"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Lemeat

مِنْ بَيْنِ هِلاَلِ صَوْمٍ وَهِلاَلِ الْعِيدِ
Çekirdekler Çiçekleri
Risale-i Nur şakirtlerine küçük bir mesnevi ve imani bir divandır.
Müellifi: Bediüzzaman Said Nursi

Tenbih
BU Lemeat namındaki eserin, sair divanlar gibi, bir tarzda, bir iki mevzu ile gitmediğinin sebebi, eski eserlerinden Hakikat Çekirdekleri namındaki kısacık vecizeleri bir derece izah etmek için hem nesir tarzında yazılmış, hem de sair divanlar gibi hayalata, mizansız hissiyata girilmemiş olmasıdır. Baştan aşağıya mantık ile hakaik-i Kuraniye ve imaniye olarak, yanında bulunan biraderzadesi gibi bazı talebelerine bir ders-i ilmidir, belki bir ders-i imani ve Kuranidir. Üstadımızın baştaki ifadesinde dediği gibi, biz de anlamışızdır ki, nazma ve şiire hiç meyli ve onlarla iştigali de yoktur. وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ sırrının bir nümunesini gösteriyor.

Bu eser, birçok meşağil ve Darül-Hikmetteki vazife içinde, yirmi gün Ramazanda, günde iki veya iki buçuk saat çalışmak suretiyle, manzum gibi yazılmıştır. Bu kadar kısa zamanda ve manzum bir sahife on sahife kadar müşkül olduğu cihetle, birden, dikkatsiz, tashihsiz böyle söylenmiş, tabedilmiştir. Bizce Risale-i Nur hesabına bir harikadır. Hiçbir nazımlı divan bunun gibi tekellüfsüz, nesren okunabilir görülmüyor. İnşaallah bu eser bir zaman Risale-i Nur Şakirdlerine bir nevi mesnevi olacak. Hem bu eser, kendisinden on sene sonra çıkan ve yirmi üç senede tamamlanan Risale-i Nurun mühim eczalarına bir işaret-i gaybiye nevinden müjdeli bir fihrist hükmündedir.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Sungur, Mehmed Feyzi, Hüsrev

İhtar
اَلْمَرْءُ عَدُوٌّ لِمَا جَهِلَ

kaidesiyle, ben dahi nazım ve kafiyeyi bilmediğimden, ona kıymet vermezdim. Safiyeyi kafiyeye feda etmek tarzında hakikatin suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim. Şu kafiyesiz, nazımsız kitapta, en ali hakikatlere en müşevveş bir libas giydirdim.

Evvela, daha iyisini bilmezdim. Yalnız manayı düşünüyordum.

Saniyen, cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuaraya tenkidimi göstermek istedim.

Salisen, Ramazanda kalble beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için, böyle çocukça bir üslup ihtiyar edildi.

Fakat, ey kàri, ben hata ettim, itiraf ederim; sakın sen hata etme. Yırtık üsluba bakıp, o ali hakikatlere karşı dikkatsizlikle hürmetsizlik etme.

İfade-i Meram
Ey kàri! Peşinen bunu itiraf ederim ki, sanat-ı hat ve nazımda istidadımdan çok müştekiyim. Hatta şimdi ismimi de düzgün yazamıyorum. Nazım, vezin ise, ömrümde bir fıkra yapamamıştım. Birden bire, zihnime, nazma musırrane bir arzu geldi. Sahabelerin gazevatına dair Kürtçe Kavl-i Nevala Siseban namında bir destan vardı. Onun ilahi tarzındaki tabii nazmına ruhum hoşlanıyordu. Ben de kendime mahsus, onun tarz-ı nazmını ihtiyar ettim, nazma benzer bir nesir yazdım. Fakat vezin için katiyen tekellüf yapmadım. İsteyen adam, nazmı hatıra getirmeden, zahmetsiz, nesren okuyabilir. Hem nesren olarak bakmalı, ta mana anlaşılsın. Her kıtada ittisal-i mana vardır; kafiyede tevakkuf edilmesin. Külah püskülsüz olur; vezin de kafiyesiz olur; nazım da kaidesiz olur. Zannımca, lafız ve nazım sanatça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı manadan çevirmemek için, perişan olması daha iyidir.

Şu eserimde üstadım Kurandır, kitabım hayattır, muhatabım yine benim. Sen ise, ey kàri, müstemisin. Müstemiin tenkide hakkı yoktur. Beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez. Şu eserim, bu mübarek Ramazanın feyzi olduğundan, ümit ederim ki, inşaallah din kardeşimin kalbine tesir eder de, lisanı bana bir dua-i mağfiret bahşeder veya bir Fatiha okur.

Ed-Dai
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Saidden yetmiş dokuz emvat ba-asam alama.

Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş,
Beraber ağlıyor hüsran-ı İslama.

Mezar taşımla pür-emvat enindar o mezarımla
Revanım saha-i ukba-yı ferdama.

Yakinim var ki, istikbal semavatı, zemin-i Asya
Bahem olur teslim yed-i beyza-yı İslama.

Zira yemin-i yümn-ü imandır,
Verir emn ü eman ile enama.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
وَالصَّلٰوةُ عَلٰى سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Tevhidin İki Bürhan-ı Muazzamı

Şu kainat tamamıyla bir burhan-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, şehadetle müsebbihtir, muvahhiddir. Evet tevhid-i Rahmanla, büyük bir sesle zakirdir ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Bütün zerrat hüceyratı, bütün erkan ve azası birer lisan-ı zakirdir; o büyük sesle beraber der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

O dillerde tenevvü var, o seslerde meratip var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı ki: لاَ اِلٰهَ اِل هُوَ

Bu bir insan-ı ekberdir; büyük sesle eder zikri. Bütün eczası, zerratı küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Şu alem halka-i zikri içinde okuyor aşri, şu Kuran maşrık-ı nuru. Bütün ziruh eder fikri ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Bu Furkan-ı Celilüşşan, o tevhide natık burhan, bütün ayat sadık lisan, şuaat barika-i iman, beraber der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Kulağı ger yapıştırsan şu Furkanın sinesine; derinden ta derine, sarihan işitirsin, semavi bir sada der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

O sestir gayeten ulvi, nihayet derece ciddi, hakiki pek samimi, hem nihayet munis ve mukni ve burhanla mücehhezdir. Mükerrer der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Şu burhan-ı münevverde, cihat-ı sittesi şeffaf ki üstünde münakkaştır müzehher sikke-i icaz içinde parlayan nur-u hidayet, der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Evet, altında nesc olmuş mühefhef mantık ve burhan, sağında aklı istintak, mürefref her taraf, ezhan “Sadakte” der ki, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Yemin olan şimalinde eder vicdanı istişhad. Emamında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftahıdır her dem ki, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Emam olan verasında ona mesned semavidir ki vahy-i mahz-ı Rabbani. Bu şeş cihet ziyadardır, burucunda tecellidar ki, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Evet, vesvese-i sarık, bavehim şüphe-i tarık, ne haddi var ki o marık girebilsin bu barık kasra. Hem şarık ki sur sureler şahık, her kelime bir melek-i natık ki, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

O Kuran-ı Azimüşşan nasıl bir bahr-i tevhiddir. Birtek katre, misal için birtek Sure-i İhlas; fakat kısa birtek remzi, nihayetsiz rumuzundan… Bütün enva-ı şirki reddeder, hem de yedi enva-ı tevhidi eder ispat; üçü menfi, üçü müsbet, şu altı cümlede birden:

Birinci cümle: قُلْ هُوَ karinesiz işarettir. Demek ıtlakla tayindir. O tayinde taayyün var. Ey, لاَ هُوَ اِلاَّ هُوَ

Şu, tevhid-i şuhuda bir işarettir. Hakikatbin nazar tevhide müstağrak olursa der ki: لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ

İkinci cümle: اَللهُ اَحَدٌ dir ki, tevhid-i uluhiyete tasrihtir. Hakikat, hak lisanı der ki: لاَ مَعْبُودَ اِلاَّ هُوَ

Üçüncü cümle: اَللهُ الصَّمَدُ dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü: tevhid-i rububiyet. Evet, nizam-ı kevn lisanı der ki: لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ

İkinci dürrü: tevhid-i kayyumiyet. Evet, seraser kainatta, vücut ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı der ki: لاَ قَيُّومَ اِلاَّ هُوَ

Dördüncü: لَمْ يَلِدْ dir. Bir tevhid-i celali müstetirdir. Enva-ı şirki reddeder, küfrü keser biiştibah.
Yani tagayyür, ya tenasül, ya tecezzi eden elbet ne halıktır, ne kayyumdur, ne ilah.

Veled fikri, tevellüd küfrünü لَمْ reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserisi gümrah.

Ki İsa (a.s.), ya Üzeyrin, ya melaik, ya ukulün tevellüd şirki meydan alıyor nev-i beşerde gah ba-gah.

Beşincisi: وَلَمْ يُولَدْ Bir tevhid-i sermedi işareti şöyledir: Vacib, kadim, ezeli olmazsa olmaz İlah.

Yani, ya müddeten hadis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl olsa, elbette olmaz şu kainata penah.

Esbabperesti, nücumperestlik, sanem-peresti, tabiatperestlik şirkin birer nevidir; dalalette birer çah.

Altıncı: وَلَمْ يَكُنْ Bir tevhid-i camidir. Ne zatında naziri, ne efalinde şeriki, ne sıfatında şebihi لَمْ lafzına nazargah.

Şu altı cümle manen birbirine netice, hem birbirinin burhanı, müselseldir berahin, müretteptir netaic şu surede karargah.

Demek şu Sure-i İhlasta, kendi miktar-ı kametinde müselsel, hem mürettep otuz sure münderiç; bu bunlara sehergah. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ
Sebep sırf zahiridir

İzzet-i azamet ister ki, esbab-ı tabii perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

Tevhid ve celal ister ki, esbab-ı tabii, damenkeş-i tesir-i hakiki ola kudret eserinde.

Vücut alem-i cismanide münhasır değil

Vücudun hasra gelmez muhtelif envaını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet aleminde.

alem-i cismani bir tenteneli perde gibi şule-feşan gaybi avalim üzerinde.

Kalem-i kudrette ittihad, tevhidi ilan eder

Eser-i itkan-ı sanat, fıtratın her köşesinde bilbedahe reddeder esbabının icadını.

Nakş-ı kilki, ayn-ı kudret; hilkatin her noktasında bizzarure reddeder vesaitin vücudunu.

Birşey herşeysiz olmaz

Kainatta serbeser sırr-ı tesanüd müstetir, hem münteşir. Hem cevanibde tecavüb, hem teavün gösterir.

Ki yalnız bir kudret-i alemşümuldür yaptırır, zerreyi her nisbetiyle halk edip yerleştirir.

Kitab-ı alemin her satırıyla her harfi hayy; ihtiyaç sevk ediyor, tanıştırır.

Her nereden gelirse gelsin, nida-i hacete lebbeyk-zendir; sırr-ı tevhid namına etrafı görüştürür.

Zihayat her harfi, herbir cümleye müteveccih birer yüzü, hem de nazır birer gözü baktırır.

Güneşin hareketi cazibe içindir, cazibe istikrar-ı manzumesi içindir

Güneş bir meyvedardır; silkinir, ta düşmesin müncezip seyyar olan yemişleri.

Ger sükutuyla sükunet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.

Küçük şeyler büyük şeylerle merbuttur

Sivrisinek gözünü halk eyleyendir mutlaka güneşi, hem kehkeşi halk eylemiş.

Pirenin midesini tanzim edendir mutlaka manzume-i şemsiyeyi nazm eylemiş.

Gözde rüyet, midede hem ihtiyacı derc edendir mutlaka sema gözüne ziya sürmesi çekmiş,

Zemin yüzüne gıda sofrası sermiş.

Kainatın nazmında büyük bir icaz var

Kainatın gör ki telifinde bir icaz var. Ger bütün esbab-ı tabiiye bil-farzıl-muhal

Ola herbiri muktedir bir fail-i muhtar,

O icaza karşı nihayet acz ile bilimtisal

Ederek secde ki:

سُبْحَانَكَ لاَ قُدْرَةَ فِينَا رَبَّنَا اَنْتَ الْقَدِيرُ اْلاَزَلِىُّ ذُوالْجَلاَلِ

Kudrete nisbet herşey müsavidir
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

Bir kudret-i zatiyedir, hem ezeli; acz tahallül edemez.

Onda meratip olmayıp, mevani tedahül edemez. İsterse küll, isterse cüz, nisbet tefavüt eylemez.

Çünkü herşey bağlıdır herşey ile. Herşeyi yapamayan birşeyi de yapamaz.

Kainatı elinde tutamayan zerreyi halk edemez

Tesbih gibi nazmeyleyip kaldıracak arzımızı, şümusu, nücumu, hasra gelmez,

Şu fezanın başına, hem sinesine takacak öyle kuvvetli ele bir kimse malik olmaz.

Dünyada hiçbir şeyde dava-yı halk edip iddia-yı icad edemez.

İhya-yı nev, ihya-yı fert gibidir

Mevt-alud bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sinek, nasıl onun ihyası kudrete ağır gelmez.

Şu dünyanın mevti de, ihyası da öyledir. Bütün ziruh ihyası onda fazla nazlanmaz.

Tabiat bir sanat-ı İlahiyedir

Değil tabi tabiat, belki matba. Değil nakkaş, o belki bir nakıştır. Değil fail, o kabildir. Değil masdar, o mistardır.

Değil nazım, o nizamdır. Değil kudret, o kanundur. İradi bir şeriattir, değil haric-i hakikattar.

Vicdan, cezbesi ile Allahı tanır

Vicdanda mündemiçtir bir incizap ve cezbe. Bir cazibin cezbiyle daim olur incizap.

Cezbe düşer zişuur, ger Zülcemal görünse, etse tecelli daim pürşaşaa bihicap.

Bir Vacibül-Vücuda, Sahib-i Celal ve Cemal, şu fıtrat-ı zişuur kati şehadet-meab.

Bir şahidi o cezbe; hem diğeri incizap.

Fıtratın şehadeti sadıkadır

Fıtratta yalan yoktur; ne dediyse doğrudur. Çekirdeğin lisanı,

Meyl-i nümüv der: “Ben sünbüllenip meyvedar…” Doğru çıkar beyanı.

Yumurtanın içinde, derin derin söyler hayatın meyelanı

Ki, “Ben piliç olurum, izn-i İlahi ola.” Sadık olur lisanı.

Bir avuç su, bir demir gülle içinde eğer niyet etse incimad, bürudetin zamanı.

İçindeki inbisat meyli der: “Genişlen, bana lazım fazla yer.” Bir emr-i biemani…

Metin demir çalışır, onu yalan çıkarmaz. Belki onda doğruluk, hem de sıdk-ı cenani,

O demiri parçalar. Şu meyelanlar bütün birer emr-i tekvini, birer hükm-ü Yezdani,

Birer fıtri şeriat, birer cilve-i irade. İrade-i İlahi, idare-i ekvani,

Emirleri şunlardır: Birer birer meyelan, birer birer imtisal, evamir-i Rabbani.

Vicdandaki tecelli aynen böyle cilvedir ki incizap ve cezbe iki musaffa canı,

İki mücella camdır. Akseder içinde cemal-i layezali, hem de nur-u imani.

Nübüvvet beşerde zaruriyedir

Karıncayı emirsiz, arıyı yasupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette,

Beşeri de bırakmaz şeriatsiz, nebisiz. Sırr-ı nizam-ı alem böyle ister elbette.

Meleklerde Mirac, insanlarda şakk-ı kamer gibidir

Bir mirac-ı kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velayet var.

O parlak zat, buraka binmiş de berk olmuş, kamervari seraser alem-i nuru da görmüştür.

Şu şehadet aleminde münteşir insanlara hissi büyük bir mucize nasıl ki وَانْشَقَّ الْقَمَرُ dir.

Bu Miracdır alem-i ervahtaki sakinlere en büyük bir mucize ki سُبْحَانَ الَّذِۤى اَسْرٰى dır.

Kelime-i şehadetin burhanı içindedir

Kelime-i şehadet: Vardır iki kelamı. Birbirine şahittir, hem delil ve burhandır.

Birincisi, saniye bir burhan-ı lümmidir. İkincisi, evvele bir burhan-ı innidir.

Hayat bir çeşit tecelli-i vahdettir

Hayat bir nur-u vahdettir; şu kesrette eder tevhid tecelli. Evet, bir cilve-i vahdet eder kesretleri tevhid ve yekta.

Hayat birşeyi herşeye eder malik. Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya.

Ruh, vücud-u harici giydirilmiş bir kanundur

Ruh bir nurani kanundur; vücud-u harici giymiş bir namustur, şuuru başına takmış.

Bu mevcut ruh, şu makul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş.

Sabit ve hem daim fıtri kanunlar gibi, ruh dahi hem alem-i emir, hem irade vas-fından gelir.

Kudret vücud-u hissi giydirir, şuuru başına takar, bir seyyale-i latifeyi o cevhere sadef eder.

Eğer envadaki kanunlara kudret-i Halık vücud-u harici giydirirse, herbiri bir ruh olur.

Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine layemut kanun olur.

Hayatsız vücut adem gibidir

Ziya ile hayatın herbiri, mevcudatın birer keşşafıdır. Bak: Nur-u hayat olmazsa,

Vücut adem-aluddur, belki adem gibidir. Evet, garip, yetimdir, hayatsız ger kamerse.

Hayat sebebiyle karınca küreden büyük olur

Ger mizanül-vücutla karıncayı tartarsan, onda çıkan kainat küremize sıkışmaz.

Bence küre hayevandır, başkaların zannınca meyyit olan küreyi ger getirip koyarsan,

Karıncanın karşısına, o zişuur başının nısfı bile olamaz.

Nasraniyet İslamiyete teslim olacak

Nasraniyet intıfa, ya ıstıfa bulacak. İslama karşı teslim olup terk-i silah edecek.

Mükerreren yırtıldı, Purutluğa ta geldi, Purutlukta görmedi ona salah verecek.

Perde yine yırtıldı, mutlak dalale düştü. Bir kısmı lakin bazı yakınlaştı tevhide; onda felah görecek.

Hazırlanır şimdiden yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet bulup İslama mal olacak.

Bu bir sırr-ı azimdir. Ona remz ve işaret: Fahr-i Rusul demiştir, “İsa, şerim ile amel edip ümmetimden olacak.”

Tebei nazar, muhali mümkün görür

Meşhurdur ki, idin hilaline bakardı cemaat-i kesire. Kimse birşey görmedi.

Zevali bir ihtiyar yemin etti ki, “Gördüm.” Halbuki gördüğü, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.

O kıl oldu onun hilali. O mukavves kıl nerede? Hilal olmuş kamer nerede? Ger anladın şu remzi,

Zerrattaki harekat, kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmettar, kör etmiş maddi gözü.

Teşkil-i cümle enva failini göremez, düşer başına dalal.

O hareket nerede, Nazzam-ı kevn nerede? Onu ona vehmetmek muhal ender muhal!

Kuran ayine ister, vekil istemez

Ümmetteki cumhuru, hem avamın umumu, burhandan ziyade mehazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevk eder imtisale.

Şeriat, yüzde doksanı müsellemat-ı şeri, zaruriyat-ı dini birer elmas sütundur.

İçtihadi, hilafi, feri olan mesail, yüzde ancak on olur. Doksan elmas sütunu, on altının sahibi

Kesesine koyamaz, ona tabi kılamaz. Elmasların madeni, Kuran ve hem hadistir. Onun malı; oradan her zaman istemeli.

Kitaplar, içtihadlar Kuranın ayinesi, yahut dürbün olmalı. Gölge, vekil istemez o Şems-i Mucizbeyan.

Mubtıl, batılı hak nazarıyla alır

İnsandaki fıtratı mükerrem olduğundan, kasten hakkı arıyor. Bazan gelir eline, batılı hak zanneder; koynunda saklıyor.

Hakikati kazarken, ihtiyarı olmadan dalal düşer başına; hakikattir zanneder, kafasına geçirir.

Kudretin ayineleri çoktur

Kudret-i Zülcelalin pek çoktur miratları. Herbiri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir alem-i misale.

Sudan havaya kadar, havadan ta esire, esirden ta misale, misalden ta ervaha, ervahtan ta zamana, zamandan ta hayale,

Hayalden fikre kadar muhtelif ayineler, daima temsil eder şuunat-ı seyyale.

Kulağınla nazar et ayine-i havaya: Kelime-i vahide, olur milyon kelimat.

Acip istinsah eder o kudretin kalemi, şu sırr-ı tenasülat.

Temessülün aksamı muhtelifedir

ayinede temessül, münkasım dört surete: Ya yalnız hüviyet, ya beraber hasiyet, ya hüviyet hem şule-i mahiyet, ya mahiyet hüviyet.

Eğer misal istersen, işte insan ve hem şems, melek ve hem kelime. Kesifin timsalleri, ayinede oluyor birer müteharrik meyyit.

Bir ruh-u nuraninin, kendi miratlarında timsalleri oluyor birer hayy-ı murtabıt. Aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp,

birer nur-u münbasıt.

Ger şems hayevan olaydı, olur harareti hayatı, ziya onun şuuru. Şu havassa maliktir ayinede timsali.

İşte budur şu esrarın miftahı: Cebrail hem Sidrede, hem suret-i Dıhyede, meclis-i Nebevide,

Hem kim bilir kaç yerde! Azrailin bir anda

Allah bilir kaç yerde ruhları kabz ediyor. Peygamberin bir anda,

Hem keşf-i evliyada, hem sadık rüyalarda ümmetine görünür, hem haşirde umum ile şefaatle görüşür.

Velilerin abdalı, çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür.

Müstaid, müçtehid olabilir; müşerri olamaz

İçtihadın şartını haiz olan her müstaid, ediyor nefsi için nass olmayanda içtihad. Ona lazım, gayra ilzam edemez.

Ümmeti davetle teşri edemez. Fehmi, şeriatten olur, lakin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri olamaz.

İcma ile cumhurdur, sikke-i şeri görür. Bir fikre davet etmek, zann-ı kabul-ü cumhur şart-ı evvel oluyor.

Yoksa davet bidattır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz.

Nur-u akıl kalbden gelir

Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver.

O nur ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.

Gözünde bir nehar var; lakin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver.

O içinde bulunmazsa, o şahm-pare göz olmaz, sende birşey göremez. Basiretsiz basar da para etmez.

Ger fikret-i beyzada süveyda-i kalb olmazsa, halita-i dimaği ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.

Dimağda meratib-i ilim muhtelifedir, mültebise

Dimağda meratip var, birbiriyle mültebis, ahkamları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir.

Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra izan oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir.

İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir halet. Salabet itikaddan,

Taassup iltizamdan, imtisal izandan, tasdikten iltizam, taakkulde bitaraf, bibehre tasavvurda,

Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir.

Batıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde,

Safi olan zihinleri cerhtir, hem idlali.

Hazmolmayan ilim telkin edilmemeli

Hakiki mürşid-i alim, koyun olur, kuş olmaz; hasbi verir ilmini.

Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffa sütünü.

Kuş veriyor ferhine lüab-alud kayyını.

Tahrip esheldir; zayıf tahripçi olur

Vücud-u cümle ecza, şart-ı vücud-u külldür. Adem ise oluyor bir cüzün ademiyle; tahrip eshel oluyor.

Bundandır ki, aciz adam, sebeb-i zuhur-u iktidar-ı müsbete hiç yanaşmaz. Menfice müteharrik, daim tahripkar olur.

Kuvvet hakka hizmetkar olmalı

Hikmetteki desatir, hükumette nevamis, hakta olan kavanin, kuvvetteki kavaid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid,

Cumhur-u nasta olmaz ne müsmir ve müessir. Şeriatte şeair kalır mühmel, muattal; umur-u nasta olmaz müstenid ve mutemid.

Bazan zıd, zıddını tazammun eder

Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lafz mananın zıddıdır. Adalet külahını

Zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazaya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvani,

istibdad-ı şeytani, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebadül, isimlerde tekabül, makamlarda becayiş-i mekani.

Menfaati esas tutan siyaset canavardır

Menfaat üzere çarhı kurulmuş olan siyaset-i hazıra müfterisdir, canavar.

Aç olan canavara karşı tahabbüp etsen, merhametini değil, iştihasını açar.

Sonra döner geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister.

Kuva-yı insaniye tahdit edilmediğinden cinayatı büyük olur

Hayvanın hilafına, insandaki kuvveler fıtri tahdit olmamış. Onda çıkan hayr ü er, layetenahi gider.

Onda olan hodgamlık, bundan çıkan hodbinlik, gurur, inat birleşse, öyle günah oluyor ki beşer şimdiye kadar

Ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

Hem mesela, bir adam tek yalancı sözünü doğru göstermek için, İslamın felaketini kalben arzu eder.

Şu zaman da gösterdi: Cehennem lüzumsuz olmaz, Cennet ucuz değildir.

Bazan hayır, şerre vasıta olur

Havastaki meziyet, filhakika sebeptir tevazu, mahviyete; olmuş maatteessüf sebeb-i tahakküme,

Tekebbüre; hem illet. Fakirlerdeki aczi, amilerdeki fakrı, filhakika sebeptir ihsan ve merhamete.

Lakin maatteessüf müncer olmuştur şimdi zillet ve esarete. Birşeyde hasıl olan mehasin ve şerefse,

Havas ve rüesaya o şey peşkeş edilir. O şeyden neşet eden seyyiat ve şer ise, efrad ve hem avama,

Taksim, tevzi edilir. Aşiret-i galipte hasıl olan şerefse, “Hasan Ağa, aferin!” Hasıl olan şer ise,

Efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazin!

Gaye-i hayal olmazsa enaniyet kuvvetleşir

Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenasi edilse; elbette zihinler enelere dönerler,

Etrafında gezerler.

Ene kuvvetleşiyor, bazan sinirleniyor. Delinmez, ta “nahnü” olsun. Enesini sevenler başkalarını sevmezler.

Hayat-ı ihtilal mevt-i zekat, hayat-ı ribadan çıkmış

Bilcümle ihtilalat, bütün herc ü fesadat, hem asıl, hem madeni, rezail ve seyyiat, bütün fasit hasletler,

Muharrik ve menbaı iki kelimedir tek, yahut iki kelamdır. Birincisi şudur ki: “Ben tok olsam, başkalar,

Acından ölse neme lazım.” İkincisi: “Rahatım için zahmet çek. Sen çalış ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler.”

Birinci kelimede olan semm-i kàtili, hem kökünü kesecek, şafi deva olacak tek bir devası vardır.

O da zekat-ı şeri ki bir rükn-ü İslamdır. İkinci kelimede, zakkum şecer münderiç. Onun ırkını kesecek, ribanın Beşer salah isterse, hayatını severse, zekatı vaz etmeli, ribayı kaldırmalı.

Beşer hayatını isterse enva-ı ribayı öldürmeli

Tabaka-i havastan tabaka-i avama sıla-i rahm kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor

Sada-yı ihtilali, vaveyla-yı intikami, kin ve haset enini. Yukarıdan iniyor

Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm saıkası. Aşağıdan çıkmalı

Tahabbüb ve itaat, hürmet ve hem imtisal. Fakat merhamet ve Beşer bunu isterse sarılmalı zekata, ribayı tard etmeli.

Kuranın adaleti bab-ı alemde durup ribaya der “Yasaktır; hakkın yoktur, dönmeli.”

Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. Müthişini yemeden bu emri dinlemeli.

Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır

Bir rüyada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi, tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor.

Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecir olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.

Beşerin başı ihtiyar; edvar-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlukiyet, esaret, şimdi dahi ecirdir, başlamıştır, geçiyor.

Gayr-ı meşru tarik, zıdd-ı maksuda gider

اَلْقَاتِلُ لاَ يَرِثُ bir düstur-u azimdir. Gayr-ı meşru tarik ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat.

Avrupa muhabbeti gayr-ı meşru muhabbet, hem taklit ve hem ülfet.

akıbeti mükafat: mahbubun gaddarane adaveti, cinayat.

Fasık-ı mahrum bulmaz ne lezzet ve ne necat.

Cebir ve İtizalde birer dane-i hakikat bulunur

Ey talib-i hakikat! Maziye, hem musibet; müstakbel ve masiyet ayrı görür şeriat. Maziye, mesaibe nazar olur kadere.

Söz olur Cebriye. Müstakbel ve maasi, nazar olur teklife. Söz olur İtizale. İtizal ile Cebir

Şurada barışırlar.

Şu batıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir; mahsus mahalli vardır. Batıl olan, tamimdir.

Acz ve ceza biçarelerin karıdır

Ger istersen hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma.

Ger istersen rahatı, çaresi bulunmayan şeyde cezaa sarılma.

Bazan küçük birşey büyük bir iş yapar

Öyle şerait oluyor, tahtında az bir hareket sahibini çıkarıyor ta ala-yı illiyyin.

Öyle halat oluyor ki, küçük bir hareket, kasibini indiriyor ta esfel-i safilin.

Bazılara bir an bir senedir

Fıtratların bir kısmı birden bire parlıyor. Bir kısmı tedricidir, şeyen şeyen kalkıyor. Tabiat-ı insani ikisine de benziyor.

Şeraite bakıyor, ona göre değişir. Bazan tedrici gider. Bazan dahi oluyor barut gibi zulmani; birden bire fışkırıyor.

Nurani bir nar olur; bazı olur, bir nazar, fahmi elmas ediyor. Bazı olur, bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı peygamber

Birden bire kalb eder bir bedevi cahil, bir arif-i münevver.

Eğer mizan istersen: İslamdan evvel Ömer, İslamdan sonra Ömer.

Birbiriyle kıyası: bir çekirdek, bir şecer. Defaten verdi semer, o nazar-ı Ahmedi, o himmet-i Peygamber.

Ceziretül-Arabda, fahm olmuş fıtratları kalb etti elmaslara, birden bire seraser,

Barut gibi ahlakı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver.

Yalan bir lafz-ı kafirdir

Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali. Sıdk büyük esastır, bir cevher-i ziyalı.

Yeri verir sükuta-eğer çıksa zararlı. Yalana yer hiç yoktur, çendan olsa faideli. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı.

Lakin hakkın olamaz her doğruyu söz etmek. Bunu iyi bilmeli. “Huz ma safa, da ma keder”kendine düstur etmeli.

Güzel gör, hem güzel bak. Ta güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün. Ta leziz hayatı bulmalı.

Hayat içinde hayattır hüsn-ü zanda emeli. Suizanla yeistir saadet muharribi, hem de hayatın kàtili.

Bir meclis-i misalide, şeriatle medeniyet-i hazıra, deha-i fenni ile hüda-yı şeri muvazeneleri

Birinci Harbin Mütareke başında, bir Cuma gecesinde, bir rüya-yı sadıkada, misali aleminde, bir meclis-i azimde benden sual ettiler:

“Mağlubiyet sonunda İslamın aleminde ne hal peyda olacak?” Asr-ı hazır mebusu sıfatıyla söyledim; onlar da dinlediler.

Eski zamandan beri istiklal-i İslamın bekası, hem kelimetullahın ilası için, farz-ı kifaye-i cihadı, o lazıme-i diyanet,

Deruhte ile, kendini yekvücud-u vahdani, İslamın alemine fedaya vazifedar, hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet,

Şu millet-i İslamın felaket-i mazisi, getirecek de elbet İslamın alemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet

İstikbalde telafi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran etmiyor elbette hiç hasaret. Halini istikbale tebdil eder zihimmet.

Zira ki şu musibet, hayatımız mayesi olan şefkat, uhuvvet,

Tesanüd-ü İslamı harikulade etti, inkişaf-ı uhuvvet,

Tesri-i ihtizazı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit

İslami medeniyet. Müslümanlar bilihtiyar elbet evvel girecek. Muvazene istersen: Şerin medeniyeti, şimdiki medeniyet,

Esaslara dikkat et, asarlara nazar et. Şimdiki medeniyet esasatı menfidir. Menfi olan beş esas ona temel, hem kıymet.

Onlarla çarh kurulur. İşte nokta-i istinad: Hakka bedel kuvvettir. Kuvvet ise, şenidir tecavüz ve tearuz. Bundan çıkar hıyanet.

Hedef-i kastı, fazilet bedeline hasis bir menfaattir. Menfaatin şenidir tezahum ve tehasum. Bundan çıkar cinayet.

Hayattaki kanunu teavün bedeline bir düstur-u cidaldir. Cidalin şeni budur: tenazu ve tedafü. Bundan çıkar sefalet.

Akvamların beyninde rabıta-i esası: aharın zararına müntebih unsuriyet. Başkaları yutmakla beslenir, alır kuvvet.

Milliyet-i menfiye, unsuriyet, milliyet; şeni olur daima böyle müthiş tesadüm, böyle feci telatum. Bundan çıkar helaket.

Beşincisi şudur ki: Cazibedar hizmeti heva, hevesi teşci, teshil; hevesatı, arzuları tatmin. Bundan çıkar sefahet.

O heva, hem heves, şeni budur daima: İnsanı memsuh eder, sireti değiştirir. Manevi meshediyor; değişir insaniyet.

Şu medenilerden çoğu eğer içi dışına çevirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sireti olur suret.

Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki asarı. Zemindeki mevazin, mizanıdır şeriat.

Şeriatteki rahmet, sema-i Kurandandır. Medeniyet-i Kuran esasları müsbettir. Beş müsbet esas üzere döner çarh-ı saadet.

Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır. Hakkın daim şenidir adalet ve tevazün. Bundan çıkar selamet, zail olur şekavet.

Hedefinde menfaat yerine fazilettir. Faziletin şenidir muhabbet ve tecazüb. Bundan çıkar saadet; zail olur adavet.

Hayattaki düsturu, cidal kıtal yerine düstur-u teavündür. O düsturun şenidir ittihad ve tesanüd; hayatlanır cemaat.

Suret-i hizmetinde, heva heves yerine hüda-yı hidayettir. O hüdanın şenidir insana layık tarzda terakki ve refahet,

Ruha lazım surette tenevvür ve tekamül. Kitlelerin içinde cihetül-vahdeti de: Tard eder unsuriyet, hem de menfi milliyet.

Hem onların yerine rabıta-i dinidir, nisbet-i vatanidir, alaka-i sınıfidir uhuvvet-i imani. Şu rabıtanın şenidir samimi bir uhuvvet,

Umumi bir selamet. Hariç etse tecavüz, o da eder tedafü. İşte şimdi anladın, sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet.

Şimdiye kadar İslamlar ihtiyarla girmemiş. Şu medeniyet-i hazıra onlara yaramamış. Hem de onlara vurmuş müthiş kayd-ı esaret.

Belki nev-i beşere tiryak iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şekavet. Yüzde onu çıkarmış muzahraf bir saadet.

Diğer onu bırakmış beyne beyne birahat. Zalim ekallin olmuş gelen ribh-i ticaret. Lakin saadet odur: Külle ola saadet.

Laakal ekseriyete olsa medar-ı necat. Nev-i beşere rahmet nazil olan şu Kuran, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet:

Umuma, ya eksere verirse bir saadet. Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, heva da hür olmuştur. Hayvani bir hürriyet.

Heves tahakküm eder. Heva da müstebittir. Gayr-ı zaruri hacatı havaic-i zaruri hükmüne geçirmiştir. İzale etti rahat.

Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç fakir etmiştir. Say-i helal, masrafa etmemiştir kifayet.

Onda hile, harama beşeri sevk etmiştir. Ahlakın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate, hem neve vermiştir servet, haşmet.

Ferd-i şahsı ahlaksız, hem fakir eylemiştir. Bunun şahidi çoktur: Kurun-u uladaki mecmu-u vahşet ve cinayet, hem gadr ve hem hıyanet,

Şu medeniyet-i habise tek bir defada kustu. Midesi daha bulanır. alem-i İslamdaki istinkaf-ı manidar, hem de bir ca-yı dikkat.

Kabulde muztariptir, soğuk da davranmıştır. Evet, Şeriat-i Garrada olan nur-u İlahi, hassa-i mümtazıdır istiğna-yı istiklaliyet.

O hassadır bırakmaz ki o nur-u hidayet, şu medeniyet ruhu olan Roma dehası ona tahakküm etsin. Onda olan hidayet,

Bundaki felsefe ile mezc olmaz, hem aşılanmaz, hem de tabi olamaz. İslamiyet ruhunda şefkat, izzet-i iman beslediği şeriat,

Kuran-ı Mucizül-Beyan tutmuş yed-i beyzada hakaik-i şeriat. O yemin-i beyzada birer asa-yı Musadır. Sahhar medeniyet

İstikbalde edecek ona secde-i hayret.

Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunanın iki dehası vardı; bir asıldan tevemdi. Biri hayal-aluddu, biri maddeperestti.

Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, hristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.

Herbiri istiklalini filcümle hıfzeyledi. Hatta elan adeta o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş. Alman, Fransız oldu.

Güya bir nevi tenasuh başlarından geçmişti. Ey birader-i misali! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki deha öküz gibi reddetti

Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tevemdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı. Birbiriyle döğüştü; hiç de barışmadılar.

Nasıl olur ki aslı, hem madeni, matlaı başka çeşit olmuştu. Kuranda olan nuru, şeriat hidayeti,

Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehası birbiriyle barışır, hem mezcu ittihadı.

O deha ile bu hüda menşeleri ayrıdır. Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı. Hüda kalbde işliyor; dimağı da işletir.

Deha dimağda işler; kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.

İstidad-ı kemali birden bire yol alır. Nefs-i cismani yapar hizmetkar-ı emirber. Melek-sima ediyor insan-ı himmetperver.

Deha ise, evvela nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsani neşvünema buluyor.

Ruhu eder hizmetkar; taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüda, hayateyne saadet veriyor, dareyne ziya neşrediyor

İnsanı yükseltiyor.

Deccal-misal deha-yı aver, bir dar ile bir hayatı anlar, maddeperest olur ve dünyaperver. İnsanı yapar birer canavar.

Evet, deha sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüda şuurlu sanatı tanır, hikmetli kudrete bakar. Deha zemine küfran perdesi çeker. Hüda, şükran nurunu serper.

Bu sırdandır, deha ama-i asam; hüda semi-i basir. Dehanın nazarında, zemindeki nimetler sahipsiz ganimettir.

Minnetsiz gasp ve sirkat, tabiattan koparmak, canavarca his verir.

Hüdanın nazarında, zeminin sinesinde, kainatın yüzünde Serpilmiş olan niam, rahmetin semeratı. Her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.

Bunu da inkar etmem, medeniyette vardır mehasin-i kesire. Lakin, onlar değildir ne Nasraniyet malı, ne Avrupa icadı,

Ne şu asrın sanatı. Belki umum malıdır. Telahuk-u efkardan, semavi şerayiden, hem hacat-ı fıtriden, hususen şer-i Ahmedi,

İslami inkılaptan neşet eden bir maldır. Kimse temellük etmez. Misaliler meclisi, o meclisin reisi tekrar sordu. Hem dedi:

Musibet olur her dem hıyanet neticesi, mükafatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı.

Hangi efalinizle kazaya, hem kadere şöyle fetva verdiniz ki, kaza-i İlahi musibetle hükmetti, sizleri hırpaladı?

Hata-yı ekseriyet olur sebep daima musibet-i ammeye. Dedim:

Beşerin dalalet-i fikrisi, Nemrudane inadı,

Firavunane gururu şişti şişti zeminde, yetişti semavata. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate.

Semavattan indirdi

Tufan, taun misali, şu harbin zelzelesi, gavura yapıştırdı semavi bir silleyi. Demek ki şu musibet bütün beşer musibetiydi.

Neven umuma şamil, bir müşterek sebebi, maddiyyunluktan gelen dalalet-i fikri idi. Hürriyet-i hayvani, hevanın istibdadı.

Hissemizin sebebi, erkan-ı İslamide ihmal ve terkimizdi. Zira Halık-ı Teala yirmi dört saatten bir saati istedi.

Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu.

Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima talim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.

Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene cebren oruç tutturdu.

Kendi verdiği maldan, kırkından ya onundan birini zekat istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti.

O da bizden aldırdı müterakim zekatı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi:

Biri müsbet ve ihtiyari; biri menfi, ıztırari. Bütün alam, mesaib, amal-i salihadır; lakin menfidir, ıztırari. Hadis teselli verdi.

Bu millet-i günahkar kanıyla abdest aldı, fiili bir tevbe etti. Mükafat-ı acili: Şu milletin humsu dört milyonu çıkardı,

Derece-i velayet, mertebe-i şehadet ile gazilik verdi, günahı sildi. Bu meclis-i ali-i misali bu sözü tahsin etti.

Ben de birden uyandım, belki yakaza ile yeni yattım. Bence yakaza rüyadır.

Rüya bir nevi yakazadır. Orada asrın vekili, burada Said Nursi.

Cehil, mecazı eline alsa hakikat yapar

İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecaz, eder inkılap hakikate. Hem açar hurafata kapılar.

Küçüklüğümde gördüm ki, hasf olmuştu kamer. Sordum ben validemden. Dedi: “Yılan yutmuştur.” Dedim: “Neden görünür?”

Dedi: “Orada yılanlar böyle nim-şeffaf olur.” İşte böyle bir mecaz hakikat zannedilmiş. Medar-ı şems ve kamer tekatu noktaları olan res ve zenebde arzın hayluletiyle, bir emr-i İlahiyle münhasif olur kamer.

İki kavs-ı mevhume tinnineyn yad edilmiş, hayali bir teşbihle isim müsemma olmuş. Tinnin ise yılandır.

Mübalağa zemm-i zımnidir

Hangi şeyi vasfetsen, olduğu gibi vasfet. Medhin mübalağası bence zemm-i zımnidir.

İhsan-ı İlahiden fazla ihsan, ihsan değildir.

Şöhret zalimedir

Şöhret bir müstebittir; sahibine mal eder başkasının malını.

Meşhur Hoca Nasreddin letaifi içinde, zekatı, asıl malı.

Rüstem-i Sistani, onun hayal-i şanı garet etti bir asır mefahir-i İranı.

Gasb ve garetle şişti o namdar hayali, hurafata karıştı, attı nev-i insanı.

Din ile hayat kabil-i tefrik olduğunu zannedenler felakete sebeptirler

Şu Jön Türkün hatası: Bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslamiyet ayrı ayrı zannetti.

Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,

Medeniyet sistemi bozuktu, hem muzırdı. Tecrübe-i katiye bize bunu gösterdi.

Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslam bunu anladı.

Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi. İhmali nisbetinde idi

Milletin tedennisi. Tarihi bir hakikat; ondan olmuş tenasi.

Mevt, tevehhüm edildiği gibi dehşetli değil

Dalalet vehmidir, mevti dehşetlendirir. Mevt, tebdil-i camedir, ya tahvil-i mekandır. Sicinden bostana çıkar.

Kim hayatı isterse şehadet istemeli. Şehidin hayatına Kuran işaret eder.Sekeratı tatmamış, herbir şehid kendini

Hayy biliyor, görüyor. Lakin yeni hayatı daha nezih buluyor.

Zanneder ki ölmemiş. Meyyitlere nisbeti, dikkat et, şuna benzer:

İki adam rüyada lezaiz envaına cami güzel bahçede ikisi geziyorlar. Biri rüya olduğunu bilir; lezzet almıyor.

Onu müferrah etmez; belki teessüf eder. Öbürüsü biliyor ki alem-i yakazadır; hakiki lezzet alır, ona hakiki olur.

Rüya misalin zılli, misal ise berzahın zılli olmuştur. Ondan, onların düsturları birbirine benziyor.

Siyaset, efkarın aleminde bir şeytandır; istiaze edilmeli.

Siyaset-i medeni, ekserin rahatına feda eder ekalli. Belki ekall-i zalim, kendine kurban eder ekserin-i avamı.

Adalet-i Kurani, tek masumun hayatı, kanı heder göremez, onu feda edemez, değil ekseriyete, hatta nevin umumu.

ayet-i مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ iki sırr-ı azimi vaz ediyor nazara. Biri mahz-ı adalet. Bu düstur-u azimi ki

Fert ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir görür; adalet-i İlahi ikisine bir bakar. Bir sünnet-i daimi.

Şahs-ı vahid hakkını kendi feda ediyor; lakin feda edilmez, hatta umum insana. Onun iptal-i hakkı, hem iraka-i demi,

Hem zeval-i ismeti; iptal-i hakk-ı nevin, hem ismet-i beşerin mislidir, hem naziri. İkinci sırrı budur: Hodgami bir ademi

Hırs ve heves yolunda bir masumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mani ise harap eder dünyayı, imha eder beni ademi.

Zaaf hasmı teşci eder; Allahabdini tecrübe eder, abd Allahını tecrübe edemez

Ey haif ve hem zaif! Havf ve zafın beyhude, hem senin aleyhinde tesirat-ı harici teşci eder, celb eder.

Ey vesveseli vehham! Muhakkak bir maslahat, mazarrat-ı mevhume için feda edilmez. Sana lazım hareket; netice Allahındır.

İşine karışılmaz. Allah çeker abdini meydan-ı imtihana. “Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım” der.

Abd ise hiç yapamaz Allahını tecrübe. “Rabbim muvaffak etsin; ben de bunu işlerim” dese tecavüz eder.

İsaya demiş şeytan: “Madem herşeyi O yapar. Kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at. O da sana ne yapar?” İsa dedi: “Ey melun! Abd edemez Rabbini tecrübe ve imtihan.”

Beğendiğin şeyde ifrat etme

Bir derdin dermanı başka derde dert olur. Panzehiri zehir olur. Derman hadden geçerse dert getirir, öldürür.

İnadın gözü, meleği şeytan görür

İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur.

Muhalif tarafında eğer meleği görse, libasını değişmiş onu şeytan zanneder; adavet, lanet eder.

Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilafı çıkarma

Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilaftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.

İslamiyet, selm ve müsalemettir; dahilde niza ve husumet istemez

Ey alem-i İslami! Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen, düsturun bu olmalı:

Hüvel-hakku yerine hüve hakkun olmalı; hüvel-hasen yerine hüvel-ahsen olmalı.

Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: “İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.”

Dememeli: “Budur hak; başkaları battaldır. Ya yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.”

Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor. Sonra maraz oluyor; niza ondan çıkıyor.

Dert ile dermanlar

Taaddüdü hak olur; hak da taaddüt eder. Hacat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur; hak da tenevvü eder.

İstidat, terbiyeler tekessürü hak olur; hak da tekessür eder. Bir madde-i vahide, hem zehir ve hem panzehir.

İki mizaca göre mesail-i feride hakikat sabit değil; izafi ve mürekkep. Mükellefin mizaçlar

Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküp, her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.

Mezhebinin hududu tayinini bırakır temayül-ü mizaca. Taassub-u mezhebi tamime sebep olur.

Tamimin iltizamı sebep olur nizaa. İslamiyetten evvel tabakat-ı beşerde derin uçurumlar,

Hem tebaüd-ü acibi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, tenevvü-ü şerayi, müteaddit mezhepler.

Beşerde bir inkılap İslamiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, şer etti ittihad, vahid oldu peygamber.

Seviye bir olmadı; mezhep taaddüt etti. Terbiye-i vahide kafi geldiği zaman, ittihad eder mezhepler.

İcad ve cem-i ezdadda büyük bir hikmet var; kudret elinde şems ve zerre birdir

Ey birader-i kalb-i hüşyar! Ezdadın cemindendir tecelli-i iktidar. Lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri,

Hüsnün içinde kubhu, nefin içinde darrı, nimet içinde nıkmet, nurun içinde narı, bilir misin ki sırrı?

Hakaik-i nisbiye sübut, takarrur etsin. Birşeyde çok şey olsun; bulsun vücut, görünsün. Sürat-i hareketle bir nokta bir hat olur.

Çevirmenin sürati yapar bir lema-i nur, daire-i nurani. Hakaik-i nisbiye vazifesi dünyada daneler sünbül olur.

Kainatın çamuru, revabıt-ı nizamı, alaik-i nakşını odur teşkil ediyor. ahirette bu nisbi emirler orada hakaik olur.

Hararette meratip, ona olmuştur sebep tahallül-ü burudet. Hüsündeki derecat kubhun tedahülüdür; sebep, illet oluyor.

Ziya zulmete borçlu; lezzet eleme medyun; sıhhat marazsız olmaz. Cennet olmazsa belki Cehennem tazip etmez. Zemherirsiz olmuyor;

Ger zemherir olmazsa, o da ihrak edemez. O Hallak-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi; haşmeti etti zuhur.

O Kadir-i Layezal, cem-i ezdad içinde iktidarı gösterdi; azamet etti zuhur. Madem o kudret-i İlahi lazime-i zati olur.

O Zat-ı Ezeliye hem zarure-i naşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda meratip olamaz. Herşeye nisbeti bir; hiçbir şey ağır olmuyor.

O kudretin ziyasına güneş mişkat olmuştur. Bu mişkatın nuruna deniz yüzü ayine, şebnemlerin gözleri birer mirat olmuştur.

Denizin geniş yüzü gösterdiği güneşi, çin-i cebinindeki katreler de gösterir; şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.

Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında. Kudreti tanzir eder. Şebnemin gözbebeği küçücük bir güneştir.

Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir. Gözbebeği bir nurdur ki şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur.

Semavat bir denizdir; bir nefes-i Rahmanla çin-i cebinlerinde mevcelenip, katarat ki nücum ve hem şümustur.

Kudret tecelli etti, o katarata serpti nurani lemeatı. Herbir güneş bir katre, herbir yıldız bir şebnem, herbir lema timsaldir.

O feyz-i tecellinin küçücük bir aksidir o katre-misal güneş. Eder mücella camını o lümeya zücace dürri-misal parlıyor,

O şebnem-misal yıldız latif gözü içinde, bir yer yapar lemaya, lema olur bir siraç, gözü olur zücace, misbahı nurlanıyor.

Meziyetin varsa hafa türabında kalsın, ta neşvünema bulsun

Ey zihassa-i meşhure, taayyünle zulmetme. Ger perde-i hafanın altında sen kalırsan, ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.

Herbir ihvanın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkan ve ihtimali, herbirine celb eder bir nazar-ı hürmeti.

Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin,

İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus zalim birer emirdir. Sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün.

Nerede kaldı yalancı tasannu ve riya ile kisb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azim ki hikmet-i İlahi, hem o nizam-ı ahsen.

Bir ferd-i fevkalade, kendi nevi içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen.

İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.

Ramazanda münteşir bir leyle-i zu-kadir. Esmaül-Hüsnada muzmer iksir-i İsm-i azam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen,

İphamda izhar eder, ihfada ispat eder. Mesela, ecelin iphamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.

Kefeteyn-i havf ü reca, hizmet-i ukba-dünya tevehhüm-ü bekai, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene müphem bir ömür olsa ahsen, Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin.

Şeyen şeyen üzülmek ve hem de teselli vermez; sen de rahat etmezsin.

Allahın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır

Allahın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allahın gazabından fazla gazap edilmez.

Öyle ise işi bırak o adil-i Rahime. Fazla şefkat elemdir; fazla gazap zemime.

İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır

Ey müsrifli kardeşim! Tagaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.

Hem ağıza girmeden, hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede, bihuşe verir nuşe.

Zevki bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene, hem mideye kapıcı müfettişe.

Onun tesiri menfi, müsbet değil. Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek. Nuş verirsin o bihuşa.

Asli vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytani pişe.

İsrafın en sefihi, tebzirin en sakimi, bir tarzdır bir çeşidi. Heves etme bu işe.

Zaika telgrafçıdır; telziz ile baştan çıkarma

Rububiyet-i İlah, hikmet ve inayeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir içinde hudut karakolu. Hem,
Muhbirleri de koymuş. Şu alem-i sagirde damarları telefon, asapları telgraf hükmüne vaz eylemiş. Şamme telefonu, hem

Telgrafa zaika inayet memur etmiş o Rezzak-ı Hakiki, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife, taam ve levn ve hem

Rayiha. İşte şu havass-ı selase, o rezzak canibinden birer ilannamesi, birer davetnamesi, bir izinnamesi, hem

Bir dellaldır ki, muhtaç ve müşteriler hep onlarla celb olur.

Mürtezik hayvanlara zevk ve rüyet ve şemm, birer alet vermiş. Hem,

Taamları muhtelif ziynetlerle süsletmiş. Hevai gönülleri avutup, lakaytları tehyic ile cezb etmiş. Vakta, taam girse, hem

Ağıza, birden bire zaika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktarına. Şamme telefon veriyor, gelen taam nevi, hem

Çeşitleri de söyler. Hacetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hazırlanır. Ya cevab-ı red gelir, hem

Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür. İnayet tarafından madem buna memurdur. Zevki baştan çıkarma. Hem,

Telziz ile aldatma. Sonra o da unutur doğru iştiha nedir. Bir iştiha-yı kazip gelir, başına çatar. Hatası, maraz ile, hem

İlletlerle cezalar gelir. Hakiki lezzet hakiki iştihadan çıkar; doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kafide şah, hem

Geda beraber. Hem bahemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet, berhem-zened. Eleme olur merhem.

Niyet gibi, tarz-ı nazar dahi adeti ibadete çevirir

Şu noktaya dikkat et: Nasıl olur niyetle mübah adat, ibadat. Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahi.

Tetkik dahi tefekkür. Yani, ger harfi nazarla, hem sanat noktasında “Ne güzeldir” yerine “Ne güzel yapmış Sani; nasıl yapmış o mahi!”

Nokta-i nazarında kainata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lema-i kast ve itkan, tenvir eder şübehi.

Döner ulum-u kainat, maarif-i İlahi. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, “zatında nasıl olmuş” eğer etsen nigahı,

Bakarsan kainata, daire-i fünunun daire-i cehl olur. Biçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı.

Böyle zamanda tereffühte izn-i şeri bizi muhtar bırakmaz

Lezaiz çağırdıkça “Sanki yedim” demeli. “Sanki yedim” düstur eden, bir mescidi yemedi.

Eskide ekser İslam filcümle aç değildi. Tenauma ihtiyar bir derece var idi.

Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar izn-i şeri kalmadı.

Sevad-ı azam, hem ekseriyet-i masumun mAyşeti basittir. Tagaddi besatetiyle onlara tabi olmak,

Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tagaddide tereffüh noktasında benzemek.

Zaman olur ki, adem-i nimet, nimettir

Hafıza bir nimettir. Fakat ahlaksız bir adamda, musibet zamanında nisyan ona racihtir.

Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün alamını çektirir, müterakim olmuş alamı unutturur.

Her musibette bir cihet-i nimet var

Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet münderiçtir. Dikkat et de onu gör. Nasıl herşeyde vardır,

Bir derece-i hararet. Her musibette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin,

Dereceyi görerek Allaha çok şükür et. Yoksa istizamla ürkersen, “of, of”la üflersen, o da aksine şişer.

Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen, bir iken ikileşir. Kalbde olan misali, döner hakikat olur.

Hakikatten ders alır, sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor.

Büyük görünme, küçülürsün

Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için

Elbet cemiyet-i beşerde, içtimai binada,

Görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var.

Ger pencere kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetavül edecek,

Uzanacak. Ger pencere kamet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla tekavvüs edecek, eğilecek.

Kamillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nakıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük.

Hasletlerin yerleri değişse, mahiyetleri değişir

Bir haslet; yer ayrı sima bir. Kah dev, kah melek, kah salih, kah talih. Misali şunlardır:

Zaifin kaviye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavide, tekebbür ve gururdur.

Kavinin bir zaife karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zaifte, tezellül ve riyadır.

Bir ulülemr, makamında olursa ciddiyeti vakardır, mahviyeti zillettir.

Hanesinde bulunsa, mahviyeti tevazu, ciddiyeti kibirdir.

Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zatta, müsamaha hamiyet, fedakarlık bir haslet, bir amel-i salihtir.

Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zatta, müsamaha hıyanet, fedakarlık bir sıfat, bir amel-i talihtir.

Tertib-i mebadide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şeridir.

Semere-i sayine, kısmetine rıza ise memduh bir kanaattir, meyl-i saye kuvvettir.

Mevcut mala iktifa, mergub kanaat değil, belki dun-himmetliktir. Misaller daha çoktur.

Kuran mutlak zikreder salihat ve takvayı. İphamında remz eder makamatın tesiri. Îcazı bir tafsildir; sükutu geniş sözdür.

“El-hakku yalu” Bizzat, Hem akıbet Muraddır

Ey arkadaş! Bir zaman bir sail dedi: “Madem el-hakku yalu haktır. Neden kafir Müslime, kuvvet hakka galiptir?”

Dedim: Dört noktaya bak; bu müşkül de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkın her vesilesi hak olması lazım değildir.

Öyle de, her batılın her vesilesi batıl olması yine lazım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, batıl vesileye galiptir.

Dolayısıyla, bir hak bir batıla mağluptur. Muvakkaten, bilvasıta olmuştur. Yoksa bizzat, hem daima değildir.

Lakin akıbetül-akıbe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.

İkinci nokta şudur:

Her Müslimin her vasfı Müslim olmak vacip iken, haricen her dem vaki, sabit değildir.

Öyle de, her kafirin her vasfı kafir olmak, küfründen neşet etmek yine lazım değildir.

Her fasıkın her vasfı fasık olmak, fıskından neşet etmek, öyle de, her dem sabit değildir.

Demek bir kafirin Müslim olan bir vasfı, Müslimdeki lameşru vasfına galip olur. Bilvasıta, o kafir dahi ona galiptir.

Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve ammdır. O rahmet-i ammenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.

Üçüncü nokta şudur: O Zat-ı Zülcelalin iki vasf-ı kemalden iki şeri tecelli, vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir.

O da şer-i tekvini. Vasf-ı kelamdan gelen şeriat-i meşhure. Teşrii evamire karşı itaat, isyan

Nasıl olur.

Öyle de, tekvini evamire itaat ve isyan olur. Birincisi galiben dar-ı uhrada görür

Mücazatı, sevabı. İkincisi ağleban dar-ı dünyada çeker mükafat ve ikabı. Mesela, nasıl sabrın mükafatı zaferdir, ataletin mücazatı sefalet. Öyle de, sayin sevabı olur servet.

Sebatta da galebedir mükafat. Zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattir.

Bazan iki şeriat evamiri, birşeyde beraber müçtemidir; herbirine bir cihet. Demek tekvini emre itaat ki bir haktır.

İtaat galip olur o emrin isyanına ki bir tavr-ı batıldır. Bir batıla vesile olmuş olursa bir hak, vakta ki galip olsa

Bir batıla ki, olmuş o da vesile-i hak. Bilvasıta bir hakkın bir batıla mağluptur. Fakat bizzat değildir.

Demek “El-hakku yalu” bizzat demektir. Hem akıbet muraddır; kayd-ı haysiyet maksuddur. Dördüncü nokta şudur:

Bir hak bilkuvve kalmış. Yahut kuvvetsiz kalmış. Ya mahluttur, hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lazım gelmiştir.

Mühezzep ve müzehhep yapmak için muvakkat, batıl ona musallat. Ta ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır,

Ta mahz ve halis çıksın, mebadide, dünyada batıl etse galebe, fakat kazanmaz harbi. “akıbetül-müttakin” ona vurur bir darbe.

İşte, batıl mağluptur. “El-hakku yalu” sırrı onu çarpar ikaba. İşte hak da galiptir.

Bir kısım desatir-i içtimaiye

İçtimai heyette düsturları istersen: müsavatsız adalet, önce adalet değil. Temasülse, tezadın mühim bir sebebidir.

Tenasüpse tesanüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Zaaf-ı kalbdir gururun madeni. Olmuş acz, muhalefet menşei. Meraksa, ilme hocadır.

İhtiyaçtır terakkinin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefahet. Demek sefahetin menbaı sıkıntı olmuş. Sıkıntı ise, madeni, yeisle suizandır.

Dalalet fikridir, zulümat kalbidir, israf cesedidir.

Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli

اِذا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ السُّفَهَۤاءُ بِالْهَوَسَاتِ اِذًا تَرَجَّلَ النِّسَۤاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَاتِ

Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer-i İslam onları

Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı ailede. Temizlik ziynetleri.

Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemali ismet, hüsn-ü kemali şefkat, eğlencesi evladı. Bunca esbab-ı ifsat, demir sebat kararı

Lazımdır, ta dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe, riya ile rekabet, haset ile hodgamlık depretir damarları.

Yatmış olan hevesat birden bire uyanır. Taife-i nisada serbesti inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlak-ı seyyienin birden bire inkişafı.

Şu medeni beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azimdir. Hem müthiştir tesiri.

Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riya, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları.

Tasarruf-u kudretin vüsati, vesait ve muinleri reddeder

O Kadir-i Zülcelal, tasarruf-u kudreti, tevessü-ü tesiri noktasında oluyor şemsimiz zerre-misal.

Nev-i vahidde olan tasarruf-u azimi mesafesi vasidir. İki zerre beyninde cazibeyi ele al,

Git de, ta şemsüşşümus ve kehkeşan beynindeki cazibenin yanında koy.

Yükü bir kar tanesi bir melek, şemsi ele almış bir şems-misal meleğin yanına getir. İğne kadar bir balığı, balina balığı da yan yana bırak. O Kadir-i Ezeli-i Zülcelal

Tecelli-i vasii, asgardan ta ekbere itkan-ı mükemmeli birden tasavvura al. Cazibe ve nevamis, vesail-i pürseyyal

Gibi örfi emirler, tecelli-i kudrete, tasarruf-u hikmete birer isim olması; odur yalnız meal.

Başka meali olmaz. Beraber de bir düşün; bileceksin bizzarure ki, esbab-ı hakiki, vesait-i zimisal,

Muinler, hem şerikler birer emr-i batıldır, birer hayal-i muhal, o kudret nazarında. Hayat vücuda kemal,

Makamı büyük, mühimdir. Buna binaen derim: Küremiz, alemimiz neden muti, musahhar olmasın, hayvan-misal?

O Sultan-ı Ezelinin bu tarz hayvan tuyuru kesretle münteşirdir şu meydan-ı fezada, muhteşem ve pürcemal

Bostan-ı hilkatinde salmış da döndürüyor. Onlardaki nağamat, bunlardaki harekat, tesbihattır o akval,

İbadettir o ahval, Kadim-i Lemyezele, Hakim-i Layezale. Küremiz hayvana pek benziyor, asar-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse, bilfarzımuhal,

Mini mini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karib bir ihtimal.

alemimiz insan kadar küçülse, yıldızları zerreler suretine dönerse, bir zişuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal.

Demek alem erkanlarıyla birer abid-i müsebbih, birer muti musahhar Halık-ı Lemyezele, Kadir-i Layezale.

Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lazım gelmez. Zira daha cezaletlidir saat-i hardal-misal,

Bir saatten ki, timsali Ayasofi kadardır. Bir sineğin hilkati hayretfezadır filden, o mahluk-u bifasal.

Ger kalem-i kudretle bir cüz-ü fert üstüne esirin cevahir-i ferdiyle yazılsa bir Kuran ki, sığar-ı sahife nisbeti bir kibr-i sanat-meal,

Sahife-i semada yıldızlarla yazılan bir Kuran-ı Kerime, cezaletle müsavi. Nakkaş-ı Ezelinin sanatı her tarafta pürcemal ve pürkemal.

Her tarafta böyledir. Derece-i kemalde kalemdeki ittihad, tevhidi ilan eder bu kelam-ı pür-meal; iyi bir dikkate al.

Melaike bir ümmettir; şeriat-i fıtriye ile memurdur

Şeriat-i İlahi ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş iki insan muhatap, hem de mükellef olmuş. Sıfat-ı iradeden gelen şer-i tekvini, İnsan-ı ekber olan alemin ahvalini, hem de harekatını—ki ihtiyari değil—tanzim eden şerdir. O meşiet-i Rabbani,

Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir. Sıfat-ı kelamından gelen şeriat ise, alem-i asgar olan insanın efalini

Ki ihtiyari olmuş, tanzim eden şerdir. İki şer bir yerde bazan eder içtima. Melaike-i İlahi, bir ümmet-i azime, hem bir cünd-ü Sübhani,

Birinci şere olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil. Hem onlardan bir kısmı ibad-ı müsebbihtir. Bir kısmı da müstağrak, Arşın mukarrebini.

Madde rikkat peyda ettikçe hayat şiddet peyda eder

Hayat asıl, esastır; madde ona tabidir, hem de onunla kaimdir. Bir hurdebini huveyn havass-ı hamsesiyle insanın havassını

Muvazene edersen görürsün: İnsan ondan ne derece büyükse havassı o derece onunkinden aşağı. O huveyne işitir kardeşinin sesini,

Hem de görür rızkını. Ger insan kadar büyüse, havassı hayretfeza, hayatı şulefeşan, rüyeti de berk-asa bir nur-u asümani.

İnsan, bir kitle-i mevattan bir zihayat değildir. Belki de milyarlarla zihayat hüceyratından mürekkep ve zihayat bir hücre-i insani.

اِنَّ اْلاِنْسَانَ كَصُورَةِ ﴿ يٰسۤ ﴾ كُتِبَتْ فِيهَا سُورَةُ ﴿ يٰسۤ ﴾ فَتَباَرَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
Maddiyyunluk bir taun-u manevidir

Maddiyyunluk bir taun-u manevi; beşere de tutturdu şu müthiş bir sıtmayı. Hem de ani çarptırdı bir gazab-ı İlahi. Telkin, hem de taklit,

Tenkide kabiliyet-i tevessüü nisbeten, o taun da ediyor tevessü ve intişar. Telkini fenden almış, medeniyetten taklit.

Hürriyet tenkit vermiş; gururundan dalalet çıkmış.

Vücutta atalet yok; işsiz adam, vücutta adem hesabına işler

En bedbaht, sıkıntılı, muztarip işsiz olan adamdır. Zira ki atalet, vücut içinde adem, hayat içinde mevttir.

Say ise, vücudun hayatı, hem hayatın yakazasıdır elbet.

Riba İslama zarar-ı mutlaktır

Riba atalet verir, şevk-i sayi söndürür. Ribanın kapıları, hem de onun kapları olan bu bankaların her

Dem nefi ise, beşerin en fena kısmınadır. Onlar da gavurlardır. Gavurlardaki nefi en fena kısmınadır; onlar da zalimler. Her

Dem zalimlerdeki nefi en fena kısmınadır. Onlar da sefihlerdir. alem-i İslama bir zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşer her

Dem refahı nazar-ı şeride yoktur. Zira harbi bir gavur hürmetsiz, ismetsizdir, demi hederdir. Her de…m.

Kuran, kendi kendini himaye edip hakimiyetini idame eder

Bir zatı gördüm ki yeis ile müptela, bedbinlikle hasta idi. Dedi: Ulema azaldı, kemiyet keyfiyeti. Korkarız, dinimiz sönecek de bir zaman.

Dedim: Nasıl kainat söndürülmezse, iman-ı İslami de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde her an Olan İslami şeair, dini minarat, İlahi maabid, şeri maalim itfa olmazsa, İslamiyet parlayacak an be an.

Herbir mabed bir muallim olmuş, tabıyla tabayie ders verir. Her maalim dahi birer üstad olmuştur; onun lisan-ı hali eder telkin-i dini; hatasız, hem binisyan.

Herbir şeair bir hoca-i danadır; ruh-u İslamı daim enzara ders veriyor. Mürur-u asar ile sebeb-i istimrar-ı zaman.

Güya tecessüm etmiş envar-ı İslamiyet şeairi içinde. Güya tasallüb etmiş zülal-i İslamiyet maabidi içinde. Birer sütun-u iman.

Güya tecessüd etmiş ahkam-ı İslamiyet maalimi içinde. Güya tahaccür etmiş erkan-ı İslamiyet avalimi içinde. Birer sütun-u elmas; onunla mürtabittir zemin ile asüman.

Lasiyyema, bu Kuran-ı Hatib-i Mucizbeyan, daima tekrar eder bir hutbe-i ezeli. Aktar-ı İslamide kalmamış hiç de bir köy, hem dahi hiçbir mekan,

Nutkunu dinlemesin, talimi işitmesin. اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrı ile hafızlıktır pek de büyük bir rütbe. Tilavet ise, ibadet-i ins ü cann.

Onun içinde talim, hem müsellematı tezkir. Tekerrür-ü zamanla nazariyat kalb olur müsellemata, hem döner bedihiyata. İstemez daha beyan.

Zaruriyat-ı dini, nazariyattan çıkıp zaruriyat olmuştur. Tezkir ise kafidir, ihtar ise vafidir. Şafidir her dem Kuran,

İhtara, hem tezkire. Şu intibah-ı İslam, hem içtimai yakaza herbirine veriyor, umuma ait olan delail ve hem mizan.
Madem içtimai hayat İslamda başlamıştır. Herbirinin imanı kendine mahsus olan delile münhasıran değil, müstenid vicdan.

Belki cemaatin kalbinde gayr-ı mahdut esbaba dahi eder istinad.

Hatta ca-yı dikkattir: Bir mezheb-i zaifi, mürur ettikçe zaman,

İptali müşkül olur. Nerede kaldı ki İslam, vahy ile fıtrat gibi iki metin esasa hem istinad etmiştir, hem bu kadar asarda nafizane hükümran.

Rasih esaslarıyla, bahir eserleriyle, kürenin yarısıyla iltiham peyda etmiş, bir ruh-u fıtri olmuş. Nasıl küsufa girer? Küsuftan çıkmış elan.

Fakat, maatteessüf, bazı zevzek kefere, safsatalı adamlar, şu kasr-ı alinin metin esaslarına ilişir buldukça imkan.

Onları deprettirir. Esaslara ilişilmez, onlarla oynanılmaz. Sussun şimdi dinsizlik; iflas etti o teres. Bestir tecrübe-i küfran ve yalan.

Bu alem-i İslamın alem-i küfre karşı en ileri karakol, şu darülfünun idi. Lakayt ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan,

Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslamiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan,

En mütesallib olmalı. En müteyakkız olmalı. Yahut o dar olmamalı, İslamı aldatmamalı. İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor makes-i nur-u iman.

Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir. Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan.

Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa, ruh-u iman olan hakkalyakine, ihtimalat-ı kesire olur birer hasm-ı bieman.

Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sadis, tarik-i iman. Fikir ile dimağ, bekçi-i iman.
Talim-i nazariyattan ziyade, tezkir-i müsellemata ihtiyaç var

Zaruriyat-ı dini, müsellemat-ı şeri, kulublerde hasıldır, ihtar ile huzuru, tezkir ile şuuru.

Matlup da hasıl olur. İbare-i Arabi daha ulvi ediyor tezkiri, hem ihtarı.

Onun için Cumada hutbe-i Arabiye, zaruriyatı ihtar, müsellematı tezkir, maalkifaye olur onun tarz-ı tezkiri.

Nazariyatı talim onda maksud değildir. Hem İslamın vahdani simasında şu Arabi ibare bir nakş-ı vahdettir; kabul etmez teksiri.

Hadis der ayete: Sana yetişmek muhal

Hadis ile ayeti muvazene edersen, bilbedahe görürsün: Beşerin en beliği, vahyin de mübelliği, o dahi baliğ olmaz

Belağat-i ayete. O da ona benzemez. Demek ki, lisan-ı Ahmediden gelen herbir kelam her dem onun olamaz.

Îcaz ile beyan icaz-ı Kuran

Bir zaman rüyada gördüm ki, Ağrı Dağı altındayım. Birden o dağ patladı, dağ gibi taşları aleme dağıttı, sarstı cihanı.

Füceten bir adam yanımda peyda oldu. Dedi ki: Îcaz ile beyan et, icmal ile icaz et bildiğin enva-ı icaz-ı Kuranı.

Daha rüyada iken tabirini düşündüm. Dedim: Şuradaki infilak, beşerde bir inkılaba misal. İnkılapta ise elbet hüda-yı Furkani Her tarafta yükselip hem de hakim olacak. İcazının beyanı zamanı da gelecek. O saile cevaben dedim: İcaz-ı Kurani

Yedi menabi-i külliyeden tecelli, hem yedi anasırdan terekküp eder.

Birinci menba: Lafzın fesahatinden selaset-i lisanı,

Nazmın cezaletinden, mana belağatinden, mefhumların bedaatinden, mazmunların beraatinden, üslupların garabetinden birden tevellüt eden barika-i beyanı,

Onlarla oldu mümteziç, mizac-ı icazında acip bir nakş-ı beyan, garip bir sanat-ı lisanı. Tekrarı hiçbir zaman usandırmaz insanı.

İkinci unsur ise, umur-u kevniyede gaybi olan esasat, İlahi hakaikten, gaybi olan esrardan, gaybi-yi asümani.

Mazide kaybolan gaybi olan umurdan, müstakbelde müstetir kalmış olan ahvalden birden tazammun eden bir ilmül-guyub hızanı,

alemül-guyub lisanı, şehadet alemiyle konuşuyor erkanı, rumuz ile beyanı, hedef nev-i insani, icazın bir lema-i nurani.

Üçüncü menba ise, beş cihetle harika bir camiiyet vardır: Lafzında, manasında, ahkamda, hem ilminde, makàsıdın mizanı.

Lafzı tazammun eder pek vasi ihtimalat, hem vücuh-u kesire ki herbiri nazar-ı belağatte müstahsen, Arabiyece sahih, sırr-ı teşrii layık görüyor anı.

Manasında meşarib-i evliya, ezvak-ı arifini, mezahib-i salikin, turuk-u mütekellimin, menahic-i hükema, o icaz-ı beyanı Birden ihata etmiş, hem de tazammun etmiş delaletinde vüsat, manasında genişlik. Bu pencere ile baksan, görürsün, ne geniştir meydanı.

Ahkamdaki istiab: Şu harika şeriat ondan olmuş istinbat. Saadet-i dareynin bütün desatirini, bütün esbab-ı emni,

İçtimai hayatın bütün revabıtını, vesail-i terbiye, hakaik-i ahvali birden tazammun etmiş onun tarz-ı beyanı.

İlmindeki istiğrak: Hem ulum-u kevniye, hem ulum-u İlahi, onda meratib-i delalat, rumuz ile işarat, sureler surlarında cem etmiştir cinanı.

Makàsıd ve gayatta muvazenet, ıttırad, fıtrat desatirine mutabakat, ittihad, tamam müraat etmiş, hıfz eylemiş mizanı.

İşte lafzın ihatasında, mananın vüsatinde, hükmün istiabında, ilmin istiğrakında, muvazene-i gayatta camiiyet-i pürşanı!

Dördüncü unsur ise, her asrın derece-i fehmine, edebi rütbesine, hem her asırdaki tabakata, derece-i istidat, rütbe-i kabiliyet nisbetinde ediyor bir ifaza-i nurani.

Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşade. Güya her demde, her yerde taze nazil oluyor o kelam-ı Rahmani.

İhtiyarlandıkça zaman, Kuran da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdani.

Nur-u tevhidi, her dem her ayetten fışkırır. Şehadet perdesini gayb üstünde kaldırır. Ulviyet-i hitabı, dikkate davet eder o nazar-ı insanı, Ki o lisan-ı gaybdır; şehadet alemiyle bizzat odur konuşur. Şu unsurdan bu çıkar: Harika tazeliği bir ihata-i ummani.

Tenis-i ezhan için akl-ı beşere karşı İlahi tenezzülat. Tenzilin üslubunda tenevvüü, munisliğidir mahbub-u ins ü canı.

Beşinci menba ise, nakil ve hikayatında, ihbar-ı sadıkada, esasi noktalardan hazır müşahit gibi bir üslub-u bedi-i pür-maani

Naklederek beşeri onunla ikaz eder. Menkulatı şunlardır: İhbar-ı evvelini, ahval-i ahirini, esrar-ı Cehennem ve Cinanı,

Hakaik-i gaybiye, hem esrar-ı şehadet, serair-i İlahi, revabıt-ı kevniye dair hikayatıdır hikayet-i ayani

Ki ne vaki reddeylemiş, ne mantık tekzip etmiş. Mantık kabul etmezse, red de bile edemez. Semavi kitapların ki matmah-ı cihani

İttifaki noktalarda musaddıkane nakleder. İhtilafi yerlerinde musahhihane bahseder. Böyle nakli umurlar bir ümmiden suduru harika-i zamani.

Altıncı unsur ise: Mutazammın ve müessis olmuş din-i İslama. İslamiyet misline ne mazi muktedirdir, ne müstakbel muktedir; araştırsan zaman ile mekanı.

Arzımızı senevi, yevmi dairesinde şu hayt-ı semavidir, tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş; bırakmıyor isyanı.

Yedinci menba ise, şu altı menbadan çıkan envar-ı sitte, birden eder imtizaç. Ondan çıkar bir hüsün, bundan gelir bir hads, vasıta-i nurani,

Şundan çıkan bir zevktir. Zevk-i icaz bilinir; tabirine lisanımız yetişmez. Fikir dahi kàsırdır; görünür de tutulmaz o nücum-u asümani.

On üç asır müddette meylüt-tehaddi varmış Kuranın adasında. Şevk-i taklit uyanmış Kuranın ahbabında. İşte icazın bir burhanı.

Şu iki meyl-i şedidle yazılmıştır, meydanda. Milyonlarla kütüb-ü Arabiye gelmiştir kütüphane-i vücuda. Onlar ile tenzili, düşerse bir mizanı,

Muvazene edilse, değil dana-i bimüdani, hatta en ami adam, göz kulakla diyecek: Bunlar ise insani; şu ise asümani.

Hem de hükmedecek: Şu bunlara benzemez, rütbesinde olamaz. Öyle ise ya umumdan aşağı—bu ise bilbedahe malum olmuş butlanı.

Öyle ise umumun fevkindedir. Mazmunları o kadar zamanda, kapı açık, beşere vakfedilmiş; kendine davet etmiş ervahıyla ezhanı.

Beşer onda tasarruf, kendine de mal etmiş. Onun mazmunları ile yine Kurana karşı çıkmamış; hiçbir zaman çıkamaz, geçti zaman-ı imtihanı.

Sair kitaplara benzemez, onlara makis olmaz. Zira yirmi sene zarfında müneccemen hacetlere nisbeten nüzulü, müteferrik, mütekatı, bir hikmet-i Rabbani.

Esbab-ı nüzulü muhtelif, mütebayin. Bir maddede esile mütekerrir, mütefavit. Hadisat-ı ahkamı müteaddit, mütegayir. Muhtelif, mütefarık nüzulünün ezmanı.

Halat-ı telakkisi mütenevvi, mütehalif. Aksam-ı muhatabı müteaddit, mütebaid. Gayat-ı irşadında mütederriç, mütefavit. Şu esaslara müstenid binai, hem beyani,

Cevabi, hem hitabi. Bununla da beraber selaset ve selamet, tenasüp ve tesanüd, kemalini göstermiş. İşte onun şahidi: Fenn-i beyan ve maani.

Kuranda bir hassa var; başka kelamda yoktur. Bir kelamı işitsen, asıl sahib-i kelamı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslup, ayine-i insani.

Ey sail-i misali! Sen ki icaz istedin; ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde. Sinek seyretmez asümanı.

Zira o kırk enva-ı icazından yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmıdır, İşaratül-İcazda sıkışmadı tibyanı.

Yüz sahife tefsirim ona kafi gelmedi. Senin gibi ruhani ilhamları ziyade; ben istiyorum senden tafsil ile beyanı.

Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-ı hevesbar-ı hevakar-ı dehadar
Deb-i edeb ebed-müddet Kuran-ı ziyabar-ı şifakar-ı hüdadar

Kamilin insanların zevk-i maalisini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,

Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süfli, sefih, hem nefsi ve şehvani içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhiyi bilmez.

Avrupadan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kuranda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.

Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.

Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edepse, hamaset noktasında hakperestliği etmez.

Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakiki bilmez.

Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kainata sanat-ı İlahi suretinde bakmaz, Bir sıbga-i Rahmani suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalaletten neşet eden ruhun ıztırabatına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakiki faide vermez.

Tek bir ilacı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat. Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasuhvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fasık bir göz takmış, dünyaya bir alüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.”

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hakim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez. Kurandaki edepse hevayı karıştırmaz.

Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz.

Kainata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir sanat-ı İlahi, bir sıbga-i Rahmani noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.

Marifet-i Saniin nurunu telkin eder. Herşeyde ayetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez.

Avrupazade edepse, fakdül-ahbaptan, sahipsizlikten neşet eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvi hüznü veremez.

Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. alemi bir vahşetzar tanır; başka çeşit göstermez.

O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz.

Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhada kadar gider, tatile kadar yol verir. Dönmesi müşkül olur; belki daha dönemez.

Kuranın edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, aşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firakul-ahbaptan gelir; fakdül-ahbaptan gelmez.

Kainatta nazarı, kör tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli bir sanat-ı İlahi onun medar-ı bahsi. Tabiattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine, inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahi ona medar-ı beyan. Onun için, kainat vahşetzar suret giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbap. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.

Her köşede istinas, o cemiyet içinde mahzunu vaz ediyor bir hüzn-ü müştakane; bir hiss-i ulvi verir, gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir. O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt. Ruha ferah veremez.

Kuranın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maali verir. İşte bu sırra binaen, şeriat-i Ahmediye lehviyatı istemez.

Bazı alat-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helal diye izin verip; demek hüzn-ü Kurani veya şevk-i tenzili veren alet zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimi veya şevk-i nefsani verse, alet haramdır. Değişir eşhasa göre; herkes birbirine benzemez.

Dallar, semeratı, rahmet namına takdim ediyor

Şecere-i hilkatin dalları her tarafta semerat-ı niamı ziruhun ellerine zahiren uzatıyor.

Hakikatte bir yed-i rahmet, bir dest-i kudrettir ki, o semeratı, o dalları içinde sizlere uzatıyor.

O yed-i rahmeti, siz de şükr ile öpünüz. O dest-i kudreti de minnetle takdis ediniz.

Fatihanın ahirinde işaret olunan üç yolun beyanı

Ey birader-i pür-emel! Hayalini ele al, benimle beraber gel. İşte bir zemindeyiz. Etrafına bakarız; kimse de görmez bizi.

Çadır direkleri hükmünde yüksek dağlar üstünde, karanlıklı bir bulut tabakası atılmış. Hem o dahi kaplatmış zeminimizin yüzü,

Müncemid bir sakf olmuş. Fakat altı, yüzü açıkmış; o yüz güneş görürmüş. İşte bulut altındayız; sıkıyor zulmet bizi.

Sıkıntı da boğuyor; havasızlık öldürür. Şimdi bize üç yol var, bir alem-i ziyadar. Bir kere seyrettimdi bu zemin-i mecazi.

Evet bir kere buraya da gelmişim, üçünde ayrı ayrı gitmişim. Birinci yolu budur: Ekseri burdan gider. O da devr-i alemdir, seyahate çeker bizi.

İşte biz de yoldayız, böyle yayan gideriz. Bak şu sahranın kum deryalarına, nasıl hiddet saçıyor, tehdit ediyor bizi.

Bak şu deryanın dağvari emvacına: O da bize kızıyor. İşte elhamdü lillah, öteki yüze çıktık. Görürüz güneş yüzü.

Fakat çektiğimiz zahmeti ancak da biz biliriz. Of, tekrar buraya döndük; şu zemin-i vahşetzar, bulut damı zulmettar. Bize lazım, revnaktar eder kalbdeki gözü

Bir alem-i ziyadar. Fevkalade eğer bir cesaretin var; gireriz de beraber bu yolu pür-hatarkar. İkinci yolumuzu, Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtri bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim bi-naz ve pür-niyazı.

Fakat o zaman tabiatın zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde. Üçüncü yolun o delil-i mucizi,

Kuran onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma. Bak, ha, şurada tünelvari mağaralar, tahtel-arz akıntılar beklerler ikimizi.

Bizi geçirecekler. Tabiatta şu müthiş cümudiyeleri de seni hiç korkutmasın. Zira bu abus çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.

Radyumvari o madde-i Kuranı ışıkla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! Ziyadar aleme çıktık. Bak şu zemin-i pür-nazı.

Bu feza-yı latif, şirin. Yahu başını kaldır. Bak, semavata ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış, davet ediyor bizi

Şu şecere-i tuba. Meğer o Kuran imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedelli eden bu dala biz de asılmalıyız; oraya alsın bizi.

O şecere-i semavi bir timsali zeminde olmuş şer-i enveri. Demek zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu alem-i ziyaya, sıkmadan zahmet bizi.

Madem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz, şu dağlar üstünde durmuş olan şehbazi,

Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i azama: Muhammedül-Haşimi (a.s.m.) davet eder insanı alem-i nur-u envere. İlzam eder niyaz ile namazı.

Bulutları da yırtmış, bak bu hüda dağlarına. Semavata ser çekmiş, bak şeriat cibaline. Nasıl müzeyyen etmiş zeminimizin yüzü gözü.

İşte çıkmalıyız buradan himmet tayyaresiyle. Ziya-yı nesim orada, nur-u cemal orada. İşte buradadır Uhud-u tevhid, o cebel-i azizi.

İşte şuradadır Cudi-i İslamiyet, o cebel-i selamet. İşte Cebelül-Kamer olan Kuran-ı ezher; zülal-i Nil akıyor o muhteşem menbadan. İç o ab-ı lezizi.
فَتَباَرَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
وَاٰخِرُ دَعْوٰينَا اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkar, aklı kafaya geçir. Evvelki iki yolun mağdub ve dallin yolu; hatarları pek çoktur, kıştır daim güz, yazı.

Yüzde biri kurtulur: Eflatun, Sokrat gibi. Üçüncü yol sehildir, hem karib, müstakimdir. Zayıf-kavi müsavi; herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki, şehid olmak ya gazi.

İşte neticeye gireriz. Evet, deha-yı fenni-evvelki iki yoldur ona meslek ve mezhep. Fakat hüda-yı Kurani-üçüncü yoldur onun sırat-ı müstakimi. İsal eder o bizi.

اَللّٰهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ، اٰمِينَ

Hakiki bütün elem dalalette, bütün lezzet imandadır.Hayal libasını giymiş muazzam bir hakikat

Ey yoldaş-ı hüşyar! Sırat-ı müstakimin o meslek-i nurani, mağdub ve dallinin o tarik-i zulmani, tam farklarını görmek eğer istersen, ey aziz,

Gel, vehmini ele al, hayal üstüne de bin. Şimdi seninle gideriz zulümat-ı ademe. O mezar-ı ekberi, o şehr-i pür-emvatı bir ziyaret ederiz.

Bir Kadir-i Ezeli, kendi dest-i kudretle bu zulümat-ı kıtadan bizi tuttu çıkardı, bu vücuda bindirdi, gönderdi şu dünyaya, şu şehr-i bi-lezaiz.

İşte şimdi biz geldik şu alem-i vücuda, o sahra-yı haile. Gözümüz de açıldı, şeş cihette biz baktık. Evvel istitafkarane önümüze bakarız.

Lakin beliyyeler, elemler, önümüzde düşmanlar gibi tehacüm eder. Ondan korktuk, çekindik. Sağa sola, anasır-ı tabayie bakarız, ondan medet bekleriz.

Lakin biz görüyoruz ki, onların kalbleri kasiye, merhametsiz. Dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar. Ne naz dinler, ne niyaz.

Muztar adamlar gibi meyusane nazarı yukarıya kaldırdık. Hem istimdatkarane ecram-ı ulviyeye bakarız; pek dehşetli, tehditkar da görürüz.

Güya birer gülle, bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar, hem etraf-ı fezada pek süratli geçerler. Her nasılsa ki onlar birbirine dokunmaz.

Ger birisi yolunu kazara bir şaşırtsa, eliyazü billah, şu alem-i şehadet ödü de patlayacak. Tesadüfe bağlıdır; bundan dahi hayır gelmez.

Meyusane nazarı o cihetten çevirdik, elim hayrete düştük. Başımız da eğildi, sinemizde saklandık. Nefsimize bakarız, mütalaa ederiz.

İşte işitiyoruz: Zavallı nefsimizden binlerle hacetlerin sayhaları geliyor, binlerle fakatlerin eninleri çıkıyor. Teselliyi beklerken tevahhuş ediyoruz.

Ondan da hayır gelmedi. Pek ilticakarane vicdanımıza girdik. İçine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. Eyvah, yine bulmayız. Biz medet vermeliyiz.

Zira onda görünür binlerle emelleri, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyat kainata uzanmış. Herbirinden titreriz, hiç yardım edemeyiz.

O amal sıkışmışlar vücud-u adem içinde; bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. Öyle vüsatleri var; ger dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.

İşte bu elim yolda nereye bir başvurduk, onda bir bela bulduk. Zira mağdub ve dallin yolları böyle olur. Tesadüf ve dalalet o yolda nazar-endaz.

O nazarı biz taktık, bu hale böyle düştük. Şimdi dahi halimiz ki mebde ve meadi, hem Sani ve hem haşri muvakkat unutmuşuz.

Cehennemden beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. Zira o şeş cihetten ki onlara başvurduk; öyle halet almışız.

Ki yapılmış o halet, hem havf ile dehşetten, hem acz ile raşetten, hem kalak ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten mürekkep vicdan-suz.

Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, define çalışırız. Evvel, kudretimize müracaat ederiz. Vaesefa görürüz

Ki acize, zaife. Saniyen, nefiste olan hacatın susmasına teveccüh ediyoruz. Vaesefa, durmayıp bağırırlar görürüz.

Salisen, istimdatkarane, bir halaskarı için bağırır, çağırırız. Ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:

Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garip. Hiçbir şey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakiki zevki vermez.

Rabian, biz ecram-ı ulviyeye baktıkça, onlar nazara verir bir havf ile dehşeti. Hem vicdanın müzici bir tevahhuş geliyor akıl-suz, evham-saz.

İşte, ey birader! Bu dalaletin yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.

Tekrar yine geliriz. Bu kere tarikimiz sırat-ı müstakimdir, hem imanın yoludur. Delil ve imamımız inayet ve Kurandır, şehbaz-ı edvar-pervaz.

İşte Sultan-ı Ezelin rahmet ve inayeti vakta bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşiete etvar üstünde perdaz.

Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hilat-ı vücudu. Emanet rütbesini bize tevcih eyledi; nişan niyaz ve namaz.

Şu edvar ve etvarın, bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilat içindir ki kaderden bir emirname vermiş sahifede cephemiz.

Her nereye geliriz, herhangi taifeye misafir oluyoruz; pek uhuvvetkarane istikbal görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.

Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi ederler. Gele gele işte geldik, dünya kapısındayız, işitiyoruz avaz.

Bak, girdik şu zemine, ayağımızı bastık şehadet alemine. Şehrayin-i Rahman, gürültühane-i insan. Hiçbir şey bilmeyiz, delil ve imamımız

Meşiet-i Rahmandır. Vekil-i delilimiz, nazenin gözlerimiz. Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık. Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?

Garip, yetim olmuştuk. Düşmanlarımız çoktu. Bilmezdik hamimizi. Şimdi nur-u imanla o düşmanlara karşı bir rükn-ü metinimiz,

İstinadi noktamız, hem himayetkarımız def eder düşmanları. O iman-ı billahtır ki ziya-yı ruhumuz, hem nur-u hayatımız, hem de ruh-u ruhumuz.

İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz. Evvelki yolumuzda vakta vicdana girdik; işittik ondan binlerle feryad ü fizar ve avaz.

Ondan belaya düştük. Zira amal, arzular, istidat ve hissiyat, daim ebedi ister. Onun yolunu bilmezdik. Bizden yol bilmemezlik; onda fizar ve niyaz.

Fakat, elhamdü lillah, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdad ki daim hayat verir o istidad amale; ta ebedül-abada onları eder pervaz.

Onlara yol gösterir, o noktadan istidat. Hem istimdad ediyor, hem ab-ı hayatı içer, hem kemaline koşuyor o nokta-i istimdad, o şevk-engiz remz ü naz.

İkinci kutb-u iman ki tasdik-i haşirdir. Saadet-i ebedi o sadefin cevheri. İman burhanı Kuran. Vicdan, insani bir raz.

Şimdi başını kaldır, şu kainata bir bak, onun ile bir konuş. Evvelki yolumuzda pek müthiş görünürdü. Şimdi de mütebessim, her tarafa gülüyor, nazeninane niyaz ve avaz.

Görmez misin: Gözümüz arı-misal olmuştur, her tarafa uçuyor. Kainat bostanıdır her tarafta çiçekler. Her çiçek de veriyor ona bir ab-ı leziz.

Hem ünsiyet, teselli, tahabbübü veriyor. O da alır getirir, şehd-i şehadet yapar. Balda bir bal akıtır o esrarengiz şehbaz.

Harekat-ı ecrama, ya nücum ya şümusa nazarımız kondukça, ellerine verirler Halıkın hikmetini, hem maye-i ibreti, hem cilve-i rahmeti alır, ediyor pervaz.

Güya şu güneş bizlerle konuşuyor. Der: “Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla sıkılmayınız. Ehlen sehlen merhaba, hoş teşrif ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdar-ı şehnaz.

“Ben de sizin gibiyim; fakat safi, isyansız, muti bir hizmetkarım..

“O Zat-ı Ehad-i Samed ki mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni musahhar-ı pürnur etmiş. Benden hararet, ziya; sizden namaz ve niyaz.”

Yahu, bakın kamere. Yıldızlarla denizler, herbiri de kendine mahsus birer lisanla, “Ehlen sehlen merhaba,” derler. “Hoş geldiniz. Bizi tanımaz mısınız?”

Sırr-ı teavünle bak, remz-i nizamla dinle. Herbirisi söylüyor: “Biz de birer hizmetkar, rahmet-i Zülcelalin birer ayinedarıyız. Hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız.

“Zelzele naraları, hadisat sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zira onlar içinde bir zemzeme-i ezkar, bir demdeme-i tesbih, velvele-i naz ü niyaz.

“Sizi bize gönderen o Zat-ı Zülcelal, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini.” İman gözü okuyor yüzlerinde ayet-i rahmet, herbiri birer avaz.

Ey mümin-i kalb-i hüşyar! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler. Onların bedeline hassas kulağımızı imanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir saz.

Evvelki yolumuzda bir matem-i umumi, hem vaveyla-yı mevti zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz ü namaz, birer avaz ü niyaz, birer tesbiha ağaz.

Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, radlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer manidar nevaz.

Terennümat-ı hava, naarat-ı radiye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların seceatı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecaz.

Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur; ben de varım derler. O kainat-ı sakit birden söze başlıyor: “Bizi camid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!”

Tuyurları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzul-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük ağazlarıyla rahmeti alkışlarlar. Nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz.

Remzen onlar derler: “Ey kainat, kardeşler! Ne güzeldir halimiz.

“Şefkatle perverdeyiz, halimizden memnunuz.” Sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer avaz-ı pür-naz.

Güya bütün kainat ulvi bir musikidir; iman nuru işitir ezkar ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu; nizam ise tard eder ittifak-ı evham-saz.

Ey yoldaş! Şimdi şu alem-i misaliden çıkarız, hayali vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mizana çekeriz, ederiz yolları ber-endaz.

Evvelki elim yolumuz mağdub ve dallin yolu. O yol verir vicdana ta en derin yerine hem bir hiss-i elimi, hem bir şedid elemi. Şuur onu gösterir. Şuura zıt olmuşuz.

Hem kurtulmak için de muztar ve hem muhtacız. Ya o teskin edilsin, ya ihsas da olmasın. Yoksa dayanamayız; feryad ü fizar dinlenmez.

Hüda ise şifadır; heva iptal-i histir. Bu da teselli ister, bu da tegafül ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesat-ı sihirbaz, Ta vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, ta elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elim, vicdanı ihrak eder; fizara dayanılmaz, elem-i yes çekilmez.

Demek sırat-ı müstakimden ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu halet tesir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var birer iz.

Demek heves, heva, eğlence, sefahetten memzuç olan şaşaa-i medeni, bu dalaletten gelen şu müthiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehirbaz.

Ey aziz arkadaşım! İkinci yolumuzda, o nurani tarikte bir haleti hissettik. O haletle oluyor hayat maden-i lezzet; alam olur lezaiz.

Onunla bunu bildik ki mütefavit derecede, kuvvet-i iman nisbetinde ruha bir halet verir. Ceset ruhla mültezdir, ruh vicdanla mütelezziz.

Bir saadet-i acile, vicdanda münderiçtir. Bir firdevs-i manevi, kalbinde mündemiçtir. Düşünmekse deşmektir, şuur ise şiar-ı raz.

Şimdi ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas verilse, lezzet ziyade olur. Hem de döner ateşi nur, şitası yaz.

Vicdanda firdevslerin kapıları açılır. Dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız eder pervaz ü perdaz, olur şehbaz ü şehnaz, yelpez namaz ü niyaz.

Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allahaısmarladık. Gel, beraber bir dua ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız.
اَللّٰهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، اٰمِينَ

Anglikan Kilisesine cevap

Bir zaman bi-aman İslamın düşmanı, siyasi bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle, hem inkar suretinde, Hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elimde, pek şematetkarane bir istifham ile dört şey sordu bizden,

Altı yüz kelime istedi. Şematetine karşı yüzüne “Tuh!” demek desisesine karşı küsmekle sükut etmek, inkarına karşı da

Tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lazımdı. onu muhatap etmem. Bir hakperest adama böyle cevabımız var. O dedi birincide:

“Muhammed (aleyhissalatü vesselam) dini nedir?” Dedim: İşte Kurandır. Erkan-ı sitte-i iman, erkan-ı hamse-i İslam esas maksad-ı Kuran. Der ikincisinde:

“Fikir ve hayata ne vermiş?” Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet.

Buna dair şahidim:

فَاسْتَقِمْ كَمَۤا اُمِرْتَ قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ

Der üçüncüsünde: “Mezahim-i hazıra nasıl tedavi eder?” Derim: Hurmet-i riba, hem vücub-u zekatla. Buna dair şahidim يَمْحَقُ اللهُ الرِّبٰوا da.

وَاَحَلَّ اللهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰوا وَاَقِيمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ

Der dördüncüsünde: “İhtilal-i beşere ne nazarla bakıyor?” Derim: Say asıl, esastır. Servet-i insaniye zalimlerde toplanmaz; saklanmaz ellerinde.

Buna dair şahidim:

وَاَنْ لَيْسَ لِلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعٰى وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنْفِقُونَهَا فِى سَبِيلِ اللهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَلِيمٍ