"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Otuz Üçüncü Söz

Otuz Üç Penceredir
Bir cihette Otuz Üçüncü Mektup ve bir cihette Otuz Üçüncü Söz
سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِى اْلاٰفَاقِ وَفِۤى اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ شَهِيدٌ

SUAL: Şu iki ayet-i camianın ifade ettiği vücub ve vahdaniyet-i İlahiye ve evsaf ve şuunat-ı Rabbaniyeye, alem-i asgar ve ekber olan insan ve kainatın vech-i delaletlerini, mücmel ve kısa bir surette beyanlarını isteriz. Çünkü münkirler pek ileri gittiler. “Ne vakte kadar وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ deyip elimizi kaldıracağız?” diyorlar.

Elcevap: Yazılan bütün otuz üç adet Sözler, o ayetin denizinden ve ifaza ettiği hakikat bahrinden otuz üç katredir. Onlara baksanız, cevabınızı alabilirsiniz. Şimdilik, yalnız o denizden bir katrenin reşehatına işaret nevinden şöyle deriz ki:

Mesela, nasıl ki bir zat-ı muciznüma, büyük bir saray yapmak istese, evvela temellerini, esaslarını, muntazaman, hikmetle vaz eder ve ilerideki neticelerine ve gayelerine muvafık bir tarzda tertip eder. Sonra menzillere, kısımlara maharetle tefrik ve tafsil ediyor. Sonra o menzilleri tanzim ve tertip ediyor. Sonra nukuşlarla tezyin ediyor. Sonra elektrik lambalarıyla tenvir ediyor. Sonra, o muhteşem ve müzeyyen sarayda maharetini, ihsanatını tecdit etmek için, herbir tabakada yeni yeni icadlar, tebdiller, tahviller yapıyor. Sonra, herbir menzilde kendi makamına merbut bir telefon raptedip birer pencere açarak, herbirinden onun makamı görünür.

Aynen öyle de, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى Sani-i Zülcelal, Hakim-i Hakim, Adl-i Hakem ve bin bir esma-i kudsiye ile müsemma Fatır-ı Bimisal, şu alem-i ekber olan kainat sarayının ve hilkat şeceresinin icadını irade etti. Altı günde, o sarayın, o şecerenin esasatını desatir-i hikmet ve kavanin-i ilm-i ezelisi ile vaz etti.Sonra ulvi ve süfli tabakata ve dallara ayırıp, kaza ve kader desatiriyle tafsil ve tasvir etti. Sonra, her mahlukatın her taifesini ve her tabakasını, sun ve inayet düsturuyla tanzim etti.Sonra, herşeyi herbir alemi, ona layık bir tarzda, mesela semayı yıldızlarla, zemini çiçeklerle tezyin ettiği gibi, süslendirip tezyin etti.Sonra, o kavanin-i külliye ve desatir-i umumiye meydanlarında esmalarını tecelli ettirip tenvir etti. Sonra, bu kanun-u küllinin tazyikinden feryad eden fertlere, Rahmanür-Rahim isimlerini hususi bir surette imdada yetiştirdi. Demek, o külli ve umumi desatiri içinde hususi ihsanatı, hususi imdatları, hususi cilveleri var ki, herşey, her vakit, her haceti için Ondan istimdat eder, Ona bakabilir.

Sonra, her menzilden, her tabakadan, her alemden, her taifeden, her fertten, herşeyden kendini gösterecek, yani vücudunu ve vahdetini bildirecek pencereler açmış. Her kalb içinde bir telefon bırakmış. Şimdi, şu hadsiz percerelerden, elbette haddimizin fevkinde olarak bahse girişemeyeceğiz. Onları ilm-i muhit-i İlahiye havale edip, yalnız ayat-ı Kuraniyenin lemeatı olan Otuz Üç Pencereyi, Otuz Üçüncü Sözün Otuz Üçüncü Mektubunun, namazdan sonraki tesbihatın otuz üç aded-i mübarekine muvafık olmak için Otuz Üç Pencereye icmali ve muhtasar bir surette işaret edip, izahını sair Sözlere havale ederiz.

Birinci Pencere
Bilmüşahede görüyoruz ki, bütün eşya, hususan zihayat olanların pek çok muhtelif hacatı ve pek çok mütenevvi metalibi vardır. O matlapları, o hacetleri, ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden, münasip ve layık bir vakitte onlara veriliyor, imdada yetiştiriliyor. Halbuki, o hadsiz maksudların en küçüğüne, o muhtaçların kudreti yetişmez, elleri ulaşmaz.

Sen kendine bak: Zahiri ve batıni hasselerin ve onların levazımatı gibi, elin yetişmediği ne kadar eşyaya muhtaçsın. Bütün zihayatları kendine kıyas et. İşte, bütün onlar, birer birer vücub-u Vacibe şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi, o hal ve bu keyfiyet, perde-i gayb arkasında bir Vacibül-Vücudu, bir Vahid-i Ehadi, hem gayet Kerim, Rahim, Mürebbi, Müdebbir ünvanları içinde akla gösterir.

Şimdi, ey münkir-i cahil ve ey fasık-ı gafil! Bu faaliyet-i hakimaneyi, basiraneyi, rahimaneyi neyle izah edebilirsin? Sağır tabiatla mı, kör kuvvetle mi, sersem tesadüfle mi, aciz, camid esbabla mı izah edebilirsin?

İkinci Pencere
Eşya, vücut ve teşahhusatlarında, nihayetsiz imkanat yolları içinde mütereddit, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken, birden bire gayet muntazam, hakimane öyle bir teşahhus vechi veriliyor ki, mesela herbir insanın yüzünde, bütün ebna-yı cinsinden herbirisine karşı birer alamet-i farika o küçük yüzde bulunduğu ve zahir ve batın duygularıyla, kemal-i hikmetle teçhiz edildiği cihetle, o yüz, gayet parlak bir sikke-i ehadiyet olduğunu ispat eder. Herbir yüz, yüzer cihetle bir Sani-i Hakimin vücuduna şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, bütün yüzlerin heyet-i mecmuasıyla izhar ettikleri o sikke, bütün eşyanın Halıkına mahsus bir hatem olduğunu akıl gözüne gösterir.

Ey münkir! Hiçbir cihetle kabil-i taklit olmayan şu sikkeleri ve mecmuundaki parlak sikke-i samediyeti hangi destgaha havale edebilirsin?

Üçüncü Pencere
Zeminin yüzünde, dört yüz bin muhtelif taifeden ibaret olan bütün hayvanat ve nebatat envaının ordusu, bilmüşahede ayrı ayrı erzakları, suretleri, silahları, libasları, talimatları, terhisatları, kemal-i mizan ve intizamla, hiçbir şey unutulmayarak, hiçbirini şaşırmayarak, bir surette tedbir ve terbiye etmek öyle bir sikkedir ki, hiçbir şüphe kabul etmez, güneş gibi parlak bir sikke-i Vahid-i Ehaddir. Hadsiz bir kudret ve muhit bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede harika olan şu idareye karışsın? Çünkü, şu birbiri içinde girift olan envaları, milletleri, umumunu birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa, elbette karıştıracak. Halbuki, فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرىٰ مِنْ فُطُورٍ sırrıyla, hiçbir karışık alameti yoktur. Demek ki hiçbir parmak karışamıyor.

Dördüncü Pencere
İstidat lisanıyla bütün tohumlar tarafından; ve ihtiyac-ı fıtri lisanıyla bütün hayvanlar tarafından; ve lisan-ı ıztırari ile bütün muztarlar tarafından edilen duaların makbuliyetidir.

İşte, bu nihayetsiz duaların bilmüşahede kabul ve icabeti, herbiri vücuba ve vahdete şehadet ve işaret ettikleri gibi, mecmuu, büyük bir mikyasta, bilbedahe, bir Halık-ı Rahim ve Kerim ve Mücibe delalet eder ve baktırır.

Beşinci Pencere
Görüyoruz ki, eşya, hususan zihayat olanlar, defi gibi ani bir zamanda vücuda gelir. Halbuki, defi ve ani bir surette, basit bir maddeden çıkan şeyler gayet basit, şekilsiz, sanatsız olması lazım gelirken, çok maharete muhtaç bir hüsn-ü sanatta, çok zamana muhtaç ihtimamkarane nakışlarla münakkaş, çok alata muhtaç acip sanatlarla müzeyyen, çok maddelere muhtaç bir surette halk olunuyorlar.

İşte, bu defi ve ani bir surette bu harika sanat ve güzel heyet, herbiri bir Sani-i Hakimin vücub-u vücuduna şehadet ve vahdet-i rububiyetine işaret ettikleri gibi, mecmuu, gayet parlak bir tarzda, nihayetsiz Kadir, nihayetsiz Hakim bir Vacibül-Vücudu gösterir.

Şimdi, ey sersem münkir! Haydi, bunu neyle izah edersin? Senin gibi sersem, aciz, cahil tabiatla mı? Veyahut, hadsiz derece hata ederek, o Sani-i Mukaddese “tabiat” ismini verip, onun mucizat-ı kudretini, o tesmiye bahanesiyle tabiata isnad edip, bin derece muhali birden irtikap etmek mi istersin?

Altıncı Pencere
اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِى تَجْرِى فِى الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَۤا اَنْزَلَ اللهُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ مَۤاءٍ فَاَحْيَا بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَۤابَّةٍﮎ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَۤاءِ وَاْلاَرْضِ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

Şu ayet, vücub ve vahdeti gösterdiği gibi, bir İsm-i azamı gösteren gayet büyük bir penceredir. İşte şu ayetin hülasatül-hülasası şudur ki:

Kainatın ulvi ve süfli tabakatındaki bütün alemler, ayrı ayrı lisanla birtek neticeyi, yani birtek Sani-i Hakimin rububiyetini gösteriyorlar. Şöyle ki:

Nasıl göklerde-hatta kozmoğrafyanın itirafıyla dahi-gayet büyük neticeler için gayet muntazam hareketler, bir Kadir-i Zülcelalin vücud ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. Öyle de, zeminde, bilmüşahede—hatta coğrafyanın şehadetiyle ve ikrarıyla—gayet büyük maslahatlar için, mevsimlerdeki gibi gayet muntazam tahavvülatlar dahi, aynı o Kadir-i Zülcelalin vücub-u vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

Hem nasıl berde ve bahirde kemal-i rahmetle rızıkları verilen ve kemal-i hikmetle muhtelif şekiller giydirilen ve kemal-i rububiyetle türlü türlü duygularla teçhiz edilen bütün hayvanat, birer birer yine o Kadir-i Zülcelalin vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla, gayet geniş bir mikyasta azamet-i uluhiyetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. Öyle de, bağlardaki muntazam nebatat ve nebatatın gösterdikleri müzeyyen çiçekler ve çiçeklerin gösterdikleri mevzun meyveler ve meyvelerin gösterdikleri müzeyyen nakışlar, birer birer yine o Sani-i Hakimin vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, külliyetleriyle, gayet şaşaalı bir surette cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

Hem nasıl cevv-i semadaki bulutlardan mühim hikmetler ve gayeler ve lüzumlu faideler ve semereler için tavzif edilen ve gönderilen katreler, katreler adedince yine o Sani-i Hakimin vücubunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. Öyle de, zemindeki bütün dağların ve dağlar içindeki madenlerin, ayrı ayrı hasiyetleriyle beraber, ayrı ayrı maslahatlar için ihzar ve iddiharları, dağ metanetinde bir kuvvetle, yine o Sani-i Hakimin vücub ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

Hem nasıl sahralarda ve dağlardaki küçük küçük tepelerin türlü türlü muntazam çiçeklerle süslenmeleri, herbiri bir Sani-i Hakimin vücubuna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla haşmet-i saltanatını ve kemal-i rububiyetini gösterir. Öyle de, bütün otlarda ve ağaçlardaki bütün yaprakların türlü türlü eşkal-i muntazamaları ve ayrı ayrı vaziyetleri ve cezbekarane mevzun hareketleri, yapraklar adedince, yine o Sani-i Hakimin vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. Hem nasıl bütün ecsam-ı namiyede, büyümek zamanında muntazaman hareketleri ve türlü türlü alatla teçhizleri ve çeşit çeşit meyvelere şuurkarane teveccühleri, herbiri ferden ferda yine o Sani-i Hakimin vücub-u vücuduna şehadet ve vahdetine işaret eder; ve heyet-i mecmuasıyla, gayet büyük bir mikyasta, ihata-i kudretini ve şümul-ü hikmetini ve cemal-i sanatını ve kemal-i rububiyetini gösterir. Öyle de, bütün hayvani cesetlerde kemal-i hikmetle nefislerini, ruhlarını yerleştirmek, türlü türlü cihazatla kemal-i intizamla teslih etmek, türlü türlü hizmetlerde kemal-i hikmetle göndermek, hayvanat adedince, belki cihazatları sayısınca, yine o Sani-i Hakimin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ve işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, gayet parlak bir surette cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

Hem nasıl bütün kalblere, insan ise her nevi ulum ve hakikatleri bildiren, hayvan ise her nevi hacetlerinin tedarikini öğreten bütün ilhamat-ı gaybiye bir Rabb-i Rahimin vücudunu ihsas eder ve rububiyetine işaret eder. Öyle de, gözlere kainat bostanındaki manevi çiçekleri toplayan şuaat-ı ayniye gibi zahiri ve batıni bütün duyguların ayrı ayrı alemlere herbiri birer anahtar olmaları, yine o Sani-i Hakim, o Fatır-ı Alim, o Halık-ı Rahim, o Rezzak-ı Kerimin vücub-u vücudunu ve vahdet ve ehadiyetini ve kemal-i rububiyetini güneş gibi gösterir.

İşte, şu yukarıda geçen on iki ayrı ayrı pencerelerden, on iki vecihten bir pencere-i azam açılıyor ki, on iki renkli bir ziya-yı hakikatle Cenab-ı Hakkın ehadiyetini ve vahdaniyetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

İşte, ey bedbaht münkir! Şu daire-i arz kadar, belki medar-ı senevisi kadar geniş olan şu pencereyi neyle kapatabilirsin? Ve güneş gibi parlak olan şu maden-i nuru neyle söndürebilirsin? Ve hangi perde-i gaflette saklayabilirsin?

Yedinci Pencere
Şu kainat yüzünde serpilen masnuatın kemal-i intizamları ve kemal-i mevzuniyetleri ve kemal-i ziynetleri ve icadlarının suhuleti ve birbirine benzemeleri ve birtek fıtrat izhar etmeleri, nasıl ki bir Sani-i Hakimin vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve vahdetini gayet geniş bir mikyasta gösteriyorlar. Öyle de,

· camid ve basit unsurlardan hadsiz ve ayrı ayrı ve muntazam mürekkebatın icadı, mürekkebat adedince yine o Sani-i Hakimin vücub-u vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber,

· heyet-i mecmuasıyla, gayet parlak bir tarzda, kemal-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi,

· terkibat-ı mevcudat tabir edilen terkip ve tahlil hengamındaki teceddütte, nihayet derecede ihtilat ve karışma içinde nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik ile, mesela topraktaki tohumların ve köklerin çok karışık olduğu halde hiç şaşırmayarak, bir surette sünbüllenmelerini ve vücutlarını temyiz ve tefrik etmek ve ağaçlara giren karışık maddeleri yaprak ve çiçek ve meyvelere tefrik etmek ve hüceyrat-ı bedene karışık bir surette giden gıdai maddeleri kemal-i hikmetle ve kemal-i mizanla ayırıp tefrik etmek, yine o Hakim-i Mutlak ve o Alim-i Mutlak ve o Kadir-i Mutlakın vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi,

· zerreler alemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her dakikada kemal-i hikmetle ekip, biçip, yeni yeni kainatlar mahsulatını ondan almak ve o camide, acize, cahile olan zerrata gayet şuurkarane ve gayet hakimane ve muktedirane hadsiz muntazam vazifeleri gördürmek, yine o Kadir-i Zülcelalin ve o Sani-i Zülkemalin vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve azamet-i rububiyetini ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

İşte, bu dört yolla büyük bir pencere marifetullaha açılır ve büyük bir mikyasta, bir Sani-i Hakimi akla gösterir. Şimdi, ey bedbaht gafil! Şu halde Onu görmek ve tanımak istemezsen, aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul!

Sekizinci Pencere
Nev-i beşerdeki bütün ervah-ı neyyire ashabı olan enbiyalar , bahir ve zahir mucizatlarına istinad ederek; ve bütün kulub-u münevvere aktabı olan evliyalar, keşif ve kerametlerine itimad ederek; ve bütün ukul-u nuraniye erbabı olan asfiyalar, tahkikatlarına istinad ederek, birtek Vahid-i Ehad, Vacibül-Vücud, Halık-ı Külli Şeyin vücub-u vücuduna ve vahdetine ve kemal-i rububiyetine şehadetleri, pek büyük ve nurani bir penceredir; hem her vakit o makam-ı rububiyeti göstermektedir.

Ey biçare münkir! Kime güveniyorsun ki bunları dinlemiyorsun? Veyahut gündüz içinde gözünü kapamakla, dünyayı gece mi oldu zannediyorsun?

Dokuzuncu Pencere
Kainattaki ibadat-ı umumiye, bilbedahe bir Mabud-u Mutlakı gösteriyor.

Evet, alem-i ervaha ve batına giden ve ruhani ve meleklerle görüşen zatların şehadetleriyle sabit olan umum ruhani ve melaikelerin kemal-i imtisal ile ubudiyetleri ve bilmüşahede bütün zihayatların kemal-i intizamla ubudiyetkarane vazifeler görmeleri ve, bilmüşahede, anasır gibi bütün cemadatın kemal-i itaatle ubudiyetkarane hizmetleri, bir Mabud-u Bilhakkın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi, herbir taifesi icma ve tevatür kuvvetini taşıyan bütün ariflerin hakikatli marifetleri, bütün şakirler taifesinin semeredar şükürleri ve bütün zakirlerin feyizli zikirleri ve bütün hamidlerin nimet arttıran hamdleri ve bütün muvahhidlerin burhanlı tevhidleri ve tavsifleri ve bütün muhiblerin hakiki muhabbet ve aşkları ve bütün müridlerin sadık irade ve rağbetleri ve bütün müniblerin ciddi talep ve inabeleri, yine Maruf, Mezkur, Meşkur, Mahmud, Vahid, Mahbub, Mergub, Maksud olan o Mabud-u Ezelinin vücub-u vücudunu ve kemal-i rububiyetini ve vahdetini gösterdiği gibi, kamil insanlardaki bütün makbul ibadatın ve o makbul ibadatın neticesinden hasıl olan füyuzat ve münacat, müşahedat ve keşfiyat, yine o Mevcud-u Lemyezel ve o Mabud-u Layezalin vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

İşte, şu üç cihette ziyadar büyük bir pencere, vahdaniyete açılır.

Onuncu Pencere
وَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ وَسَخَّرَلَكُمُ الْفُلْكَ
لِتَجْرِىَ فِى الْبَحْرِ بِاَمْرِهِ وَسَخَّرَلَكُمُ اْلاَنْهَارَ وَسَخَّرَلَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَۤائِبَيْنِ وَسَخَّرَلَكُمُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَاٰتٰيكُمْ مِنْ كُلِّ مَاسَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللهِ لاَ تُحْصُوهَا

Şu kainattaki mevcudatın birbirine teavünü, tecavübü, tesanüdü gösterir ki, umum mahlukat birtek Mürebbinin terbiyesindedirler, birtek Müdebbirin idaresindedirler, birtek Mutasarrıfın taht-ı tasarrufundadırlar, birtek Seyyidin hizmetkarlarıdırlar. Çünkü, zemindeki zihayatları levazımat-ı hayatiyeyi emr-i Rabbani ile pişiren güneşten ve takvimcilik eden kamerden tut, ta ziya, hava, ma, gıdanın zihayatların imdadına koşmalarına ve nebatatın dahi hayvanatın imdadına koşmalarına ve hayvanat dahi insanların imdadına koşmalarına, hatta aza-yı bedenin birbirinin muavenetine koşmalarına ve hatta gıda zerratının hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına koşmalarına kadar cari olan bir düstur-u teavün ile, camid ve şuursuz olan o mevcudat-ı müteavine, bir kanun-u kerem, bir namus-u şefkat, bir düstur-u rahmet altında, gayet hakimane, kerimane birbirine yardım etmek, birbirinin sada-yı hacetine cevap vermek, birbirini takviye etmek, elbette, bilbedahe, birtek, yekta, Vahid-i Ehad, Ferd-i Samed, Kadir-i Mutlak, Alim-i Mutlak, Rahim-i Mutlak, Kerim-i Mutlak bir Zat-ı Vacibül-Vücudun hizmetkarları ve memurları ve masnuları olduklarını gösterir.

İşte, ey biçare müflis felsefi! Bu muazzam pencereye ne diyorsun? Senin tesadüfün buna karışabilir mi?

On Birinci Pencere
اَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

Bütün ervah ve kulubun dalaletten neşet eden ıztırabat ve keşmekeş ve ıztırabattan neşet eden manevi elemlerden kurtulmaları, birtek Halıkı tanımakla olur. Bütün mevcudatı birtek Sanie vermekle necat buluyorlar, birtek Allahın zikriyle mutmain olurlar. Çünkü, hadsiz mevcudat birtek zata verilmezse, Yirmi İkinci Sözde kati ispat edildiği gibi, o zaman her birtek şeyi hadsiz esbaba isnad etmek lazım gelir ki, o halde birtek şeyin vücudu, umum mevcudat kadar müşkül olur.

Çünkü, Allaha verse, hadsiz eşyayı bir zata verir. Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbaba vermek lazım gelir. O vakit, bir meyve, kainat kadar müşkülat peyda eder, belki daha ziyade müşkül olur. Çünkü, nasıl bir nefer yüz muhtelif adamın idaresine verilse, yüz müşkülat olur. Ve yüz nefer bir zabitin idaresine verilse, bir nefer hükmünde kolay olur. Öyle de, çok muhtelif esbabın birtek şeyin icadında ittifakları, yüz derece müşkülatlı olur. Ve pek çok eşyanın icadı birtek zata verilse, yüz derece kolay olur.

İşte, mahiyet-i insaniyedeki merak ve taleb-i hakikat cihetinden gelen nihayetsiz ıztıraptan kurtaracak, yalnız tevhid-i Halık ve marifet-i İlahiyedir. Madem küfürde ve şirkte nihayetsiz müşkülat ve ıztırabat var. Elbette o yol muhaldir, hakikati yoktur. Madem tevhidde, mevcudatın yaratılışındaki suhulete ve kesrete ve hüsn-ü sanata muvafık olarak, nihayetsiz suhulet ve kolaylık var. Elbette o yol vaciptir, hakikattir.

İşte, ey bedbaht ehl-i dalalet! Bak, dalalet yolu ne kadar karanlıklı ve elemli! Ne zorun var ki oradan gidiyorsun? Hem bak, iman ve tevhid yolu ne kadar kolay ve safalı! Oraya gir, kurtul.

On İkinci Pencere
سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ اْلاَعْلٰى اَلَّذِى خَلَقَ فَسَوّٰى وَالَّذِى قَدَّرَ فَهَدٰى

sırrınca, umum eşyada, hususan zihayat masnularda, hikmetli bir kalıptan çıkmış gibi, herşeye bir miktar-ı muntazam ve bir suret, hikmetle verildiği; ve o suret ve o miktarda, maslahatlar ve faideler için eğri büğrü hudutlar bulunması; hem müddet-i hayatlarında değiştirdikleri suret-i libasları ve miktarları yine hikmetlere, maslahatlara muvafık bir tarzda, mukadderat-ı hayatiyeden terkip ve tanzim edilen manevi ve muntazam birer suret, birer miktar bulunması, bilbedahe gösterir ki, bir Kadir-i Zülcelalin ve bir Hakim-i Zülkemalin kader dairesinde suretleri ve biçimleri tertip edilen ve kudretin destgahında vücutları verilen o hadsiz masnuat, o Zatın vücub-u vücuduna delalet ve vahdetine ve kemal-i kudretine hadsiz lisanla şehadet ederler.

Sen kendi cismine ve azalarına ve onlardaki eğri büğrü yerlerin meyvelerine ve faidelerine bak, kemal-i hikmet içinde kemal-i kudreti gör.

On Üçüncü Pencere
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

sırrınca, herşey lisan-ı mahsusuyla Halıkını yad eder, takdis eder. Evet, bütün mevcudatın lisan-ı hal ve kal ile ettiği tesbihat, birtek Zat-ı Mukaddesin vücudunu gösteriyor.

Evet, fıtratın şehadeti reddedilmez. Delalet-i hal ise, hususan çok cihetlerle gelse, şüphe getirmez. Bak, hadsiz fıtri şehadeti tazammun eden ve nihayetsiz tarzlarda lisan-ı hal ile delalet eden ve mütedahil daireler gibi birtek merkeze bakan şu mevcudatın muntazam suretleri, herbiri birer dildir; ve mevzun heyetleri, herbiri birer lisan-ı şehadettir; ve mükemmel hayatları, herbiri birer lisan-ı tesbihtir ki, Yirmi Dördüncü Sözde kati ispat edildiği gibi, o bütün dillerle pek zahir bir surette tesbihatları ve tahiyyatları ve birtek Mukaddes Zata şehadetleri, ziya güneşi gösterdiği gibi, bir Zat-ı Vacibül-Vücudu gösterir ve kemal-i uluhiyetine delalet eder.

On Dördüncü Pencere
قُلْ مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِنْ مِنْ شىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ
مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا اِنَّ رَبِّى عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ حَفِيظٌ

sırlarınca, herşey, herşeyinde ve her şeninde tek bir Halık-ı Zülcelale muhtaçtır.

Evet, kainattaki mevcudata bakıyoruz ve görüyoruz ki, zaaf-ı mutlak içinde bir kuvvet-i mutlaka tezahüratı var; ve acz-i mutlak içinde bir kudret-i mutlakanın asarı görünüyor: mesela, nebatatın tohumlarında ve köklerindeki ukde-i hayatiyelerinin intibahları zamanında gösterdikleri harika vaziyetleri gibi.

Hem fakr-ı mutlak ve kuruluk içinde bir gına-yı mutlakın tezahüratı var: kıştaki toprağın ve ağaçların vaziyet-i fakiraneleri ve baharda şaşaalı servet ve gınaları gibi.

Hem cumud-u mutlak içinde bir hayat-ı mutlakanın tereşşuhatı görünüyor: anasır-ı camidenin zihayat maddelere inkılabı gibi.

Hem bir cehl-i mutlak içinde muhit bir şuurun tezahüratı görünüyor: zerrelerden yıldızlara kadar herşeyin harekatında nizamat-ı aleme ve mesalih-i hayata ve metalib-i hikmete muvafık bir tarzda hareket etmeleri ve şuurkarane vaziyetleri gibi.

İşte, bu acz içindeki kudret; ve zaaf içindeki kuvvet; ve fakr içindeki servet ve gına; ve cumud ve cehil içindeki hayat ve şuur, bilbedahe ve bizzarure, bir Kadir-i Mutlak ve Kaviyy-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve Alim-i Mutlak ve Hayy-ı Kayyum bir Zatın vücub-u vücuduna ve vahdetine karşı her taraftan pencereler açar, heyet-i mecmuasıyla, büyük bir mikyasta, bir cadde-i nuraniyeyi gösterir.

İşte, ey tabiat bataklığına düşen gafil! Eğer tabiatı bırakıp kudret-i İlahiyeyi tanımazsan, herbir şeye, hatta herbir zerreye hadsiz bir kuvvet ve kudret ve nihayetsiz bir hikmet ve maharet, belki ekser eşyayı görecek, bilecek, idare edecek bir iktidar, herşeyde bulunduğunu kabul etmek lazım gelir.

On Beşinci Pencere
اَلَّذِۤى اَحْسَنَ كُلَّ شىْءٍ خَلَقَهُ sırrınca, herşeye, o şeyin kabiliyet-i mahiyetine göre kemal-i mizan ve intizamla biçilip hüsn-ü sanatla tertip edilip, en kısa yolda, en güzel bir surette, en hafif bir tarzda, istimalce en kolay bir şekilde (mesela kuşların elbiselerine ve her vakit tüylerini kolayca oynatmalarına ve istimal etmelerine bak), hem israfsız, hikmetli bir tarzda vücut vermek, suret giydirmek, eşya adedince dillerle bir Sani-i Hakimin vücub-u vücuduna şehadet ve bir Kadir-i Alim-i Mutlaka işaret ederler.

On Altıncı Pencere
Ru-yi zeminde mevsim be mevsim tazelenen mahlukatın icad ve tedbirlerindeki intizamat ve tanzimat, bilbedahe bir hikmet-i ammeyi gösterir. Sıfat mevsufsuz olmadığından, elbette o hikmet-i amme, bizzarure bir Hakimi gösterir.

Hem o perde-i hikmet içinde harika tezyinat, bilbedahe bir inayet-i tammeyi gösterir. Ve o inayet-i tamme, bizzarure inayetkar bir Halık-ı Kerimi gösterir.

Ve o perde-i inayette, umuma şamil bir taltifat ve ihsanat, bilbedahe bir rahmet-i vasiayı gösterir. Ve o rahmet-i vasia, bizzarure bir Rahman-ı Rahimi gösterir.

Ve o perde-i rahmet üstünde dahi, bütün rızka muhtaç zihayatların layık ve mükemmel bir tarzda iaşeleri ve erzakları, bilbedahe, terbiyekarane bir rezzakıyet ve şefkatkarane bir rububiyeti gösterir. Ve o terbiye ve idare, bizzarure bir Rezzak-ı Kerimi gösterir.

Evet, zeminin yüzünde kemal-i hikmetle terbiye edilen ve kemal-i inayetle tezyin edilen ve kemal-i rahmetle taltif edilen ve kemal-i şefkatle iaşe edilen bütün mahlukat, birer birer bir Sani-i Hakim, Kerim, Rahim, Rezzakın vücubuna şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, yeryüzünün mecmuunda tezahür eden ve umumunda görülen ve kast ve iradeyi bilbedahe gösteren hikmet-i amme; ve hikmeti dahi tazammun eden, umum masnuata şamil inayet-i tamme; ve inayet ve hikmeti tazammun eden ve umum mevcudat-ı arziyeye şamil olan rahmet-i vasia; ve rahmet ve hikmet ve inayeti de tazammun eden, umum zihayata şamil bir surette ve gayet kerimane bir tarzda olan rızık ve iaşe-i umumiyeyi birden nazara al, bak:

Nasıl ki, elvan-ı seba, ziyayı teşkil eder; ve yeryüzünü tenvir eden o ziya, nasıl şüphesiz güneşi gösterir. Öyle de, o hikmet içindeki inayet ve inayet içindeki rahmet ve rahmet içindeki iaşe-i rızki, nihayet derecede Hakim, Kerim, Rahim, Rezzak bir Vacibül-Vücudun vahdetini ve kemal-i rububiyetini, büyük bir mikyasta, yüksek bir derecede, parlak bir surette gösterir.

İşte, ey sersem münkir-i gafil! Göz önündeki bu hakimane, kerimane, rahimane, rezzakane terbiyeti ve bu acip ve harika ve mucize keyfiyeti neyle izah edebilirsin? Senin gibi serseri tesadüfle mi? Ve kalbin gibi kör kuvvetle mi? Ve kafan gibi sağır tabiatla mı? Ve senin gibi aciz, camid, cahil esbabla mı? Yoksa, nihayetsiz derecede mukaddes, münezzeh ve müberra, mualla ve nihayetsiz derecede Kadir, Alim, Semi, Basir olan Zat-ı Zülcelale, nihayetsiz derecede aciz, cahil, sağır, kör, mümkün, miskin olan “tabiat” namını verip nihayetsiz hata işlemek mi istersin? Hem güneş gibi parlak şu hakikati hangi kuvvetle söndürebilirsin, hangi perde-i gaflet altında saklayabilirsin?

On Yedinci Pencere
اِنَّ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ لاٰيَاتٍ لِلْمُؤْمِنِينَ

Zeminin yüzünü yaz zamanında temaşa edip görüyoruz ki: İcad-ı eşyada müşevveşiyeti iktiza eden ve intizamsızlığa sebep olan nihayetsiz sehavet ve bir cud-u mutlak, gayet derecede bir insicam ve intizam içinde görünüyor. İşte, zemin yüzünü tezyin eden bütün nebatatı gör.

Hem mizansızlığı ve kabalığı iktiza eden, icad-ı eşyadaki sürat-i mutlaka dahi kemal-i mevzuniyet içinde görünüyor. İşte, zemin yüzünü süslendiren bütün meyvelere bak.

Hem ehemmiyetsizliği, belki çirkinliği iktiza eden kesret-i mutlaka dahi, kemal-i hüsn-ü sanat içinde görünüyor. İşte, yeryüzünü yaldızlayan bütün çiçeklere bak.

Hem sanatsızlığı, basitliği iktiza eden, icad-ı eşyadaki suhulet-i mutlaka dahi, nihayetsiz derecede sanatkarlık ve maharet ve ihtimamkarlık içinde görünüyor. İşte, yeryüzündeki ağaç ve nebatat cihazatının sandıkçaları ve programları ve tarihçe-i hayatlarının kutucukları hükmünde olan bütün tohumlara, çekirdeklere dikkatle bak.

Hem ihtilaf ve ayrılığı iktiza eden uzaklık ve bud-u mutlak dahi bir ittifak-ı mutlak içinde görünüyor. İşte, bütün aktar-ı zeminde zer edilen her nevi hububata bak.

Hem karışmayı ve bulaşmayı iktiza eden kemal-i ihtilat, bilakis, kemal-i imtiyaz ve tefrik içinde görünüyor. İşte, bütün yeraltına karışık atılan ve madde itibarıyla birbirine benzeyen tohumların, sünbül vaktinde kemal-i imtiyazları ve ağaçlara giren muhtelif maddelerin yaprak, çiçek ve meyvelere kemal-i imtiyazla tefrikleri ve mideye giren karışık gıdaların muhtelif aza ve hüceyrata göre kemal-i imtiyazla ayrılmalarına bak, kemal-i hikmet içinde kemal-i kudreti gör.

Hem ehemmiyetsizliği, kıymetsizliği iktiza eden gayet derecede mebzuliyet ve nihayet derecede ucuzluk dahi, yeryüzünde masnuatça, sanatça, nihayet derecede kıymettar ve pahalı bir keyfiyette görünüyor. İşte, o hadsiz acaib-i sanat içinde, yeryüzünün Rahmani sofrasında, yalnız, kudretin şekerlemeleri olan dutların nevilerine bak, kemal-i rahmeti kemal-i sanat içinde gör.

İşte, bütün ru-yi zeminde, gayet kıymettarlıkla beraber hadsiz ucuzluk; ve hadsiz ucuzluk içinde, hadsiz ihtilat ve karışıklıkla beraber hadsiz imtiyaz ve tefrik; ve hadsiz imtiyaz ve tefrik içinde, gayet uzaklıkla beraber son derecede muvafakat ve benzeyiş; ve son derece benzemek içinde, gayet derecede suhulet ve kolaylıkla beraber gayet derecede ihtimamkarane yapılış; ve gayet derecede güzel yapılış içerisinde, sürat-i mutlaka ve çabuklukla beraber gayet derecede mevzun ve mizanlı ve israfsızlık; ve gayet derecede israfsızlık içinde, son derece çokluk ve kesretle beraber son derecede hüsn-ü sanat; ve son derece hüsn-ü sanat içinde, nihayet derecede sehavetle beraber intizam-ı mutlak, elbette gündüz ışığı, ışık güneşi gösterdiği gibi, bir Kadir-i Zülcelalin, bir Hakim-i Zülkemalin, bir Rahim-i Zülcemalin vücub-u vücuduna ve kemal-i kudretine ve cemal-i rububiyetine ve vahidiyetine ve ehadiyetine şehadet ederler, لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الْحُسْنٰى sırrını gösterirler.

Şimdi, ey biçare cahil, gafil, muannid, muattıl! Bu hakikat-i uzmayı neyle tefsir edebilirsin? Bu nihayet derecede mucize ve harika keyfiyeti neyle izah edebilirsin? Bu hadsiz derecede acip şu sanatları neye isnad edebilirsin? Bu yeryüzü derecesinde geniş bu pencereye hangi perde-i gafleti atıp kapatabilirsin? Senin tesadüfün nerede, tabiat dediğin ve güvendiğin şuursuz yoldaşın ve dalalette istinadgahın ve arkadaşın nerede? Bu işlere tesadüfün karışması yüz derece muhal değil mi? Ve şu harika işlerin binden birinin tabiata havalesi bin derece muhal olmuyor mu? Yoksa camid, aciz tabiatın, herbir şeyin içinde o şeyden yapılan eşya adedince manevi makine ve matbaaları mı var?

On Sekizinci Pencere
اَوَلَمْ يَنْظُرُوا فِى مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ

Yirmi İkinci Sözde izah edilen şu temsile bak ki: Nasıl mükemmel, muntazam, sanatlı, saray gibi bir eser, bilbedahe, muntazam bir fiile delalet eder. Yani, bir bina, bir dülgerliğe delalet eder. Ve mükemmel, muntazam bir fiil, bizzarure, mükemmel bir faile ve mahir bir ustaya, bir dülgere delalet eder. Ve mükemmel usta ve dülger ünvanları, bilbedahe, mükemmel bir sıfata, yani sanat melekesine delalet eder. Ve mükemmel sıfat ve o mükemmel meleke-i sanat, bilbedahe, mükemmel bir istidadın vücuduna delalet eder. Ve mükemmel bir istidat ise, ali bir ruh ve yüksek bir zatın vücuduna delalet eder.

Öyle de, zeminin yüzünü, belki kainatı dolduran müteceddid eserler, bilbedahe, gayet derece-i kemalde bulunan efali gösteriyor.

Ve şu nihayet derecedeki intizam ve hikmet dairesindeki efal, bilbedahe, ünvanları ve isimleri mükemmel olan bir faili gösteriyor. Çünkü muntazam, hakimane fiiller failsiz olmadığı, katiyen malum.

Ve son derece mükemmel ünvanlar, o failin son derece kemaldeki sıfatlarına delalet eder. Çünkü, fenn-i sarfça, nasıl ism-i fail masdardan yapılır. Öyle de, unvanların ve isimlerin dahi masdarları ve menşeleri, sıfatlardır.

Ve son derece-i kemalde sıfatlar, şüphesiz, son derece mükemmel olan şuunat-ı zatiyeye delalet eder.

Ve kabiliyet-i zatiye, tabir edemediğimiz o mükemmel şuun-u zatiye, bihakkılyakin, hadsiz derece-i kemalde olan bir zata delalet eder.

İşte, bütün alemdeki asar-ı sanat ve bütün mahlukat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şene; ve şen ise zata şehadet ettikleri için, masnuat adedince, birtek Sani-i Zülcelalin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir. Hiçbir cihette içine şüphe girmeyen müteselsil bir burhan-ı hakikattir.

Şimdi, ey biçare münkir-i gafil! Silsile-i kainat kadar kuvvetli şu burhanı neyle kırabilirsin? Şu masnuat adedince hakikatin şuaını gösteren hadsiz delikli ve kafesli şu pencereyi neyle kapatabilirsin? Hangi perde-i gafleti üstüne çekebilirsin?

On Dokuzuncu Pencere
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ، السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

sırrınca, Sani-i Zülcelal, semavatın ecramına o kadar hikmetler, manalar takmış ki, güya celal ve cemalini ifade etmek için, semavatı güneşler, aylar, yıldızlar kelimeleriyle söylettirdiği gibi, cevv-i semada olan mevcudata dahi öyle hikmetler ve manalar ve maksatlar takmış ki, güya o cevv-i semayı berkler, şimşekler, radlar, katreler kelimeleriyle intak ediyor ve kemal-i hikmet ve cemal-i rahmetini ders veriyor. Ve nasıl zemin kafasını hayvanat ve nebatat denilen manidar kelimeleriyle söyleştirip kemalat-ı sanatını kainata gösteriyor.

Öyle de, o kafanın birer kelimesi olan nebatları ve ağaçları dahi yapraklar, çiçekler, meyveler kelimeleriyle intak edip yine kemal-i sanatını ve cemal-i rahmetini ilan ediyor. Ve birer kelime olan çiçekleri ve meyveleri dahi tohumcuklar kelimeleriyle konuşturup dekaik-i sanatını ve kemal-i rububiyetini ehl-i şuura talim ediyor.

İşte, bu hadsiz kelimat-ı tesbihiye içinde, yalnız tek bir sünbül ve tek bir çiçeğin tarz-ı ifadesine kulak verip dinleyeceğiz, nasıl şehadet eder, bileceğiz.

Evet, herbir nebat, herbir ağaç, pek çok lisanla Sanilerini öyle gösteriyorlar ki, ehl-i dikkati hayretlerde bırakır ve bakanlara “Sübhanallah, ne kadar güzel şehadet ediyor” dedirtirler.

Evet, herbir nebatın çiçek açması zamanında ve sünbül vermesi anında, tebessümkarane manevi tekellümleri hengamındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zahirdir. Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzıyla ve muntazam sünbülün lisanıyla ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimatıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşahede, ilmi gösteren bir mizan içindedir. Ve o mizan ise, maharet-i sanatı gösteren bir nakş-ı sanat içindedir. Ve o nakş-ı sanat, lütuf ve keremi gösteren bir ziynet içindedir. Ve o ziynet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latif kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu manidar keyfiyetler öyle bir lisan-ı şehadettir ki, hem Sani-i Zülcemalini esmasıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmasını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.

İşte, birtek çiçekten böyle bir şehadet işitsen, acaba zemin yüzündeki Rabbani bağlarda umum çiçekleri dinleyebilsen, ne derece yüksek bir kuvvetle Sani-i Zülcelalin vücub-u vücudunu ve vahdetini ilan ettiklerini işitsen, hiç şüphen ve vesvesen ve gafletin kalabilir mi? Eğer kalsa, sana insan ve zişuur denilebilir mi?

Gel, şimdi bir ağaca dikkatle bak. İşte, bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzunen açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, masum çocuklar gibi, nesimin esmesiyle oynaması içindeki latif ağzını gör. Nasıl bir dest-i keremle yeşillenen yaprakların diliyle ve bir neşe-i lütufla tebessüm eden çiçeklerin lisanıyla ve bir cilve-i rahmetle gülen meyvelerin kelimatıyla ifade edilen hikmetli nizam içindeki adilli mizan; ve adli gösteren mizan içinde bulunan dikkatli sanatlar, nakışlar; ve maharetli nakışlar ve ziynetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatmaklar; ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mucize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zahir bir surette bir Sani-i Hakim, Kerim, Rahim, Muhsin, Münim, Mücemmil, Mufaddılın vücub-u vücudunu ve vahdetini ve cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

İşte, eğer bütün ru-yi zemindeki ağaçların lisan-ı hallerini birden dinleyebilsen, يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ hazinesinde ne kadar güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın.

İşte, ey nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gafil! Bu derece hadsiz lisanlarla kendini sana tanıttıran ve bildiren ve sevdiren bir Kerim-i Zülcemal, tanımak istenilmezse, bu lisanları susturmalı. Madem ki susturulmaz, dinlemeli. Gafletle kulağını kapasan kurtulamazsın. Çünkü sen kulağını kapamakla kainat sükut etmez, mevcudat susmaz, vahdaniyet şahitleri seslerini kesmezler. Elbette seni mahkum ederler.

Yirminci Pencere
فَسُ بْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شىْءٍ
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُۤ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ وَاَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَمَۤا اَنْتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ

Nasıl cüziyat ve neticelerde ve teferruatta kemal-i hikmet ve cemal-i sanat görünüyor. Öyle de, tesadüfi ve karışık tevehhüm edilen külli unsurların, büyük mahlukatın zahiren karışık vaziyetleri dahi bir hikmet ve sanatla vaziyetler alıyorlar. İşte ziyanın parlaması, sair hikmetli hidematının delaletiyle, yeryüzünde masnuat-ı İlahiyeyi izn-i Rabbani ile teşhir ve ilan etmektir. Demek bir Sani-i Hakim tarafından ziya istihdam ediliyor; çarşı-yı alem sergilerindeki antika sanatlarını onunla irae ediyor.

Şimdi rüzgarlara bak ki: Sair hakimane, kerimane faidelerinin ve vazifelerinin şehadetiyle, gayet mühim ve kesretli vazifelere koşuyorlar. Demek o dalgalanmak, bir Sani-i Hakim tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbaninin çabuk yerine getirilmesine süratle çalışmaktır.

Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara: Yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfi değildir. Çünkü onlara terettüp eden, asar-ı rahmet olan faidelerin ve semerelerin şehadetiyle ve dağlarda bir mizan-ı hacetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mizan-ı hikmetle gönderilmelerinin delaletiyle gösteriliyor ki, bir Rabb-i Hakimin teshiriyle ve iddiharıyladır. Ve kaynamaları ise, Onun emrine heyecanla imtisal etmeleridir.

Şimdi yerdeki bütün taşların ve cevahirlerin ve madenlerin envaına bak: Bunların tezyinatları ve menfaatli hasiyetleri bir Sani-i Hakimin tezyiniyle, tertibiyle, tedbiriyle, tasviriyle olduğunu, onlara müteallik hakimane faideleri ve mesalih-i hayatiye ve levazımat-ı insaniye ve hacat-ı hayvaniyeye muvafık bir tarzda ihzarları gösteriyor.

Şimdi çiçeklere, meyvelere bak: Bunların gülümsemeleri ve tadları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri bir Sani-i Kerimin, bir Münim-i Rahimin sofrasında birer tarife, birer davetname hükmünde olarak, muhtelif renk ve koku ve tadlarla her neve ayrı ayrı tarife ve davetname olarak verilmiştir.

Şimdi kuşlara bak: Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları bir Sani-i Hakimin intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kati ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksat etmeleridir.

Şimdi bulutlara bak: Yağmurun şıpıltıları manasız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi boş bir gürültü olmadığına kati delil ise, hali bir boşlukta o acaibi icad etmek ve onlardan ab-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak zihayatlara emzirmek gösteriyor ki, o şırıltı, o gürültü, gayet manidar ve hikmettardır ki, bir Rabb-i Kerimin emriyle müştaklara o yağmur bağırıyor ki, “Sizlere müjde, geliyoruz!” manasını ifade ederler.

Şimdi göğe bak: Gök içinde hadsiz ecramdan yalnız kamere dikkat et. Onun hareketi bir Kadir-i Hakimin emriyle olduğu, ona müteallik ve yeryüzüne ait mühim hikmetlerdir ki, başka yerde beyan ettiğimizden kısa kesiyoruz.

İşte, ziyadan tut, ta kamere kadar, saydığımız külli unsurlar gayet geniş bir tarzda ve büyük bir mikyasta bir pencere açar, bir Vacibül-Vücudun vahdetini ve kemal-i kudretini ve azamet-i saltanatını gösterir, ilan ederler.

İşte, ey gafil! Eğer bu gök gürlemesi gibi bu sadayı susturabilirsen ve güneşin ışığı gibi parlak o ziyayı söndürebilirsen, Allahı unut. Yoksa aklını başına al, سُبْحَانَ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ de.

Yirmi Birinci Pencere
وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذٰلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ
Şu kainatın lambası olan güneş, Kainat Saniinin vücuduna ve vahdaniyetine güneş gibi parlak ve nurani bir penceredir.

Evet, manzume-i şemsiye denilen, küremizle beraber on iki seyyare, cirmleri küçüklük—büyüklük itibarıyla pek çok muhtelif ve mevkileri uzaklık—yakınlık noktasında pek çok mütefavit ve sürat-i hareketleri çok mütenevvi olduğu halde, kemal-i intizam ve hikmetle ve kemal-i mizanla ve bir saniye kadar şaşırmayarak hareketleri ve deveranları ve güneş ile, cazibe kanunu tabir edilen bir kanun-u İlahi ile bağlanmaları, yani onlar imamlarına iktidaları, büyük bir mikyasta bir azamet-i kudret-i İlahiyeyi ve vahdaniyet-i Rabbaniyeyi gösterir. Çünkü o camid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri nihayet derecede intizam ve mizan-ı hikmet içinde, muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde ve muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti ispat ettiğini kıyas et. Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kainatı dağıtacak. Çünkü, bir dakika tesadüf birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkalarıyla müsademe etmesine yol açar. Küre-i arzdan bin defa büyük cirmlerle müsademenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.

Manzume-i şemsiyenin, yani şemsin memumları ve meyveleri olan on iki seyyarenin acaibini ilm-i muhit-i İlahiye havale edip, yalnız gözümüzün önünde, seyyaremiz bulunan arza bakıyoruz. Görüyoruz ki, bu seyyaremiz, bir azamet-i şevket-i Rububiyeti ve haşmet-i saltanat-ı Uluhiyeti ve kemal-i rahmet ve hikmeti gösterir bir surette, güneşin etrafında, emr-i Rabbani ile, Birinci Mektupta beyan edildiği gibi, pek büyük bir hizmet için bir uzun seyir ve seyahat ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbaniye olarak, acaib-i masnuat-ı İlahiye ile doldurulmuş ve zişuur ibadullaha seyrangah gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkat ve hesabı bildirecek saat akrebi gibi, kamer dahi dakik hesaplarla, azim hikmetlerle ona takılmış ve o kamere başka menzillerde ayrı seyir ve seyahat verilmiş.

İşte, bu mübarek seyyaremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehadetle bir Kadir-i Mutlakın vücub-u vücudunu ve vahdetini ispat eder. Madem şu seyyaremiz böyledir. Manzume-i şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin.

Hem şemse, kendi mihveri üstünde, cazibe denilen manevi ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadir-i Zülcelalin emriyle döndürüp, o seyyaratı o manevi iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratı ile, saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir süratle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya Şemsüş-Şumus canibine sevk etmek, elbette, Ezel ve Ebed Sultanı olan Zat-ı Zülcelalin kudretiyle ve emriyledir. Güya, haşmet-i rububiyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan manzume-i şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır.

Ey kozmoğrafyacı efendi! Hangi tesadüf bu işlere karışabilir? Hangi esbabın eli buna ulaşabilir? Hangi kuvvet buna yanaşabilir? Haydi, sen söyle. Hiç böyle bir Sultan-ı Zülcelal, aczini gösterip mülküne başkasını karıştırır mı? Bahusus kainatın meyvesi, neticesi, gayesi, hülasası olan zihayatları başka ellere verir mi? Başkasını müdahale ettirir mi? Bahusus o meyvelerin en camii ve o neticelerin en mükemmeli ve zeminin halifesi ve o Sultanın ayinedar bir misafiri olan insanları başıboş bırakır mı? Ve onları tabiata ve tesadüfe havale edip haşmet-i saltanatını hiçe indirir mi? Kemal-i hikmetini sukut ettirir mi?

Yirmi İkinci Pencere
اَلَمْ نَجْعَلِ اْلاَرْضَ مِهَادًا والْجِبَالَ اَوْتَادًا وَخَلَقْنَاكُمْ اَزْوَاجًا
فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

Küre-i arz bir kafadır ki, yüz bin ağzı vardır. Her bir ağzında yüz bin lisanı vardır. Her lisanında yüz bin burhanı var ki, herbiri çok cihetle Vacibül-Vücud,

Vahid-i Ehad, herşeye Kadir, herşeye Alim bir Zat-ı Zülcelalin vücub-u vücuduna ve vahdetine ve evsaf-ı kudsiyesine ve Esma-i Hüsnasına şehadet ederler.

Evet, arzın evvel-i hilkatine bakıyoruz ki, mayi haline gelen bir madde-i seyyaleden taş, ve taştan toprak halk edilmiş. Mayi kalsaydı, kabil-i sükna olmazdı. O mayi taş olduktan sonra demir gibi sert olsaydı, kabil-i istifade olmazdı. Elbette buna bu vaziyeti veren, yerin sekenelerinin hacetlerini gören bir Sani-i Hakimin hikmetidir.

Sonra, tabaka-i türabiye, dağlar direği üzerine atılmış, ta içindeki dahili inkılaplardan gelen zelzeleler, dağlarla teneffüs edip, zemini hareketinden ve vazifesinden şaşırtmasın. Hem denizin istilasından toprağı kurtarsın. Hem zihayatların levazımat-ı hayatiyesine birer hazine olsun. Hem havayı tarasın, gazat-ı muzırradan tasfiye etsin, ta teneffüse kabil olsun. Hem suları biriktirip iddihar etsin. Hem zihayata lazım olan sair madenlere menşe ve medar olsun.

İşte, bu vaziyet bir Kadir-i Mutlak ve bir Hakim-i Rahimin vücub-u vücuduna ve vahdetine gayet kati ve kuvvetli şehadet eder.

Ey coğrafyacı efendi! Bunu neyle izah edersin? Hangi tesadüf şu acaib-i masnuatla dolu sefine-i Rabbaniyeyi bir meşher-i acaip yaparak, yirmi dört bin sene bir mesafede bir senede süratle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin?

Hem zeminin yüzündeki acip sanatlara bak: Anasırlar ne derece hikmetle tavzif edilmişler. Bir Kadir-i Hakimin emriyle zemin yüzündeki Rahman misafirlerine nasıl güzel bakıyorlar, hizmetlerine koşuyorlar.

Hem acip ve garip sanatlar içinde rengarenk, acip, hikmetli, zemin yüzünün simasındaki bu nakışlı çizgilere bak: Nasıl sekenelerine enhar ve çayları, deniz ve ırmakları, dağ ve tepeleri, ayrı ayrı mahluklarına ve ibadına layık birer mesken ve vesait-i nakliye yapmış. Sonra yüz binler ecnas-ı nebatat ve enva-ı hayvanatıyla kemal-i hikmet ve intizamla doldurup hayat vererek şenlendirmek, vakit be vakit muntazaman mevt ile terhis ederek boşaltıp yine muntazaman basü badel-mevt suretinde doldurmak, bir Kadir-i Zülcelalin ve bir Hakim-i Zülkemalin vücub-u vücuduna ve vahdetine yüz binler lisanlarla şehadet ederler.

Elhasıl: Yüzü acaib-i sanata bir meşher ve garaib-i mahlukata bir mahşer ve kafile-i mevcudata bir memer ve sufuf-u ibadına bir mescid ve makarr olan zemin, bütün kainatın kalbi hükmünde olduğundan, kainat kadar nur-u vahdaniyeti gösterir.

İşte, ey coğrafyacı efendi! Bu zemin kafası yüz bin ağız, herbirinde yüz bin lisanla Allahı tanıttırsa ve sen Onu tanımazsan, başını tabiat bataklığına soksan, derece-i kabahatini düşün. Ne derece dehşetli bir cezaya seni müstehak eder, bil, ayıl ve başını bataklıktan çıkar, اٰمَنْتُ بِاللهِ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شىْءٍ de.

Yirmi Üçüncü Pencere
اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ

Hayat, kudret-i Rabbaniye mucizatının en nuranisidir, en güzelidir. Ve vahdaniyet burhanlarının en kuvvetlisi ve en parlağıdır. Ve tecelliyat-ı Samedaniye ayinelerinin en camii ve en berrakıdır.

Evet, hayat, tek başıyla, bir Hayy-ı Kayyumu bütün esma ve şuunatıyla bildirir.

Çünkü hayat pek çok sıfatın memzuç bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır. Elvan-ı seba ziyada ve muhtelif edviyeler tiryakta nasıl ki mümtezicen bulunur. Öyle de, hayat dahi pek çok sıfattan yapılmış bir hakikattir. O hakikattaki sıfatlardan bir kısmı, duygular vasıtasıyla inbisat ederek inkişaf edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri ise, hissiyat suretinde kendilerini ihsas ederler ve hayattan kaynama suretinde kendilerini bildirirler.

Hem hayat, kainatın tedbir ve idaresinde hükümferma olan rızık ve rahmet ve inayet ve hikmeti tazammun ediyor. Güya hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Mesela, hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit, Hakim ismi dahi tecelli eder, hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerim ismi de tecelli edip meskenini hacatına göre tertip ve tezyin eder. Yine aynı halde Rahim isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemali için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın bekasına ve inkişafına lazım maddi, manevi gıdaları yetiştiriyor ve kısmen bedeninde iddihar ediyor.

Demek, hayat bir nokta-i mihrakiye hükmünde, muhtelif sıfat birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir, ve hakeza… İşte, hayat bu cami mahiyeti itibarıyla, şuun-u zatiye-i Rabbaniyeye ayinedarlık eden bir ayine-i samediyettir.

İşte bu sırdandır ki, Hayy-ı Kayyum olan Zat-ı Vacibül-Vücud, hayatı pek çok kesretle ve mebzuliyetle halk edip neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi hayatın etrafına toplattırıp ona hizmetkar eder. Çünkü hayatın vazifesi büyüktür. Evet, samediyetin ayinesi olmak kolay birşey değil, adi bir vazife değil!

İşte, göz önünde her vakit gördüğümüz bu had ve hesaba gelmeyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zatları olan ruhlar, birden ve hiçten vücuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zat-ı Vacibül-Vücud ve Hayy-ı Kayyumun vücub-u vücudunu ve sıfat-ı kudsiyesini ve Esma-i Hüsnasını, lemeatın güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar. Güneşi tanımayan ve kabul etmeyen adam, nasıl gündüzü dolduran ziyayı inkar etmeye mecbur oluyor. Öyle de, Hayy-ı Kayyum, Muhyi ve Mümit olan Şems-i Ehadiyeti tanımayan adam, zeminin yüzünü, belki mazi ve müstakbeli dolduran zihayatların vücudunu inkar etmeli ve yüz derece hayvandan aşağı düşmeli, hayat mertebesinden düşüp camid bir cahil-i eçhel olmalı!

Yirmi Dördüncü Pencere
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Mevt, hayat kadar bir burhan-ı rububiyettir. Gayet kuvvetli bir hüccet-i vahdaniyettir. اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ delaletince, mevt adem, idam, fena, hiçlik, failsiz bir inkıraz değil; belki bir Fail-i Hakim tarafından, hizmetten terhis ve tahvil-i mekan ve tebdil-i beden ve vazifeden paydos ve haps-i bedenden azad etmek ve muntazam bir eser-i hikmet olduğu, Birinci Mektupta gösterilmiştir.

Evet, nasıl zemin yüzündeki masnuat ve zihayatlar ve hayattar zemin yüzü, bir Sani-i Hakimin vücub-u vücuduna ve vahdaniyetine şehadet ediyorlar. Öyle de, o zihayatlar, ölümleriyle bir Hayy-ı Bakinin sermediyetine ve vahidiyetine şehadet ediyorlar. Yirmi İkinci Sözde, mevt, gayet kuvvetli bir burhan-ı vahdet ve bir hüccet-i sermediyet olduğu ispat ve izah edildiğinden, şu bahsi o Söze havale edip, yalnız mühim bir nüktesini beyan edeceğiz. Şöyle ki: Nasıl zihayatlar, vücutlarıyla bir Vacibül-Vücudun vücuduna delalet ediyorlar. Öyle de, o zihayatlar, ölümleriyle bir Hayy-ı Bakinin sermediyetine, vahidiyetine şehadet ediyorlar. Mesela, yalnız birtek zihayat olan zemin yüzü, intizamatıyla, ahvaliyle Sanii gösterdiği gibi, öldüğü vakit, yani kış, beyaz kefeniyle, ölmüş o zemin yüzünü kapamasıyla, nazar-ı beşeri ondan çeviriyor. Veyahut, nazar, o giden bahar cenazesinin arkasından maziye gider, daha geniş bir manzarayı gösterir. Yani, herbiri birer mucize-i kudret olan, zemin dolusu bütün geçen baharlar misillü, yeni gelecek birer harika-i kudret ve birer hayattar zemin olan, bahar dolusu hayattar mevcudat-ı arziyenin gelmelerini ihsas ve vücutlarına şehadet ettiklerinden, öyle geniş bir mikyasta, öyle parlak bir surette, öyle kuvvetli bir derecede bir Sani-i Zülcelalin, bir Kadir-i Zülkemalin, bir Kayyum-u Bakinin, bir Şems-i Sermedinin vücub-u vücuduna ve vahdetine ve beka ve sermediyetine şehadet ederler ve öyle parlak delaili gösterirler ki, ister istemez, bedahet derecesinde, “amentü billahil-Vahidil-Ehad” dedirtir.

Elhasıl: وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا sırrınca, hayattar bu zemin, bir baharda Sanie şehadet ettiği gibi, onun ölmesiyle, zamanın geçmiş ve gelecek iki kanadına dizilmiş mucizat-ı kudretine nazarı çeviriyor. Bir bahar yerine binler baharı gösteriyor. Bir mucize yerine binler mucizat-ı kudretine işaret eder. Ve onlardan her bahar, şu hazır bahardan daha kati şehadet eder. Çünkü, mazi tarafına geçenler, zahiri esbablarıyla beraber gitmişler; arkalarında, yine kendileri gibi başkalar, yerlerine gelmişler. Demek, esbab-ı zahiriye hiçtir. Yalnız bir Kadir-i Zülcelal onları halk edip hikmetiyle esbaba bağlayarak gönderdiğini gösteriyor.

Ve gelecek zamanda dizilmiş hayattar olan zemin yüzleri ise daha parlak şehadet eder. Çünkü, yeniden, yoktan, hiçten yapılıp gönderilecek yere konup, vazife gördürüp, sonra gönderilecekler.

İşte, ey tabiata saplanan ve bataklıkta boğulmak derecesine gelen gafil! Bütün mazi ve müstakbele ulaşacak hikmetli ve kudretli manevi el sahibi olmayan birşey, nasıl bu zeminin hayatına karışabilir? Senin gibi hiç ender hiç olan tesadüf ve tabiat buna karışabilir mi? Kurtulmak istersen, “Tabiat, olsa olsa bir defter-i kudret-i İlahiyedir. Tesadüf ise, cehlimizi örten gizli bir hikmet-i İlahiyenin perdesidir” de, hakikate yanaş.

Yirmi Beşinci Pencere
Nasıl ki, madrup, elbette daribe delalet eder. Sanatlı bir eser, sanatkarı icab eder. Veled, validi iktiza eder. Tahtiyet, fevkiyeti istilzam eder, ve hakeza…

Bütün umur-i izafiye tabir ettikleri, birbirisiz olmayan evsaf-ı nisbiye misillü, şu kainatın cüziyatında ve heyet-i umumiyesinde görünen imkan dahi, vücubu gösterir. Ve bütün onlarda görünen infial, bir fiili gösterir. Ve umumunda görünen mahlukiyet, halıkıyeti gösterir. Ve umumunda görünen kesret ve terkip, vahdeti istilzam eder. Ve vücub ve fiil ve halıkıyet ve vahdet, bilbedahe ve bizzarure, mümkün, münfail, kesir, mürekkep, mahluk olmayan, vacib ve fail, vahid ve halık olan mevsuflarını ister. Öyle ise, bilbedahe, bütün kainattaki bütün imkanlar, bütün infialler, bütün mahlukiyetler, bütün kesret ve terkipler, bir Zat-ı Vacib ül-Vücud, Faalün lima Yürid, Halık-ı Külli Şeye, Vahid-i Ehade şehadet eder.

Elhasıl: Nasıl imkandan vücub görünüyor; infialden fiil ve kesretten vahdet-bunların vücudu, onların vücuduna katiyen delalet eder. Öyle de, mevcudat üstünde görünen masnuiyet ve merzukiyet gibi sıfatlar dahi, saniiyet, rezzakiyet gibi şenlerin vücutlarına kati delalet ediyor. Şu sıfatın vücudu dahi, bizzarure ve bilbedahe, bir Hallak ve Rezzak Sani-i Rahimin vücuduna delalet eder.

Demek, herbir mevcut taşıdığı yüzler, bu çeşit sıfatlar lisanıyla, Zat-ı Vacibül-Vücudun yüzler Esma-i Hüsnasına şehadet ederler. Bu şehadetler kabul edilmezse, mevcudatın bütün bu çeşit sıfatlarını inkar etmek lazım gelir.

Yirmi Altıncı Pencere
Şu kainatın mevcudatı yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemaller ve hüsünler, bir cemal-i sermedi cilvelerinin bir nevi gölgeleri olduğunu gösterir. Evet, ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin gidenler gibi parlamaları, daimi bir şemsin şualarının ayineleri olduklarını gösterdikleri gibi, seyyal zaman ırmağında, seyyar mevcudatın üstünde parlayan lemeat-ı cemaliye dahi, bir cemal-i sermediye işaret ederler ve onun bir nevi emareleridirler.

Hem kainat kalbindeki ciddi aşk, bir Maşuk-u Layezaliyi gösterir. Evet, ağacın mahiyetinde olmayan birşey, esaslı bir surette meyvesinde bulunmadığı delaletiyle, şecere-i kainatın hassas meyvesi olan nev-i insandaki ciddi aşk-ı lahuti gösterir ki, bütün kainatta—fakat başka şekillerde—hakiki aşk ve muhabbet bulunuyor. Öyle ise, kalb-i kainattaki şu hakiki muhabbet ve aşk, bir Mahbub-u Ezeliyi gösterir.

Hem kainatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizaplar, cezbeler, cazibeler, ezeli bir hakikat-i cazibedarın cezbiyle olduğunu hüşyar kalblere gösterir.

Hem mahlukatın en hassas ve nurani taifesi olan ehl-i keşif ve velayetin ittifakıyla, zevk ve şuhuda istinad ederek, bir Cemil-i Zülcelalin cilvesine, tecellisine mazhar olduklarını ve o Celil-i Zülcemalin kendini tanıttırılmasına ve sevdirilmesine zevk ile muttali olduklarını müttefikan haber vermeleri, yine bir Zat-ı Vacibül-Vücudun, bir Cemil-i Zülcelalin vücuduna ve insanlara kendini tanıttırmasına katiyen şehadet eder.

Hem kainat yüzünde ve mevcudat üstünde işleyen kalem-i tahsin ve tezyin, o kalem sahibi Zatın esmasının güzelliğini vazıhan gösteriyor.

İşte, kainat yüzündeki cemal ve kalbindeki aşk ve sinesindeki incizap ve gözlerindeki keşif ve şuhud ve heyatındaki hüsün ve tezyinat, pek latif, nurani bir pencere açar. Onunla, bütün esması cemile bir Cemil-i Zülcelali ve bir Mahbub-u Layezaliyi ve bir Mabud-u Lemyezeli, hüşyar olan akıl ve kalblere gösterir.

İşte, ey maddiyat karanlığında, evham zulümatında, boğucu şübehat içinde çırpınan gafil! Kendine gel, insaniyete layık bir surette yüksel, şu dört delikle bak, cemal-i vahdeti gör, kemal-i imanı kazan, hakiki insan ol!

Yirmi Yedinci Pencere
اَللهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ

Kainatta, esbab ve müsebbebat görünen eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki, en ala bir sebep, en adi bir müsebbebe kuvveti yetmiyor. Demek esbab bir perdedir; müsebbepleri yapan başkadır.

Mesela, hadsiz masnuattan, yalnız cüzi bir misal olarak, insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hafızaya bakıyoruz. Görüyoruz ki, öyle bir cami kitap, belki kütüphane hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba şu mucize-i kudrete hangi sebep gösterilebilir? Telafif-i dimağiye mi? Basit, şuursuz hüceyrat zerreleri mi? Tesadüf rüzgarları mı? Halbuki, o mucize-i sanat, öyle bir Zatın sanatı olabilir ki, beşerin haşirde neşredilecek büyük defter-i amalinden, muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir küçük senet istinsah edip, yazıp, aklının eline verecek bir Sani-i Hakimin sanatı olabilir.

İşte, beşerin kuvve-i hafızasına misal olarak, bütün yumurtaları, çekirdekleri, tohumları kıyas et. Ve bu cami, küçücük mucizelere, sair müsebbebatı da kıyas et. Çünkü, hangi müsebbebe ve masnua baksan, o derece harika bir sanat var ki, değil onun adi, basit sebebi, belki bütün esbab toplansa, ona karşı izhar-ı acz edecekler. Mesela, büyük bir sebep zannedilen güneşi ihtiyarlı, şuurlu farz ederek, ona denilse, “Bir sineğin vücudunu yapabilir misin?” Elbette diyecek ki: “Halıkımın ihsanıyla, dükkanımda ziya, renkler, hararet çok. Fakat sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkanımda bulunur ve ne de benim iktidarım dahilindedir.”

Hem nasıl ki müsebbebdeki harika sanat ve tezyinat, esbabı azledip, Müsebbibül-Esbab olan Vacibül-Vücuda işaret ederek, وَاِلَيْهِ يُرْجَعُ اْلاَمْرُ كُلُّهُ 1 sırrınca Ona teslim-i umur eder. Öyle de, müsebbebata takılan neticeler, gayeler, faideler, bilbedahe, perde-i esbab arkasında bir Rabb-i Kerimin, bir Hakim-i Rahimin işleri olduğunu gösterir. Çünkü, şuursuz esbab, elbette bir gayeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki, görüyoruz, vücuda gelen her mahluk, bir gaye değil, belki çok gayeleri, çok faideleri, çok hikmetleri takip ederek vücuda geliyor. Demek, bir Rabb-i Hakim ve Kerim, o şeyleri yapıp gönderiyor, o faideleri onlara gaye-i vücut yapıyor.

Mesela yağmur geliyor. Yağmuru zahiren intaç eden esbab, hayvanatı düşünüp, onlara acıyıp merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu malumdur. Demek, hayvanatı halk eden ve rızıklarını taahhüt eden bir Halık-ı Rahimin hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hatta yağmura “rahmet” deniliyor. Çünkü çok asar-ı rahmet ve faideleri tazammun ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş, katre katre geliyor.

Hem bütün mahlukatın yüzüne tebessüm eden bütün ziynetli nebatat ve hayvanattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedahe, perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel sanatlarla kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zat-ı Zülcelalin vücub-u vücuduna ve vahdetine delalet ederler. Demek, eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına katiyen delalet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bilbedahe, Vedud, Maruf bir Sani-i Kadirin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder.

Elhasıl: Sebep gayet adi, aciz ve ona isnad edilen müsebbep ise gayet sanatlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder. Hem müsebbebin gayesi, faidesi dahi, cahil ve camid olan esbabı ortadan atar, bir Sani-i Hakimin eline teslim eder. Hem müsebbebin yüzündeki tezyinat ve maharetler, kendi kudretini zişuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sani-i Hakime işaret eder.

Ey esbabperest biçare! Bu üç mühim hakikati neyle izah edebilirsin? Sen nasıl kendini kandırabilirsin? Aklın varsa, esbab perdesini yırt, “Vahdehu la şerike lehu” de, hadsiz evhamdan kurtul.

Yirmi Sekizinci Pencere
وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ

Şu kainata bakıyoruz: Görüyoruz ki, hüceyrat-ı bedenden tut, ta mecmu-u aleme şamil bir hikmet ve tanzim var.

Hüceyrat-ı bedene bakıyoruz: Görüyoruz ki, mesalih-i bedeni gören ve idare eden birisinin emriyle, kanunuyla, o küçücük hüceyrelerde ehemmiyetli bir tedbir var. Mideye nasıl bir kısım rızık içyağı suretinde iddihar olunup vakt-i hacette sarf edilir. Aynen, o küçücük hüceyrelerde de o tasarruf ve iddihar var.

Nebatata bakıyoruz: Gayet hakimane bir terbiye, bir tedbir görünüyor.

Hayvanata bakıyoruz: nihayet derecede kerimane bir terbiye ve iaşe görüyoruz.

Kainatın erkan-ı azimesine bakıyoruz: Mühim gayeler için haşmetkarane bir tedvir ve tenvir görüyoruz.

alemin mecmuuna bakıyoruz: Muntazam bir memleket, bir şehir, bir saray hükmünde, ali hikmetler, gali gayeler için mükemmel bir tanzimat görüyoruz. Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfında izah ve ispat edildiği üzere, bir zerreden tut, ta yıldızlara kadar, zerre miktar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine manen münasebettardırlar ki, bütün yıldızları musahhar etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rububiyetini dinlettiremez. Bir zerreye hakiki rab olmak için, bütün yıldızlara sahip olmak lazım gelir. Hem, Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfında izah ve ispat edildiği üzere, semavatın halk ve tesviyesine muktedir olmayan, beşerin simasındaki teşahhusu yapamaz.

Demek, bütün semavatın rabbi olmayan, birtek insanın simasındaki alamet-i farika olan nakş-ı simaviyi yapamaz. İşte, kainat kadar büyük bir pencere ki, onunla bakılsa, اَللهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ لَهُ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ayetleri, büyük harflerle kainat sahifelerinde yazılı olduğu gibi, akıl gözüyle de görülecek. Öyle ise, görmeyenin ya aklı yok, ya kalbi yok. Veya insan suretinde bir hayvandır.

Yirmi Dokuzuncu Pencere
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Bir bahar mevsiminde, garibane, mütefekkirane seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins sarıçiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mana kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler Onun mühürleridir, sikkeleridir.

Şu mühür tahayyülünden sonra şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühürle mühürlenmiş bir mektup, o mühür, o mektubun sahibini gösterir. Öyle de, şu çiçek bir mühr-ü Rahmanidir. Şu enva-ı nakışlarla ve manidar nebatat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi, bu çiçek Saniinin mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahra ve ova, bir mektub-u Rahmani heyatını aldı.

İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Herbir şey, bir mühr-ü Rabbani hükmünde, bütün eşyayı kendi Halıkına isnad eder, kendi Katibinin mektubu olduğunu ispat eder. İşte, herbir şey öyle bir pencere-i tevhiddir ki, bütün eşyayı bir Vahid-i Ehade mal eder.

Demek, herbir şeyde, hususan zihayatlarda öyle harika bir nakış, öyle mucizekar bir sanat var ki, onu öyle yapan ve öyle manidar nakşeden, bütün eşyayı yapabilir. Ve bütün eşyayı yapan, elbette O olacaktır. Demek bütün eşyayı yapamayan, birtek şeyi icad edemez.

İşte, ey gafil! Şu kainatın yüzüne bak ki, birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmünde olan sahaif-i mevcudat ve herbir mektup üstünde hadsiz sikke-i tevhid mühürleriyle temhir edilmiş bütün bu mühürlerin şehadetlerini kim tekzip edebilir? Hangi kuvvet onları susturabilir? Kalb kulağıyla hangisini dinlesen “Eşhedü en la ilahe illallah”1 dediğini işitirsin.

Otuzuncu Pencere
لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا
كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Şu Pencere, imkan ve hudusa müesses umum mütekelliminin penceresidir ve ispat-ı Vacibül-Vücuda karşı caddeleridir. Bunun tafsilatını, Şerhul-Mevakıf ve Şerhul-Makàsıd gibi, muhakkiklerin büyük kitaplarına havale ederek, yalnız Kuranın feyzinden ve şu pencereden ruha gelen bir iki şuaı göstereceğiz. Şöyle ki:

amiriyet ve hakimiyetin muktezası, rakip kabul etmemektir, iştiraki reddetmektir, müdahaleyi ref etmektir. Onun içindir ki, küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını ve nizamını bozarlar. Bir nahiyede iki müdür, bir vilayette iki vali bulunsa, hercümerc ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı bir karma karışıklığa sebebiyet verirler.

Madem hakimiyet ve amiriyetin gölgesinin zayıf bir gölgesi ve cüzi bir nümunesi, muavenete muhtaç, aciz insanlarda böyle rakip ve zıddı ve emsalinin müdahalesini kabul etmezse, acaba saltanat-ı mutlaka suretindeki hakimiyet ve rububiyet derecesindeki amiriyet, bir Kadir-i Mutlakta ne derece o redd-i müdahale kanunu ne kadar esaslı bir surette hükmünü icra ettiğini kıyas et. Demek, uluhiyet ve rububiyetin en kati ve daimi lazımı, vahdet ve infiraddır.

Buna bir burhan-ı bahir ve şahid-i katı, kainattaki intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmeldir. Sinek kanadından tut, ta semavat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki, akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından “Sübhanallah, maşaallah, barekallah” der, secde eder. Eğer zerre miktar şerike yer bulunsaydı, müdahalesi olsaydı, لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا ayet-i kerimesinin delaletiyle, nizam bozulacaktı, suret değişecekti, fesadın asarı görünecekti. Halbuki,

فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ اِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَهُوَ حَسِيرٌ delaletiyle ve şu ifade ile, nazar-ı beşer, kusuru aramak için ne kadar çabalasa, hiçbir yerde kusuru bulamayarak, yorgun olarak, menzili olan göze gelip, onu gönderen münekkit akla diyecek: “Beyhude yoruldum, kusur yok” demesiyle gösteriyor ki, Nizam ve intizam gayet mükemmeldir. Demek, intizam-ı kainat, vahdaniyetin kati şahididir.

Gel gelelim hudusa. Mütekellimin demişler ki: “alem mütegayyirdir. Her mütegayyir hadistir. Herbir hadisin bir muhdisi, yani mucidi var. Öyle ise bu kainatın kadim bir mucidi var.”

Biz de deriz: Evet, kainat hadistir. Çünkü, görüyoruz, her asırda, belki her senede, belki her mevsimde bir kainat, bir alem gider, biri gelir. Demek bir Kadir-i Zülcelal var ki, bu kainatı hiçten icad ederek, her senede, belki her mevsimde, belki her günde birisini icad eder, ehl-i şuura gösterir ve sonra onu alır, başkasını getirir, birbiri arkasına takıp zincirleme bir surette zamanın şeridine asıyor. Elbette, bu alem gibi birer kainat-ı müteceddide hükmünde olan, her baharda gözümüzün önünde hiçten gelen ve giden kainatları icad eden bir Zat-ı Kadirin mucizat-ı kudretidirler. Elbette, alem içinde her vakit alemleri halk edip değiştiren Zat, mutlaka şu alemi dahi o halk etmiştir ve şu alemi ve ru-yi zemini o büyük misafirlere misafirhane yapmıştır.

Gelelim imkan bahsine. Mütekellimin demişler ki: “İmkan, mütesaviyüt-tarafeyndir. Yani, adem ve vücud, ikisi de müsavi olsa, bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mucid lazımdır. Çünkü, mümkinat birbirini icad edip teselsül edemez. Yahut o onu, o da onu icad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise bir Vacibül-Vücud vardır ki bunları icad ediyor” Devir ve teselsülü, on iki burhan, yani arşi ve süllemi gibi namlarla müsemma, meşhur on iki delil-i kati ile devri iptal etmişler ve teselsülü muhal göstermişler; silsile-i esbabı kesip Vacibül-Vücudun vücudunu ispat etmişler.

Biz de deriz ki: Esbab, teselsülün berahiniyle alemin nihayetinde kesilmesinden ise, herşeyde Halık-ı Külli Şeye has sikkeyi göstermek daha kati, daha kolaydır. Kuranın feyziyle, bütün Pencereler ve bütün Sözler o esas üzerine gitmişler. Bununla beraber, imkan noktasının hadsiz bir vüsati var; hadsiz cihetlerle Vacibül-Vücudun vücudunu gösteriyor. Yalnız mütekelliminin teselsülün kesilmesi yoluna—elhak geniş ve büyük olan o caddeye—münhasır değildir. Belki had ve hesaba gelmeyen yollarla Vacibül-Vücudun marifetine yol açar. Şöyle ki:

Herbir şey, vücudunda, sıfatında, müddet-i bekasında hadsiz imkanat, yani gayet çok yollar ve cihetler içinde mütereddit iken, görüyoruz ki, o hadsiz cihetler içinde vücutça muntazam bir yolu takip ediyor. Herbir sıfatı da, mahsus bir tarzda ona veriyor. Müddet-i bekasında bütün değiştirdiği sıfat ve haller dahi böyle bir tahsisle veriliyor. Demek bir muhassısın iradesiyle, bir müreccihin tercihiyle, bir Mucid-i Hakimin icadıyladır ki, hadsiz yollar içinde hikmetli bir yolda onu sevk eder; muntazam sıfatı ve ahvali ona giydiriyor.

Sonra infiraddan çıkarıp, bir terkipli cisme cüz yapar; imkanat ziyadeleşir. Çünkü o cisimde binler tarzda bulunabilir. Halbuki, neticesiz o vaziyetler içinde, neticeli, mahsus bir vaziyet ona verilir ki, mühim neticeleri ve faideleri ve o cisimde vazifeleri gördürülüyor.

Sonra, o cisim dahi diğer bir cisme cüz yaptırılıyor; imkanat daha ziyadeleşir. Çünkü binlerle tarzda bulunabilir. İşte, o binler tarz içinde birtek vaziyet veriliyor, o vaziyetle mühim vazifeler gördürülüyor, ve hakeza… Gittikçe daha ziyade kati bir Hakim-i Müdebbirin vücub-u vücudunu gösteriyor, bir amir-i Alimin emriyle sevk edildiğini bildiriyor. Cisim içinde cisim, birbiri içinde cüz olup giden bütün bu terkiplerde, nasıl bir nefer, takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda, mütedahil o heyetlerden herbirisine mahsus birer vazifesi, hikmetli birer nisbeti, intizamlı birer hizmeti bulunuyor. Hem nasıl ki, senin gözbebeğinden bir hüceyre, gözünde bir nisbeti ve bir vazifesi var. Senin başın heyet-i umumiyesi nisbetine dahi hikmetli bir vazifesi ve hizmeti vardır. Zerre miktar şaşırsa, sıhhat ve idare-i beden bozulur. Kan damarlarına, his ve hareket asablarına, hatta bedenin heyet-i umumiyesinde birer mahsus vazifesi, hikmetli birer vaziyeti vardır. Binlerle imkanat içinde, bir Sani-i Hakimin hikmetiyle o muayyen vaziyet verilmiştir.

Öyle de, bu kainattaki mevcudat, herbiri kendi zatıyla, sıfatıyla, çok imkanat yolları içinde has bir vücudu ve hikmetli bir sureti ve faideli sıfatları, nasıl bir Vacibül-Vücuda şehadet ederler. Öyle de, mürekkebata girdikleri vakit, herbir mürekkepte daha başka bir lisanla, yine Saniini ilan eder. Git gide, ta en büyük mürekkebe kadar nisbeti, vazifesi, hizmeti itibarıyla Sani-i Hakimin vücub-u vücuduna ve ihtiyarına ve iradesine şehadet eder. Çünkü, birşeyi, bütün mürekkebata hikmetli münasebetleri muhafaza suretinde yerleştiren, bütün o mürekkebatın Halıkı olabilir. Demek birtek şey binler lisanlarla Ona şehadet eder hükmündedir.

İşte, kainatın mevcudatı kadar değil, belki mevcudatın sıfat ve mürekkebatı adedince imkanat noktasından da Vacibül- Vücudun vücuduna karşı şehadetler geliyor.

İşte, ey gafil! Kainatı dolduran bu şehadetleri, bu sadaları işitmemek, ne derece sağır ve akılsız olmak lazım geliyor, haydi sen söyle!

Otuz Birinci Pencere
لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِۤى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
وَفِى اْلاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ وَفِۤى اَنْفُسِكُمْ اَفَلاَ تُبْصِرُونَ

Şu Pencere insan penceresidir ve enfüsidir. Ve enfüsi cihetinde şu pencerenin tafsilatını binler muhakkıkin-i evliyanın mufassal kitaplarına havale ederek, yalnız feyz-i Kurandan aldığımız birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki:

On Birinci Sözde beyan edildiği gibi, insan öyle bir nüsha-i camiadır ki, Cenab-ı Hak, bütün esmasını, insanın nefsiyle insana ihsas ediyor. Tafsilatını başka Sözlere havale edip yalnız Üç Noktayı göstereceğiz.

BİRİNCİ NOKTA: İnsan, üç cihetle esma-i İlahiyeye bir ayinedir.

Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hacatıyla, naks ve kusuruyla bir Kadir-i Zülcelalin kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor, ve hakeza, pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle ayinedarlık ediyor. Hatta hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz adasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vacibül-Vücuda bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hacatı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahimin dergahına dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadir-i Rahimin bargah-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.

İkinci vecih ayinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nevinden cüzi ilim, kudret, basar, sem, malikiyet, hakimiyet gibi cüziyatla, Kainat Malikinin ilmine ve kudretine, basarına, semine, hakimiyet-i rububiyetine ayinedarlık eder, onları anlar, bildirir. Mesela, “Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun malikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kainat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder,” ve hakeza…

Üçüncü vecih ayinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esma-i İlahiyeye ayinedarlık eder. Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i camiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Mesela, yaratılışından Sani, Halık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahim isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerim, Latif isimlerini, ve hakeza, bütün aza ve alatıyla, cihazat ve cevarihiyle, letaif ve maneviyatıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmada bir İsm-i azam var; öyle de, o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki, o da insandır.

Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.

İKİNCİ NOKTA: Mühim bir sırr-ı ehadiyete işaret eder. Şöyle ki:

İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki, bütün azasını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o evamirden vücud-u harici giydirilmiş bir kanun-u emri ve latife-i Rabbaniye olan ruh,onların idaresinde, onların manevi seslerini hissetmesinde ve hacatlarını görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak, yakın, bir hükmünde; birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüzü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hatta, çok nuraniyet kesb etmişse, herbir cüzü ile görebilir ve işitebilir.

Öyle de, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى Cenab-ı Hakkın, madem Onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir alem olan insan cisminde ve azasında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette, alem-i ekber olan kainatta, o Zat-ı Vacibül-Vücudun irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına, hadsiz fiiller, hadsiz sadalar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette Ona ağır gelmez, birbirine mani olmaz, o Halık-ı Zülcelali meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın, uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Herşey ile herşeyi görebilir, seslerini işitebilir. Ve herşey ile herşeyi bilir, ve hakeza…

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir
vazifesi var. Fakat o bahis, Hayat Penceresinde ve Yirminci Mektubun Sekizinci Kelimesinde tafsili geçtiğinden, ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:

Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esma ve şuunat-ı zatiyeye işaret eder, gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyumun şuunat-ı zatiyesine ayinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allahı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı zamanı olmadığından, kapıyı kapıyoruz.

Otuz İkinci Pencere

هُوَ الَّذِۤى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّينِ كُلِّهِ وَكَفٰى بِاللهِ شَهِيدًا
قُلْ يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اِنِّى رَسُولُ اللهِ اِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِى لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ يُحْيِى وَيُمِيتُﮎ

Şu Pencere, sema-i risaletin güneşi, belki güneşler güneşi olan Muhammed aleyhissalatü vesselamın penceresidir. Şu gayet parlak ve pek büyük ve çok nurani pencere, Otuz Birinci Söz olan Mirac Risalesiyle On Dokuzuncu Söz olan Nübüvvet-i Ahmediye (aleyhissalatü vesselam) Risalesinde ve On Dokuz İşaretli olan On Dokuzuncu Mektupta ne derece nurani ve zahir olduğu ispat edildiğinden, o iki Sözü ve o Mektubu ve o Mektubun On Dokuzuncu İşaretini bu makamda düşünüp, sözü onlara havale edip, yalnız deriz ki:

Tevhidin bir burhan-ı natıkı olan Zat-ı Ahmediye aleyhissalatü vesselam, risalet ve velayet cenahlarıyla, yani kendinden evvel bütün enbiyanın tevatürle icmalarını ve ondan sonraki bütün evliyanın ve asfiyanın icmakarane tevatürlerini tazammun eden bir kuvvetle, bütün hayatında bütün kuvvetiyle vahdaniyeti gösterip ilan etmiş ve alem-i İslamiyet gibi geniş, parlak, nurani bir pencereyi marifetullaha açmıştır. İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Muhyiddin-i Arabi, Abdülkadir-i Geylani gibi milyonlar muhakkıkin-i asfiya ve sıddıkin o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar.

Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı? Ve onu itham edip bu pencereden bakmayanın aklı var mı? Haydi, sen söyle.

Otuz Üçüncü Pencere
اَلْحَمْدُ ِللهِ الَّذِۤى اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا قَيِّمًا
الۤرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ

Bütün geçmiş Pencereler, Kuran denizinden bazı katreler olduğunu düşün; sonra Kuranda ne kadar ab-ı hayat hükmünde olan envar-ı tevhid var olduğunu kıyas edebilirsin. Fakat bütün o Pencerelerin menbaı ve madeni ve aslı olan Kurana gayet mücmel bir surette, gayet basit bir tarzda bakılsa dahi, yine gayet parlak, nurani bir pencere-i camiadır. O pencere ne kadar kati ve parlak ve nurani olduğunu, Yirmi Beşinci Söz olan İcaz-ı Kuran Risalesine ve On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretine havale ediyoruz. Ve Kuranı bize gönderen Zat-ı Zülcelalin Arş-ı Rahmanisine niyaz edip deriz:

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا
رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ وَتُبْ عَلَيْنَا اِنَّكَ اَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

İhtar

Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektup, imanı olmayanı, inşaallah imana getirir. İmanı zayıf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavi ve taklidi olanın imanını tahkiki yapar. İmanı tahkiki olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana, bütün kemalat-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir, daha nurani, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, “Bir pencere bana kafi geldi, yeter” diyemezsin. Çünkü, senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise, kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hatta hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh, herbir Pencerenin ayrı ayrı faideleri vardır.

Mirac Risalesinde asıl muhatap mümin idi; mülhid, ikinci derecede istima makamında idi. Şu risalede ise, muhatap, münkirdir; istima makamlarında mümindir. Bunu düşünüp öylece bakmalı.

Fakat, maatteessüf, mühim bir sebebe binaen şu Mektup gayet süratle yazıldığından ve hatta müsvedde halinde kaldığından, elbette bana ait olan tarz-ı ifadede müşevveşiyet ve kusurlar olacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ve ellerinden gelirse ıslahlarını ve mağfiret ile bana dua eylemelerini ihvanlarımdan isterim.

وَالسَّلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى وَالْمَلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوٰى
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ اٰمِينَ