…

Kıymetli kardeşlerim, İslam tarihinde, altın sahifelerde mevkileri bulunan, büyük ve nazirsiz zatlar meydana gelmiştir. O misilsiz zatların tefsirleri ve eserleri, hiçbir Avrupalı feylesofun eseriyle kabil-i kıyas olmayacak derecede emsalsizdir. O büyük İslam müellifleri ve İslam dahileri, herhangi bir hükümetin, senelerce ağır bir esaret ve koyu bir istibdadı tahtında olmaksızın, Kuran ve İslamiyete hakkıyla ve halis bir surette hizmet etmişlerdi. Tarihte eşine rastlanmayan bir istibdad-ı mutlak ve eşedd-i zulüm altında ve dehşetli bir esaret içinde bırakılan ve kendini ve eserlerini imha etmeye çalışan din düşmanlarına mukabil, bir şahs-ı manevi olan Bediüzzaman Said Nursi, Resulallah (aleyhissalatü vesselam) Efendimizin sünnetine tam ittiba ederek yaptığı dini cihad-ı ekberinde, beşer tarihinde misli görülmemiş bir tarzda muvaffak ve muzaffer olmuştur.

Bediüzzaman gibi, yüz otuz parça imani eserlerini şiddetli bir istibdat, tazyikat ve takyidat altında, gizliden gizliye telif edebilmek, hem kuvvetli bir takva ve ubudiyete sahip olmak ve hem bunlarla beraber, harp cephesinde de fedai olarak gönüllü askerleriyle muharebe etmiş olmak ve harp cephesinde, avcı hattında dahi, fırsat buldukça Kuranın en ince nüktelerini ve harika icazını beyan eden bir Kuran tefsiri telif etmiş olmak ve aynı zamanda nefis mücadelesinde de galip olup, nefsini de dine hizmetkar yapmak ve hürriyeti gasbedilerek, ücra bir köye sürgün edilip, tecrid-i mutlak ve tarassutlar ve her türlü azaplar içinde ablukaya alınıp, Engizisyon zulümlerini çok geride bırakan hakim bir kuvvetin tazyikatı altında, cani canavarların pek vahşi işkenceleri içinde, (sırren tenevveret) sırrıyla, perde altında Risale-i Nur eserleri gibi eserler neşretmek ve böylece cihanın maddi, manevi “Fatih”i olan Resulallah aleyhissalatü vesselamın sünnet-i seniyesinin bir hizmetkarı olarak, bugün milyonlara baliğ olan bir camiayı, inayet-i İlahi ile, Kuran-ı Hakimin cadde-i kübrasında selametle ilerletmek ve müminlerin ve beşeriyetin sadece dünyalarını değil, ebedi saadetlerini temine Risale-i Nur gibi bir eserle vesile olmak, bu mezkur hususiyetlerin manevi şahsında toplanması, Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursi gibi, tarihte hangi bir zata daha nasip olmuştur acaba?
Evet kardeşlerim,

Risale-i Nur, öyle bir ziya-ı hakikat, öyle bir burhan-ı hak ve bir sirac-ı hakikat neşrediyor ve iki cihanın saadetini temin edecek, Kuran ve iman hakikatlarını ders veriyor ve öyle bir lutf-u İlahidir ki, yirmi beş seneden beri, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, kadın-erkek, muallimi, feylesofu, talebesi, alimi, mutasavvıfı gibi, herbir tabaka-i insaniye, bu Nurun aşıkı, bu Nurun pervanesi, bu Nurun meclubu, bu Nurun muhibbi olmuşlar; bu Nura koşmuşlar, bu Nurun sinesine atılmışlar, bu Nurdan medet istemişler. Milyonlarca bahtiyar kimselerden müteşekkil muazzam bir kitle bu nurla nurlanıp, bu nurla kurtulmuşlardır.

Evet kardeşlerim,

Mahzen-i mucizat ve mucize-i kübra olan Kuran-ı Azimüşşanın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur o kadar merakaver, o kadar cazibedar, o kadar dehşetli ve muazzam hakikatları ders veriyor ve mesaili ispat ediyor ki, iman ve İslamiyetin kıtalar genişliğinde inkişaf ve fütuhatına medar oluyor ve olacaktır.

Evet Risale-i Nur, kalblere o derece bir aşk ve muhabbet, ruhlara o kadar bir vecd ve heyecan vermiş, akıl ve mantıkları öyle bir tarzda ikna etmiş ve öyle bir itminan-ı kalb hasıl etmiştir ki, milyonlarca Nur talebelerine, kendini defalarca okutmuş, yazdırmış ve bir ömür boyunca mütalaa ettirmiş ve senelerden beri adeta kendi kendini neşretmiştir.

Aziz kardeşlerim,

Ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komiteleri, İslamiyeti imha için, İslam memleketlerinde, bilhassa Türkiyede, öyle desiselerle entrikalar çevirmişler, haince dolaplar döndürmüşler, hunharane ve vahşiyane zulümler irtikab ve şeytani ve menfur planlar tatbik etmişler ve iğfalatta bulunmuşlar; iblisane, sinsi metodlar takip etmişler ve kardeşi kardeşe çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika tohumları saçmışlardır ki; bunlar İslamın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır.

Fakat, o musibetler, Cenab-ı Hakkın imdadı ile, tahrik ve istihdam olunan Bediüzzaman Said Nursi gibi, ihlas-ı tammı kazanmış olan bir zat vasıtasıyla, Rahmet-i İlahi ile mededres ve şifaresan ve cihanpesend ve cihanşümul bir mahiyeti haiz Risale-i Nur eserlerinin meydana gelmesine sebep olmuştur. Ve aynı zamanda, Müslümanları uyandırmış; onları halas, kurtuluş çarelerini aramaya sevk etmiştir. Ebedi ahiret hayatlarını kurtarmak için, hakiki iman derslerini almak ve Allaha iltica ve emirlerine itaat etmek ihtiyacını şiddetle hissettirmiş ve bu husustaki gaflet ve kusuratı; o musibetlerin ihtar ettiğini, idrak ettirmiştir. Zaten, insanların, müminlerin başına gelen bela ve musibetlerin hikmeti budur.

Evet, o ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslam dünyasında, hürriyet ve istiklal ve ittihad-ı İslam cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslam devletlerinin teşkilini intaç etmiştir. İnşaAllah, cemahir-i müttefika-i İslamiye de meydana gelecek ve İslamiyet, dünyaya hakim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlahiden kuvvetle ümit ve niyaz ediyoruz.

İşte, Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursi, öyle bir mücahid-i İslamdır ki, ve telifatı Risale-i Nur, öyle uyandırıcı ve öyle halaskar ve öyle fevkalade ve cihangir bir eserdir ki, din aleyhindeki bütün o komitelerin bellerini kırmış, mezkur, muzır ve habis faaliyetlerini akamete duçar ve dinsizlik esaslarının temel taşlarını, param parça etmiş ve köküyle kesmiştir ve İslami ve imani fütuhatı, perde altında, kalbden kalbe inkişaf ettirmiş ve Kuran-ı Azimüşşanın hakimiyet-i mutlakasına zemin ihzar etmiştir.

Evet, Risale-i Nur, o tahribatı Kuranın elmas hakikatleriyle ve Kuran-ı Kerimdeki en kısa ve en müstakim bir tarikle tamir ve o yaraları, Kuran-ı Hakimin eczahane-i kübrasındaki edviyelerle tedavi ediyor ve edecektir.

Hem, masum Müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri, tahaccür etmiş millet kanı olan, parazit, tufeyli ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri ve onların içimizdeki, sadece şahsi menfaat zebunu, zalim, hunhar, haris ve müstebid uşaklarını, hak ile yeksan edip izmihlal ve inhidam-ı mutlakla mağlup eden ve edecek yegane çarenin, Kuran-ı Mucizül-Beyanın bu asırda bir mucize-i manevisi olan Risale-i Nur eserleri olduğunda, basiretli İslam mücahitleri ve alimleri, icraat ve müşahedata müstenid, yakini bir kanaat-ı katiye ile müttefiktirler.

Evet, tarih-i beşer, Risale-i Nur gibi bir eser göstermiyor. Demek anlaşılıyor ki: Risale-i Nur, Kuranın emsalsiz bir tefsiridir.

Evet, Bediüzzaman Said Nursiye, yalnız alem-i İslam değil, hristiyan dünyası da medyun ve minnettardır ki, dinsizliğe karşı umumi cihadında mazhar olduğu muvaffakiyet ve galibiyetten dolayı Romadaki Papa dahi, kendisine resmen tebrik ve teşekkürname yazmıştır.

Şimdi Risale-i Nur Külliyatından, iman, Kuran ve Peygamber (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz hakkında olan eserlerden bazı kısımları aynen okuyacağım. Siz bu eserleri elde edip tamamını okursunuz. Okurken, belki izah edilmesini isteyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat, bu hususta arzedeyim ki, üstadımız Bediüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nurdan bazan okuyuvermek lutfunu bahşederken izah etmiyor, diyor ki: “Risale-i Nur, imani meseleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nurun hocası, Risale-i Nurdur. Risale-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız herbir meseleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır.”

Okunan Türkçe veya Arapça bir risalenin izahı, başka bir risalede varsa, onu getirip okuyor. Risale-i Nurdaki gayet ince nükteleri derk eden basiretli alimler de der ki: Bir alimin yüksek bir ilmi olabilir, fakat Risale-i Nuru cemaate okurken tafsilata girişip eski malumatlarıyla açıklarsa, bu izahatı, Risale-i Nurun beyan ettiği, asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevap veren hakikatların anlaşılmasında ve tesiratında ve Risale-i Nurun mahiyetinin derkine bir perde olabilir. Bunun için, bazı lugatların manalarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.

İstanbul Üniversitesindeki kardeşlerimiz de böyle okuyorlar. Biz de hulasaten deriz ki: Risale-i Nur, gayet fasih ve vecizdir. Sözün kıymeti, icazındadır, kısalığındadır. Bir mesele-i imaniye ve Kuraniye, umuma ders verilirken, mücmel olarak tedrisinde, daha fazla istifaza ve istifade vardır.

Ey Üstadımız Efendimiz,

Umum kadirşinas insanlar Risale-i Nuru ve sizi ebediyen tebcil ve tekrim edeceklerdir. Tahkiki iman dersleriyle imanımızı kurtaran cihanbaha ve cihandeğer bir kıymette olan Risale-i Nuru, bütün ruhu canımızla, bütün mevcudiyetimizle seviyor ve tekrim ediyoruz. Bu aşk ve bu muhabbet, bu tazim ve bu hürmet, nesilden nesile, asırdan asıra, devirden devire intikal edecektir.

Evet, Risale-i Nurdaki hakaik-i Kuraniye öyle bir kuvvettir ki, bu kudret karşısında, küfr-ü mutlakın ve dinsizliğin temelleri tarümar olacak, inhidam çukurlarına yuvarlanarak geberecektir. Baki kalanlar, iman ve Kuran nuruyla felah ve necat bulacaklardır.

Evet, dağları, taşları, pamuk gibi dağıtacak, demir ve granitleri yağ gibi eritecek derecede olan bu kuvvet-i Kuraniye dünyayı Nur ve saadete gark edecek. Bu Nur-u Kuran, imanların kurtuluşunda, dünyaya hakim ve hükümran olacaktır.

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
يَاۤ اَللهُ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحِيمُ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ

İsm-i azamın hakkına ve Kuran-ı Mucizül-Beyanın hürmetine ve Resulallah aleyhissalatü vesselamın şerefine, bu mecmuayı bastıranları ve mübarek yardımcılarını Cennetül-Firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle. amin. Ve hizmet-i imaniye ve Kuraniyede daima muvaffak eyle. amin. Ve defter-i hasenatlarına, Sözler mecmuasının herbir harfine mukabil, bin hasene yazdır. amin. Ve nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle. amin.

Ya Erhamerrahimin! Umum Risale-i Nur şakirtlerini iki cihanda mesut eyle. amin. İnsi ve cinni şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. amin. Ve bu aciz ve biçare Saidin kusuratını affeyle. amin.

Umum Nur şakirtleri namına Said Nursi