Şu Söz Üç Mevkıftır
Yirmi İkinci Sözün Sekizinci Lemasını izah eden bir zeyildir.
Mevcudat-ı alem vahdaniyete şehadet ettikleri elli beş lisandan—ki Katre risalesinde onlara işaret edilmiş—birinci lisanına bir tefsirdir ve لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا ayetinin pek çok hakaikinden, temsil libası giydirilmiş bir hakikattir.
Birinci Mevkıf
لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ
BİR RAMAZAN gecesinde, şu kelam-ı tevhidinin on bir cümlesinin herbirinde, birer tevhid mertebesi ve birer müjde bulunduğunu ve o mertebelerden yalnız La şerike lehudaki manayı, basit avamın fehmine gelecek bir muhavere-i temsiliye ve bir münazara-i faraziye tarzında ve lisan-ı hali lisan-ı kàl suretinde söylemiştim. Bana hizmet eden kıymettar kardeşlerimin ve mescid arkadaşlarımın arzuları ve istemeleri üzerine o muhavereyi yazıyorum. Şöyle ki:
Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum enva-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalaletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki, o şahs-ı farazi, mevcudat-ı alemden birşeye rab olmak istiyor ve hakiki malik olmak dava etmektedir.
İşte, o müddei, evvela mevcudatın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona rab ve hakiki malik olmakta olduğunu, zerreye tabiat lisanıyla, felsefe diliyle söyler. O zerre dahi, hakikat lisanıyla ve hikmet-i Rabbani diliyle der ki:
“Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua girip işliyorum. Eğer bütün o vezaifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa—
“Hem benim gibi had ve hesaba gelmeyen zerrat içinde beraber gezip iş görüyoruz. Eğer bütün emsalim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa “Hem kemal-i intizamla cüz olduğum mevcutlara, mesela kandaki küreyvat-ı hamraya hakiki malik ve mutasarrıf olabilirsen, bana rab olmak dava et, beni Cenab-ı Haktan başkasına isnad et. Yoksa sus!
“Hem bana rab olmadığın gibi, müdahale dahi edemezsin. Çünkü, vezaifimizde ve harekatımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki, nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan, bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki, senin gibi camid, aciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz.”
O müddei, maddiyyunların dedikleri gibi dedi ki: “Öyle ise sen kendi kendine malik ol. Neden başkasının hesabına çalışmasını söylüyorsun?”
Zerre ona cevaben der: “Eğer güneş gibi bir dimağım ve ziyası gibi ihatalı bir ilmim ve harareti gibi şümullü bir kudretim ve ziyasındaki yedi renk gibi muhit duygularım ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsaydı, belki senin gibi ahmaklık edip kendi kendime malik olduğumu dava ederdim. Haydi, def ol git, sen benden iş bulamazsın!”
İşte, şeriklerin vekili zerreden meyus olunca, küreyvat-ı hamradan iş bulacağım diye, kandaki bir küreyvat-ı hamraya rast gelir. Ona esbab namına ve tabiat ve felsefe lisanıyla der ki: “Ben sana rab ve malikim.”
O küreyvat-ı hamra, yani yuvarlak, kırmızı mevcut, ona hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlahiye diliyle der:
“Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizamatımız bir olan kan ordusundaki bütün emsalime malik olabilirsen, hem gezdiğimiz ve kemal-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrat-ı bedene malik olacak bir dakik hikmet ve azim kudret sende varsa, göster. Ve gösterebilirsen, belki senin davanda bir mana bulunabilir. Halbuki, senin gibi sersem ve senin elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle, değil malik olmak, belki zerre miktar karışamazsın. Çünkü bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki, ancak herşeyi görür ve işitir ve bilir ve yapar bir zat bize hükmedebilir. Öyle ise sus! Vazifem o kadar mühim ve intizam o kadar mükemmeldir ki, seninle, senin böyle karma karışık sözlerine cevap vermeye vaktim yok” der, onu tard eder.
Sonra, onu kandıramadığı için, o müddei gider, bedendeki hüceyre tabir ettikleri menzilciğe rast gelir. Felsefe ve tabiat lisanıyla der: “Zerreye ve küreyvat-ı hamraya söz anlattıramadım. Belki sen sözümü anlarsın. Çünkü sen gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın. Öyle ise ben seni yapabilirim. Sen benim masnuum ve hakiki mülküm ol” der.
O hüceyre, ona cevaben, hikmet ve hakikat lisanıyla der ki:
“Ben çendan küçücük bir şeyim. Fakat pek büyük vazifelerim, pek ince münasebetlerim ve bedenin bütün hüceyratına ve heyet-i mecmuasına bağlı alakalarım var. Ezcümle, evride ve şerayin damarlarına ve hassase ve muharrike asaplarına ve cazibe, dafia, müvellide, musavvire gibi kuvvelere karşı derin ve mükemmel vazifelerim var. Eğer bütün bedeni, bütün damar ve asab ve kuvveleri teşkil ve tanzim ve istihdam edecek bir kudret ve ilim sende varsa ve benim emsalim ve sanatça ve keyfiyetçe birbirimizin kardeşi olan bütün hüceyrat-ı bedeniyeye tasarruf edecek nafiz bir kudret, şamil bir hikmet sende varsa, göster; sonra Ben seni yapabilirim diye dava et. Yoksa haydi git! Küreyvat-ı hamra bana erzak getiriyorlar. Küreyvat-ı beyza da bana hücum eden hastalıklara mukabele ediyorlar. İşim var, beni meşgul etme.
“Hem senin gibi aciz, camid, sağır, kör bir şey bize hiçbir cihetle karışamaz. Çünkü bizde o derece ince ve nazik ve mükemmel bir intizam var ki, eğer bize hükmeden bir Hakim-i Mutlak ve Kadir-i Mutlak ve Alim-i Mutlak olmazsa intizamımız bozulur, nizamımız karışır.”
Sonra o müddei onda da meyus oldu. Bir insanın bedenine rast gelir. Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisanıyla, tabiiyyunun dedikleri gibi der ki: “Sen benimsin. Seni yapan benim. Veya sende hissem var.”
Cevaben, o beden-i insan, hakikat ve hikmet diliyle ve intizamının lisan-ı haliyle der ki:
“Eğer bütün emsalim ve yüzümüzdeki sikke-i kudret ve turra-i fıtrat bir olan bütün insanların bedenlerine hakiki mutasarrıf olacak bir kudret ve ilim sende varsa—
“hem sudan ve havadan tut, ta nebatat ve hayvanata kadar benim erzakımın mahzenlerine malik olacak bir servetin ve bir hakimiyetin varsa “hem ben kılıf olduğum gayet geniş ve yüksek olan ruh, kalb, akıl gibi letaif-i maneviyeyi benim gibi dar, süfli bir zarfta yerleştirerek, kemal-i hikmetle istihdam edip ibadet ettirecek, sende nihayetsiz bir kudret, hadsiz bir hikmet varsa, göster. Sonra Ben seni yaptım de. Yoksa sus!
“Hem bendeki intizam-ı ekmelin şehadetiyle ve yüzümdeki sikke-i vahdetin delaletiyle, benim Saniim herşeye kadir, herşeye alim, herşeyi görür ve herşeyi işitir bir Zattır. Senin gibi sersem acizin parmağı Onun sanatına karışamaz, zerre miktar müdahale edemez.”
O şeriklerin vekili, bedende dahi parmak karıştıracak yer bulamaz. Gider, insanın nevine rast gelir. Kalbinden der ki: “Belki bu dağınık, karma karışık olan cemaat içinde, şeytan onların efal-i ihtiyariye ve içtimaiyelerine karıştığı gibi, belki ben de ahval-i vücudiye ve fıtriyelerine karışabileceğim ve parmak karıştıracak bir yer bulacağım. Ve onda bir yer bulup, beni tard eden bedene ve beden hüceyresine hükmümü icra ederim.”
Onun için, beşerin nevine, yine sağır tabiat ve sersem felsefe lisanıyla der ki: “Siz çok karışık birşey görünüyorsunuz. Ben size rab ve malikim. Veyahut hissedarım” der.
O vakit nev-i insan, hak ve hakikat lisanıyla, hikmet ve intizamın diliyle der ki:
“Eğer bütün küre-i arza giydirilen ve nevimiz gibi bütün hayvanat ve nebatatın yüz binler envaından rengarenk atkı ve iplerden kemal-i hikmetle dokunan ve dikilen gömleği ve yeryüzüne serilen ve yüz binler zihayat envaından nesc olunan ve gayet nakışlı bir surette icad edilen haliçeyi yapacak ve her vakit kemal-i hikmetle tecdid edip tazelendirecek bir kudret ve hikmet sende varsa—”
“hem, eğer biz meyve olduğumuz küre-i arza ve çekirdek olduğumuz alemde tasarruf edecek ve hayatımıza lazım maddeleri mizan-ı hikmetle aktar-ı alemden bize gönderecek bir muhit kudret ve şamil bir hikmet sende varsa—”
“ve yüzümüzdeki sikke-i kudret bir olan bütün gitmiş ve gelecek emsalimizi icad edecek bir iktidar sende varsa, belki bana rububiyet dava edebilirsin. Yoksa, haydi sus! Benim nevimdeki karma karışıklığa bakıp parmak karıştırabilirim deme. Çünkü intizam mükemmeldir. O karma karışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemal-i intizamla bir istinsahtır. Çünkü, bizden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezaretimizde bulunan hayvanat ve nebatatın kemal-i intizamları gösteriyor ki, bizdeki karışıklıklar bir nevi kitabettir.”
“Hiç mümkün müdür ki, bir haliçenin her tarafına yayılan bir atkı ipini sanatkarane yerleştiren, haliçenin ustasından başkası olsun? Hem bir meyvenin mucidi, ağacının mucidinden başkası olsun? Hem çekirdeği icad eden, çekirdekli cismin saniinden başkası olsun?”
“Hem gözün kördür. Yüzümdeki mucizat-ı kudreti, mahiyetimizdeki havarık-ı fıtratı görmüyorsun. Eğer görsen anlarsın ki, benim Saniim öyle bir Zattır ki, hiçbir şey Ondan gizlenemez, hiçbir şey Ona nazlanıp ağır gelemez. Yıldızlar, zerreler kadar Ona kolay gelir. Bir baharı bir çiçek kadar suhuletle icad eder. Koca kainatın fihristesini, kemal-i intizamla benim mahiyetimde derc eden bir Zattır. Böyle bir Zatın sanatına senin gibi camid, aciz ve kör, sağır parmak karıştırabilir mi? Öyle ise sus, def ol git” der, onu tard eder.
Sonra o müddei gider, zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gayet müzeyyen ve münakkaş gömleğe, esbab namına ve tabiat lisanıyla ve felsefe diliyle der ki: “Sende tasarruf edebilirim ve sana malikim. Veya sende hissem var” diye dava eder.
O vakit, o gömlek, o haliçe, hak ve hakikat namına, lisan-ı hikmetle o müddeiye der ki:
“Eğer seneler, karnlar adedince yere giydirilip, sonra intizamla çıkarılıp geçmiş zamanın ipine asılan ve yeniden giydirilecek ve kemal-i intizamla kader dairesinde programları ve biçimleri çizilen ve tayin olunan ve gelecek zamanın şeridine takılan ve intizamlı ve hikmetli, ayrı ayrı nakışları bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri dokuyacak, icad edecek kudret ve sanat sende varsa “hem hilkat-i arzdan ta harab-ı arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaşacak, hikmetli, kudretli iki manevi elin varsa ve bütün atkılarımdaki bütün fertleri icad edecek, kemal-i intizam ve hikmetle tamir ve tecdid edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa “hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı elinde tutup mucid olabilirsen, bana rububiyet dava et. Yoksa, haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın.
“Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-i ehadiyet vardır ki, bütün kainat kabza-i tasarrufunda olmayan ve bütün eşyayı bütün şuunatıyla birden görmeyen ve nihayetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hazır ve nazır bulunmayan ve mekandan münezzeh olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete malik olmayan, bize sahip olamaz ve müdahale edemez.”
Sonra o müddei gider, “Belki küre-i arzı kandırıp orada bir yer bulurum” der. Gider, küre-i arza, yine esbab namına ve tabiat lisanıyla der ki: “Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun. Öyle ise sen benim olabilirsin.”
O vakit, küre-i arz, hak namına ve hakikat diliyle, gök gürültüsü gibi bir sada ile ona der ki:
“Halt etme! Ben nasıl serseri, sahipsiz olabilirim? Benim elbisemi ve elbisemin içindeki en küçük bir noktayı, bir ipi intizamsız bulmuş musun ve hikmetsiz ve sanatsız görmüş müsün ki bana sahipsiz, serseri dersin? Eğer hareket-i seneviyemle takriben yirmi beş bin senelik bir mesafede bir senede gezdiğim ve kemal-i mizan ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüğüm daire-i azimeye hakiki malik olabilirsen; ve kardeşlerim ve benim gibi vazifedar olan on seyyareye ve gezdikleri bütün dairelere ve bizim imamımız ve biz onunla bağlı ve cazibe-i rahmetle ona takılı olduğumuz güneşi icad edip yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyarat yıldızları ona bağlayacak ve kemal-i intizam ve hikmetistihdam edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa, bana rububiyet dava et. Yoksa, haydi cehennem ol, git! Benim işim var; vazifeme gidiyorum.
“Hem bizlerdeki haşmetli intizamat ve dehşetli harekat ve hikmetli teshirat gösteriyor ki, bizim ustamız öyle bir Zattır ki, bütün mevcudat, zerrelerden yıldızlara ve güneşlere kadar emirber nefer hükmünde Ona muti ve musahhardırlar. Bir ağacı meyveleriyle tanzim ve tezyin ettiği gibi kolayca, güneşi seyyaratla tanzim eder bir Hakim-i Zülcelal ve Hakim-i Mutlaktır.”
Sonra o müddei, yerde yer bulamadığı için gider, güneşe kalbinden der ki: “Bu çok büyük birşeydir. Belki içinde bir delik bulup bir yol açarım, yeri de musahhar ederim.” Güneşe şirk namına ve şeytanlaşmış felsefe lisanıyla, mecusilerin dedikleri gibi der ki: “Sen bir sultansın. Kendi kendine maliksin, istediğin gibi tasarruf edersin.”
Güneş ise, hak namına ve hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlahiye diliyle ona der:
“Haşa, yüz bin defa haşa ve kella! Ben musahhar bir memurum. Seyyidimin misafirhanesinde bir mumdarım. Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakiki malik olamam. Çünkü sineğin vücudunda öyle manevi cevherler ve göz, kulak gibi antika sanatlar var ki, benim dükkanımda yok, daire-i iktidarımın haricindedir” der, müddeiyi tekdir eder.
Sonra o müddei döner, firavunlaşmış felsefe lisanıyla der ki: “Madem kendine malik ve sahip değilsin, bir hizmetkarsın. Esbab namına benimsin” der.
O vakit güneş, hak ve hakikat namına ve ubudiyet lisanıyla der ki: “Ben öyle birinin olabilirim ki, bütün emsalim olan ulvi yıldızları icad eden ve semavatında kemal-i hikmetle yerleştiren ve kemal-i haşmetle döndüren ve kemal-i ziynetle süslendiren bir Zat olabilir.”
Sonra o müddei, kalbinden der ki: “Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karma karışık görünüyorlar. Belki onların içinde, müvekkillerim namına birşey kazanırım” der, onların içine girer. Onlara esbab namına, şerikleri hesabına ve tuğyan etmiş felsefe lisanıyla, nücumperest olan sabiiyyunların dedikleri gibi der ki: “Sizler pek çok dağınık olduğunuzdan, ayrı ayrı hakimlerin taht-ı hükmünde bulunuyorsunuz.”
O vakit yıldızlar namına bir yıldız der ki:
“Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki, bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat-ı aliyemizi ve kavanin-i ubudiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun.
“Bizler öyle bir Zatın sanatıyız ve hizmetkarlarıyız ki, bizim denizimiz olan semavatı ve şeceremiz olan kainatı ve mesiregahımız olan nihayetsiz feza-yı alemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vahid-i Ehaddir. Bizler, donanma elektrik lambaları gibi, Onun kemal-i rububiyetini gösteren nurani şahitleriz ve saltanat-ı rububiyetini ilan eden ışıklı burhanlarız. Herbir taifemiz, Onun daire-i saltanatında, ulvi, süfli, dünyevi, berzahi, uhrevi menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziya veren nurani hizmetkarlarız.
“Evet, herbirimiz kudret-i Vahid-i Ehadin birer mucizesi; ve şecere-i hilkatin birer muntazam meyvesi; ve vahdaniyetin birer münevver burhanı; ve melaikelerin birer menzili, birer tayyaresi, birer mescidi; ve avalim-i ulviyenin birer lambası, birer güneşi; ve saltanat-ı rububiyetin birer şahidi; ve feza-yı alemin birer ziyneti, birer kasrı, birer çiçeği; ve sema denizinin birer nurani balığı; ve gökyüzünün birer güzel gözü olduğumuz gibi, heyet-i mecmuamızda sükunet içinde bir sükut ve hikmet içinde bir hareket ve haşmet içinde bir ziynet ve intizam içinde bir hüsn-ü hilkat ve mevzuniyet içinde bir kemal-i sanat bulunduğundan, Sani-i Zülcelalimizi, nihayetsiz dillerle vahdetini, ehadiyetini, samediyetini ve evsaf-ı cemal ve celal ve kemalini bütün kainata ilan ettiğimiz halde, bizim gibi nihayet derecede safi, temiz, muti, musahhar hizmetkarları karma karışıklık ve intizamsızlık ve vazifesizlik, hatta sahipsizlikle ittiham ettiğinden tokada müstehaksın” der. O müddeinin yüzüne recm-i şeytan gibi bir yıldız, öyle bir tokat vurur ki, yıldızlardan ta Cehennemin dibine onu atar.Ve beraberinde olan tabiatı evham derelerine ve tesadüfü adem kuyusuna ve şerikleri imtina ve muhaliyet zulümatına ve din aleyhindeki felsefeyi esfel-i safilinin dibine atar. Bütün yıldızlarla beraber o yıldız لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا ferman-ı kudsisini okurlar. Ve “Sinek kanadından tut, ta semavat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki parmak karıştırsın” diye ilan ederler.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سِرَاجِ وَحْدَتِكَ فِى كَثْرَةِ مَخْلُوقَاتِكَ وَدَلاَّلِ وَحْدَانِيَّتِكَ فِى مَشْهَرِ كَۤائِنَاتِكَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْىِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
ayetinin ezeli bağından bir çiçeğine işaret eden Arabi fıkralardır.
حَتّٰى كَاَنَّ الشَّجَرَةَ الْمُزَهَّرَةَ …. .. قَصِيدَةٌ مَنْظُومَةٌ مُحَرَّرَةٌ
وَتُنْشِدُ لِلْفَاطِرِ الْمَدَۤائِحَ الْمُبَهَّرَةَ . .. اَوْ فَتَحَتْ بِكَثْرَةٍ عُيُونَهَا الْمُبَصَّرَةَ
لِتَنْظُرَ لِلصَّانِعِ الْعَجَۤائِبَ الْمُنَشَّرَةَ .. اَوْ زَيَّنَتْ لِعِيدِهَا اَعْضَۤائَهَا الْمُخَضَّرَةَ
لِيَشْهَدَ سُلْطَانُهَا اٰثَارَهُ الْمُنَوَّرَةَ … .. وَتُشْهِرَ فِى الْمَحْضَرِ مُرَصَّعَاتِ الْجَوْهَرِ
وَتُعْلِنَ لِلْبَشَرِ حِكْمَةَ خَلْقِ الشَّجَرِ .. بِكَنْزِهَا الْمُدَخَّرِ مِنْ جُودِ رَبِّ الثَّمَرِ
سُبْحَانَهُ مَۤا اَحْسَنَ اِحْسَانَهُ …. .. مَۤا اَزْيَنَ بُرْهَانَهُ، مَۤا اَبْيَنَ تِبْيَانَهُ
خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ مَلاَئِكْ رَا جَسَدْ اۤمَدْ سَمَاوِى بَا هَزَارَانْ نَىْ.. اَزِينْ نَيْهَا شُنِيدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ.. وَرَقْهَارَا زَبَانْ دَارَنْدَ هَمَه هُو هُو ذِكْر اۤرَنْد بَدَرْ مَعْناَىِ حَىُّ حَىُّ.. چُو لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُو بَرَابَرْ مِيزَنَنْد هَرْ شَىْ.. دَمَا دَمْ جُويَدَنْد يَا حَقْ سَرَاسَرْ گُويَدَنْد يَا حَىْ بَرَابَرْ مِيزَنَنْداَللهْ
وَنَزَّلْنَا مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً مُبَارَكًا
Arabi fıkranın tercümesi:
Yani, güya çiçek açmış herbir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasidedir ki, o kaside Fatır-ı Zülcelalin medayih-i bahiresini inşad edip, şairane lisan-ı hal ile söylüyor.
Veyahut o çiçek açmış herbir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış, ta Sani-i Zülcelalin neşir ve teşhir olunan acaib-i sanatını bir iki gözle değil, belki binler gözlerle baksın, ta ehl-i dikkati öyle baktırsın.
Veyahut o çiçek açan herbir ağaç, umumi bayram olan baharın içindeki hususi bayramında ve resmigeçit-misal bir anda yeşillenmiş azalarını en süslü müzeyyenatla süslemiş. Ta ki, onun Sultan-ı Zülcelali, ona ihsan ettiği hedayayı ve letaifi ve asar-ı nuraniyesini müşahede etsin. Hem meşher-i sanat-ı İlahiye olan zeminin yüzünde ve bahar mevsiminde, murassaat-ı rahmetini enzar-ı halka teşhir etsin. Ve şecerin hikmet-i hilkatini beşere ilan etsin. İncecik dallarında ne kadar mühim hazineler bulunduğunu ve ihsanat-ı Rahmaniyenin meyvelerinde ne derece mühim defineler var olduğunu göstermekle kemal-i kudret-i İlahiyeyi göstersin.
Birinci Mevkıfın küçük bir zeyli
Festemi ayet: اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا
ila ahir-i ayet…
ثُمَّ انْظُرْ اِلٰى وَجْهِ السَّمَۤاءِ كَيْفَ تَرٰى سُكُوتًا فِى سُكُونَةٍ، حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ تَلَئْلُئًا فِى حَشْمَةٍ تَبَسُّمًا فِى زِينَةٍ مَعَ اِنْتَظَامِ الْخِلْقَةِ، مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا، تَلَئْلُؤُ نُجُومِهَا، تُعْلِنُ ِلاَهْلِ النُّهٰى، سَلْطَنَةً بِلاَ اِنْتِهَۤاءٍ
اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا…
ila ahir-i ayet…
Bu ayetin bir nevi tercümesi olan
ثُمَّ انْظُرْ اِلٰى وَجْهِ السَّمَۤاءِ كَيْفَ تَرٰى سُكُوتًا فِى سُكُونَةٍ
tercümesidir.
Yani, ayet-i kerime, nazar-ı dikkati, semanın ziynetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Ta, dikkat-i nazar ile, semanın yüzünde fevkalade sükunet içinde bir sükutu görüp, bir Kadir-i Mutlakın emir ve teshiriyle o vaziyeti aldığını anlasın. Yoksa, eğer başıboş olsaydılar, birbiri içinde o dehşetli hadsiz ecram, o gayet büyük küreler ve gayet süratli hareketleriyle öyle bir velveleyi çıkarmak lazımdı ki, kainatın kulağını sağır edecekti. Hem öyle bir zelzele-i hercümerc içinde karışıklık olacaktı ki, kainatı dağıtacaktı. Yirmi camus birbiri içinde hareket etse ne kadar velveleli bir hercümerce sebebiyet verdiği malum. Halbuki, küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa süratli hareket edenler, yıldızlar içerisinde var olduğunu kozmoğrafya söylüyor. İşte, sükunet içindeki sükut-u ecramdan, Sani-i Zülcelalin ve Kadir-i Zülkemalin derece-i kudret ve teshirini ve nücumun Ona derece-i inkıyad ve itaatini anla.
حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ Hem, semanın yüzünde, hikmet içinde bir hareketi görmeyi ayet emrediyor. Evet, gayet acip ve azim o harekat, gayet dakik ve geniş hikmet içindedir. Nasıl ki bir fabrikanın çarklarını ve dolaplarını bir hikmet içinde çeviren bir sanatkar, fabrikanın azamet ve intizamı derecesinde derece-i sanat ve maharetini gösterir. Öyle de, koca güneşe, seyyaratla beraber fabrika vaziyetini veren ve o müthiş azim küreleri sapan taşları misillü ve fabrika çarkları gibi etrafında döndüren bir Kadir-i Zülcelalin derece-i kudret ve hikmeti, o nisbette nazara tezahür eder.
تَلَئْلُئًا فِى حَشْمَةٍ تَبَسُّمًا فِى زِينَةٍ Yani, hem, semavat yüzünde öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir ziynet içinde bir tebessüm var ki, Sani-i Zülcelalin ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir sanatı olduğunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli elektrik lambaları sultanın derece-i haşmetini ve terakkiyat-ı medeniyede derece-i kemalini gösterdiği gibi, koca semavat, o haşmetli, ziynetli yıldızlarıyla Sani-i Zülcelalin kemal-i saltanatını ve cemal-i sanatını öylece nazar-ı dikkate gösteriyorlar.
مَعَ اِنْتِظَامِ الْخِلْقَةِ مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ Hem diyor ki: Semanın yüzündeki mahlukatın intizamını, dakik mizanlar içinde masnuatın mevzuniyetini gör ve anla ki, onların Sanii ne kadar Kadir ve ne kadar Hakim olduğunu bil.
Evet, muhtelif ve küçük cirimleri veyahut hayvanları döndüren ve bir vazife için çeviren ve bir mizan-ı mahsusla herbirini muayyen bir yolda sevk eden bir zatın derece-i iktidar ve hikmetini ve hareket eden cirmlerin ona derece-i itaat ve musahhariyetlerini gösterdikleri gibi, koca semavat o dehşetli azametiyle, hadsiz yıldızlarıyla ve o yıldızlar da dehşetli büyüklükleriyle ve gayet şiddetli hareketleriyle beraber, zerre miktar ve bir saniyecik kadar hudutlarından tecavüz etmemeleri, bir aşire-i dakika kadar vazifelerinden geri kalmamaları, Sani-i Zülcelallerinin ne kadar dakik bir mizan-ı mahsusla rububiyetini icra ettiğini nazar-ı dikkate gösterirler.
Hem de şu ayet gibi, Sure-i Ammede ve sair ayetlerde beyan olunan teshir-i şems ve kamer ve nücumla işaret ettiği gibi,
تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا، تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا، تَلَئْلُؤُ نُجُومِهَا، تُعْلِنُ ِلاَهْلِ النُّهٰى، سَلْطَنَةً بِلاَ اِنْتِهَۤاءٍ
Yani, semanın müzeyyen tavanına, güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lambayı takmak; gece-gündüz hatlarıyla, kış-yaz sahifelerinde mektubat-ı Samedaniyeyi yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek; ve yüksek minare ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrepleri misillü, kubbe-i semada kameri zamanın saat-i kübrasına bir akrep yapmak, mütefavit çok hilaller suretinde her geceye güya ayrı bir hilal bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak, menzillerinde kemal-i mizanla, dakik hesapla hareket ettirmek; ve kubbe-i semada parlayan, tebessüm eden yıldızlarla göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı rububiyetin şeairidir. Zişuura, Onu işar eden muhteşem bir Uluhiyetin işaratıdır; ehl-i fikri imana ve tevhide davet eder.
Bak kitab-ı kainatın safha-i renginine, Hame-i zerrin-i kudret, gör, ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta-i muzlim çeşm-i dil erbabına,
Sanki ayatın Hüda nur ile tahrir eylemiş.
Bak, ne muciz-i hikmet, izan-rüba-yı kainat,
Bak, ne ali bir temaşadır feza-yı kainat.
Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,
Name-i nurin-i hikmet bak ne takrir eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
Bir Kadir-i Zülcelalin haşmet-i sultanına,
Birer burhan-ı nurefşanız vücub-u Sanie; hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nazenin mucizatı çün melek seyranına,
Bu semanın arza bakan, Cennete dikkat eden, binler müdakkik gözleriz biz.
Tuba-yı hilkatten semavat şıkkına, hep kehkeşan ağsanına,
Bir Cemil-i Zülcelalin dest-i hikmetiyle takılmış binler güzel meyveleriz biz.
Şu semavat ehline birer mescid-i seyyar, birer hane-i devvar, birer ulvi aşiyane,
Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i Cebbar, birer tayyareyiz biz.
Bir Kadir-i Zülkemalin, bir Hakim-i Zülcelalin birer mucize-i kudret, birer harika-i sanat-ı Halıkane,
Birer nadire-i hikmet, birer dahiye-i hilkat, birer nur alemiyiz biz.
Böyle yüz bin dille yüz bin burhan gösteririz, işittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü görmez oldu yüzümüzü. Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen ayetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız, müsebbihiz abidane
Zikrederiz, kehkeşanın halka-i kübrasına mensup birer meczuplarız biz.
İkinci Mevkıf
قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ اَللهُ الصَّمَدُ
Şu Mevkıfın Üç Maksadı var.
BİRİNCİ MAKSAT
Bir yıldızın tokatıyla yere sukut eden ehl-i şirk ve dalaletin vekili, zerrelerden yıldızlara kadar hiçbir yerde zerre miktar şirke yer bulamadığından, o tarzdaki davadan vazgeçip, fakat şeytan gibi, vahdete dair teşkikat yapmak için üç mühim sual ile, ehadiyete ve vahdete dair, ehl-i tevhide vesvese yapmak istedi.
BİRİNCİ SUAL: Zındıka lisanıyla diyor ki: “Ey ehl-i tevhid! Ben, kendi müvekkillerim namına birşey bulamadım, mevcudatta bir hisse çıkaramadım, mesleğimi ispat edemedim. Fakat siz ne ile nihayetsiz bir kudret sahibi bir Vahid-i Ehadi ispat ediyorsunuz? Neden Onun kudretiyle beraber başka eller karışmasını kabil görmüyorsunuz?”
Elcevap: Yirmi İkinci Sözde kati ispat edilmiş ki, bütün mevcudat, bütün zerrat, bütün yıldızlar, herbiri Vacibül-Vücudun ve Kadir-i Mutlakın vücub-u vücuduna birer burhan-ı neyyirdir. Bütün kainattaki silsilelerin herbiri Onun vahdaniyetine birer delil-i katidir. Kuran-ı Hakim, hadsiz burhanlarında ispat ettiği gibi, umumun nazarına en zahir burhanları daha ziyade zikreder. Ezcümle, وَلَئِنْ سَئَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللهُ
وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ
gibi pek çok ayatla, Kuran-ı Hakim, hilkat-i arz ve semavatı, vahdaniyete bedahet derecesinde bir burhan gösteriyor ki, ister istemez, zişuur olan her adam, hilkat-i arz ve semavatta bizzarure Halık-ı Zülcelalini tasdik etmeye mecburdur ki, لَيَقُولُنَّ اللهُ der.
Birinci Mevkıfta nasıl bir zerreden başladık, ta yıldızlara ve semavata kadar sikke-i tevhidi gösterdik. Kuran-ı Hakim, şu nevi ayatla, yıldızlardan ve semavattan tutup, ta zerrelere kadar şirki tard eder. Şöyle işaret eder ve manen der:
Semavat ve arzı böyle muntazam halk eden bir Kadir-i Mutlakın, devair-i masnuatından olan manzume-i şemsiye bilbedahe Onun kabza-i tasarrufundadır. Madem o Kadir-i Mutlak, şemsi, seyyaratıyla kabza-i tasarrufunda tutuyor ve tanzim ve teshir ve tedvir ediyor.Elbette, o manzume-i şemsiyenin bir cüzü ve şems ile bağlanan küre-i arz dahi kabza-i tasarrufunda ve tedbir ve tedvirindedir.Madem küre-i arz, kabza-i tasarrufunda ve tedbir ve tedvirindedir; bilbedahe, arzın yüzünde yazılan ve icad edilen ve yerin meyveleri ve gayatı hükmünde olan masnuat dahi Onun kabza-i rububiyetinde ve terbiyesindedir.
Madem bütün zeminin yüzüne serilen ve serpilen ve yüzünü yaldızlayan ve ziynetlendiren ve her zaman tazelenen, gelip giden ve zemin onlarla dolup boşalan umum masnuat kabza-i kudret ve ilmindedir ve adl ü hikmetinin mizanıyla ölçülüp ve tanzim edilir. Madem bütün enva Onun kabza-i kudretindedir. Elbette, o envaın muntazam ve mükemmel fertleri ve alemin küçük misal-i musağğarları ve enva-ı kainatın bilançoları ve kitab-ı alemin küçücük fihristeleri hükmünde olan cüzi fertleri, bilbedahe Onun kabza-i rububiyetinde ve icadındadır ve tedvir ve terbiyesindedir.
Madem herbir zihayat, kabza-i tedbir ve terbiyesindedir. Elbette, o zihayatın vücudunu teşkil eden hüceyrat ve küreyvat ve aza ve asab, bilbedahe Onun kabza-i ilim ve kudretindedir.
Madem herbir hüceyre ve kandaki herbir küreyvat Onun taht-ı emrindedir ve daire-i tasarrufundadır ve Onun kanunuyla hareket ederler. Elbette, bütün bunların madde-i esasiyesi ve bütün onlardaki nakş-ı sanata ve nesc-i nakşa mekikler ve yaylar hükmünde olan zerrat dahi, bizzarure Onun kabza-i kudretinde ve daire-i ilmindedir. Ve Onun emriyle, izniyle, kuvvetiyle muntazam harekat yapar, mükemmel vezaif görür.
Madem herbir zerrenin hareketi ve vazife görmesi Onun kanunuyla, izniyle, emriyledir. Elbette, teşahhusat-ı vechiye ve herkesin yüzünde herkesten onu temyiz edecek birer alamet-i farika bulunması ve simalar gibi seslerde, dillerde ayrı ayrı farklar bulunması, bilbedahe, Onun ilim ve hikmetiyledir.
İşte, şu silsileye, mebde ve müntehayı zikrederek işaret eden şu ayete bak:
وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ
Şimdi deriz: Ey ehl-i şirkin vekili! İşte, silsile-i kainat kadar kuvvetli burhanlar, meslek-i tevhidi ispat eder ve bir Kadir-i Mutlakı gösterir. Madem hilkat-i semavat ve arz, bir Sani-i Kadiri ve o Sani-i Kadirin nihayetsiz bir kudretini ve o nihayetsiz kudretin nihayetsiz kemalde olduğunu gösterir. Elbette, şeriklerden istiğna-yı mutlak var. Yani, hiçbir cihette şeriklere ihtiyaç yok. İhtiyaç olmadığı halde neden bu zulümatlı meslekte gidiyorsunuz? Ne zorunuz var ki oraya giriyorsunuz?
Hem de şürekaya hiçbir ihtiyaç olmadığı ve kainat onlardan müstağni-yi mutlak oldukları halde, şerik-i uluhiyet gibi, rububiyet ve icad şerikleri dahi mümtenidirler, vücutları muhaldir. Çünkü, semavat ve arzın Saniindeki kudret, hem nihayet kemalde, hem nihayetsiz olduğunu ispat ettik. Eğer şerik bulunsa, mütenahi diğer bir kudret, o nihayetsiz ve gayet kemaldeki kudreti mağlup edip bir kısım yer zaptetmek ve ona nihayet vermek ve manen aciz bırakıp, hadsiz olduğu halde tahdit etmek ve hiçbir mecburiyet olmadan, bir mütenahi şey, nihayetsiz bir şeye, nihayetsiz olduğu bir vakitte nihayet vermek ve mütenahi yapmak lazım gelir ki, bu, muhalatın en gayr-ı makulü ve mümteniatın en katmerlisidir.
Hem şerikler müstağniyetün anha ve mümteniatün bizzat, yani hiç onlara ihtiyaç olmadığı gibi vücutları muhal oldukları halde, onları dava etmek sırf tahakkümidir. Yani, aklen, mantıken, fikren o davayı ettirecek bir sebep olmadığı için, manasız sözler hükmündedir; ilm-i usulce “tahakkümi” tabir edilir. Yani, manasız dava-yı mücerrettir. İlm-i kelam ve ilm-i usulün düsturlarındandır ki, denilir:
لاَعِبْرَةَ لِلاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ دَلِيلٍ وَلاَ يُنَافِى اْلاِمْكَانُ الذَّاتِىُّ الْيَقِينَ الْعِلْمِىَّ
Yani, “Bir delilden, bir emareden neşet etmeyen bir ihtimalin ehemmiyeti yok; kati ilme şek katmaz, yakin-i hükmiyi sarsmaz.” Mesela, zatında Barla Denizi (yani Eğirdir Gölü), imkan ve ihtimal var ki, pekmez olsun, yağa inkılab etmiş olsun. Fakat, madem bir emareden o imkan ve ihtimal neşet etmiyor; onun vücuduna ve su olduğuna kati ilmimize tesir etmez, şek ve vesvese vermez.
İşte, bunun gibi, mevcudatın her tarafından, kainatın her köşesinden sorduk. Birinci Mevkıfta gösterildiği gibi, zerrattan yıldızlara kadar ve İkinci Mevkıfta görüldüğü gibi, hilkat-i semavat ve arzdan, ta simalardaki teşahhusata kadar hangi şeyden sorulduysa, lisan-ı hal ile vahdaniyete şehadet ve sikke-i tevhidi gösterdi; sen de gördün. Öyle ise, kainatın mevcudatında bir emare yok ki, şirk ihtimali ona bina edilsin. Demek, dava-yı şirk, sırf tahakkümi ve manasız söz ve dava-yı mücerret olduğundan, şirki iddia etmek mahz-ı cehalet, ayn-ı belahettir.
İşte, ehl-i dalaletin vekili, buna karşı diyeceği kalmıyor. Yalnız diyor ki: “Şirke emare, kainattaki tertib-i esbabdır, herşeyin bir sebeple bağlı olduğudur. Demek esbabın hakiki tesirleri vardır. Tesirleri varsa şerik olabilirler.”
Elcevap: Meşiet ve hikmet-i İlahiyenin muktezasıyla ve çok esmanın tezahür etmek istemesiyle, müsebbebat esbaba raptedilmiş, herbir şey bir sebeple bağlanmış. Fakat çok yerlerde ve müteaddit Sözlerde kati ispat etmişiz ki, esbabda hakiki tesir-i icadi yok. Şimdi yalnız bu kadar deriz ki:
Esbab içinde, bilbedahe en eşrefi ve ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en vasi, insandır. İnsanın dahi en zahir efal-i ihtiyariyesi içinde en zahiri, ekl ve kelam ve fikirdir. Yani yemek, söylemek, düşünmektir. Şu yemek, söylemek, düşünmek ise, gayet muntazam, acip, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz cüzünden, insanın dest-i ihtiyarına verilen, ancak bir cüzüdür. Mesela, yemekten, bedenin tagaddi-i hüceyratından tut, ta semeratın teşekkülüne kadar olan silsile-i efal içinde insanın dest-i ihtiyarına verilen, yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik edip onu çiğnemektir. Ve söylemek silsilesinden, yalnız meharic-i huruf kalıplarına havayı sokup çıkarmaktır. Halbuki, ağzında birtek kelime bir çekirdek gibi iken, bir ağaç hükmündedir; hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir, milyonlarla dinleyenlerin kulaklarına girer. Bu misali sünbüle, insandaki hayalin eli ancak yetişebilir. İhtiyarın kısacık eli nasıl yetişir?
Madem esbab içinde en eşrefi ve en ziyade ihtiyar sahibi olan insan, böyle hakiki icaddan eli bağlansa, sair cemadat ve behimat ve anasır ve tabiat nasıl hakiki mutasarrıf olabilirler? Yalnız, o esbab birer zarftır. Ve masnuat-ı Rabbaniyeye birer kılıftırlar. Ve hedaya-yı Rahmaniyeye birer tablacıdırlar. Elbette bir padişahın hediyesinin kabı veya hediyeye sarılan mendil veyahut hediye eline verilip getiren nefer, o padişahın saltanatına şerik olamazlar. Ve onları şerik tevehhüm eden, saçma bir hezeyan eder. Öyle de, esbab-ı zahiriye ve vesait-i suriyenin, rububiyet-i İlahiyeden hiçbir cihette hisseleri olamaz; hizmet-i ubudiyetten başka nasipleri yoktur.
İKİNCİ MAKSAT
Ehl-i şirkin vekili, meslek-i şirki hiçbir cihetle ispat edemediğinden ve onun ispatından meyus kaldığından, ehl-i tevhidin mesleğini teşkikatıyla ve şüpheleriyle tahrip etmeye çalışmak istediğinden, şöyle ikinci bir sual ediyor. Diyor ki:
“Ey ehl-i tevhid! Siz diyorsunuz ki: قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ اَللهُ الصَّمَدُ Halık-ı alem birdir, Ehaddir, Sameddir.Hem herşeyin Halıkı Odur.Ehadiyet-i Zatiyesiyle beraber, doğrudan doğruya herşeyin dizgini Onun elinde, herşeyin anahtarı kabzasında,herşeyin nasiyesini tutuyor,bir iş bir işe mani olmuyor,bütün eşyada bütün ahvaliyle bir anda tasarruf edebilir.Böyle acip bir hakikate nasıl inanılabilir? Müşahhas birtek zat nihayetsiz yerlerde nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi?”
Elcevap: Şu suale, gayet derin ve ince ve gayet yüksek ve geniş olan bir sırr-ı ehadiyet ve samediyetin beyanıyla cevap verilir. Fikr-i beşer ise, o sırra, ancak bir temsil dürbünüyle ve mesel rasadıyla bakabilir. Cenab-ı Hakkın zat ve sıfatında misil ve misali yok. Fakat mesel ve temsille bir derece şuunatına bakılabilir. İşte biz de, temsilat-ı maddiye ile o sırra işaret edeceğiz.
BİRİNCİ TEMSİL: Şöyle ki: On Altıncı Sözde ispat edildiği gibi, birtek zat-ı müşahhas, muhtelif ayineler vasıtasıyla külliyet kesb eder; bir cüzi-yi hakiki iken, şuunat-ı kesireye malik bir külli hükmüne geçer. Evet, nasıl cismani şeylere cam ve su gibi maddeler ayine olup, cismani birtek şey o ayinelerde bir külliyet kesb eder. Öyle de, nurani şeylere ve ruhaniyata dahi, hava ve esir ve alem-i misalin bazı mevcudatı, ayineler hükmünde ve berk ve hayal süratinde birer vasıta-i seyir ve seyahat suretine geçerler ki, o nuraniler ve o ruhaniler, hayal süratiyle o meraya-yı nazifede ve o menazil-i latifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Ve her ayinede, nurani oldukları ve akisleri onların aynı ve onların hasiyetlerine malik oldukları için, cismaniyetin aksine olarak, her yerde bizzat bulunur gibi hükmederler. Kesif cismanilerin akisleri ve misalleri, o cismaniyetin aynları olmadığı gibi, hasiyetlerine dahi malik değil; ölü sayılırlar.
Mesela, güneş, müşahhas bir cüzi olduğu halde, parlak eşya vasıtasıyla bir külli hükmüne geçer. Zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hatta herbir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, birer misali güneşi, onların kabiliyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zatının bir nevi misali, herbir parlak cisimde bulunur. Faraza, güneşin ilmi, şuuru bulunsaydı, her ayine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, herşeyle bizzat temas eder, her zişuurla ayineleri vasıtasıyla, hatta gözbebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi. Birşey, birşeye mani olmazdı. Bir muhabere, bir muhabereye sed çekmezdi. Her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı.
Acaba, bir Zatın bin bir isminden yalnız Nur isminin maddi ve cüzi ve camid bir ayinesi hükmünde olan güneş, böyle teşahhusuyla beraber, külli yerlerde külli işlere mazhar olsa, o Zat-ı Zülcelal, ehadiyet-i zatiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?
İKİNCİ TEMSİL: Kainat bir şecere hükmünde olduğu için, herbir şecere, kainatın hakaikine misal olabilir. İşte, biz de şu odamızın önündeki muhteşem, muazzam çınar ağacını kainata bir misal-i musağğar hükmünde tutup, kainattaki cilve-i ehadiyeti onunla göstereceğiz. Şöyle ki:
Şu ağacın laakal on bin meyvesi var. Herbir meyvesinin laakal yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek, bir anda, beraber bir sanat ve icada mazhardırlar. Halbuki, şu ağacın çekirdek-i aslisinde ve kökünde ve gövdesinde, cüzi ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tabir edilen bir cilve-i irade-i İlahiye ve bir nüve-i emr-i Rabbani ile, şu ağacın kavanin-i teşkiliyesinin merkeziyeti, her dalın başında, herbir meyvenin içinde, herbir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin birşeyini noksan bırakmayarak, birbirine mani olmayarak onunla yapılır. Ve o birtek cilve-i irade ve o kanun-u emri ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünkü gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişar ile olsaydı, izi ve eseri görülecekti. Belki, bizzat tecezzi ve intişar etmeden herbirisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine, o külli işler münafi olmuyor. Hatta denilebilir ki, o cilve-i irade, o kanun-u emri, o ukde-i hayatiye herbirinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. Güya şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrinin birer gözü, birer kulağı var. Belki ağacın herbir cüzü, o kanun-u emrinin duygularının birer merkezi hükmündedir ki, uzun vasıtaları, perde olup bir mani teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.
Madem, bilmüşahede, Zat-ı Ehad-i Samedin irade gibi bir sıfatının birtek cilve-i cüzisi bilmüşahede milyon yerde, milyonlar işe vasıtasız medar olur. Elbette, Zat-ı Zülcelalin tecelli-i kudret ve iradesiyle, şecere-i hilkati bütün ecza ve zerratıyla beraber tasarruf edebilmesine şuhud derecesinde yakin etmek lazım gelir.
On Altıncı Sözde ispat ve izah edildiği gibi deriz ki: Madem güneş gibi aciz ve musahhar mahluklar ve ruhani gibi maddeyle mukayyed nim-nurani masnular ve şu çınar ağacının manevi nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatı ve merkez-i tasarrufu olan emri kanunlar ve iradi cilveler, nuraniyet sırrıyla, bir yerde iken ve birtek müşahhas cüzi oldukları halde pek çok yerlerde ve pek çok işlerde bilmüşahede bulunabilirler. Ve madde ile mukayyed bir cüzi oldukları halde, mutlak bir külli hükmünü alırlar. Ve bir anda, bir cüz-ü ihtiyari ile pek çok muhtelif işleri bilmüşahede kesb ederler. Sen de görüyorsun ve inkar edemezsin.
Acaba, maddeden mücerred ve mualla, hem kaydın tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberra; hem şu umum envar ve şu bütün nuraniyat, onun envar-ı kudsiye-i esmaiyesinin kesif bir gölgesi ve zılali; hem umum vücut ve bütün hayat ve alem-i ervah ve alem-i berzah ve alem-i misal, nim-şeffaf bir ayine-i cemali; hem sıfatı muhita ve şuunatı külliye olan birtek Zat-ı Akdesin irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zahir olan tecelli-i sıfatı ve cilve-i efali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş Ona ağır gelebilir? Hangi yer Ondan gizlenebilir? Hangi fert Ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesbetmeden Ona yanaşabilir? Hiç eşya Ondan gizlenebilir mi? Hiç bir iş bir işe mani olur mu? Hiç bir yer Onun huzurundan hali kalır mı? İbn-i Abbas radıyallahu anhın dediği gibi, “herbir mevcuda bakar birer manevi basarı ve işitir birer manevi semi” bulunmaz mı? Silsile-i eşya, Onun evamir ve kanunlarının süratle cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçmez mi? Mevani ve avaik Onun tasarrufuna vesail ve vesait olamaz mı? Esbab ve vesait sırf zahiri bir perde olamaz mı? Hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde bulunmaz mı? Hiç tahayyüz ve temekküne muhtaç olur mu? Hiç uzaklık ve küçüklük ve tabakat-ı vücudunperdeleri Onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mani olabilir mi? Hem, hiç maddilerin, mümkünlerin, kesiflerin, kesirlerin, mukayyetlerin, mahdutların hassaları ve maddenin ve imkanın ve kesafetin ve kesretin ve takayyüdün ve mahdudiyetin mahsus ve münhasır lazımları olan tagayyür, tebeddül, tahayyüz ve tecezzi gibi emirler, maddeden mücerred ve Vacibül-Vücud ve Nurul-Envar ve Vahid-i Ehad ve kuyuddan münezzeh ve huduttan müberra ve kusurdan mukaddes ve noksandan mualla bir Zat-ı Akdese lahik olabilir mi? Acz hiç Ona yakışır mı? Kusur hiç Onun damen-i izzetine yanaşır mı?
İKİNCİ MAKSADIN HaTİMESİ: Bir zaman, ehadiyete dair bir tefekkürde bulunduğum zaman, odamın yanındaki çınar ağacının meyvelerine baktım; Arabiyül-ibare bir silsile-i tefekkür kalbe geldi. Nasıl gelmişse, öyle Arabi olarak yazıp, sonra kısa bir mealini söyleyeceğim. İşte:
نَعَمْ فَاْلاَثْمَارُ وَالْبُذُورُ مُعْجِزَاتُ الْحِكْمَةِ، خَوَارِقُ الصَّنْعَةِ، هَدَايَا الرَّحْمَةِ، بَرَاهِينُ الْوَحْدَةِ، بَشَۤائِرُ لُطْفِهِ فِى دَارِ اْلاٰخِرَةِ، شَوَاهِدُ صَادِقَةٌ، بِاَنَّ خَلاَّقَهَا لِكُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ، بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ، كُلُّ اْلاَثْمَارِ وَالْبُذُورِ مَرَايَۤاءُ الْوَحْدَةِ فِى اَطْرَافِ الْكَثْرَةِ، اِشَارَاتُ الْقَدَرِ، رُمُوزَاتُ الْقُدْرَةِ، بِاَنَّ تَاكَ الْكَثْرَةَ مِنْ مَنْبَعِ الْوَحْدَةِ، تَصْدُرُ شَاهِدَةً لِوَحْدَةِ الْفَاطِرِ فِى الصُّنْعِ وَالتَّصْوِيرِ، ثُمَّ اِلَى الْوَحْدَةِ تَنْتَهِى ذَاكِرَةً لِحِكْمَةِ الْقَادِرِ فِى الْخَلْقِ وَالتَّدْبِيرِ، وَكَذَا هُنَّ تَلْوِيحَاتُ الْحِكْمَةِ بِاَنَّ صَانِعَ الْكُلِّ بِكُلِّيَّةِ النَّظَرِ اِلَى الْجُزْئِىِّ يَنْظُرُ، ثُمَّ اِلٰى جُزْئِهِ، اِذْ اِنْ كَانَ ثَمَرًا فَهُوَ الْمَقْصُودُ اْلاَظْهَرُ مِنْ خَلْقِ هٰذَا الشَّجَرِ فَالْبَشَرُ ثَمَرٌ لِهٰذِهِ الْكَۤائِنَاتِ، فَهُوَ الْمَطْلُوبُ اْلاَزْهَرُ لِخَالِقِ الْمَوْجُودَاتِ. وَالْقَلْبُ كَالنُّوَاةِ فَهُوَ الْمِرْاٰةُ اْلاَنْوَرُ لِصَانِعِ الْكَۤائِنَاتِ …مِنْ هٰذِهِ الْحِكْمَةِ صَارَ اْلاِنْسَانُ اْلاَصْغَرُ فِى هٰذِهِ الْمَخْلُوقَاتِ هُوَ الْمَدَارُ اْلاَظْهَرُ لِلنَّشْرِ وَالْمَحْشَرِ فِى هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتِ وَالتَّخْرِيبِ وَالتَّبْدِيلِ لِهٰذِهِ الْكَۤائِنَاتِ
Bu Arabi fıkranın mebdei şudur:
فَسُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ حَدِيقَةَ اَرْضِهِ: مَشْهَرَ صَنْعَتِهِ، مَحْشَرَ خِلْقَتِهِ، مَظْهَرَ قُدْرَتِهِ، مَدَارَ حِكْمَتِهِ، مَزْهَرَ رَحْمَتِهِ، مَزْرَعَ جَنَّتِهِ، مَمَرَّ الْمَخْلُوقَاتِ، مَسِيلَ الْمَوْجُودَاتِ، مَكِيلَ الْمَصْنُوعَاتِ، فَمُزَيَّنُ الْحَيْوَانَاتِ، مُنَقَّشُ الطُّيُورَاتِ، مُثَمَّرُ الشَّجَرَاتِ، مُزَهَّرُ النَّبَاتَات،ِ مُعْجِزَاتُ عِلْمِهِ، خَوَارِقُ صُنْعِهِ، هَدَايَا جُودِهِ، بَشَۤائِرُ لُطْفِهِ، تَبَسُّمُ اْلاَزْهَارِ مِنْ زِينَةِ اْلاَثْمَارِ، تَسَجُّعُ اْلاَطْيَارِ فِى نَسْمَةِ اْلاَسْحَارِ، تَهَزُّجُ اْلاَمْطَارِ عَلٰى خُدُودِ اْلاَزْهَارِ تَرَحُّمُ الْوَالِدَاتِ عَلٰى اْلاَطْفَالِ الصِّغَارِ، تَعَرُّفُ وَدُودٍ تَوَدُّدُ رَحْمٰنٍ تَرَحُّمُ حَنَّانٍ تَحَنُّنُ مَنَّانٍ لِلْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ وَالرُّوحِ وَالْحَيَوَانِ وَالْمَلَكِ وَالْجَۤانِّ
İşte bu Arabi tefekkürün kısa bir meali şudur ki:
Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar, hikmet-i Rabbaniyenin birer mucizesi, sanat-ı İlahiyenin birer harikası, rahmet-i İlahiyenin birer hediyesi, vahdet-i İlahiyenin birer burhan-ı maddisi, ahirette eltaf-ı İlahiyenin birer müjdecisi, kudretinin ihatasına ve ilminin şümulüne birer şahid-i sadık oldukları gibi, şunlar, alem-i kesretin aktarında ve şu ağaç gibi tekessür etmiş bir nevi alemin etrafında vahdet ayineleridirler. Enzarı kesretten vahdete çeviriyorlar. Lisan-ı hal ile herbirisi der: “Dal budak salmış şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma. Bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti, vahdetimizde dahildir.”
Hatta, her meyvenin kalbi hükmünde olan herbir çekirdek dahi, vahdetin birer maddi ayinesi oldukları gibi, zikr-i kalbiyy-i hafi ile, koca ağacın zikr-i cehri suretiyle çektiği ve okuduğu bütün esmayı zikreder, okur.
Hem o meyveler, tohumlar, vahdetin ayineleri oldukları gibi, kaderin meşhud işaratı ve kudretin mücessem rumuzatıdır ki, kader onlarla işaret eder ve kudret o kelimelerle remzen der:
“Nasıl ki şu ağacın kesretli dal ve budakları birtek çekirdekten gelmiş ve şu ağacın sanatkarının icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor. Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişar ettikten sonra, bütün hakikatini bir meyvede toplar, bütün manasını bir çekirdekte derc eder, onunla Halık-ı Zülcelalinin halk ve tedbirindeki hikmetini gösterir. Öyle de, şu şecere-i kainat, bir menba-ı vahdetten vücut alır, terbiye görür. Ve o kainatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudat içinde vahdeti gösterdiği gibi, kalbi dahi, iman gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti görür.”
Hem o meyveler ve tohumlar, hikmet-i Rabbaniyenin telvihatıdır. Hikmet, onlarla ehl-i şuura şöyle ifade ediyor ve diyor ki:
“Nasıl şu ağaca müteveccih külli nazar, külli tedbir, külliyetiyle ve umumiyetiyle birtek meyveye bakar. Çünkü o meyve o ağaca bir misal-i musağğardır. Hem o ağaçtan maksud odur. Hem o külli nazar ve umumi tedbir, bir meyvenin içinde herbir çekirdeğe dahi nazar eder. Çünkü çekirdek umum ağacın manasını, fihristesini taşıyor. Demek, ağacın tedbirini gören Zat, o tedbirle alakadar bütün esmasıyla, ağacın vücudundan maksud ve icadının gayesi olan herbir semereye müteveccihtir. Hem şu koca ağaç, o küçük meyveler için bazan budanır, kesilir, tecdid için bazı cihetleri tahrip edilir; daha güzel, baki meyveler vermek için aşılanır. Öyle de, şu şecere-i kainatın semeresi olan beşer, kainatın vücudundan ve icadından maksud odur ve icad-ı mevcudatın gayesi de odur. Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sani-i Kainatın en münevver ve en cami bir ayinesidir. İşte şu hikmettendir ki, şu küçücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılaplara medar olmuş kainatın tahrip ve tebdiline sebep olur. Onun muhakemesi için dünya kapısı kapanıp ahiret kapısı açılır.”
Madem haşrin bahsi geldi. Kuran-ı Mucizül-Beyanın, haşrin ispatına dair cezalet-i beyanını ve kuvvet-i ifadesini gösteren bir nükte-i hakikatini beyan etmeye münasebet geldi. Şöyle ki:
Şu tefekkür neticesi gösteriyor ki, beşerin muhakemesi ve saadet-i ebediye kazanması için, lüzum olsa bütün kainat tahrip edilir; ve tahrip ve tebdil edecek bir kudret görünüyor ve vardır. Fakat haşrin meratibi var. Bir kısmına iman farzdır, marifeti lazımdır. Diğer kısmı, terakkiyat-ı ruhiye ve fikriyenin derecatına göre görünür ve ilim ve marifeti lazım olur. Kuran-ı Hakim, en basit ve kolay olan mertebeyi kati ve kuvvetli ispat için, en geniş ve en büyük bir daire-i haşri açacak bir kudreti gösteriyor.
İşte, umuma iman lazım olan haşrin mertebesi şudur ki: İnsanlar öldükten sonra ruhları başka makamlara gider. Cesetleri çürüyor; fakat insanın cesedinde bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak “acbüzzeneb” tabir edilen küçük bir cüzü baki kalıp, Cenab-ı Hak onun üstünde cesed-i insaniyi haşirde halk eder, onun ruhunu ona gönderir. İşte bu mertebe o kadar kolaydır ki, her baharda milyonlarla misali görülüyor.
İşte, bazan şu mertebeyi ispat için ayat-ı Kuraniye öyle bir daireyi gösteriyor ki, bütün zerratı haşir ve neşredecek bir kudretin tasarrufatını gösterir. Bazan da, bütün mahlukatı fenaya gönderip yeniden getirecek bir kudret ve hikmetin asarını gösterir. Bazı, yıldızları dağıtıp semavatı parçalayabilir bir kudret ve hikmetin tasarrufatını ve asarını gösterir. Bazı, bütün zihayatı öldürecek, yeniden, defaten, bir sayha ile diriltecek bir kudret ve hikmetin tasarrufatını ve tecelliyatını gösterir. Bazı, bütün ru-yi zeminde zihayat olanları ayrı ayrı haşir ve neşredecek bir kudret ve hikmetin tecelliyatını gösterir. Bazan, küre-i arzı bütün bütün dağıtacak, dağları uçuracak, düzeltip daha güzel bir surete çevirecek bir kudret ve hikmetin asarını gösterir.
Demek, herkese imanı ve marifeti farz olan haşirden başka, çok mertebe-i haşirleri dahi o kudret ve hikmetle yapabilir. Hikmet-i Rabbaniye iktiza etmişse, elbette haşir ve neşr-i insani ile beraber, umum onları dahi yapacak veyahut bazı mühimlerini yapar.
Bir sual: Diyorsunuz ki: “Sen Sözlerde kıyas-ı temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki, fenn-i mantıkça, kıyas-ı temsili yakini ifade etmiyor. Mesail-i yakiniyede burhan-ı mantıki lazımdır. Kıyas-ı temsili, usul-ü fıkıh ulemasınca zann-ı galip kafi olan metalipte istimal edilir. Hem de, sen temsilatı bazı hikayeler suretinde zikrediyorsun. Hikaye hayali olur, hakiki olmaz, vakıa muhalif olur.”
Elcevap: İlm-i mantıkça, çendan, “Kıyas-ı temsili, yakin-i kati ifade etmiyor” denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilinin bir nevi var ki, mantığın yakini burhanından çok kuvvetlidir ve mantığın birinci şeklinin birinci darbından daha yakinidir. O kısım da şudur ki:
Bir temsil-i cüzi vasıtasıyla bir hakikat-i küllinin ucunu gösterip, hükmü o hakikate bina ediyor; o hakikatin kanununu, bir hususi maddede gösteriyor—ta o hakikat-i uzma bilinsin ve cüzi maddeler ona irca edilsin. Mesela, “Güneş, nuraniyet vasıtasıyla, birtek zat iken her parlak şeyin yanında bulunuyor” temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıt olamaz, uzak ve yakın bir olur, az ve çok müsavi olur, mekan onu zaptedemez.
Hem mesela, “ağacın meyveleri, yaprakları bir anda, bir tarzda, kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emri ile teşkili ve tasviri” bir temsildir ki, muazzam bir hakikatin ve külli bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatin kanununu gayet kati bir surette ispat eder ki, o koca kainat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatin ve o sırr-ı ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelanıdır.
İşte, bütün Sözlerdeki kıyasat-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, burhan-ı kati-yi mantıkiden daha kuvvetli, daha yakinidirler.
İkinci suale cevap: Malumdur ki, fenn-i belağatte, bir lafzın, bir kelamın mana-yı hakikisi başka bir maksud manaya sırf bir alet-i mülahaza olsa, ona “lafz-ı kinai” denilir. Ve “kinai” tabir edilen bir kelamın mana-yı aslisi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. Belki kinai manasıdır ki, medar-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinai mana doğruysa o kelam sadıktır; mana-yı asli kazip dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mana-yı kinai doğru değilse, mana-yı aslisi doğru olsa, o kelam kaziptir. Mesela, kinai misallerinden, “Fülanün tavilün-necad” denilir. Yani, “kılıcının kayışı, bendi uzundur.” Şu kelam, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıcı ve kayışı ve bendi olmasa da, yine bu kelam sadıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa, çendan uzun bir kılıcı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelam kaziptir. Çünkü mana-yı aslisi maksud değil.
İşte, Onuncu Sözün ve Yirmi İkinci Sözün hikayeleri gibi, sair Sözlerin hikayeleri kinaiyat kısmındandırlar ki, be-gayet doğru ve gayet sadık ve mutabık-ı vaki olan hikayelerin sonlarındaki hakikatler, o hikayelerin mana-yı kinaiyeleridir.
Mana-yı asliyeleri bir temsil-i dürbinidir; nasıl olursa olsun, sıdkına ve hakkaniyetine zarar vermez. Hem o hikayeler birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim için, lisan-ı hal lisan-ı kàl suretinde ve şahs-ı manevi bir şahs-ı maddi şeklinde gösterilmiştir.
ÜÇÜNCÜ MAKSAT
Umum ehl-i dalaletin vekili, ikinci sualine karşı kati ve mukni ve mülzim cevabı aldıktan sonra, şöyle üçüncü bir sual ediyor. Diyor ki:
“Kuranda اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ ، اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ gibi kelimat, başka halıklar, rahimler bulunduğunu işar eder. Hem diyorsunuz ki, Halık-ı alemin nihayetsiz kemalatı var; bütün enva-ı kemalatın en nihayet mertebelerini camidir. Halbuki, eşyanın kemalatı ezdad ile bilinir. Elem olmazsa, lezzet bir kemal olmaz. Zulmet olmazsa, ziya tahakkuk etmez. Firak olmazsa, visal lezzet vermez, ve hakeza…”
Elcevap: Birinci şıkka Beş İşaretle cevap veririz.
BİRİNCİ İŞARET: Kuran baştan başa tevhidi ispat ettiği ve gösterdiği için, bir delil-i katidir ki, Kuran-ı Hakimin o nevi kelimeleri sizin fehmettiğiniz gibi değildir. Belki اَحْسَنُ الْخَالِقِين demesi, “Halıkıyet mertebelerinin en ahsenindedir” demektir ki, başka halık bulunduğuna hiç delaleti yok. Belki, halıkıyetin, sair sıfatlar gibi çok meratibi var. اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ demek, “meratib-i halıkıyetin en güzel, en münteha mertebesinde bir Halık-ı Zülcelaldir” demektir.
İKİNCİ İŞARET: اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ gibi tabirler, halıkların taaddüdüne bakmıyor, belki mahlukıyetin envaına bakıyor. Yani, “herşeyi, herşeye layık bir tarzda, en güzel bir mertebede halk eder bir Halıktır.” Nasıl ki, şu manayı
اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ gibi ayetler ifade eder.
ÜÇÜNCÜ İŞARET:
اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ , اَللهُ أَكْبَرُ , خَيْرُ الْفَاصِلِينَ , خَيْرُ الْمُحْسِنِينَ
gibi tabirattaki muvazene, Cenab-ı Hakkın vakideki sıfat ve efali, sair o sıfat ve efalin nümunelerine malik olanlarla muvazene ve tafdil değildir. Çünkü, bütün kainatta, cin ve ins ve melekte olan kemalat, Onun kemaline nisbeten zayıf bir gölgedir; nasıl muvazeneye gelebilir? Belki muvazene, insanların ve bahusus ehl-i gafletin nazarına göredir.
Mesela, nasıl ki bir nefer, onbaşısına karşı kemal-i itaat ve hürmeti gösteriyor, bütün iyilikleri ondan görüyor; padişahı az düşünür. Onu düşünse de, yine teşekküratını onbaşıya veriyor. İşte, böyle bir nefere karşı denilir: “Yahu, padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et.” Şimdi, şu söz, vakideki padişahın haşmetli hakiki kumandanlığıyla, onbaşısının cüzi, suri kumandanlığını muvazene değil. Çünkü, o muvazene ve tafdil manasızdır. Belki, neferin nazar-ı ehemmiyet ve irtibatına göredir ki, onbaşısını tercih eder, teşekküratını ona verir, yalnız onu sever.
İşte, bunun gibi, halık ve münim tevehhüm olunan zahiri esbab, ehl-i gafletin nazarında Münim-i Hakikiye perde olur. Ehl-i gaflet onlara yapışır, nimet ve ihsanı onlardan bilir, medih ve senalarını onlara verir. Kuran der ki: “Cenab-ı Hak daha büyüktür,daha güzel bir Halıktır,daha iyi bir Muhsindir.Ona bakınız, Ona teşekkür ediniz.”
DÖRDÜNCÜ İŞARET: Muvazene ve tafdil, vaki mevcutlar içinde olduğu gibi, imkani, hatta farazi eşyalar içinde dahi olabilir. Nasıl ki, ekser mahiyetlerde müteaddit meratip bulunur. Öyle de, esma-i İlahiye ve sıfat-ı kudsiyenin mahiyetlerinde de, akıl itibarıyla hadsiz meratip bulunabilir. Halbuki, Cenab-ı Hak, o sıfat ve esmanın mümkün ve mutasavver bütün meratibinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kainat, kemalatıyla bu hakikate şahittir.
لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الْحُسْنٰى bütün esmasını ahseniyet ile tavsif, şu manayı ifade ediyor.
BEŞİNCİ İŞARET: Şu muvazene ve mufadale, Cenab-ı Hakkın masivaya mukabil değil. Belki iki nevi tecelliyat-ı sıfatı var:
Biri, vahidiyet sırrıyla ve vesait ve esbab perdesi altında ve bir kanun-u umumi suretinde tasarrufatıdır.
İkincisi, ehadiyet sırrıyla, perdesiz, doğrudan doğruya, hususi bir teveccühle tasarruftur.
İşte, ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyası ise, vesait ve esbabın mezahiriyle görünen asar-ı ihsanından ve icad ve kibriyasından daha büyük, daha güzel, daha yüksektir demektir. Mesela, nasıl bir padişahın—fakat veli bir padişahın—ki, umum memurları ve kumandanları sırf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat Onun elinde farz ediyoruz. O padişahın tasarrufat ve icraatı iki çeşittir:
Birisi, umumi bir kanunla, zahiri memurların ve kumandanların suretinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır.
İkincisi, umumi kanunla değil ve zahiri memurları da perde yapmayarak, doğrudan doğruya ihsanat-ı şahanesi ve icraatı, daha güzel, daha yüksek denilebilir.
Öyle de, Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Halık-ı Kainat, çendan vesait ve esbabı icraatına perde yapmış, haşmet-i rububiyetini göstermiş. Fakat, ibadının kalbinde hususi bir telefon bırakmış ki, esbabı arkada bırakıp, doğrudan doğruya Ona teveccüh etmek için, ubudiyet-i hassa ile mükellef edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِين deyiniz diye, kainattan, yüzlerini kendine çevirir.
İşte اَللهُ أَكْبَرُ , اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ, اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ meanisi şu manaya da bakıyor.
Vekilin ikinci şık sualine Beş Remiz ile cevaptır:
BİRİNCİ REMİZ: Sualde diyor ki: “Birşeyin zıddı olmazsa, o şeyin nasıl kemali olabilir?”
Elcevap: Şu sual sahibi, hakiki kemali bilmiyor, yalnız nisbi bir kemal zannediyor. Halbuki, gayra bakan ve gayra nisbeten hasıl olan meziyetler, faziletler, tefevvuklar hakiki değiller; nisbidirler, zayıftırlar. Eğer gayr nazardan sakıt olsalar, onlar da sukut ederler. Mesela, sıcaklığın nisbi lezzeti ve fazileti, soğuğun tesiriyledir. Yemeğin nisbi lezzeti, açlık eleminin tesiriyledir. Onlar gitse, bunlar da azalır.
Halbuki, hakiki lezzet ve muhabbet ve kemal ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zatında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun. Lezzet-i vücut ve lezzet-i hayat ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i marifet ve lezzet-i iman ve lezzet-i beka ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsn-ü nur ve hüsn-ü basar ve hüsn-ü kelam ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü siret ve hüsn-ü suret ve kemal-i zat ve kemal-i sıfat ve kemal-i efal gibi bizzat meziyetler, gayr olsun olmasın, şu meziyetler tebeddül etmez.
İşte, Sani-i Zülcelal ve Fatır-ı Zülcemal ve Halık-ı Zülkemalin bütün kemalatı hakikiyedir, zatiyedir. Gayr ve masiva Ona tesir etmez, yalnız mezahir olabilirler.
İKİNCİ REMİZ: Seyyid Şerif Cürcani Şerhul-Mevakıfta demiş ki: “Sebeb-i muhabbet, ya lezzet veya menfaat, ya müşakelet (yani meyl-i cinsiyet), ya kemaldir. Çünkü kemal mahbub-u lizatihidir.” Yani, ne şeyi seversen, ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlada meyil gibi bir müşakele-i cinsiye için, ya kemal olduğu için seversin. Eğer kemal ise, başka bir sebep, bir garaz lazım değil; o bizzat sevilir. Mesela, eski zamanda sahib-i kemalat insanları herkes sever; onlara karşı hiçbir alaka olmadığı halde istihsankarane muhabbet edilir.
İşte, Cenab-ı Hakkın bütün kemalatı ve Esma-i Hüsnasının bütün meratipleri ve bütün faziletleri hakiki kemalat olduklarından, bizzat sevilirler; mahbubetün lizatihadırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habib-i Hakiki olan Zat-ı Zülcelal, hakiki olan kemalatını ve sıfat ve esmasının güzelliklerini kendine layık bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem o kemalatın mazharları, ayineleri olan sanatını ve masnuatını ve mahlukatının mehasinini sever, muhabbet eder. Enbiyasını ve evliyasını, hususan Seyyidül-Mürselin ve Sultanül-Evliya olan Habib-i Ekremini sever. Yani, kendi cemalini sevmesiyle, o cemalin ayinesi olan Habibini sever. Ve kendi esmasını sevmesiyle, o esmanın mazhar-ı camii ve zişuuru olan o Habibini ve ihvanını sever. Ve sanatını sevmesiyle, o sanatın dellal ve teşhircisi olan o Habibini ve emsalini sever. Ve masnuatını sevmesiyle, o masnuata karşı “Maşaallah, barekallah, ne kadar güzel yapılmışlar!” diyen ve takdir eden ve istihsan eden o Habibini ve onun arkasında olanları sever. Ve mahlukatının mehasinini sevmesiyle, o mehasin-i ahlakın umumunu cami olan o Habib-i Ekremini ve onun etba ve ihvanını sever, muhabbet eder.
ÜÇÜNCÜ REMİZ: Umum kainattaki umum kemalat, bir Zat-ı Zülcelalin kemalinin ayatıdır ve cemalinin işaratıdır. Belki, hakiki kemaline nisbeten bütün kainattaki hüsün ve kemal ve cemal, zayıf bir gölgedir. Şu hakikatin beş hüccetine icmalen işaret ederiz.
Birinci hüccet: Nasıl ki, mükemmel, muhteşem, münakkaş, müzeyyen bir saray mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedahe delalet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkaşlık, bizzarure, mükemmel bir faile, bir ustaya, bir mühendise ve “nakkaş” ve “musavvir” gibi ünvan ve isimleriyle beraber delalet eder. Ve mükemmel o isimler dahi, şüphesiz, o ustanın mükemmel, sanatkarane sıfatına delalet eder. Ve o kemal-i sanat ve sıfat, bilbedahe, o ustanın kemal-i istidadına ve kabiliyetine delalet eder. Ve o kemal-i istidat ve kabiliyet, bizzarure, o ustanın kemal-i zatına ve ulviyet-i mahiyetine delalet eder.
Aynen öyle de, şu saray-ı alem, şu mükemmel, müzeyyen eser, bilbedahe, gayet kemaldeki efale delalet eder. Çünkü, eserdeki kemalat, o efalin kemalatından ileri gelir ve onu gösterir.
Kemal-i efal ise, bizzarure, bir Fail-i Mükemmele ve o Failin kemal-i esmasına, yani, asara nisbeten Müdebbir, Musavvir, Hakim, Rahim, Müzeyyin gibi isimlerin kemaline delalet eder.
İsimlerin ve ünvanların kemali ise, şeksiz şüphesiz, o Failin kemal-i evsafına delalet eder. Zira, sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neşet eden isimler, unvanlar mükemmel olamaz.
Ve o evsafın kemali, bilbedahe, şuunat-ı zatiyenin kemaline delalet eder. Çünkü, sıfatın mebdeleri, o şuun-u zatiyedir.
Ve şuun-u zatiyenin kemali ise, biilmilyakin, Zat-ı Zişuunun kemaline ve öyle layık bir kemaline delalet eder ki, o kemalin ziyası şuun ve sıfat ve esma ve efal ve asar perdelerinden geçtiği halde, şu kainatta yine bu kadar hüsnü ve cemali ve kemali göstermiş.
İşte, şu derece hakiki kemalat-ı zatiyenin burhan-ı kati ile vücudu sabit olduktan sonra, gayra bakan ve emsal ve ezdada tefevvuk cihetiyle olan nisbi kemalatın ne ehemmiyeti kalır, ne derece sönük düşer, anlarsın.
İkinci hüccet: Şu kainata nazar-ı ibretle bakıldığı vakit, vicdan ve kalb bir hads-i sadıkla hisseder ki, şu kainatı bu derece güzelleştiren ve süslendiren ve enva-ı mehasinle tezyin edenin, nihayet derecede bir cemal ve kemalatı vardır ki şöyle yapıyor.
Üçüncü hüccet: Malumdur ki, mevzun ve muntazam ve mükemmel ve güzel sanatlar, gayet güzel bir programa istinad eder. Mükemmel ve güzel bir program ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delalet eder. Demek, ruhun manevi güzelliğidir ki, ilim vasıtasıyla sanatında tezahür ediyor.
İşte, şu kainat, hadsiz mehasin-i maddiyesiyle, bir manevi ve ilmi mehasinin tereşşuhatıdır. Ve o ilmi ve manevi mehasin ve kemalat, elbette hadsiz bir sermedi hüsün ve cemal ve kemalin cilveleridir.
Dördüncü hüccet: Malumdur ki, ziyayı verenin ziyadar olması lazım; tenvir edenin nurani olması gerek; ihsan gınadan gelir; lütuf latiften zuhur eder. Madem öyledir; kainata bu kadar hüsün ve cemal vermek ve mevcudata muhtelif kemalat vermek, ışık güneşi gösterdiği gibi, bir cemal-i sermediyi gösterirler.
Madem mevcudat, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi, kemalatın lemalarıyla parlar, geçer. O nehir güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcudat dahi hüsün ve cemal ve kemalin lemalarıyla muvakkaten parlar, gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lemaları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki, cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler nasıl kendilerinden değil, belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de, şu seyl-i kainattaki muvakkat parlayan mehasin ve kemalat, bir Şems-i Sermedinin lemeat-ı cemal-i esmasıdır
نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْاٰةِ زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ تَجَلِّى الدَّۤائِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلاَزِمِ مِنْ اَظْهَرِ الظَّوَاهِرِ اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ مُلْكَ الْمَظَاهِرِ مِنْ اَفْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ لِلاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ لِلْبَاقِى الْوَدُودِ…
Beşinci hüccet: Malumdur ki, üç dört muhtelif yoldan gelenler aynı bir hadiseyi söyleseler, yakini ifade eden tevatür derecesinde o hadisenin kati vukuuna delalet eder. İşte, meşrepçe ve meslekçe ve istidatça ve asırca gayet muhtelif, ayrı ayrı bütün muhakkıkinin muhtelif tabakatından ve evliyanın muhtelif turuklarından ve asfiyanın muhtelif mesleklerinden ve hükema-yı hakikiyenin muhtelif mezheplerinden olan bütün ehl-i keşif ve zevk ve şuhud ve müşahede, keşif ve zevk ve şuhud ile ittifak etmişler ki, kainat mezahirinde ve mevcudat ayinelerinde görülen mehasin ve kemalat, birtek Zat-ı Vacibül-Vücudun tecelliyat-ı kemalidir ve cilve-i cemal-i esmasıdır. İşte bunların icmaı sarsılmaz bir hüccet-i kàtıadır.
Tahmin ederim ki, şu Remizde, ehl-i dalaletin vekili işitmemek için kulağını kapayıp kaçmaya mecburdur. Zaten zulmetli kafaları, huffaş misillü, bu nurları görmeye tahammül edemezler. Öyle ise, bundan sonra onları pek de nazara almayacağız.
DÖRDÜNCÜ REMİZ: Birşeyin lezzeti, hüsnü, cemali, emsal ve ezdadına bakmaktan ziyade, mazharlarına bakarlar. Mesela, kerem güzel ve hoş bir sıfattır. Kerim olan zat, başka mükrimlere tefevvuk cihetiyle aldığı lezzet-i nisbiyeden bin defa daha hoş bir lezzeti, ikram ettiği adamların telezzüzleriyle, ferahlarıyla alır. Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlukların istirahatleri derecesinde hakiki bir lezzet alır. Mesela, bir validenin, evladının mesudiyetlerinden ve istirahatlerinden şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet o derece kuvvetlidir ki, onların rahatı için ruhunu feda eder derecesine getirir. Hatta o şefkatin lezzeti, tavuğu civcivlerini himaye etmek için arslana saldırtır.
İşte, madem evsaf-ı aliyedeki hakiki lezzet ve hüsün ve saadet ve kemal, akran ve ezdada bakmıyor, belki mezahir ve müteallikatına bakıyor. Elbette, Hayy-ı Kayyum ve Hannan-ı Mennan ve Rahim ve Rahman olan Zat-ı Zülcemal ve Kemalin rahmetindeki cemal ise, merhumlara bakar. Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bakiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tenaumlarına ve ferahlarına göre, o Zat-ı Rahmanür-Rahim, Ona layık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona layık şuunatla tabir edilen ulvi, kudsi, güzel, münezzeh manaları vardır. “Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye” tabir edilen, izn-i şeri olmadığından yad edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuunatı vardır ki, herbiri, kainatta gördüğümüz ve mevcudat mabeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvi, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz. O manaların birer lemasına bakmak istersen, gelecek temsilatın dürbünüyle bak:
Mesela, nasıl ki sehavetli, alicenap, müşfik bir zat, güzel bir ziyafeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın minnettarane tenaumları ve o aç olanların müteşekkirane telezzüzleri ve o muhtaç olanların senakarane memnuniyetleri, ne derece o kerim zatı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider, anlarsın.
İşte, küçücük bir sofranın hakiki maliki olmayan ve bir tevziat memuru hükmünde olan bir insanın mesruriyeti böyle ise, cin ve insi ve hayvanatı feza-yı alem denizinde seyir ve seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbaniye olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz enva-ı matumatı cami bir sofrayı serip, bütün zihayatı küçük bir kahvaltı nevinde o ziyafete davet etmekle beraber, gayet mükemmel ve bütün enva-ı lezaizi cami, sermedi, ebedi bir dar-ı bekada Cennetleri, herbirisini birer sofra-i nimet ederek hadsiz lezaizi ve letaifi cami bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, nihayetsiz ibadına, hakiki yemek için ziyafet açan bir Rahman-ı Rahime ait ve tabirinde aciz olduğumuz maani-i mukaddese-i muhabbeti ve netaic-i rahmeti kıyas edebilirsin.
Hem mesela, mahir bir sanatperver, maharetini göstermeyi sever bir usta, güzel, plaksız konuşan fonoğraf gibi bir sanatı icad ettikten sonra onu kurup tecrübe ediyor, gösteriyor. O sanatkarın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse, onun mucidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider, kendi kendine “Barekallah” der.
İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf suri bir sanatçığıyla, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa, acaba bir Sani-i Zülcelal, koca kainatı bir musiki, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zihayatı ve bilhassa zihayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbani ve bir musika-i İlahi tarzında yapmış ki, hikmet-i beşer, o sanat karşısında hayretinden parmağını ısırıyor. İşte, bütün o masnuat, bütün onlardan matlup neticeleri nihayet derecede ve gayet güzel bir surette gösterdiklerinden ve ibadat-ı mahsusa ve tesbihat-ı hususiye ve tahiyyat-ı muayyene ile tabir edilen, evamir-i tekviniyeye karşı onların itaatleri ve onlardan matlup olan makàsıd-ı Rabbaniyenin husulünden hasıl olan ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla tabir edemediğimiz maani-i mukaddese ve şuun-u münezzehe, o derece ali ve mukaddestir ki, bütün ukul-ü beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların künhüne yetişemez ve ihata edemez.
Hem mesela, adaletperver, ihkak-ı hakkı sever ve ondan zevk alır bir hakim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden ve zalimleri tecziye etmekle mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır.
İşte, Hakim-i Mutlak ve adil-i Bilhak ve Kahhar-ı Zülcelal, değil yalnız cin ve inste, belki bütün mevcudatta ihkak-ı haktan, yani herşeye hakk-ı vücudu ve hakk-ı hayatı vermekten ve vücut ve hayatını mütecavizlerden muhafaza etmekten ve dehşetli mevcutları tecavüzlerden tevkif ve durdurmaktan, hususan mahşerde ve dar-ı ahirette cin ve insin muhakemesinden başka bütün zihayata karşı tecelli-i kübra-yı adl ve hikmetten gelen maani-i mukaddeseyi kıyas edebilirsin.
İşte şu üç misal gibi, bin bir esma-i İlahiyenin herbirinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemal ve fazl ve kemal bulunduğu gibi, pek çok meratib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriya vardır. İşte bundandır ki, Vedud ismine mazhar olan muhakkıkin-i evliya, “Bütün kainatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekatı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir” demişler. Onlardan birisi demiş:
فَلَكْ مَسْت مَلَكْ مَسْت نُجُومْ مَسْت سَمٰوَاتْ مَسْت
شَمْس مَسْت قَمَرْ مَسْت زَمِين مَسْت عَنَاصِرْ مَسْت
نَبَاتْ مَسْت شَجَرْ مَسْت بَشَرْ مَسْت سَرَاسَرْ ذِى حَيَاتْ مَسْت
هَمَه ذَرَّاتِ مَوْجُودَاتْ بَرَابَرْ مَسْت دَرْ مَسْتَسْت
Yani, muhabbet-i İlahiyenin tecellisinde ve o şarab-ı muhabbetten, herkes istidadına göre mesttir. Malumdur ki, her kalb, kendine ihsan edeni sever ve hakiki kemale muhabbet eder ve ulvi cemale meftun olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zatlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba, sabıkan beyan ettiğimiz gibi, herbir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mesud eden ve binler kemalatın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemalin medarı olan bin bir esmasının müsemması olan Cemil-i Zülcelal, Mahbub-u Zülkemal ne derece aşk ve muhabbete layık olduğu ve bütün kainat Onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şayeste bulunduğu anlaşılmaz mı?
İşte şu sırdandır ki, Vedud ismine mazhar bir kısım evliya, “Cenneti istemiyoruz. Bir lema-i muhabbet-i İlahiye ebeden bize kafidir” demişler.
Hem ondandır ki, hadiste geldiği gibi, “Cennette bir dakika rüyet-i cemal-i İlahi, bütün Cennet lezaizine faiktir.”
İşte şu nihayetsiz kemalat-ı muhabbet, vahidiyet ve ehadiyet dairesinde, Zat-ı Zülcelalin kendi esma ve mahlukatıyla hasıl olur. Demek, o daire haricinde tevehhüm olunan kemalat, kemalat değildir.
Şimdi, dünyayı tahkir edenler dört sınıftır.
Birincisi: Ehl-i marifettir ki, Cenab-ı Hakkın marifetine ve muhabbet ve ibadetine sed çektiği için tahkir eder.
İkincisi: Ehl-i ahirettir ki, ya dünyanın zaruri işleri onları amel-i uhreviden men ettiği için veyahut şuhud derecesinde imanla Cennetin kemalat ve mehasinine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet, Yusuf a güzel bir adam nisbet edilse yine çirkin göründüğü gibi, dünyanın ne kadar kıymettar mehasini varsa, Cennetin mehasinine nisbet edilse hiç hükmündedir.
Üçüncüsü: Dünyayı tahkir eder, çünkü eline geçmez. Şu tahkir dünyanın nefretinden gelmiyor, muhabbetinden ileri geliyor.
Dördüncüsü: Dünyayı tahkir eder; zira dünya eline geçiyor, fakat durmuyor, gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder, “Pistir” der. Şu tahkir ise, o da dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki makbul tahkir odur ki, hubb-u ahiretten ve marifetullahın muhabbetinden ileri gelir.
Demek, makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenab-ı Hak bizi onlardan yapsın. amin, bihurmeti Seyyidil-Mürselin.
Üçüncü Mevkıf
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Şu Üçüncü Mevkıf İkinci Noktadır. O da İki Mebhastır.
Birinci Mebhas
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ sırrınca, herşeyden Cenab-ı Hakka karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kainatın hakikati, esma-i İlahiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, sanatlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hatta, hakiki fenn-i hikmet Hakim ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şafi ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine, ve hakeza, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemalat-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelin-i insaniyenin hakikatleri esma-i İlahiyeye istinad eder. Hatta, muhakkıkin-i evliyanın bir kısmı demişler: “Hakiki hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hatta, birtek zihayat şeyde, yalnız zahir olarak yirmi kadar esma-i İlahiyenin cilve-i nakşı görünebilir.”
Şu ince ve dakik ve pek büyük ve geniş hakikati, bir temsille fehme takribe çalışacağız. İki üç ayrı ayrı elekle elemek suretinde tahlil edeceğiz. Ne kadar uzun beyan etsek yine kısadır; usanmamak gerek. Şöyle:
Nasıl ki, gayet mahir bir tasvirci ve heykeltraş bir zat, gayet güzel bir çiçekle ve insan cins-i latifinden gayet güzel bir hasnanın suret ve heykelini yapmak istese, evvela o iki şeyin umumi şekillerini bazı hatlarla tayin eder. Şu tayini bir tanzim iledir, bir takdir ile yapıyor, hendeseye istinaden hudut tayin ediyor. Şu tanzim ve takdir, bir hikmet ve ilim ile yapıldığını gösteriyor ki, tanzim ve tahdit fiilleri, ilim ve hikmet pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdit arkasında, ilim ve hikmet manaları hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli kendini gösterecek.
İşte, kendini gösterdi ki, o hudutlar içinde, göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler gibi şeylerin tasvirine başladı. Şimdi görüyoruz ki, içindeki pergelin harekatıyla tayin edilen azalar, sanatkarane ve inayetkarane düşüyor. Öyle ise, o ilim ve hikmet pergelini çeviren, arkada sun ve inayet manaları var, hükmediyorlar ve kendilerini gösterecekler.
İşte, ondandır ki, bir hüsün ve ziynete kabiliyet gösteriyor. Öyle ise, sun ve inayeti çalıştıran, irade-i tahsin ve kasd-ı tezyindir. Öyle ise, onlar hükmediyorlar ki, tezyine, tenvire başladı, bir tebessüm vaziyetini gösterdi ve hayattarlık heyetini verdi.
Elbette, şu tahsin ve tenvir manasını çalıştıran, lütuf ve kerem manasıdır. Evet, o iki mana, onda o derece hükmeder ki, adeta o çiçek bir lütf-u mücessem, o heykel bir kerem-i mütecessiddir.
Şimdi, bu mana-yı kerem ve lütfu çalıştıran ve tahrik eden, teveddüd ve taarrüf manalarıdır. Yani, kendini hüneriyle tanıttırmak ve halka kendini sevdirmek manaları arkada hükmediyor. Bu tanıttırmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve irade-i nimetten geliyor.
Madem rahmet ve irade-i nimet arkada hükmediyor. Öyle ise, o heykeli, nimetin envaıyla dolduracak, tezyin edecek, o çiçeğin suretini de bir hediyeye takacak.
İşte, o heykelin ellerini, kucağını ve ceplerini kıymettar nimetlerle doldurdu ve o çiçek suretini de bir mücevherata taktı. Demek bu rahmet ve irade-i nimeti çalıştıran, terahhum ve tahannündür. Yani, acımak ve şefkat etmek manası, rahmet ve nimeti tahrik ediyor.
Ve o müstağni ve hiç kimseye ihtiyacı olmayan zatta olan terahhum ve tahannün manasını tahrik eden ve izhara sevk eden, elbette o zattaki manevi cemal ve kemaldir ki, tezahür etmek isterler. Ve o cemalin en şirin cüzü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise, sanat ayinesiyle görünmek ve müştakların gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yani, cemal ve kemal—çünkü bizzat sevilirler—herşeyden ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemal, madem kendini sever, kendini ayinelerde görmek ister. İşte, heykele konulan ve surete takılan sevimli nimetler, güzel meyveler, o cemal-i manevinin, kendi kabiliyetlerine göre birer lemasını taşıyorlar; o lemaları hem cemal sahibine, hem başkasına gösteriyorlar.
Aynen öyle de, Sani-i Hakim, Cenneti ve dünyayı, semavatı ve zemini, nebatat ve hayvanatı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, külli ve cüzi bütün eşyayı, cilve-i esmasıyla eşkalini tahdit ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene veriyor. Onun ile, bunlara Mukaddir, Munazzım, Musavvir isimlerini okutturuyor.
Öyle bir tarzda şekl-i umumisinin hududunu tayin eder ki, Alim, Hakim ismini gösterir.
Sonra, ilim ve hikmet cetveliyle, o hudut içinde, o şeyin tasvirine başlar. Öyle bir tarzda ki, sun ve inayet manalarını ve Sani ve Kerim isimlerini gösteriyor.
Sonra, sanatın yed-i beyzasıyla, inayetin fırçasıyla, o suretin eğer birtek insan ve birtek çiçek ise—göz, kulak, yaprak, püskül gibi azalarına bir hüsün, bir ziynet renkleri veriyor. Eğer zemin ise, maadin, nebatat ve hayvanatına bir hüsün ve ziynet renkleri veriyor. Eğer Cennet ise, bağlarına, kasırlarına, hurilerine bir hüsün ve ziynet renkleri veriyor, ve hakeza, başkalarını kıyas et.
Hem öyle bir tarzda tezyin ve tenvir eder ki, lütuf ve kerem manaları onda o derece hükmediyor ki, adeta o mevcud-u müzeyyen, o masnu-u münevver bir lütf-u mücessem, bir kerem-i mütecessid hükmüne geçer, Latif ve Kerim ismini zikreder.
Sonra, o lütuf ve keremi şu cilveye sevk eden, elbette teveddüd ve taarrüftür, yani kendini zihayata sevdirmek ve zişuura bildirmek şenleridir ki, Latif, Kerim isimlerinin arkalarında Vedud ve Maruf isimlerini okutuyor ve masnuun lisan-ı halinden işitiliyor.
Sonra, o müzeyyen mevcudu, o güzel mahluku leziz meyveler, sevimli neticelerle süslendirip, ziynetten nimete, lütuftan rahmete çevirir, Münim ve Rahim ismini okutturur ve zahiri perdeler arkasında o iki ismin cilvesini gösterir.
Sonra, bu Rahim ve Kerimi, Müstağni-yi alel-Itlak olan Zatta, bu cilveye sevk eden, elbette bir terahhum, tahannün şenleridir ki, ism-i Hannan ve Rahmanı okutturuyor ve gösteriyor.
Şu terahhum, tahannün manalarını cilveye sevk eden, elbette bir cemal ve kemal-i zatidir ki, tezahür etmek ister. Cemil ismini ve Cemil isminde münderiç olan Vedud ve Rahim isimlerini okutturuyor. Çünkü cemal bizzat sevilir. Zicemal ve cemal, kendi kendini sever. Hem hüsündür, hem muhabbettir. Kemal dahi bizzat mahbubdur, sebepsiz olarak sevilir. Hem muhibdir, hem mahbubdur. Madem nihayetsiz derece-i kemalde bir cemal ve nihayetsiz derece-i cemalde bir kemal nihayet derecede sevilir, muhabbete ve aşka layıktır. Elbette, ayinelerde ve ayinelerin kabiliyetlerine göre lemeatını ve cilvelerini görmek ve göstermekle tezahür etmek ister.
Demek, Sani-i Zülcelalin ve Hakim-i Zülcemalin ve Kadir-i Zülkemalin zatındaki cemal-i zati ve kemalat-ı zatiyesi terahhum ve tahannün ister ve Rahman ve Hannan isimlerini tecelliye sevk eder.
Terahhum ve tahannün ise, rahmet ve nimeti göstermekle Rahim ve Münim isimlerini cilveye sevk eder.
Rahmet ve nimet ise teveddüd, taarrüf şenlerini iktiza edip Vedud ve Maruf isimlerini tecelliye sevk eder, masnuun bir perdesinde onları gösterir.
Teveddüd ve taarrüf ise, lütuf ve kerem manalarını tahrik eder, Latif ve Kerim isimlerini, masnuun bazı perdelerinde okutturuyor.
Lütuf ve kerem şenleri ise, tezyin ve tenvir fiillerini tahrik eder, Müzeyyin ve Münevvir isimlerini, masnuun hüsün ve nuraniyeti lisanıyla okutturur.
Ve o tezyin ve tahsin şenleri ise, sun ve inayet manalarını iktiza eder ve Sani ve Muhsin isimlerini, o masnuun güzel simasıyla okutturur.
Ve o sun ve inayet ise, bir ilim ve hikmeti iktiza eder ve ism-i Alim ve Hakimi, o masnuun intizamlı, hikmetli azasıyla okutturur.
O ilim ve hikmet ise, tanzim, tasvir, teşkil fiillerini iktiza ediyor; Musavvir ve Mukaddir isimlerini, masnuun heyetiyle, şekliyle okutturur, gösterir.
İşte, Sani-i Zülcelal, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi, hususan zihayat kısmı, çok esma-i İlahiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmasını yazmış.
Mesela, temsilde gösterildiği gibi, tek güzel bir çiçekle, insanın kısm-ı sanisinden bir ferd-i hasnanın yalnız zahiri hilkatlerinde çok sahifeler vardır. Başka büyük ve külli masnuatı o iki cüzi misale kıyas et.
Birinci sahife: Umumi şekil ve miktarını gösteren heyettir ki, ya Musavvir, ya Mukaddir, ya Munazzım isimlerini yad eder.
İkinci sahife: Suretlerinde ayrı ayrı azaların inkişafıyla hasıl olan çiçek ve insanın basit heyetidir ki, o sahifede Alim, Hakim isimleri gibi çok isimler yazılıyor.
Üçüncü sahife: O iki mahlukun ayrı ayrı azalarına ayrı ayrı hüsün ve ziynet vermekle, o sahifede Sani ve Bari isimleri gibi çok isimler yazılıyor.
Dördüncü sahife: Öyle bir ziynet ve hüsün, o iki masnua veriliyor ki, güya lütuf ve kerem tecessüm etmiş, onlar olmuş. O sahife ya Latif, ya Kerim gibi çok isimleri yad eder, okur.
Beşinci sahife: O çiçeğe leziz meyveler, o hasnaya sevimli evlatlar, güzel ahlaklar takmakla, o sahife ya Vedud, ya Rahim, ya Münim gibi isimleri okutturuyor.
Altıncı sahife: O inam ve ihsan sahifesinde ya Rahman, ya Hannan gibi isimler okunuyor.
Yedinci sahife: O nimetlerde, o neticelerde öyle lemeat-ı hüsün ve cemal görünüyor ki, hakiki bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş halis bir şükür ve safi bir muhabbete layık olur. O sahifede ya Cemil-i Zülkemal, ya Kamil-i Zülcemal isimleri yazılı okunuyor.
İşte, yalnız bir güzel çiçek ve hasna bir insan ve yalnız maddi ve zahir suretinde bu kadar esmayı gösterirse, acaba umum çiçekler ve bütün zihayat ve büyük ve külli mevcudat, ne derece ulvi ve külli esmayı okutuyor, kıyas edebilirsin.
Hem insan ruh, kalb, akıl cihetiyle ve hayat ve letaif sahifeleriyle Hayy, Kayyum ve Muhyi gibi ne kadar esma-i kudsiye-i nuraniyeyi okur ve okutturur, kıyas edebilirsin.
İşte, Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Ru-yi zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Sema da bir çiçektir; yıldızlar o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. alem güzel ve büyük bir insandır; nasıl ki insan küçük bir alemdir.
Huriler nevi ve ruhaniler cemaati ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nevi, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir. Hem herbiri külliyetiyle, hem herbir ferdi tek başıyla, Sani-i Zülcemalinin esmasını gösterdikleri gibi, Onun cemaline, kemaline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrı ayrı ayinelerdir. Ve nihayetsiz cemal ve kemaline ve rahmet ve muhabbetine birer şahid-i sadıktır. Ve o cemal ve kemalin ve rahmet ve muhabbetin birer ayatıdır, birer emaratıdır. İşte, şu nihayetsiz enva-ı kemalat, daire-i vahidiyette ve ehadiyette hasıldır. Demek, o daire haricinde tevehhüm olunan kemalat, kemalat değildir.
İşte, hakaik-i eşyanın esma-i İlahiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakiki hakaik, o esmanın cilveleri olduğunu ve herşeyin çok cihetlerle, çok dillerle Saniini zikir ve tesbih ettiğini anla, وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir manasını bil ve سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى بِشِدَّةِ ظُهُورِهِ de. Ve ayetlerin ahirlerinde olan وَهُوَ الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ gibi zikir ve tekrarlarındaki bir sırrı fehmet.
Eğer bir çiçekte esmayı okuyamıyorsan ve vazıh göremiyorsan, Cennete bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temaşa et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmayı vazıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.
İkinci Noktanın İkinci Mebhası
EHL-İ DALaLETİN vekili, tutunacak ve dalaletini ona bina edecek hiçbir şey bulamadığı ve mülzem kaldığı zaman şöyle diyor ki: “Ben, saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyat-ı medeniyeti ve kemal-i sanatı, kendimce, ahireti düşünmemekte ve Allahı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için, insanın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle sevk ettim ve ediyorum.”
Elcevap: Biz dahi Kuran namına diyoruz ki: Ey biçare insan! Aklını başına al, ehl-i dalaletin vekilini dinleme. Eğer onu dinlersen hasaretin o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir.
Senin önünde iki yol var: Birisi, ehl-i dalaletin vekilinin gösterdiği şekavetli yoldur. Diğeri, Kuran-ı Hakimin tarif ettiği saadetli yoldur.
İşte, o iki yolun pek çok muvazenelerini, çok Sözlerde, hususan Küçük Sözlerde gördün ve anladın. Şimdi, makam münasebetiyle, binde bir muvazenelerini yine gör, anla. Şöyle ki:
Şirk ve dalaletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor.
Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü, zayıf ve aciz beline yükletir. Çünkü, insan Cenab-ı Hakkı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit, insan, gayet derecede aciz ve zayıf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fani hayvan hükmünde olup, bütün sevdiği ve alaka peyda ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, baki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elim içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider. Hem müddet-i hayatında gayet cüzi bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile, nihayetsiz elemlerle ve emellerle faidesiz çarpışır ve hadsiz arzuların ve makàsıdın tahsiline, semeresiz, boşu boşuna çalışır. Hem kendi vücudunu yükleyemediği halde, koca dünya yükünü biçare beline ve kafasına yüklenir. Daha Cehenneme gitmeden Cehennem azabını çeker.
Evet, şu elim elemi ve dehşetli manevi azabı hissetmemek için, ehl-i dalalet, iptal-i his nevinden gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman, kabre yakın olduğu vakit, birden hisseder. Çünkü, Cenab-ı Hakka hakiki abd olmazsa, kendi kendine malik zannedecek. Halbuki, o cüzi ihtiyar, o küçük iktidarı ile şu fırtınalı dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır mikroptan tut, ta zelzeleye kadar binler taife düşmanları, hayatına karşı tehacüm vaziyetinde görür. Elim bir korku dehşeti içinde, her vakit kendine müthiş görünen kabir kapısına bakıyor.
Hem bu vaziyette iken, insaniyet itibarıyla nev-i insani ile ve dünya ile alakadar olduğu halde, dünyayı ve insanı bir Hakim, Alim, Kadir, Rahim, Kerim bir Zatın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ehvali ve insanın ahvali, onu daima izaç eder. Kendi elemiyle beraber, insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi, taunu, tufanı, kaht u galası, fena ve zevali, ona gayet müziç ve karanlıklı birer musibet suretinde onu tazip eder.
Hem şu haldeki insan, merhamet ve şefkate layık değildir. Çünkü kendi kendine bu dehşetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Sözde, kuyuya girmiş iki kardeşin muvazene-i halinde denildiği gibi, nasıl bir adam, güzel bir bahçede, güzel bir ziyafette, güzel ahbaplar içinde, nezahetli, tatlı, namuslu, hoş, meşru bir lezzet ve eğlenceye kanaat etmeyip gayr-ı meşru ve mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir şarabı içse, sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde vahşi canavarlar içinde tahayyül etse, titreyip, bağırıp çağırsa, nasıl merhamete layık değil. Çünkü ehl-i namus ve mübarek arkadaşlarını canavar tasavvur eder, onlara karşı hakaret eder. Hem ziyafetteki leziz taamları ve temiz kapları mülevves, pis taşlar tasavvur eder, kırmaya başlar. Hem mecliste muhterem kitapları ve manidar mektupları manasız ve adi nakışlar tasavvur eder, yırtarak ayak altına atar, ve hakeza… Böyle bir şahıs nasıl merhamete müstehak değildir, belki tokata müstehaktır.
Öyle de, su-i ihtiyarından neşet eden küfür sarhoşluğuyla ve dalalet divaneliğiyle, Sani-i Hakimin şu misafirhane-i dünyasını tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip; ve cilve-i esma-i İlahiyeyi tazelendiren masnuatın, zamanın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden alem-i gayba geçmelerini, adem ile idam tasavvur ederek; ve tesbihat sadalarını zeval ve firak-ı ebedi vaveylası olduklarını tahayyül ettiğinden; ve mektubat-ı Samedaniye olan şu mevcudat sahifelerini manasız, karma karışık tasavvur ettiğinden; ve alem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulümat-ı adem ağzı tasavvur ettiğinden; ve eceli, hakiki ahbaplara visal daveti olduğu halde, bütün ahbaplardan firak nöbeti tasavvur ettiğinden; hem kendini dehşetli bir azab-ı elimde bırakıyor, hem mevcudatı, hem Cenab-ı Hakkın esmasını, hem mektubatını inkar ve tezyif ve tahkir ettiğinden merhamete ve şefkate layık olmadığı gibi, şiddetli bir azaba da müstehaktır, hiçbir cihette merhamete layık değildir.
İşte, ey bedbaht ehl-i dalalet ve sefahet! Şu dehşetli sukuta karşı ve ezici meyusiyete mukabil hangi tekemmülünüz, hangi fünununuz, hangi kemaliniz, hangi medeniyetiniz, hangi terakkiyatınız karşı gelebilir? Ruh-u beşerin eşedd-i ihtiyaçla muhtaç olduğu hakiki teselliyi nerede bulabilirsiniz? Hem güvendiğiniz ve bel bağladığınız ve asar-ı İlahiyeyi ve ihsanat-ı Rabbaniyeyi onlara isnat ettiğiniz hangi tabiatınız, hangi esbabınız, hangi şerikiniz, hangi keşfiyatınız, hangi milletiniz, hangi batıl mabudunuz, sizi, sizce idam-ı ebedi olan mevtin zulümatından kurtarıp, kabir hududundan, berzah hududundan, mahşer hududundan, sırat köprüsünden hakimane geçirebilir, saadet-i ebediyeye mazhar edebilir? Halbuki, kabir kapısını kapamadığınız için, siz kati olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu, öyle birisine dayanır ki, bütün bu daire-i azime ve bu geniş hudutlar, Onun taht-ı emrinde ve tasarrufundadır.
Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalalet ve gaflet! “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir” kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenab-ı Hakkın zat ve sıfat ve esmasına sarf edilecek muhabbet ve marifet istidadını ve şükür ve ibadat cihazatını nefsinize ve dünyaya gayr-ı meşru bir surette sarf ettiğinizden, bilistihkak cezasını çekiyorsunuz. Çünkü Cenab-ı Hakka ait muhabbeti nefsinize verdiniz; mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belasını çekiyorsunuz. Çünkü hakiki bir rahatı, o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakiki mahbub olan Kadir-i Mutlaka tevekkül ile teslim etmiyorsunuz, daima elem çekiyorsunuz.
Hem Cenab-ı Hakkın esma ve sıfatına ait muhabbeti dünyaya verdiniz ve asar-ı sanatını, alemin esbabına taksim ettiniz; belasını çekiyorsunuz. Çünkü, o hadsiz mahbuplarınızın bir kısmı size Allahaısmarladık demeyip, size arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor, sevse de size bir faide vermiyor. Daima hadsiz firaklardan ve ümitsiz, dönmemek üzere zevallerden azap çekiyorsunuz.
İşte, ehl-i dalaletin saadet-i hayatiye ve tekemmülat-ı insaniye ve mehasin-i medeniyet ve lezzet-i hürriyet dedikleri şeylerin içyüzleri ve mahiyetleri budur. Sefahet ve sarhoşluk bir perdedir; muvakkaten hissettirmez. “Tuh onların aklına!” de.
Amma Kuranın cadde-i nuraniyesi ise, bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları hakaik-i imaniye ile tedavi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümatı dağıtır. Bütün dalalet ve helaket kapılarını kapatır. Şöyle ki:
İnsanın zaaf ve aczini ve fakr ve ihtiyacını, bir Kadir-i Rahime tevekkül ile tedavi eder.Hayat ve vücudun yükünü Onun kudretine, rahmetine teslim edip, kendine yüklemeyip, belki kendisi o hayatına ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur.Kendisinin “natık bir hayvan” değil, belki hakiki bir insan ve makbul bir misafir-i Rahman olduğunu bildirir. Dünyayı, bir misafirhane-i Rahman olduğunu göstermekle ve dünyadaki mevcudat ise esma-i İlahiyenin ayineleri olduklarını ve masnuatı ise her vakit tazelenen mektubat-ı Samedaniye olduklarını bildirmekle, insanın fena-yı dünyadan ve zeval-i eşyadan ve hubb-u faniyattan gelen yaralarını güzelce tedavi eder ve evhamın zulümatından kurtarır.
Hem mevt ve eceli, alem-i berzaha giden ve alem-i bekada olan ahbaplara visal ve mülakat mukaddimesi olarak gösterir. Ehl-i dalaletin nazarında bütün ahbabından bir firak-ı ebedi telakki ettiği ölüm yaralarını böylece tedavi eder. Ve o firak, ayn-ı lika olduğunu ispat eder.
Hem kabrin alem-i rahmete ve dar-ı saadete ve bağistan-ı cinana ve nuristan-ı Rahmana açılan bir kapı olduğunu ispat etmekle, beşerin en müthiş korkusunu izale edip, en elim ve kasavetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini en leziz ve ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yani, kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bağistan-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.
Hem mümine der: İhtiyarın cüzi ise, kendi Malikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, Kadir-i Mutlakın kudretine itimat et. Hayatın az ise, hayat-ı bakiyeyi düşün. Ömrün kısa ise, ebedi bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise, Kuranın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir ayet-i Kuran birer yıldız misillü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makàsıdın varsa, onları düşünüp muztarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.
Hem der: Ey insan! Sen kendine malik değilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadir, rahmeti hadsiz bir Rahim-i Zat-ı Zülcelalin memluküsün. Öyle ise, sen kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme. Çünkü hayatı veren Odur, idare eden de Odur. Hem dünya sahipsiz değil ki! Sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düşünüp merak etme. Çünkü onun sahibi Hakimdir, Alimdir. Sen de misafirsin; fuzuli olarak karışma, karıştırma.
Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat başıboş değiller; belki vazifedar memurdurlar, bir Hakim-i Rahimin nazarındadırlar. Onların alam ve meşakkatlerini düşünüp ruhuna elem çektirme; ve onların Halık-ı Rahiminin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme. Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan ta taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri o Rahim-i Hakimin elindedirler. O Hakimdir, abes iş yapmaz; Rahimdir, rahimiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.
Hem der: Şu alem çendan fanidir; fakat ebedi bir alemin levazımatını yetiştiriyor. Çendan zaildir, geçicidir; fakat baki meyveler veriyor, baki bir zatın baki esmasının cilvelerini gösteriyor. Ve çendan lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat Rahman-ı Rahimin iltifatatı, zevalsiz hakiki lezzetlerdir. Elemler ise, sevap cihetiyle manevi lezzet yetiştiriyor. Madem meşru daire, ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine safalarına, keyiflerine kafidir. Gayr-ı meşru daireye girme. Çünkü o dairedeki bir lezzetin bazan bin elemi var. Hem hakiki ve daimi lezzet olan iltifatat-ı Rahmaniyeyi kaybetmeye sebeptir.
Hem dalaletin yolunda sabıkan beyan edildiği gibi, esfel-i safiline insanı öyle bir sukut ettiriyor ki,hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları ve o derin zulümat kuyusundan hiçbir terakkiyat-ı beşeriye, hiçbir kemalat-ı fenniye insanı çıkaramadığı halde, Kuran-ı Hakim, iman ve amel-i salihle, o esfel-i safiline sukuttan, insanı ala-yı illiyyine çıkarır. Ve delail-i katiye ile çıkarmasını ispat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyat-ı maneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülat-ı ruhiyenin cihazatıyla dolduruyor.
Hem beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı olan ebed tarafındaki yolculuğunu gayet derecede teshil eder ve kolaylaştırır. Bin, belki elli bin senelik mesafeyi bir günde kestirecek vesaiti gösterir.
Hem Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Zat-ı Zülcelali tanıttırmakla, insanı Ona bir memur abd ve bir vazifedar misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhanesinde, hem berzahi ve uhrevi menzillerde kemal-i rahatla seyahatini temin eder. Nasıl ki, bir padişahın müstakim bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilayetin hudutlarından suhuletle ve tayyare, gemi, şimendifer gibi süratli vasıta-i seyahatle gezer, geçer. Öyle de, Sultan-ı Ezeliye iman ile intisap eden ve amel-i salih ile itaat eden bir insan, şu misafirhane-i dünya menzillerinden ve alem-i berzah ve alem-i mahşer dairelerinden ve hakeza kabirden sonraki bütün alemlerin geniş hudutlarından berk ve burak süratinde geçer, ta saadet-i ebediyeyi bulur. Ve şu hakikati kati ispat eder ve asfiya ve evliyaya gösterir.
Hem de Kuranın hakikati der ki: Ey mümin! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve şerur ve sana muzır olan nefs-i emmarene verme. Onu mahbub ve onun hevasını kendine mabud ittihaz etme. Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete layık; hem nihayetsiz sana ihsan edebilen; hem istikbalde seni nihayetsiz mesut eden; hem bütün alakadar olduğun ve onların saadetleriyle mesut olduğun bütün zatları ihsanatıyla mesut eden; hem nihayetsiz kemalatı bulunan; ve nihayetsiz derecede kudsi, ulvi, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevalsiz cemal sahibi olan; ve bütün esması nihayet derecede güzel olan; ve her isminde pek çok envar-ı hüsün ve cemal bulunan; ve Cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle Onun cemal-i rahmetini ve rahmet-i cemalini gösteren; ve sevimli ve sevilen bütün kainattaki bütün hüsün ve cemal ve mehasin ve kemalat Onun cemaline ve kemaline işaret eden ve delalet eden ve emare olan bir Zatı mahbub ve mabud ittihaz et.
Hem der: Ey insan! Onun esma ve sıfatına ait istidad-ı muhabbetini, sair bekasız mevcudata verme, faidesiz mahlukata dağıtma. Çünkü, asar ve mahlukat fanidirler. Fakat o asarda ve o masnuatta nakışları, cilveleri görünen Esma-i Hüsna bakidirler, daimidirler. Ve esma ve sıfatın herbirisinde binler meratib-i ihsan ve cemal ve binler tabakat-ı kemal ve muhabbet var. Sen yalnız Rahman ismine bak ki, Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir leması ve dünyadaki bütün rızık ve nimet bir katresidir.
İşte, şu muvazene, ehl-i dalaletle ehl-i imanın hayat ve vazife cihetindeki mahiyetlerine işaret eden
لَقَدْخَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِۤى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
hem netice ve akıbetlerine işaret eden فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَۤاءُ وَاْلاَرْضُ olan ayete dikkat et. Ne kadar ulvi, mucizane, beyan ettiğimiz muvazeneyi ifade ederler.
Birinci ayet, On Birinci Sözde tafsilen o ayetin icazkarane ve icazkarane ifade ettiği hakikati, o Sözde beyan edildiğinden, onu oraya havale ederiz. İkinci ayet ise, yalnız bir küçük işaretle göstereceğiz ki, ne kadar ulvi bir hakikati ifade ediyor. Şöyle ki:
Şu ayet, mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: “Ehl-i dalaletin ölmesiyle, semavat ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.” Ve mefhum-u muhalifle delalet ediyor ki, “Ehl-i imanın dünyadan gitmesiyle, semavat ve zemin, onların üstünde ağlıyor.
Yani, ehl-i dalalet, madem semavat ve arzın vazifelerini inkar ediyor, manalarını bilmiyor, onların kıymetlerini iskat ediyor, Sanilerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adavet ettiğinden, elbette semavat ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalifle der: “Semavat ve arz, ehl-i imanın ölmesiyle ağlarlar.” Zira, ehl-i iman ise, çünkü semavat ve arzın vazifelerini bilir. Hakiki hakikatlerini tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri manaları iman ile anlıyor. “Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar” diyor. Ve onlara layık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenab-ı Hak hesabına onlara ve onlar ayine oldukları esmaya muhabbet ediyor. İşte, bu sır içindir ki, semavat ve zemin, ağlar gibi ehl-i imanın zevaline mahzun oluyorlar.
Mühim bir sual: Diyorsunuz ki: “Muhabbet ihtiyari değil. Hem, ihtiyac-ı fıtriye binaen, leziz taamları ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlatlarımı severim. Refika-i hayatımı severim. Dost ve ahbaplarımı severim. Enbiya ve evliyayı severim. Hayatımı, gençliğimi severim. Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri Cenab-ı Hakkın zat ve sıfat ve esmasına verebilirim? Bu ne demektir?”
Elcevap: Dört Nükteyi dinle.
BİRİNCİ NÜKTE
Muhabbet çendan ihtiyari değil. Fakat, ihtiyar ile, muhabbetin yüzü bir mahbuptan diğer bir mahbuba dönebilir. Mesela, bir mahbubun çirkinliğini göstermekle, veyahut asıl layık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya ayine olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü mecazi mahbuptan hakiki mahbuba çevrilebilir.
İKİNCİ NÜKTE
Tadat ettiğin sevdiklerini sevme demiyoruz. Belki onları Cenab-ı Hakkın hesabına ve Onun muhabbeti namına sev deriz.
Mesela, leziz taamları, güzel meyveleri, Cenab-ı Hakkın ihsanı ve o Rahman-ı Rahimin inamı cihetinde sevmek, Rahman ve Münim isimlerini sevmektir; hem manevi bir şükürdür. Şu muhabbet yalnız nefis hesabına olmadığını ve Rahman namına olduğunu gösteren, meşru dairesinde kanaatkarane kazanmak ve mütefekkirane, müteşekkirane yemektir.
Hem peder ve valideyi şefkatle teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenab-ı Hakkın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat, Allah için olduğunun alameti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir.
اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَۤا اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَۤا اُفٍّ
ayeti, beş mertebe hürmet ve şefkate evladı davet etmesi, Kuranın nazarında valideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir. Madem peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil, veled dahi pedere karşı hak dava edemez. Demek, valideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira, münakaşa ya gıpta ve hasetten gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münakaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dava etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.
Ve evlatlarını, o Zat-ı Rahim-i Kerimin hediyeleri olduğu için kemal-i şefkat ve merhametle onları sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakka aittir. Ve o muhabbet ise, Cenab-ı Hakkın hesabına olduğunu gösteren alamet ise, vefatlarında sabır ile şükürdür, meyusane feryad etmemektir.”Halıkımın, benim nezaretime verdiği sevimli bir mahluku idi, bir memlukü idi. Şimdi hikmeti iktiza etti, benden aldı, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlukte bir zahiri hissem varsa, hakiki bin hisse onun Halıkına aittir. اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ deyip teslim olmaktır.
Hem dost ve ahbap ise, eğer onlar iman ve amel-i salih sebebiyle Cenab-ı Hakkın dostları iseler, اَلْحُبُّ فِى اللهِ sırrınca, o muhabbet dahi Hakka aittir.
Hem refika-i hayatını, rahmet-i İlahiyenin munis, latif bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü suretine muhabbetini bağlama. Belki kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü siretidir. Ve en kıymettar ve en şirin cemali ise, ulvi, ciddi, samimi, nurani şefkatidir. Şu cemal-i şefkat ve hüsn-ü siret, ahir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir. Ve o zaife, latife mahlukun hukuk-u hürmeti o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa, hüsn-ü suretin zevaliyle, en muhtaç olduğu bir zamanda biçare hakkını kaybeder.
Hem enbiya ve evliyayı sevmek, Cenab-ı Hakkın makbul ibadı olmak cihetiyle, Cenab-ı Hakkın namına ve hesabınadır. Ve o nokta-i nazardan Ona aittir.
Hem hayatı, Cenab-ı Hakkın insana ve sana verdiği en kıymettar ve hayat-ı bakiyeyi kazandıracak bir sermaye ve bir define ve baki kemalatın cihazatını cami bir hazine cihetiyle onu sevmek, muhafaza etmek, Cenab-ı Hakkın hizmetinde istihdam etmek, yine o muhabbet bir cihette Mabuda aittir.
Hem gençliğin letafetini, güzelliğini, Cenab-ı Hakkın latif, şirin, güzel bir nimeti nokta-i nazarından istihsan etmek, sevmek, hüsn-ü istimal etmek, şakirane bir nevi muhabbet-i meşruadır.
Hem baharı, Cenab-ı Hakkın nurani esmalarının en latif, güzel nakışlarının sahifesi ve Sani-i Hakimin antika sanatının en müzeyyen ve şaşaalı bir meşher-i sanatı olduğu cihetiyle mütefekkirane sevmek, Cenab-ı Hakkın esmasını sevmektir.
Hem dünyayı, ahiretin mezraası ve esma-i İlahiyenin ayinesi ve Cenab-ı Hakkın mektubatı ve muvakkat bir misafirhanesi cihetinde sevmek, nefs-i emmare karışmamak şartıyla, Cenab-ı Hakka ait olur.
Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sev; mana-yı ismiyle sevme. “Ne kadar güzel yapılmış” de. “Ne kadar güzeldir” deme. Ve kalbin batınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, batın-ı kalb ayine-i Sameddir ve Ona mahsustur.
اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَحُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ de.
İşte, bütün tadat ettiğimiz muhabbetler, eğer bu suretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir. Hem muhabbet-i İlahiyeyi ziyadeleştirir. Hem meşru bir muhabbettir. Hem ayn-ı lezzet bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.
Mesela, nasıl ki bir padişah-ı ali, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:
Biri: Elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki, padişah, o nefisperverane olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüzidir. Hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.
İkinci muhabbet ise, elma içindeki, elma ile gösterilen iltifatat-ı şahanedir. Güya o elma, iltifat-ı şahanenin nümunesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılafı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.
Aynen onun gibi, bütün nimetlere ve meyvelere zatları için muhabbet edilse, yalnız maddi lezzetleriyle gafilane telezzüz etse, o muhabbet nefsanidir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakkın iltifatat-ı rahmeti ve ihsanatının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatatın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemal-i iştiha ile lezzet alsa, hem manevi bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE
Cenab-ı Hakkın esmasına karşı olan muhabbetin tabakatı var. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, bazan asara muhabbet suretiyle esmayı sever. Bazan esmayı, kemalat-ı İlahiyenin ünvanları olduğu cihetle sever. Bazan insan, camiiyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmaya muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever. Mesela, sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukara ve zayıf ve muhtaç mahlukata karşı acizane istimdat ihtiyacını hissettiğin halde biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse, o zatın “inam edici” ünvanı ve “kerim” ismi ne kadar senin hoşuna gider; ne kadar o zatı o ünvanla seversin. Öyle de, yalnız Cenab-ı Hakkın Rahman ve Rahim isimlerini düşün ki, sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mümin aba ve ecdadını ve akraba ve ahbabını dünyada nimetlerin envaıyla ve Cennette enva-ı lezaizle ve saadet-i ebediyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mesut ettiği cihette o Rahman ismi ve Rahim ünvanı ne kadar sevilmeye layıktırlar; ve ne derece o iki isme ruh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ne derece اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى رَحْمٰنِيَّتِهِ وَعَلٰى رَحِيمِيَّتِهِ yerindedir, anlarsın.
Hem alakadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir olduğun, senin bir nevi hanen ve içindeki mevcudat senin o hanenin ünsiyetli levazımatı ve sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlukatı kemal-i hikmetle tanzim ve tedbir ve terbiye eden Zatın Hakim ismine ve Mürebbi ünvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak olduğunu, dikkat etsen anlarsın.
Hem bütün alakadar olduğun ve zevalleriyle müteellim olduğun insanları, mevtleri hengamında adem zulümatından kurtarıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir Zatın Varis, Bais isimlerine, Baki, Kerim, Muhyi ve Muhsin ünvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu, dikkat etsen anlarsın.
İşte, insanın mahiyeti ulviye, fıtratı camia olduğundan, binler enva-ı hacat ile binbir esma-i İlahiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre, meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder. Bütün esmaya muhabbet dahi, çünkü o esma Zat-ı Zülcelalin ünvanları ve cilveleri olduğundan, muhabbet-i zatiyeye döner. Şimdi, yalnız nümune olarak, bin bir esmadan yalnız Adl ve Hakem ve Hak ve Rahim isimlerinin bin bir mertebelerinden bir mertebeyi beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Hikmet ve adl içindeki Rahmanür-Rahim ve Hak ismini azami bir dairede görmek istersen, şu temsile bak: Nasıl ki, bir orduda dört yüz muhtelif taifeler bulunduğunu farz ediyoruz ki, herbir taife beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı ayrı, rahatla istimal edeceği silahları ayrı ve mizacına deva olacak ilaçları ayrı oldukları halde, bütün o dört yüz taife, ayrı ayrı, takım bölük tefrik edilmeyerek, belki birbirine karışık olduğu halde, onları kemal-i şefkat ve merhametinden ve harikulade iktidarından ve mucizane ilim ve ihatasından ve fevkalade adalet ve hikmetinden, misilsiz birtek padişah, onların hiçbirini şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak, bütün ayrı ayrı onlara layık elbise, erzak, ilaç ve silahlarını, muinsiz olarak, bizzat kendisi verse, o zat acaba ne kadar muktedir, müşfik, adil, kerim bir padişah olduğunu anlarsın. Çünkü, bir taburda on milletten efrad bulunsa, onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek çok müşkül olduğundan, bilmecburiye, ne cinsten olursa olsun bir tarzda teçhiz edilir.
İşte, öyle de, Cenab-ı Hakkın adl ve hikmet içindeki ism-i Hak ve Rahmanür-Rahimin cilvesini görmek istersen, bahar mevsiminde, zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem, dört yüz bin milletten mürekkep nebatat ve hayvanat ordusuna bak ki, bütün o milletler, o taifeler birbiri içinde oldukları halde, herbirinin libası ayrı, erzakı ayrı, silahı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hacatlarını tedarik edecek iktidarları ve o metalibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizam ile Hak ve Rahman, Rezzak ve Rahim, Kerim ünvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.
İşte, böyle hayret verici muhit bir intizam ve mizan ile yapılan bir işe başkalarının parmakları karışabilir mi? Vahid-i Ehad, Hakim-i Mutlak, Kàdir-i Külli Şeyden başka, bu sanata, bu tedbire, bu rububiyete, bu tedvire hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebep müdahale edebilir?
DÖRDÜNCÜ NÜKTE
Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, valideynime, evladıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik, ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin, Kuranın emrettiği tarzda olsa, neticeleri, faideleri nedir?
Elcevap: Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitap yazmak lazım gelir. Şimdilik, yalnız icmalen bir iki neticeye işaret edilecek. Evvela dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek. Sonra, ahirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:
Sabıkan beyan edildiği gibi, ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin, dünyada belaları, elemleri, meşakkatleri çoktur; safaları, lezzetleri, rahatları azdır. Mesela şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet olur. Muhabbet, firak yüzünden belalı bir hırkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur. ahirette ise, Cenab-ı Hakkın hesabına olmadıkları için, ya faidesizdir veya azaptır (eğer harama girmişse).
Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet nasıl faidesiz kalır?
Elcevap: Ehl-i teslisin İsa a ve Rafızilerin Ali radıyallahu anha muhabbetleri faidesiz kaldığı gibi.Eğer o muhabbetler, Kuranın irşad ettiği tarzda ve Cenab-ı Hakkın hesabına ve muhabbet-i Rahman namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem ahirette güzel neticeleri var.
Amma dünyada ise, leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir.
Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men etmektir.O vakit nefis sana binmez, seni hevasına esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevaya değil, hüdaya sevk edersin.
Refika-i hayatına muhabbetin, madem hüsn-ü siret ve maden-i şefkat ve hediye-i rahmet olduğuna bina edilmiş. O refikaya samimi muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddi hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar oldukça o hal ziyadeleşir, mesudane hayatını geçirirsin. Yoksa, hüsn-ü surete muhabbet nefsani olsa, o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muaşereti de bozar.
Peder ve valideye karşı muhabbetin, Cenab-ı Hak hesabına olduğu için, hem bir ibadet, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyadeleştirirsin. En ali bir hisle, en merdane bir himmetle onların tul-ü ömrünü ciddi arzu edip bekàlarına dua etmek, ta “Onların yüzünden daha ziyade sevap kazanayım” diye samimi hürmetle onların elini öpmek, ulvi bir lezzet-i ruhani almaktır. Yoksa, nefsani, dünya itibarıyla olsa, onlar ihtiyar oldukları ve sana bar olacak bir vaziyete girdikleri zaman, en süfli ve en alçak bir hisle vücutlarını istiskal etmek, sebeb-i hayatın olan o muhterem zatların mevtlerini arzu etmek gibi vahşi, kederli, ruhani bir elemdir.
Evladına muhabbet ise, Cenab-ı Hakkın senin nezaretine ve terbiyene emanet ettiği sevimli, ünsiyetli o mahluklara muhabbet ise, saadetli bir muhabbet, bir nimettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle meyusane feryad edersin. Sabıkan geçtiği gibi, “Onların Halıkları hem Hakim, hem Rahim olduğundan, onlar hakkında o mevt bir saadettir” dersin. Senin hakkında da, onları sana veren Zatın rahmetini düşünürsün, firak eleminden kurtulursun.
Ahbaplara muhabbetin ise, madem Allah içindir. O ahbapların firakları, hatta ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mani olmadığı için, o manevi muhabbet ve ruhani irtibattan istifade edersin. Ve mülakat lezzeti daimi olur. Allah için olmazsa, bir günlük mülakat lezzeti, yüz günlük firak elemini netice verir.
Enbiya ve evliyaya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgah görünen alem-i berzah, o nuranilerin vücutlarıyla tenevvür etmiş menzilgahları suretinde sana göründüğü için, o aleme gitmeye tevahhuş, tedehhüş değil, belki bilakis temayül ve iştiyak hissini verir; hayat-ı dünyeviyenin lezzetini kaçırmaz. Yoksa, onların muhabbeti, ehl-i medeniyetin meşahir-i insaniyeye muhabbeti nevinden olsa, o kamil insanların fena ve zevallerini ve mazi denilen mezar-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilave eder. Yani, “Öyle kamilleri çürüten bir mezara ben de gireceğim” diye düşünür, mezaristana endişeli bir nazarla bakar, ah çeker. Evvelki nazarda ise, cisim libasını mazide bırakıp kendileri istikbal salonu olan berzah aleminde kemal-i rahatla ikametlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkarane bakar.
Hem güzel şeylere muhabbetin, madem Sanileri hesabınadır, “Ne güzel yapılmışlar” tarzındadır. O muhabbetin bir leziz tefekkür olduğu halde, hüsünperest, cemalperest zevkinin nazarını daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemal mertebelerinin definelerine yol açar, baktırır. Çünkü, o güzel asardan efal-i İlahiyenin güzelliğine intikal ettirir. Ondan esmanın güzelliğine, ondan sıfatın güzelliğine, ondan Zat-ı Zülcelalin cemal-i bimisaline karşı kalbe yol açar. İşte bu muhabbet bu surette olsa, hem lezzetlidir, hem ibadettir ve hem tefekkürdür.
Gençliğe muhabbetin ise, madem Cenab-ı Hakkın güzel bir nimeti cihetinde sevmişsin. Elbette onu ibadette sarf edersin, sefahette boğdurup öldürmezsin. Öyle ise, o gençlikte kazandığın ibadetler, o fani gençliğin baki meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin iyilikleri olan baki meyvelerini elde ettiğin halde, gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem ihtiyarlıkta daha ziyade ibadete muvaffakiyet ve merhamet-i İlahiyeye daha ziyade liyakat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede “Eyvah, gençliğim gitti” diye teessüf edip gençliğe ağlamayacaksın. Nasıl ki, öylelerin birisi demiş:
لَيْتَ الشَّبَابَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشِيبُ
Yani, “Keşke gençliğim birgün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma neler getirdiğini şekva ederek haber verecektim.”
Bahar gibi ziynetli meşherlere muhabbet ise, madem sanat-ı İlahiyeyi seyran itibarıyladır. O baharın gitmesiyle, temaşa lezzeti zail olmaz. Çünkü, bahar, yaldızlı bir mektup gibi verdiği manaları her vakit temaşa edebilirsin. Senin hayalin ve zaman, ikisi de sinema şeritleri gibi, sana o temaşa lezzetini idame ettirmekle beraber, o baharın manalarını, güzelliklerini sana tazelendirirler. O vakit muhabbetin esefli, elemli, muvakkat olmaz; lezzetli, safalı olur.
Dünyaya muhabbetin ise, madem Cenab-ı Hakkın namınadır. O vakit dünyanın dehşetli mevcudatı, sana ünsiyetli bir arkadaş hükmüne geçer. Mezraa-i ahiret cihetiyle sevdiğin için, herşeyinde ahirete faide verecek bir sermaye, bir meyve alabilirsin. Ne musibetleri sana dehşet verir, ne zeval ve fenası sana sıkıntı verir. Kemal-i rahatla o misafirhanede müddet-i ikametini geçirirsin. Yoksa, ehl-i gaflet gibi seversen, yüz defa sana söylemişiz ki, sıkıntılı, ezici, boğucu, fenaya mahkum, neticesiz bir muhabbet içinde boğulur, gidersin.
İşte, bazı mahbupların, Kuranın irşad ettiği surette olduğu vakit, herbirisinden yüzde ancak bir letafetini gösterdik. Kuranın gösterdiği yolda olmazsa, yüzden bir mazarratına işaret ettik. Şimdi, şu mahbupların, dar-ı bekada, alem-i ahirette, Kuran-ı Hakimin ayat-ı beyyinatıyla işaret ettiği neticeleri işitmek ve anlamak istersen, işte o çeşit meşru muhabbetlerin dar-ı ahiretteki neticelerini bir Mukaddime ve Dokuz İşaret ile, yüzden bir faidesini icmalen göstereceğiz.
MUKADDİME: Cenab-ı Hak, celil uluhiyetiyle, cemil rahmetiyle, kebir rububiyetiyle, kerim refetiyle, azim kudretiyle, latif hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyatla, bu derece cevarih ve cihazatla ve muhtelif aza ve alatla ve mütenevvi letaif ve maneviyatla teçhiz ve tezyin etmiştir ki, ta mütenevvi ve pek çok alat ile, hadsiz enva-ı nimetini, aksam-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, ta bin bir esmasının hadsiz enva-ı tecelliyatlarını, insana o alat ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin.
Ve o insandaki pek kesretli alat ve cihazatın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubudiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükafatı vardır.
Mesela, göz, suretlerdeki güzelliklerini ve alem-i mubsaratta güzel mucizat-ı kudretin envaını temaşa eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Saniine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem malumdur, tarife hacet yok.
Mesela, kulak, sadaların envalarını, latif nağmelerini ve mesmuat aleminde Cenab-ı Hakkın letaif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubudiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükafatı var.
Mesela, kuvve-i şamme, kokular taifesindeki letaif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i şükraniyesi, bir lezzeti vardır. Elbette mükafatı dahi vardır.
Mesela, dildeki kuvve-i zaika, bütün matumatın ezvakını anlamakla, gayet mütenevvi bir şükr-ü manevi ile vazife görür.
Ve hakeza, bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letaifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.
İşte, Cenab-ı Hak ve Hakim-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazatın elbette herbirerlerine layık ücretlerini verecektir. O müteaddit enva-ı muhabbetin sabıkan beyan edilen dünyadaki muaccel neticelerini, herkes vicdan ile hisseder ve bir hads-i sadık ile ispat edilir. ahiretteki neticeleri ise, katiyen vücutları ve tahakkukları, icmalen Onuncu Sözün on iki hakikat-i kàtıa-i satıasıyla ve Yirmi Dokuzuncu Sözün altı esas-ı bahiresiyle ispat edildiği gibi, tafsilen
اَصْدَقُ الْكَلاَمِ وَاَبْلَغُ النِّظَامِ كَلاَمُ اللهِ الْمَلِكِ الْعَزِيزِ الْعَلاَّمِ
olan Kuran-ı Hakimin ayat-ı beyyinatıyla, tasrih ve telvih ve remiz ve işaratıyla katiyen sabittir. Daha uzun burhanları getirmeye lüzum yok. Zaten başka Sözlerde ve Cennete dair Yirmi Sekizinci Sözün Arabi olan İkinci Makamında ve Yirmi Dokuzuncu Sözde çok burhanlar geçmiştir.
BİRİNCİ İŞARET: Leziz taamlara, hoş meyvelere şakirane muhabbet-i meşruanın uhrevi neticesi, Kuranın nassıyla, Cennete layık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyane bir muhabbettir. Hatta dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin “Elhamdü lillah” kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada “Elhamdü lillah” yersin. Ve nimette ve taam içinde inam-ı İlahiyi ve iltifat-ı Rahmaniyi gördüğünden, o lezzetli şükr-ü manevi, Cennette gayet leziz bir taam suretinde sana verileceği, hadisin nassıyla, Kuranın işaratıyla ve hikmet ve rahmetin iktizasıyla sabittir.
İKİNCİ İŞARET: Dünyada meşru bir surette nefsine muhabbet, yani, mehasinine bina edilen muhabbet değil, belki noksaniyetlerini görüp tekmil etmeye bina edilen şefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevk etmek neticesi, o nefse layık mahbupları Cennette veriyor. Nefis madem dünyada heva ve hevesini Cenab-ı Hak yolunda hüsn-ü istimal etmiş. Cihazatını, duygularını hüsn-ü suretle istihdam etmiş. Kerim-i Mutlak, ona dünyadaki meşru ve ubudiyetkarane muhabbetin neticesi olarak, Cennette, Cennetin yetmiş ayrı ayrı enva-ı ziynet ve letafetinin nümuneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hasseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş enva-ı hüsünle vücudunu süslendirip, herbiri ruhlu küçük birer Cennet hükmünde olan hurileri o dar-ı bekàda vereceği, pek çok ayat ile tasrih ve ispat edilmiştir.Hem dünyada gençliğe muhabbet, yani, ibadette gençlik kuvvetini sarf etmenin neticesi, dar-ı saadette ebedi bir gençliktir.
ÜÇÜNCÜ İŞARET: Refika-i hayatına meşru dairesinde, yani latif şefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü siretine binaen samimi muhabbet ile refika-i hayatını da naşizelikten, sair günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise, Rahim-i Mutlak, o refika-i hayatı, hurilerden daha güzel bir surette ve daha ziynetli bir tarzda, daha cazibedar bir şekilde, ona dar-ı saadette ebedi bir refika-i hayatı ve dünyadaki eski maceraları birbirine mütelezzizane nakletmek ve eski hatıratı birbirine tahattur ettirecek enis, latif, ebedi bir arkadaş, bir muhib ve mahbub olarak verileceğini vaad etmiştir.Elbette vaad ettiği şeyi kati verecektir.
DÖRDÜNCÜ İŞARET: Valideyn ve evlada muhabbet-i meşruanın neticesi, nass-ı Kuran ile, Cenab-ı Erhamürrahimin, onların makamları ayrı ayrı da olsa, yine o mesut aileye safi olarak lezzet-i sohbeti, Cennete layık bir hüsn-ü muaşeret suretinde, dar-ı bekàda ebedi mülakat ile ihsan eder. Ve on beş yaşına girmeden, yani hadd-i büluğa vasıl olmadan vefat eden çocuklar, وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ ile tabir edilen Cennet çocukları şeklinde ve Cennete layık bir tarzda, gayet süslü, sevimli bir surette, onları Cennette dahi peder ve validelerinin kucaklarına verir, veledperverlik hislerini memnun eder, ebedi o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden, ebedi, sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar.Dünyadaki her lezzetli şeyin en alası Cennette bulunur.Yalnız, çok şirin olan veledperverlik, yani çocuklarını sevip okşamak zevki, Cennet tenasül yeri olmadığından, Cennette yoktur zannedilirdi. İşte bu surette o dahi vardır. Hem en zevkli ve en şirin bir tarzda vardır.İşte, kablelbüluğ evladı vefat edenlere müjde!
BEŞİNCİ İŞARET: Dünyada اَلْحُبُّ فِى اللهِ hükmünce salih ahbaplara muhabbetin neticesi, Cennette عَلٰى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ ile tabir edilen, karşı karşıya
kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturup, hoş, şirin, güzel, tatlı bir surette, dünya maceralarını ve kadim olan hatıratlarını birbirine nakledip eğlendirmeleri suretinde, firaksız, safi bir muhabbet ve sohbet suretinde ahbaplarıyla görüştüreceği, Kuranın nassıyla sabittir.
ALTINCI İŞARET: Enbiya ve evliyaya Kuranın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi, o enbiya ve evliyanın şefaatlerinden berzahda, haşirde istifade etmekle beraber, gayet ulvi ve onlara layık makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.Evet, اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ sırrınca, adi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği ali-makam bir zatın tebaiyetiyle girebilir.
YEDİNCİ İŞARET: Güzel şeylere ve bahara meşru muhabbetin, yani, “ne kadar güzel yapılmış” nazarıyla, o asarın arkasındaki efalin güzelliğini ve intizamını ve intizam-ı efal arkasındaki güzel esmanın cilvelerini ve o güzel esmanın arkasında sıfatın tecelliyatını ve hakeza, sevmekliğin neticesi ise, dar-ı bekada o güzel gördüğü masnuattan bin defa daha güzel bir tarzda esmanın cilvesini ve esma içindeki cemal ve sıfatını, Cennette görmektir. Hatta İmam-ı Rabbani demiş ki: “Letaif-i Cennet, cilve-i esmanın temessülatıdır.” Teemmel!
SEKİZİNCİ İŞARET: Dünyada, dünyanın ahiret mezraası ve esma-i İlahiye ayinesi olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirane muhabbetin uhrevi neticesi, dünya kadar, fakat fani dünya gibi fani değil, baki bir Cennet verilecektir. Hem dünyada yalnız zayıf gölgeleri gösterilen esma, o Cennetin ayinelerinde en şaşaalı bir surette gösterilecektir.
Hem dünyayı mezraa-i ahiret yüzünde sevmenin neticesi, dünyayı fidanlık, yani ancak fidanları bir derece yetiştiren küçük bir mezraası hükmünde olacak öyle bir Cenneti verecek ki, dünyada havas ve hissiyat-ı insaniye küçük fidanlar olduğu halde, Cennette en mükemmel bir surette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidatları, enva-ı lezaiz ve kemalatla sünbüllenecek surette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası olduğu gibi, hadisin nususuyla ve Kuranın işaratıyla sabittir.
Hem madem dünyanın, her hatanın başı olan mezmum muhabbeti değil, belki esmaya ve ahirete bakan iki yüzünü, esma ve ahiret için sevmiş ve ibadet-i fikriye ile o yüzleri mamur etmiş, güya bütün dünyasıyla ibadet etmiş. Elbette dünya kadar bir mükafat alması, mukteza-yı rahmet ve hikmettir. Hem madem ahiretin muhabbetiyle onun mezraasını sevmiş ve Cenab-ı Hakkın muhabbetiyle ayine-i esmasını sevmiş. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da dünya kadar bir Cennettir.
Sual: O kadar büyük ve hali bir Cennet neye yarar?
Elcevap: Nasıl ki, eğer mümkün olsaydı, hayal süratiyle zemin aktarını ve yıldızların ekserini gezsen, “Bütün alem benimdir” diyebilirsin. Melaike ve insan ve hayvanların iştirakleri, senin o hükmünü bozmaz. Öyle de, o Cennet dahi dolu olsa, “O Cennet benimdir” diyebilirsin. Hadiste “Bazı ehl-i Cennete verilen beş yüz senelik bir Cennet” sırrı,Yirmi Sekizinci Sözde ve İhlas Lemasında beyan edilmiştir.
DOKUZUNCU İŞARET: İman ve muhabbetullahın neticesi, ehl-i keşif ve tahkikin ittifakıyla, dünyanın bin sene hayat-ı mesudanesi bir saatine değmeyen Cennet hayatı; ve Cennet hayatının dahi bin senesi bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsi, münezzeh cemal ve kemal sahibi olan Zat-ı Zülcelalin müşahedesi, rüyetidir ki, hadis-i kati ile ve Kuranın nassıyla sabittir. Süleyman gibi muhteşem bir kemal ile meşhur bir zatın rüyetine iştiyaklı bir merak, Yusuf gibi bir cemal ile mümtaz bir zatın şuhuduna meraklı bir iştiyak, herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanın bütün mehasin ve kemalatından binler derece yüksek olan Cennetin bütün mehasin ve kemalatı, bir cilve-i cemali ve kemali olan bir Zatın rüyeti ne kadar mergub, merak-aver ve şuhudu ne derece matlub ve iştiyakaver olduğunu kıyas edebilirsen et.
اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا فِى الدُّنْيَا حُبَّكَ وَحُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ وَاْلاِسْتِقَامَةَ كَمَا اَمَرْتَ وَفِى اْلاٰخِرَةِ رَحْمَتَكَ وَرُؤْيَتَكَ
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ اٰمِينَ
Tenbih
Şu Sözün ahirinde uzun tafsilatı uzun görme. Ehemmiyetine nisbeten kısadır; daha uzun ister.
Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki, işarat-ı Kuraniye namına hakikattir. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur. Eğer yanlış birşey gördünüz; muhakkak biliniz ki, haberim olmadan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.
Münacat
Ya Rab! Nasıl büyük bir sarayın kapısını çalan bir adam, açılmadığı vakit, o sarayın kapısını, diğer makbul bir zatın sarayca menus sadasıyla çalar, ta ona açılsın. Öyle de, biçare ben dahi, Senin dergah-ı rahmetini, mahbub abdin olan Üveysül-Karaninin nidasıyla ve münacatıyla şöyle çalıyorum. O dergahını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç. Ekulü kema kàle:
اِلٰهِى اَنْتَ رَبِّى وَاَنَا الْعَبْدُ…. وَاَنْتَ الْخَالِقُ وَاَنَا الْمَخْلُوقُ
وَاَنْتَ الرَّزَّاقُ وَاَنَا الْمَرْزُوقُ…. وَاَنْتَ الْمَالِكُ وَاَنَا الْمَمْلُوكُ
وَاَنْتَ الْعَزِيزُ وَاَنَا الذَّلِيلُ…. وَاَنْتَ الْغَنِّىُ وَاَنَا الْفَقِيرُ
وَاَنْتَ الْحَىُّ وَاَنَا الْمَيِّتُ…. وَاَنْتَ الْبَاقِى وَاَنَا الْفَانِى
وَاَنْتَ الْكَرِيمُ وَاَنَا اللَّئِيمُ…. وَاَنْتَ الْمُحْسِنُ وَاَنَا الْمُسِيئُ
وَاَنْتَ الْغَفُورُ وَاَنَا الْمُذْنِبُ…. وَاَنْتَ الْعَظِيمُ وَاَنَا الْحَقِيرُ
وَاَنْتَ الْقَوِىُّ وَاَنَا الضَّعِيفُ…. وَاَنْتَ الْمُعْطِى وَاَنَا السَّۤائِلُ
وَاَنْتَ اْلاَمِينُ وَاَنَا الْخَۤائِفُ…. وَاَنْتَ الْجَوَّادُ وَاَنَا الْمِسْكِينُ
وَاَنْتَ الْمُجِيبُ وَاَنَا الدَّاعِى…. وَاَنْتَ الشَّافِى وَاَنَا الْمَرِيضُ
فَاغْفِرْلِى ذُنُوبىِ وَتَجَاوَزْ عَنِّى وَاشْفِ اَمْرَاضِى يَۤا اَللهُ يَاكَافِى يَا رَبِّ يَا وَافِى يَا رَحِيمُ يَا شَافِى يَا كَرِيمُ يَا مُعَافِى فَاعْفُ عَنِّى مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ وَعَافِنِى مِنْ كُلِّ دَاٍۤء وَارْضَ عَنِّى اَبدًا بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ