Bekà-i ruh ve melaike ve haşre dairdir.
اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ تَنَزَّلُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ
قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى
Şu makam, iki maksad-ı esas ile bir mukaddimeden ibarettir.
Mukaddime
MELaKE ve ruhaniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar katidir denilebilir. Evet, On Beşinci Sözün Birinci Basamağında beyan edildiği gibi, hakikat katiyen iktiza eder ve hikmet yakinen ister ki, zemin gibi, semavatın dahi sekeneleri bulunsun ve zişuur sekeneleri olsun ve o sekeneler o semavata münasip bulunsun. Şeriatin lisanında, pek çok muhtelifül-cins olan o sekenelere “melaike ve ruhaniyat” tesmiye edilir.
Evet, hakikat böyle iktiza eder. Zira, şu zeminimiz, semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zişuur mahluklarla doldurulması, ara sıra boşaltıp yeniden yeni zişuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi olan, müzeyyen kasırlar misali olan semavat dahi, nur-u vücudun nuru olan zihayat ve zihayatın ziyası olan zişuur ve zevilidrak mahluklarla elbette doludur. O mahluklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı alemin seyircileri ve şu kainat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellallarıdırlar. Külli ve umumi ubudiyetleriyle, kainatın büyük ve külli mevcudatın tesbihatlarını temsil ediyorlar.
Evet, şu kainatın keyfiyatı, onların vücutlarını gösteriyor. Çünkü, kainatı had ve hesaba gelmeyen dakik sanatlı tezyinat ve o manidar mehasinle ve hikmettar nukuşla süslendirip tezyin etmesi, bilbedahe, ona göre mütefekkir istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister, vücutlarını talep eder. Evet, nasıl ki hüsün elbette bir aşık ister. Taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü sanat içinde gıda-yı ervah ve kut-u kulub, elbette melaike ve ruhanilere bakar, gösterir.
Madem bu nihayetsiz tezyinat, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubudiyet ister. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezarete, şu vüsatli ubudiyete karşı, milyondan ancak birisini yapabilir. Demek, bu nihayetsiz ve çok mütenevvi olan şu vezaif ve ibadete, nihayetsiz melaike envaları, ruhaniyat ecnasları lazımdır ki, şu mescid-i kebir-i alemi saflarıyla doldurup şenlendirsin.
Evet, şu kainatın herbir cihetinde, herbir dairesinde, ruhaniyat ve melaikelerden birer taife, birer vazife-i ubudiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. Bazı rivayat-ı ehadisiyenin işaratıyla ve şu intizam-ı alemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı camide-i seyyare, yıldızlar seyyaratından tut, ta yağmur kataratına kadar, bir kısım melaikenin sefine ve merakibidirler. O melaikeler, bu seyyarelere izn-i İlahi ile binerler, alem-i şehadeti seyredip gezerler ve o merkeplerinin tesbihatını temsil ederler.
Hem denilebilir: Bir kısım hayattar ecsam, bir hadiste “Ehl-i Cennet ruhları, berzah aleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve Cennette gezerler” diye işaret ettiği, “tuyurun hudrun” tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, ta sineklere kadar, bir cins ervahın tayyareleridir. Onlar, bunların içine emr-i Hakla girerler, alem-i cismaniyatı seyredip, o hayattar cesetlerdeki göz, kulak gibi duygularıyla, alem-i cismanideki mucizat-ı fıtratı temaşa ediyorlar, tesbihat-ı mahsusalarını eda ediyorlar.
İşte, nasıl hakikat böyle iktiza ediyor. Hikmet dahi aynen öyle iktiza eyliyor. Çünkü, şu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan ve şu küduretli ve nur-u hayata münasebeti pek cüzi olan sudan, mütemadiyen, hummalı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevilidraki halk eden Fatır-ı Hakim, elbette, ruha çok layık ve hayata çok münasip şu nur denizinden ve hatta şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sair madde-i latifeden bir kısım zişuur mahlukları vardır. Hem pek çok kesretli olarak vardır.
Birinci Maksat
MELaKENİN tasdiki, imanın bir rüknüdür. Şu Maksatta, dört nükte-i esasiye vardır.
BİRİNCİ ESAS
Vücudun kemali, hayat iledir. Belki vücudun hakiki vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır. Hayat herşeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, herşeyi, herbir zihayat olan şeye mal eder; birşeyi bütün eşyaya malik hükmüne geçirir. Hayat ile, bir şey-i zihayat diyebilir ki, “Şu bütün eşya malımdır. Dünya hanemdir. Kainat, Malikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.”
Nasıl ki ziya, ecsamın görülmesine sebeptir ve renklerin—bir kavle göre—sebeb-i vücududur. Öyle de, hayat dahi mevcudatın keşşafıdır. Keyfiyatın tahakkukuna sebeptir. Hem cüzi bir cüzü, küll ve külli hükmüne getirir. Ve külli şeyleri bir cüze sığıştırmaya sebeptir. Ve hadsiz eşyayı iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medar, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemalat-ı vücudun umumuna sebeptir. Hatta hayat, kesret tabakatında bir çeşit tecelli-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir ayinesidir.
Bak, hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa, yetimdir, gariptir, yalnızdır. Münasebeti, yalnız oturduğu mekanla ve ona karışan şeylerle vardır. Başka, kainatta ne varsa, o dağa nisbeten madumdur. Çünkü, ne hayatı var ki hayatla alakadar olsun, ne şuuru var ki taalluk etsin. Şimdi, bak küçücük bir cisme, mesela balarısına: Hayat ona girdiği anda, bütün kainatla öyle münasebet tesis eder ki, bütün kainatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebatatlarıyla öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: “Şu arz benim bahçemdir, ticarethanemdir.” İşte, zihayattaki meşhur havass-ı zahire ve batına duygularından başka, gayr-ı meşur, saika ve şaika hisleriyle beraber, o arı, dünyanın ekser envaıyla ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahip olur.
İşte, en küçük zihayatta hayat böyle tesirini gösterse, elbette hayat, tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki, hayatın ziyası olan şuur ile, akıl ile, bir insan, kendi hanesindeki odalarda gezdiği gibi, o zihayat, kendi aklıyla avalim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismaniyede gezer. Yani, o zişuur ve zihayat, manen o alemlere misafir gittiği gibi, o alemler dahi o zişuurun mirat-ı ruhuna misafir olup, irtisam ve temessül ile geliyorlar.
Hayat, Zat-ı Zülcelalin en parlak bir burhan-ı vahdeti ve en büyük bir maden-i nimeti ve en latif bir tecelli-i merhameti ve en hafi ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i sanatıdır.
Evet, hafi ve dakiktir. Çünkü, enva-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebatın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşvünema bulması—o derece zahir ve kesrette ve mebzuliyette—ülfet içinde, zaman-ı ademden beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır. Hakikati, hakiki olarak beşerin aklıyla keşfedilmemiş.
Hem hayat o kadar nezih ve temizdir ki, iki vechi, yani mülk ve melekutiyet vecihleri temizdir, paktır, şeffaftır. Dest-i kudret, esbabın perdesini vaz etmeyerek, doğrudan doğruya mübaşeret ediyor. Fakat sair şeylerdeki umur-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen napak keyfiyat-ı zahiriyeye menşe olmak için, esbab-ı zahiriyeyi perde etmiştir.
Elhasıl: Denilebilir ki, hayat olmazsa, vücut vücut değildir, ademden farkı olmaz. Hayat ruhun ziyasıdır. Şuur hayatın nurudur. Madem ki hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem şu alemde bilmüşahede bir intizam-ı kamil-i ekmel vardır. Ve şu kainatta bir itkan-ı muhkem, bir insicam-ı ahkem görünüyor. Madem şu biçare, perişan küremiz, sergerdan zeminimiz bu kadar had ve hesaba gelmez zevilhayat ile, zevilervah ile ve zevilidrak ile dolmuştur. Elbette sadık bir hads ile ve kati bir yakin ile hükmolunur ki, şu kusur-u semaviye ve şu buruc-u samiyenin dahi kendilerine münasip zihayat, zişuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi o nurani sekeneler bulunur. Nar, nuru yakmaz. Belki ateş ışığa medet verir.
Madem kudret-i ezeliye, bilmüşahede, en adi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zihayat ve ziruhu halk eder; ve gayet ehemmiyetle, madde-i kesifeyi, hayat vasıtasıyla madde-i latifeye çevirir; ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor; ve şuur ziyasıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette, o Kadir-i Hakim, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle, nur gibi, esir gibi, ruha yakın ve münasip olan sair seyyalat-ı latife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, camid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, hatta zulmetten, hatta esir maddesinden, hatta manalardan, hatta havadan, hatta kelimelerden zihayat, zişuuru kesretle halk eder ki, hayvanatın pek çok muhtelif ecnasları gibi pek çok muhtelif ruhani mahlukları, o seyyalat-ı latife maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melaike, bir kısmı da ruhani ve cin ecnaslarıdır.
Melaikelerin ve ruhanilerin kesretle vücutlarını kabul etmek ne derece hakikat ve bedihi ve makul olduğunu ve Kuranın beyan ettiği gibi onları kabul etmeyen ne derece hilaf-ı hakikat ve hilaf-ı hikmet bir hurafe, bir dalalet, bir hezeyan, bir divanelik olduğunu, şu temsile bak, gör:
İki adam, biri bedevi, vahşi, diğeri medeni, aklı başında olarak, arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medeni, muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye, bir fabrikaya rastgeliyorlar. Görüyorlar ki, o hane amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acip bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hanenin etrafı da ziruh ve zihayatlarla doludur. Fakat onların medar-ı taayyüşü ve hususi şerait-i hayatiyeleri vardır ki, onların bir kısmı akilün-nebattır, yalnız nebatatla yaşıyorlar. Diğer bir kısmı akilüs-semektir, balıktan başka birşey yemiyorlar.
O iki adam bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, ali kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş destgahlar ve vüsatli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz zayıflığıyla veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle, o sarayın sekeneleri o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hanedeki şerait-i hayatiye o saraylarda bulunmuyor.
O vahşi, bedevi, hiç şehir görmemiş adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerait-i hayat orada bulunmadığından, der: “O saraylar, sekenelerden halidir, boştur, ziruh içinde yoktur” der, vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar.
İkinci adam der ki: Ey bedbaht! Şu hakir, küçük haneyi görüyorsun ki, ziruhla, amelelerle doldurulmuş. Ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hane etrafında boş bir yer yoktur; zihayat ve ziruhla doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinatın, şu sanatlı sarayların, onlara münasip ali sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerait-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliğiyle sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rüyet, adem-i vücuda delalet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz.
İşte, şu temsil gibi, ecram-ı ulviye ve ecsam-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafetiyle beraber bu kadar hadsiz ziruhların, zişuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüzleri dahi birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve bilbedahe ve bit-tarikıl-evla ve bil-hadsis-sadık ve bil-yakinil-kati delalet eder, şehadet eyler, ilan eder ki, şu nihayetsiz feza-yı alem ve şu muhteşem semavat, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zişuur, zihayat, ziruhlarla doludur. Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esirden ve hatta elektrikten ve sair seyyalat-ı latifeden halk olunan o zihayat ve o ziruhlara ve o zişuurlara, Şeriat-ı Garra-yı Muhammediye (aleyhissalatü vesselam), Kuran-ı Mucizül-Beyan, “melaike ve can ve ruhaniyattır” der, tesmiye eder.
Melaikenin ise, ecsamın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pek çok ecnas-ı muhtelifeleri vardır.
ŞU NÜKTE-İ ESASİYENİN HaTİMESİ:
Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücut ona musahhar kalsın ve tabi olsun. Belki, madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana hayattır, ruhtur.
Hem, bilmüşahede, madde mahdum değil ki, herşey ona irca edilsin. Belki hadimdir, bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat hayattır. O hakikatin esası da ruhtur.
Bilbedahe, madde hakim değil ki, ona müracaat edilsin, kemalat ondan istenilsin.
Belki mahkumdur; bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollarla hareket eder. İşte o esas hayattır, ruhtur, şuurdur.
Hem, bizzarure, madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki, işler ve kemalat ona takılsın, ona bina edilsin. Belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir.
Görülmüyor mu ki, gözle görülmeyen hurdebini bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki, maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde asar-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüt ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça, ruh alemine, hayat alemine, şuur alemine yaklaşıyor gibi, hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor.
İşte, hiç mümkün müdür ki, bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan alem-i batın, ziruh ve zişuurlarla dolu olmasın? Hiç mümkün müdür ki, şu maddiyat ve alem-i şehadetteki mananın ve ruhun ve hayatın ve hakikatin şu hadsiz tereşşuhatı ve lemeat ve semeratının menabii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine irca edilip izah edilsin? Haşa ve kata ve asla! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemeat gösteriyor ki, şu alem-i maddiyat ve şehadet ise, alem-i melekut ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.
İKİNCİ ESAS
Melaikenin vücuduna ve ruhanilerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icma-ı manevi ile, tabirde ihtilaflarıyla beraber, bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek, bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir. Hatta, maddiyatta çok ileri giden hükema-i işrakıyyunun meşaiyyun kısmı, melaikenin manasını inkar etmeyerek, “Herbir nevin bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri vardır” derler. Melaikeyi öyle tabir ediyorlar. Eski hükemanın işrakıyyun kısmı dahi, melaikenin manasında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak “ukul-u aşere” ve “erbabül-enva” diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyan, “melekül-cibal, melekül-bihar, melekül-emtar” gibi, her neve göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadıyla bulunduğunu kabul ederek, o namlarla tesmiye ediyorlar. Hatta, akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemadat derecesine manen sukut etmiş olan maddiyyun ve tabiiyyun dahi, melaikenin manasını inkar edemeyerek, “kuva-yı sariye” namıyla bir cihette kabule mecbur olmuşlar.
Ey melaike ve ruhaniyatın kabulünde tereddüt gösteren biçare adam! Neye istinad ediyorsun, hangi hakikate güveniyorsun ki, bütün ehl-i akıl bilerek, bilmeyerek melaikenin manasının sübutuna ve tahakkukuna ve ruhanilerin tahakkukları hakkında ittifaklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun? Madem ki Birinci Esasta ispat edildiği gibi, hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki neticesidir, zübdesidir. Bütün ehl-i akıl, mana-yı melaikenin kabulünde manen müttefiktirler. Ve şu zeminimiz, bu kadar zihayat ve ziruhlarla şenlendirilmiştir. Şu halde hiç mümkün olur mu ki, şu feza-yı vasia sekenelerden, şu semavat-ı latife mutavattininden hali kalsın?
Hiç hatırına gelmesin ki, şu hilkatte cari olan namuslar, kanunlar, kainatın hayattar olmasına kafi gelir. Çünkü, o cereyan eden namuslar, şu hükmeden kanunlar itibari emirlerdir, vehmi düsturlardır; ademi sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melaike denilen ibadullah olmazsa, o namuslara, o kanunlara bir vücut taayyün edemez, bir hüviyet teşahhus edemez, bir hakikat-i hariciye olamaz. Halbuki, hayat bir hakikat-i hariciyedir. Vehmi bir emir, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez.
Elhasıl: Madem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashab-ı akıl ve nakil manen ittifak etmişler ki, mevcudat şu alem-i şehadete münhasır değildir. Hem madem, zahir olan alem-i şehadet, camid ve teşekkül-ü ervaha namuvafık olduğu halde, bu kadar ziruhlarla tezyin edilmiş. Elbette, vücut ona münhasır değildir. Belki daha çok tabakat-ı vücut vardır ki, alem-i şehadet onlara nisbeten münakkaş bir perdedir.
Hem madem, denizin balığa nisbeti gibi, ervaha muvafık olan alem-i gayb ve alem-i mana ervahlarla dolu olmak iktiza eder. Hem madem bütün emirler mana-yı melaikenin vücuduna şehadet ederler. Elbette, bilaşek vela şüphe, melaike vücutlarının ve ruhani hakikatlerinin en güzel sureti ve ukul-ü selime kabul edecek ve istihsan edecek en makul keyfiyeti odur ki, Kuran şerh ve beyan etmiştir. O Kuran-ı Mucizül-Beyan der ki: “Melaike, ibad-ı mükerremdir. Emre muhalefet etmezler. Ne emrolunsa onu yaparlar.”
Melaike, ecsam-ı latife-i nuraniyedirler. Muhtelif nevilere münkasımdırlar. Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir; kelam sıfatından gelen şeriat-i İlahiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. Öyle de, melaike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı irade sıfatından gelen şeriat-i tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i Hakiki olan kudret-i fatıranın ve irade-i ezeliyenin emirlerine tabi bir nevi ibadullahtırlar ki, ecram-ı ulviyenin herbiri onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler.
ÜÇÜNCÜ ESAS
Mesele-i melaike ve ruhaniyat o mesaildendir ki, tek bir cüzün vücudu ile bir küllün tahakkuku bilinir; birtek şahsın rüyeti ile umum nevin vücudu malum olur. Çünkü kim inkar ederse külliyen inkar eder. Birtekini kabul eden, o nevin umumunu kabul etmeye mecburdur.
Madem öyledir, işte bak: Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki, bütün ehl-i edyan, bütün asırlarda, zaman-ı ademden şimdiye kadar melaikenin vücuduna ve ruhanilerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın taifeleri birbirinden bahsi ve muhaveresi ve rivayeti gibi, meleklerle muhavere edilmesine ve onların müşahedesine ve onlardan rivayet edilmesine icma etmişlerdir. Acaba, hiçbir fert melaikelerden bilbedahe görünmezse, hem bilmüşahede bir şahsın veya müteaddit eşhasın vücudu kati bilinmezse, hem onların bilbedahe, bilmüşahede vücutları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki, böyle bir icma ve ittifak devam etsin ve böyle müsbet ve vücudi bir emirde ve şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevatüren o ittifak devam etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, şu itikad-ı umuminin menşei, mebadi-i zaruriye ve bedihi emirler olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, hakikatsiz bir vehim, bütün inkılabat-ı beşeriyede, bütün akaid-i insaniyede istimrar etsin, bekà bulsun? Hem hiç mümkün müdür ki, şu ehl-i edyanın, bu icma-ı azimin senedi, bir hads-i kati olmasın, bir yakin-i şuhudi olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, o hads-i kati, o yakin-i şuhudi hadsiz emarelerden ve o emareler hadsiz müşahedat vakıalarından ve o müşahedat vakıaları, şeksiz ve şüphesiz, mebadi-i zaruriyeye istinad etmesin? Öyle ise, şu ehl-i edyandaki bu itikadat-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevatür-ü manevi kuvvetini ifade eden pek çok kerrat ile melaike müşahedelerinden ve ruhanilerin rüyetlerinden hasıl olan mebadi-i zaruriyedir, esasat-ı katiyedir.
Hem hiç mümkün müdür, hiç makul müdür, hiç kabil midir ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye semasının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan enbiya ve evliya, tevatür suretiyle ve icma-ı manevi kuvvetiyle ihbar ettikleri ve şehadet ettikleri melaike ve ruhaniyatın vücutları ve müşahedeleri bir şüphe kabul etsin, bir şekke medar olsun? Bahusus onlar şu meselede ehl-i ihtisastırlar. Malumdur ki, iki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar. Hem şu meselede ehl-i ispattırlar. Malumdur ki, iki ehl-i ispat, binler ehl-i nefiy ve inkara müreccahtırlar.
Ve bilhassa, kainat semasında daim parlayan ve hiçbir vakit gurub etmeyen, alem-i hakikatin şemsüş-şumusu olan Kuran-ı Mucizül-Beyanın ihbaratı ve risalet güneşi olan Zat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) şehadatı ve müşahedatı, hiç kabil midir ki, bir şüphe kabul etsin?
Madem tek bir ruhaniyatın vücudu bir zamanda tahakkuk etse, şu nevin umumen tahakkukunu gösteriyor. Ve madem şu nevin vücudu tahakkuk ediyor. Elbette onların suret-i tahakkukunun en ahseni, en makulü, en makbulü, şeriatin şerh ettiği gibidir, Kuranın gösterdiği gibidir, Sahib-i Miracın gördüğü gibidir.
DÖRDÜNCÜ ESAS
Şu kainatın mevcudatına nazar-ı dikkatle bakılsa görünür ki, cüziyat gibi külliyatın dahi birer şahs-ı manevisi vardır ki, birer vazife-i külliyesi görünüyor, onda bir hizmet-i külliye görünüyor. Mesela, bir çiçek kendince bir nakş-ı sanatı gösterip lisan-ı haliyle esma-i Fatırı zikrettiği gibi, küre-i arz bahçesi dahi bir çiçek hükmündedir, gayet muntazam külli vazife-i tesbihiyesi vardır. Nasıl ki bir meyve, bir intizam içinde bir ilanatı, tesbihatı ifade ediyor. Öyle de, koca bir ağacın heyet-i umumiyesiyle gayet muntazam bir vazife-i fıtriyesi ve ubudiyeti vardır. Nasıl bir ağaç, yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimatıyla bir tesbihatı var. Öyle de, koca semavat denizi dahi, kelimatı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve aylarıyla Fatır-ı Zülcelaline tesbihat yapar ve Sani-i Zülcelaline hamd eder, ve hakeza… Mevcudat-ı hariciyenin herbiri, sureten camid, şuursuzken, gayet hayatkarane ve şuurdarane vazifeleri ve tesbihatları vardır. Elbette, nasıl melaikeler bunların alem-i melekutta mümessilidirler, tesbihatlarını ifade ederler. Bunlar dahi, alem-i mülk ve alem-i şehadette o melaikelerin timsalleri, haneleri, mescidleri hükmündedirler.
Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü Dalında beyan edildiği gibi, şu saray-ı alemin Sani-i Zülcelali, o saray içinde istihdam ettiği dört kısım amelenin birincisi, melaike ve ruhanilerdir. Madem nebatat ve cemadat bilmeyerek ve bir bilenin emrinde gayet mühim, ücretsiz hidemattadırlar. Ve hayvanat, bir ücret-i cüziye mukabilinde, bilmeyerek gayet külli maksatlara hizmet ediyorlar. Ve insan, müeccel ve muaccel iki ücret mukabilinde o Sani-i Zülcelalin makàsıdını bilerek tevfik-i hareket etmek ve herşeyde nefislerine de bir hisse çıkarmak ve sair hademelere nezaret etmekle istihdam edilmeleri, bilmüşahede görünüyor. Elbette dördüncü kısım, belki en birinci kısım olan hizmetkarlar, ameleler bulunacaktır.
Hem insana benzer ki, o Sani-i Zülcelalin makàsıd-ı külliyesini bilir, bir ubudiyetle tevfik-i hareket ederler. Hem insanın hilafına olarak, hazz-ı nefisten ve cüzi ücretlerden tecerrüd ederek yalnız Sani-i Zülcelalin nazarıyla, emriyle, teveccühüyle, hesabıyla, namıyla ve kurbiyetiyle ihtisas ile ve intisab ile hasıl ettikleri lezzet ve kemal ve zevk ve saadeti kafi görüp, halisen muhlisen çalışıyorlar.
Cinslerine göre, kainattaki mevcudatın envaına göre, vazife-i ibadetleri tenevvü ediyor. Bir hükumetin muhtelif dairelerde muhtelif vazifedarları gibi, saltanat-ı rububiyet dairelerinde vezaif-i ubudiyeti ve tesbihatı öyle tenevvü ediyor. Mesela, Mikail, yeryüzü tarlasında ekilen masnuat-ı İlahiyeye, Cenab-ı Hakkın havliyle, kuvvetiyle, hesabıyla, emriyle, bir nazır-ı umumi hükmündedir, tabir caizse umum çitfçi-misal melaikelerin reisidir. Hem Fatır-ı Zülcelalin izniyle, emriyle, kuvvetiyle, hikmetiyle, umum hayvanatın manevi çobanlarının reisi, büyük bir melek-i müekkeli vardır.
İşte, madem şu mevcudat-ı hariciyenin herbirisinin üstünde birer melek-i müekkel var olmak lazım gelir, ta ki o cismin gösterdiği vezaif-i ubudiyet ve hidemat-ı tesbihiyesini alem-i melekutta temsil etsin, dergah-ı Uluhiyete bilerek takdim etsin. Elbette, Muhbir-i Sadıkın rivayet ettiği melaikeler hakkındaki suretler gayet münasiptir ve makuldür. Mesela, ferman etmiş ki, bazı melaikeler bulunur, kırk başı veya kırk bin başı var. Her başta kırk bin ağzı var. Herbir ağızda kırk bin dille, kırk bin tesbihat yapar. Şu hakikat-i hadisiyenin bir manası var, bir de sureti var.
Manası şudur ki: Melaikenin ibadatı hem gayet muntazamdır, mükemmeldir; hem gayet küllidir, geniştir.
Ve şu hakikatin sureti ise şudur ki: Bazı büyük mevcudat-ı cismaniye vardır ki, kırk bin baş, kırk bin tarzla vezaif-i ubudiyeti yapar. Mesela, sema güneşlerle, yıldızlarla tesbihat yapar. Zemin, tek bir mahluk iken, yüz bin baş ile, her başta yüz binler ağız ile, her ağızda yüz binler lisan ile vazife-i ubudiyeti ve tesbihat-ı Rabbaniyeyi yapıyor. İşte, küre-i arza müekkel melek dahi, alem-i melekutta şu manayı göstermek için öyle görülmek lazımdır. Hatta, ben mutavassıt bir badem ağacı gördüm ki, kırka yakın baş hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım; kırka yakın dili hükmünde küçük dalları var. Sonra o küçük dalının bir diline baktım; kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim. Herbir çiçek içinde kırka yakın incecik, muntazam püskülleri, renkleri ve sanatları gördüm ki, herbiri Sani-i Zülcelalin ayrı ayrı birer cilve-i esmasını ve birer ismini okutturuyor. İşte, hiç mümkün müdür ki, şu badem ağacının Sani-i Zülcelali ve Hakim-i Zülcemali, bu camid ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun manasını bilen, ifade eden, kainata ilan eden, dergah-ı İlahiyeye takdim eden, ona münasip ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin?
Ey arkadaş! Şuraya kadar beyanatımız, kalbi kabule ihzar etmek ve nefsi teslime mecbur etmek ve aklı izana getirmek için bir mukaddime idi. Eğer o mukaddimeyi bir derece fehmettinse, melaikelerle görüşmek istersen hazır ol. Hem evham-ı seyyieden temizlen. İşte, Kuran alemi kapıları açıktır. İşte Kuran cenneti müfettehatül-ebvabdır; gir, bak. Melaikeyi o cennet-i Kuraniye içinde, güzel bir surette gör. Herbir ayet-i tenzil, birer menzildir. İşte, şu menzillerden bak:
وَالْمُرْسَلاَتِ عُرْفًا فَالْعَاصِفَاتِ عَصْفًا وَالنَّاشِرَاتِ نَشْرًا فَالْفَارِقَاتِ فَرْقًا فَالْمُلْقِيَاتِ ذِكْرًا
وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا وَالسَّابِحَاتِ سَبْحًا فَالسَّابِقَاتِ سَبْقًا فَالْمُدَبِّرَاتِ اَمْرًا
تَنَزَّلُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ
عَلَيْهَا مَلٰۤئِكَةٌ غِلاَظٌ شِدَادٌ لاَ يَعْصُونَ اللهَ مَۤا اَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
Hem dinle:
سُبْحَانَهُ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ لاَ يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِاَمْرِهِ يَعْمَلُونَ
senalarını işit.
Eğer cinnilerle görüşmek istersen
قُلْ اُوحِىَ اِلَىَّ اَنَّهُ اسْتَمَعَ نَفَرٌ مِنَ الْجِنِّ
surlu sureye gir, onları gör, dinle, ne diyorlar. Onlardan ibret al. Bak, diyorlar ki:
اِنَّا سَمِعْنَا قُرْاٰنًا عَجَبًا يَهْدِۤى اِلَى الرُّشْدِ فَاٰمَنَّابِهِ وَلَنْ نُشْرِكَ بِرَبِّنَۤا اَحَدًا
İkinci Maksat
Kıyamet ve mevt-i dünya ve hayat-ı ahiret hakkındadır
Şu Maksadın dört esası ve bir mukaddime-i temsiliyesi vardır.
MUKADDİME
Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dava etse, “Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden muhkem bir surette bina ve tamir edilecektir”; elbette, onun davasına karşı altı sual terettüp eder.
Birincisi: Niçin tahrip edilecek? Sebep ve muktazi var mıdır? Eğer, “Evet, var” diye ispat etti.
İkincisi, şöyle bir sual gelir ki: “Bunu tahrip edip, tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir” diye ispat etti.
Üçüncüsü, şöyle bir sual gelir ki: “Tahribi mümkün müdür? Hem, sonra tahrip edilecek midir?” Eğer “Evet” diye imkan-ı tahribi, hem vukuunu ispat etse; iki sual daha ona varid olur ki:
“Acaba şu acip saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?” Eğer “Evet” diye bunları da ispat etse, o vakit bu meselenin hiçbir cihette, hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şek ve şüphe ve vesvese girebilsin.
İşte, şu temsil gibi; dünya sarayının, şu kainat şehrinin tahrip ve tamiri için muktazi var. Fail ve ustası muktedir; tahribi mümkün ve vaki olacak, tamiri mümkün ve vaki olacaktır. İşte şu meseleler Birinci Esastan sonra ispat edilecektir.
BİRİNCİ ESAS
Ruh, katiyen bakidir. Birinci Maksattaki melaike ve ruhanilerin vücutlarına delalet eden hemen bütün deliller, şu meselemiz olan bekà-i ruha dahi delildirler. Bence mesele o kadar katidir ki, fazla beyan abes olur. Evet, şu alem-i berzahta, alem-i ervahta bulunan ve ahirete gitmek için bekleyen hadsiz ervah-ı bakiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki, burhan ile göstermeye lüzum kalmaz. Had ve hesaba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hatta ehl-i keşfül-kuburun onları görmeleri, hatta bir kısım avamın da onlarla muhabereleri ve umumun da rüya-yı sadıkada onlarla münasebet peyda etmeleri, muzaaf tevatürler suretinde adeta beşerin ulum-u mütearifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihi birşeyde zihinlere vesvese vermiş. İşte şöyle vesveseleri izale için, hads-i kalbinin ve izan-ı aklinin pek çok menbalarından bir mukaddime ile dört menbaına işaret edeceğiz.
MUKADDİME: Onuncu Sözün Dördüncü Hakikatinde ispat edildiği gibi, ebedi, sermedi, misilsiz bir cemal, elbette ayinedar müştakının ebediyetini ve bekàsını ister. Hem kusursuz, ebedi bir kemal-i sanat, mütefekkir dellalının devamını talep eder. Hem nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tenaumlarını iktiza eder.
İşte, o ayinedar müştak, o dellal mütefekkir, o muhtaç müteşekkir, en başta ruh-u insanidir. Öyle ise, ebedül-abad yolunda o cemal, o kemal, o rahmete refakat edecek, baki kalacaktır.
Yine Onuncu Sözün Altıncı Hakikatinde ispat edildiği gibi, değil ruh-u beşer, hatta en basit tabakat-ı mevcudat dahi, fena için yaratılmamışlar, bir nevi bekàya mazhardırlar. Hatta, ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücud-u zahiriden gitse, bin vech ile bir nevi bekàya mazhardır. Çünkü sureti hadsiz hafızalarda baki kalır. Kanun-u teşekkülatı, yüzer tohumcuklarında bekà bulup devam eder.
Madem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsal-i sureti bir Hafiz-i Hakim tarafından ibkà ediliyor, dağdağalı inkılaplar içinde kemal-i intizamla zerrecikler gibi tohumlarında muhafaza ediliyor, baki kalır. Elbette, gayet cemiyetli ve gayet yüksek bir mahiyete malik ve harici vücut giydirilmiş ve zişuur ve zihayat ve nurani kanun-u emri olan ruh-u beşer, ne derece katiyetle bekàya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alakadar olduğunu anlamazsan, nasıl “Zişuur bir insanım” diyebilirsin?
Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen programını ve kanun-u teşekkülatını, bir nokta gibi en küçük çekirdekte derc edip muhafaza eden bir Zat-ı Hakim-i Zülcelal, bir Zat-ı Hafiz-i Bizeval hakkında, “Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder?” denilir mi?
BİRİNCİ MENBA: Enfüsidir. Yani, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bakiyi anlar. Evet, herbir ruh, kaç sene yaşamışsa, o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedahe aynen baki kalmıştır. Öyle ise, madem ceset gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekàsına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta tedrici ceset libasını değiştiriyor; mevtte ise birden soyunur.
Gayet kati bir hads ile, belki müşahede ile sabittir ki, ceset ruhla kaimdir. Öyle ise, ruh onunla kaim değildir. Belki ruh binefsihi kaim ve hakim olduğundan, ceset istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklaliyetine halel vermez.
Belki ceset ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip bir gılaf-ı latifi ve bir beden-i misalisi vardır. Öyle ise, mevt hengamında bütün bütün çıplak olmaz; yuvasından çıkar, beden-i misalisini giyer.
İKİNCİ MENBA: afakidir. Yani, mükerrer müşahedat ve müteaddit vakıat ve kerrat ile münasebattan neşet eden bir nevi hükm-ü tecrübidir. Evet, tek bir ruhun badelmemat bekàsı anlaşılsa, şu ruh nevinin külliyetle bekàsını istilzam eder. Zira, fenn-i mantıkça katidir ki, zati bir hassa birtek fertte görünse, bütün efratta dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünkü zatidir. Zati olsa her fertte bulunur. Halbuki, değil bir fert, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşahedata istinad eden asar ve bekà-i ervaha delalet eden emarat o derece katidir ki, bize nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur, o insanların vücutlarına hiç vehim hatıra gelmez; öyle de, şüphe kabul etmez ki, şimdi alem-i melekut ve ervahta, ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı pek çok kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar. Manevi hedayamız onlara gidiyor; onların nurani feyizleri de bizlere geliyor.
Hem hads-i kati ile vicdanen hissedilebilir ki, insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bakidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilale maruz değil. Çünkü basittir; vahdeti var. Tahrip ve inhilal ve bozulmak ise, kesret ve terkip edilmiş şeylerin şenidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekàya sebebiyet verir. Demek vahdet ve bekà, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder.
Ruhun fenası, ya tahrip ve inhilal iledir. O tahrip ve inhilal ise, vahdet yol vermez ki girsin, besatet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idam iledir. İdam ise, Cevad-ı Mutlakın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cudu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu, o nimet-i vücuda pek müştak ve layık olan ruh-u insaniden geri alsın.
ÜÇÜNCÜ MENBA: Ruh, zihayat, zişuur, nurani vücud-u harici giydirilmiş, cami, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emridir. Halbuki, en zayıf olan kavanin-i emriye, sebat ve bekàya mazhardırlar. Çünkü, dikkat edilse, maruz-u tagayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-i sabite vardır ki, bütün tagayyürat ve inkılabat ve etvar-ı hayat içinde yuvarlanarak suretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak baki kalıyor.
İşte, herbir şahs-ı insani, mahiyetinin camiiyetiyle ve külli şuuruyla ve umumi tasavvuratıyla, bir şahıs iken bir nev hükmüne geçmiştir. Bir neve gelen ve cari olan kanun, o şahs-ı insanide dahi caridir.
Madem Fatır-ı Zülcelal, insanı cami bir ayine ve külli bir ubudiyetle ve ulvi bir mahiyetle yaratmıştır. Her fertteki hakikat-i ruhiye, yüz binler suret değiştirse, izn-i Rabbani ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek. Öyle ise, o şahs-ı insaninin hakikat-i zişuuru ve unsur-u zihayatı olan ruhu dahi, Allahın emriyle, izniyle ve ibkàsıyla, daima bakidir.
DÖRDÜNCÜ MENBA: Ruha bir derece müşabih ve ikisi de alem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibarıyla ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissi olmayan nevilerde hükümran olan kavanine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki, eğer o kanun-u emri vücud-u harici giyseydi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bakidir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tagayyürat ve inkılabat, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz. Mesela, bir incir ağacı ölse, dağılsa, onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülatı, zerre gibi bir çekirdeğinde, ölmeyerek baki kalır.
İşte, madem en adi ve zayıf emri kanunlar dahi böyle bekà ile, devam ile alakadardır. Elbette, ruh-u insani, değil yalnız bekà ile, belki ebedül-abad ile alakadar olmak lazım gelir. Çünkü, ruh dahi Kuranın nassı ile, قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى
ferman-ı celili ile, alem-i emirden gelmiş bir kanun-u zişuur ve bir namus-u zihayattır ki, kudret-i ezeliye ona vücud-u harici giydirmiş.
Demek, nasıl ki sıfat-ı iradeden ve alem-i emirden gelen şuursuz kavanin, daima veya ağleben baki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve alem-i emirden gelen ruh, bekàya mazhar olmak daha ziyade katidir, layıktır. Çünkü zivücuttur, hakikat-i hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavidir, daha ulvidir. Çünkü zişuurdur. Hem onlardan daha daimidir, daha kıymettardır. Çünkü zihayattır.
İKİNCİ ESAS
Saadet-i ebediyeye muktazi vardır. Ve o saadeti verecek Fail-i Zülcelal de muktedirdir. Hem harab-ı alem, mevt-i dünya mümkündür. Hem vaki olacaktır. Yeniden ihya-yı alem ve haşir mümkündür; hem vaki olacaktır. İşte bu altı meseleyi, birer birer aklı ikna edecek muhtasar bir tarzda beyan edeceğiz. Zaten Onuncu Sözde, kalbi iman-ı kamil derecesine çıkaracak derecede burhanlar zikredilmiştir. Şurada ise, yalnız aklı ikna edecek, susturacak, Eski Saidin Nokta Risalesindeki beyanatı tarzında bahsedeceğiz.
Evet, saadet-i ebediyeye muktazi mevcuttur. O muktazinin vücuduna delalet eden burhan-ı kati, On Menba ve Medardan süzülen bir hadsdir.
BİRİNCİ MEDAR: Dikkat edilse, şu kainatın umumunda bir nizam-ı ekmel, bir intizam-ı kasdi vardır. Her cihette reşahat-ı ihtiyar ve lemeat-ı kast görünür. Hatta, herşeyde bir nur-u kast, her şende bir ziya-yı irade, her harekette bir lema-i ihtiyar, her terkipte bir şule-i hikmet, semeratının şehadetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor.
İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vahiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan maneviyat ve revabıt ve niseb, heba olup gider.
Demek, nizamı nizam eden, saadet-i ebediyedir. Öyle ise, nizam-ı alem, saadet-i ebediyeye işaret ediyor.
İKİNCİ MEDAR: Hilkat-i kainatta bir hikmet-i tamme görünüyor. Evet, inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlahiye, kainatın umumunda gösterdiği maslahatların riayeti ve hikmetlerin iltizamı lisanıyla, saadet-i ebediyeyi ilan eder. Çünkü, saadet-i ebediye olmazsa, şu kainatta bilbedahe sabit olan hikmetleri, faideleri mükabere ile inkar etmek lazım gelir. Onuncu Sözün Onuncu Hakikati bu hakikati güneş gibi gösterdiğinden, ona iktifaen burada ihtisar ederiz.
ÜÇÜNCÜ MEDAR: Akıl ve hikmet ve istikra ve tecrübenin şehadetleriyle sabit olan hilkat-i mevcudattaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder.
Fıtratta israf ve hilkatte abesiyet olmadığına delil, Sani-i Zülcelalin, herşeyin hilkatinde en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif sureti ve en güzel keyfiyeti ihtiyar ve intihap etmesidir ve bazan birşeyi yüz vazifeyle tavzif etmesidir ve bir ince şeye bin meyve ve gayeleri takmasıdır. Madem israf yok ve abesiyet olmaz. Elbette saadet-i ebediye olacaktır. Çünkü, dönmemek üzere adem, herşeyi abes eder, herşey israf olur.
Umum fıtratta, ezcümle insanda, fenn-i menafiül-aza şehadetiyle sabit olan adem-i israf gösteriyor ki, insanda olan hadsiz istidadat-ı maneviye ve nihayetsiz amal ve efkar ve müyulat dahi israf edilmeyecektir. Öyle ise, insandaki o esaslı meyl-i tekemmül, bir kemalin vücudunu gösterir ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye namzet olduğunu kati olarak ilan eder. Öyle olmazsa, insanın mahiyet-i hakikiyesini teşkil eden o esaslı maneviyat, o ulvi amal, hikmetli mevcudatın hilafına olarak, israf ve abes olur, kurur, hebaen gider. Şu hakikat, Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinde ispat edildiğinden, kısa kesiyoruz.
DÖRDÜNCÜ MEDAR: Pek çok nevilerde, hatta gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada, hatta insanın şahıslarında, müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyamet, bir kıyamet-i kübranın tahakkukunu ihsas ediyor, remzen haber veriyorlar.
Evet, mesela haftalık bizim saatimizin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen, Allahın dünya denilen büyük saatindeki yevm, sene, ömr-ü beşer, deveran-ı dünya, birbirine mukaddime olarak birbirinden haber veriyor, döner, işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten sonra subh-u kıyamet o destgahtan, o saat-i uzmadan çıkacağını remzen haber veriyorlar.
Bir şahsın müddet-i ömründe başına gelmiş birçok kıyamet çeşitleri vardır. Her gece bir nevi ölmekle, her sabah bir nevi dirilmekle emarat-ı haşri gördüğü gibi, beş altı senede bilittifak bütün zerratını değiştirerek, hatta bir senede iki defa tedrici bir kıyamet ve haşir taklidini görmüş. Hem, hayvan ve nebat nevilerinde üç yüz binden ziyade haşir ve neşir ve kıyamet-i neviyeyi her baharda müşahede ediyor. İşte, bu kadar emarat ve işarat-ı haşriye ve bu kadar alamat ve rumuzat-ı neşriye, elbette kıyamet-i kübranın tereşşuhatı hükmünde, o haşre işaret ediyorlar.
Bir Sani-i Hakim tarafından, nevilerde böyle kıyamet-i neviyeyi, yani bütün nebatat köklerini ve bir kısım hayvanları aynen baharda ihya etmek ve yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri gibi sair bir kısım şeyleri aynıyla değil, misliyle iade ederek bir nevi haşir ve neşir yapmak, herbir şahs-ı insanide kıyamet-i umumiye içinde bir kıyamet-i şahsiyeye delil olabilir. Çünkü, insanın birtek şahsı, başkasının bir nevi hükmündedir. Zira, fikir nuru, insanın amaline ve efkarına öyle bir genişlik vermiş ki, mazi ve müstakbeli ihata eder; dünyayı dahi yutsa tok olmaz. Sair nevilerde fertlerin mahiyeti cüziyedir, kıymeti şahsiyedir, nazarı mahduttur, kemali mahsurdur, lezzeti ve elemi anidir. Beşerin ise, mahiyeti ulviyedir, kıymeti gàliyedir, nazarı ammdır, kemali hadsizdir, manevi lezzeti ve elemi kısmen daimidir. Öyle ise, bilmüşahede sair nevilerde tekerrür eden bir çeşit kıyametler, haşirler, şu kıyamet-i kübra-yı umumiyede her şahs-ı insani aynıyla iade edilerek haşredilmesine remzeder, haber verir. Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinde iki kere iki dört eder derecesinde katiyetle ispat edildiğinden, burada ihtisar ederiz.
BEŞİNCİ MEDAR: Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdut istidadat ve o istidadatta mündemiç olan gayr-ı mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neşet eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüt eden gayr-ı mütenahi efkar ve tasavvurat-ı insaniye, şu alem-i şehadetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor.
İşte, hiç yalan söylemeyen fıtrat ve fıtrattaki şu kati ve şedit ve sarsılmaz meyl-i saadet-i ebediye, saadet-i ebediyenin tahakkukuna dair, vicdana bir hads-i kati veriyor. Onuncu Sözün On Birinci Hakikati, bu hakikati gündüz gibi gösterdiğinden, kısa kesiyoruz.
ALTINCI MEDAR: Rahman-ı Rahim olan şu mevcudatın Sani-i Zülcemalinin rahmeti, saadet-i ebediyeyi gösteriyor. Evet, nimeti nimet eden, nimeti nıkmetlikten halas eden ve mevcudatı firak-ı ebediden hasıl olan vaveylalardan kurtaran saadet-i ebediyeyi, o rahmetin şenindendir ki, beşerden esirgemesin. Çünkü, bütün nimetlerin resi, reisi, gayesi, neticesi olan saadet-i ebediye verilmezse, dünya öldükten sonra ahiret suretinde dirilmezse, bütün nimetler nıkmetlere tahavvül ederler. O tahavvül ise, bilbedahe ve bizzarure ve umum kainatın şehadetiyle muhakkak ve meşhud olan rahmet-i İlahiyenin vücudunu inkar etmek lazım gelir. Halbuki, rahmet, güneşten daha parlak bir hakikat-i sabitedir.
Bak, rahmetin cilvelerinden ve latif asarından olan aşk ve şefkat ve akıl nimetlerine dikkat et. Eğer firak-ı ebedi ve hicran-ı layezaliye, hayat-ı insaniye incirar edeceğini farz etsen, görürsün ki, o latif muhabbet en büyük bir musibet olur. O leziz şefkat en büyük bir illet olur. O nurani akıl en büyük bir bela olur. Demek rahmet—çünkü rahmettir—hicran-ı ebediyi, muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkaramaz. Onuncu Sözün İkinci Hakikati bu hakikati gayet güzel bir surette gösterdiğinden, burada ihtisar edildi.
YEDİNCİ MEDAR: Şu kainatta görünen ve bilinen bütün letaif, bütün mehasin, bütün kemalat, bütün incizabat, bütün iştiyakat, bütün terahhumat birer manadır, birer mazmundur, birer kelime-i maneviyedir ki, şu kainatın Sani-i Zülcelalinin lütuf ve merhametinin tecelliyatını, ihsan ve kereminin cilvelerini bizzarure, bilbedahe kalbe gösterir, aklın gözüne sokuyor.
Madem şu alemde bir hakikat vardır. Bilbedahe hakiki rahmet vardır. Madem hakiki rahmet vardır. Saadet-i ebediye olacaktır. Onuncu Sözün Dördüncü Hakikati, İkinci Hakikati ile beraber şu hakikati gündüz gibi aydınlatmıştır.
SEKİZİNCİ MEDAR: İnsanın fıtrat-ı zişuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse, “Ebed, ebed!” sesini işitecektir. Bütün kainat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahluktur. Demek, bu vicdani olan incizap ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i cazibedarın yalnız cezbiyle olabilir. Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinin Hatimesi bu hakikati göstermiştir.
DOKUZUNCU MEDAR: Sadık, masduk, musaddak olan Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamın ihbarıdır. Evet, o zatın sözleri saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır ve onun kelamları saadet-i ebediyeye karşı birer penceredir. Zaten bütün enbiyanın icmaını ve bütün evliyanın tevatürünü elinde tutmuş, bütün kuvvetiyle bütün davaları, tevhid-i İlahiden sonra şu haşir ve saadet noktasında temerküz ediyor. Acaba şu kuvveti sarsacak birşey var mıdır? Onuncu Sözün On İkinci Hakikati şu hakikati pek zahir bir surette göstermiştir.
ONUNCU MEDAR: On üç asırda yedi vech ile icazını muhafaza eden ve, Yirmi Beşinci Sözde ispat edildiği üzere, kırk adet enva-ı icazıyla mucize olan Kuran-ı Mucizül-Beyanın ihbarat-ı katiyesidir. Evet, o Kuranın nefs-i ihbarı, haşr-i cismaninin keşşafıdır ve şu tılsım-ı muğlak-ı alemin ve şu remz-i hikmet-i kainatın miftahıdır.
Hem o Kuran-ı Mucizül-Beyanın tazammun ettiği ve mükerreren tefekküre emredip nazara vaz eylediği berahin-i akliye-i katiye binlerdir. Ezcümle, bir kıyas-ı temsiliyi tazammun eden قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَاَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ
ve وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve bir delil-i adalete işaret eden وَمَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ gibi pek çok ayat ile haşr-i cismanideki saadet-i ebediyeyi gösterecek pek çok dürbünleri nazar-ı beşerin dikkatine vaz etmiştir. Kuranın sair ayetlerle izah ettiği şu وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَاَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ deki kıyas-ı temsilinin hülasasını Nokta Risalesinde şöyle beyan etmişiz ki:
Vücud-u insan, tavırdan tavra geçtikçe acip ve muntazam inkılaplar geçiriyor. Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan azm ve lahme, azm ve lahimden halk-ı cedide, yani insan suretine inkılabı, gayet dakik düsturlara tabidir. O tavırların herbirisinin öyle kavanin-i mahsusa ve öyle nizamat-ı muayyene ve öyle harekat-ı muttarıdaları vardır ki, cam gibi, altında bir kast, bir irade, bir ihtiyar, bir hikmetin cilvelerini gösterir.
İşte, şu tarzda o vücudu yapan Sani-i Hakim, her sene bir libas gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekàsı için, inhilal eden eczaların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte o beden hücreleri, muntazam bir kanun-u İlahi ile yıkıldığından, yine muntazam bir kanun-u Rabbani ile tamir etmek için, rızık namıyla bir madde-i latifeyi ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hacetleri nisbetinde, Rezzak-ı Hakiki, bir kanun-u mahsusla taksim ve tevzi ediyor.
Şimdi, o Rezzak-ı Hakimin gönderdiği o madde-i latifenin etvarına bak.
b Göreceksin ki, o maddenin zerratı, bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda dağılmışken, birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdiyi işmam eden bir keyfiyetle toplanıyorlar. Güya onlardan herbir zerre bir vazifeyle bir muayyen mekana gitmek için memurdur gibi, gayet muntazam toplanıyorlar. Hem gidişatından görünüyor ki, bir Fail-i Muhtarın bir kanun-u mahsusuyla sevk edilip, cemadat aleminden mevalide, yani zihayat alemine girerler. Sonra, nizamat-ı muayyene ve harekat-ı muttarıda ile ve desatir-i mahsusa ile, rızık olarak bir bedene girip, o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılabat-ı acibeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra, bedenin aktarına yayılarak, bütün muhtaç olan azaların muhtelif ve ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre, Rezzak-ı Hakikinin inayetiyle ve muntazam kanunlarıyla inkısam ederler.
İşte, o zerrattan hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan göreceksin ki, basirane, muntazamane, semiane, alimane sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbab hiç ona karışamaz. Çünkü, herbirisi, unsur-u muhitten tut, ta beden hücresine kadar, hangi tavra girmişse, o tavrın kavanin-i muayyenesiyle güya ihtiyaren amel ediyor, muntazaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmişse, öyle muntazam adım atıyor ki, bilbedahe bir Saik-i Hakimin emriyle gidiyor gibi görünüyor. İşte, böyle muntazam tavırdan tavra, tabakadan tabakaya, git gide, hedef-i maksadından ayrılmayarak, ta makam-ı layıkına, mesela Tevfikin gözbebeğine emr-i Rabbani ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yani erzaktaki tecelli-i rububiyet gösteriyor ki, iptida o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzet idiler. Güya herbirisinin alnında ve cephesinde “Filan hücrenin rızkı olacak” yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder.
Acaba mümkün müdür ki, bu derece nihayetsiz bir kudret ve muhit bir hikmetle rububiyet eden ve zerrattan ta seyyarata kadar bütün mevcudatı kabza-i tasarrufunda tutmuş ve intizam ve mizan dairesinde döndüren Sani-i Zülcelal, neşe-i uhrayı yapmasın veya yapamasın?
İşte, çok ayat-ı Kuraniye, şu hikmetli neşe-i ulayı nazar-ı beşere vaz ediyor; haşir ve kıyametteki neşe-i uhrayı ona temsil ederek istibadı izale eder. Der: قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَاَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ Yani, “Sizi hiçten bu derece hikmetli bir surette kim inşa etmişse, Odur ki sizi ahirette diriltecektir.” Hem der ki:
وَهُوَ الَّذِى يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ Yani, “Sizin haşirde iadeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır.”
Nasıl ki bir taburun askerleri istirahat için dağılsa, sonra bir boruyla çağırılsa, kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de, bir bedende birbiriyle imtizaçla ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrat-ı esasiye, İsrafil ın suru ile Halık-ı Zülcelalin emrine “Lebbeyk” demeleri ve toplanmaları, aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem bütün zerrelerin toplanmaları belki lazım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadiste acbüz-zeneb tabir edilen ecza-yı esasiye ve zerrat-ı asliye, ikinci neşe için kafi bir esastır, temeldir. Sani-i Hakim, beden-i insaniyi onların üstünde bina eder.
Üçüncü ayet olan وَمَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ gibi ayetlerin işaret ettikleri kıyas-ı adlinin hülasası şudur ki:
alemde çok görüyoruz ki, zalim, facir, gaddar insanlar gayet refah ve rahatla; ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet zahmet ve zilletle ömür geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi kılar. Eğer şu müsavat nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki, zulümden tenezzühü, kainatın şehadetiyle sabit olan adalet ve hikmet-i İlahiye, bu zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden, bilbedahe, bir mecma-i ahari iktiza ederler ki, birinci cezasını, ikinci mükafatını görsün. Ta, şu intizamsız, perişan beşer, istidadına münasip tecziye ve mükafat görüp, adalet-i mahzaya medar ve hikmet-i Rabbaniyeye mazhar ve hikmetli mevcudat-ı alemin bir büyük kardeşi olabilsin.
Evet, şu dar-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidatların sünbüllenmesine müsait değildir. Demek başka aleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür, öyle ise ebede namzettir. Mahiyeti aliyedir. Öyle ise cinayeti dahi azimdir, sair mevcudata benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel kalamaz, abes edilmez, fena-yı mutlakla mahkum olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona, Cehennem ağzını açmış, bekliyor. Cennet ise, aguş-u nazdaranesini açmış, gözlüyor. Onuncu Sözün Üçüncü Hakikati bu ikinci misalimizi gayet güzel gösterdiğinden, burada kısa kesiyoruz.
İşte, misal için şu iki ayet-i kerime gibi pek çok berahin-i latife-i akliyeyi tazammun eden sair ayetleri dahi kıyas eyle, tetebbu et. İşte, Menabi-i Aşere ve On Medar, bir hads-i kati, bir burhan-ı katıı intaç ediyorlar. Ve o pek esaslı hads ve o pek kuvvetli burhan, haşir ve kıyamete dai ve muktazinin vücuduna katiyen delalet ettikleri gibi, Sani-i Zülcelalin dahi—Onuncu Sözde katiyen ispat edildiği üzere—Hakim, Rahim, Hafiz, adil gibi ekser Esma-i Hüsnası, haşir ve kıyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktiza ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kati delalet ederler. Demek haşir ve kıyamete muktazi o derece kuvvetlidir ki, hiçbir şek ve şüpheye medar olamaz.
ÜÇÜNCÜ ESAS
Fail muktedirdir. Evet, nasıl haşrin muktazisi, şüphesiz mevcuttur. Haşri yapacak Zat da nihayet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksan yoktur. En büyük ve en küçük şeyler Ona nisbeten birdirler. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar kolaydır.
Evet, bir Kadir ki, şu alem, bütün güneşleri, yıldızları, avalimi, zerratı, cevahiri, nihayetsiz lisanlarla Onun azametine ve kudretine şehadet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismaniyi o kudretten istibad etsin?
Evet, bilmüşahede, bir Kadir-i Zülcelal, şu alem içinde, her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halk eden; hatta her senede birer yeni, seyyar, muntazam kainatı icad eden; hatta her günde birer yeni, muntazam alem yapan; daima şu semavat ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kainatları kemal-i hikmetle halk eden, değiştiren; ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam alemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren; ve yüz bin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyin ettiği koca bahar çiçeğini küre-i arzın başına birtek çiçek gibi takan ve onunla kemal-i hikmetini, cemal-i sanatını izhar eden bir Zat, nasıl kıyameti getirecek, nasıl bu dünyayı ahiretle değiştirecek denilir mi?
Şu Kadirin kemal-i kudretini ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğini ve en büyük şey, en küçük şey gibi Onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrat birtek fert gibi o kudrete kolay geldiğini şu ayet-i kerime ilan ediyor:
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
Şu ayetin hakikatini Onuncu Sözün Hatimesinde icmalen ve Nokta Risalesinde ve Yirminci Mektupta izahen beyan etmişiz. Şu makam münasebetiyle, Üç Mesele suretinde bir parça izah ederiz.
İşte, kudret-i İlahiye zatiyedir. Öyle ise acz tahallül edemez.
Hem melekutiyet-i eşyaya taalluk eder. Öyle ise mevani tedahül edemez.
Hem nisbeti kanunidir. Öyle ise, cüz, külle müsavi gelir; ve cüzi, külli hükmüne geçer.
İşte, şu üç meseleyi ispat edeceğiz.
BİRİNCİ MESELE: Kudret-i Ezeliye, Zat-ı Akdes-i İlahiyenin lazime-i zaruriye-i zatiyesidir. Yani, bizzarure Zatın lazımesidir; hiçbir cihet-i infikaki olamaz. Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam eden Zata bilbedahe arız olamaz. Çünkü, o halde cem-i zıddeyn lazım gelir.
Madem acz, Zata arız olamaz. Bilbedahe, o Zatın lazımı olan kudrete tahallül edemez. Madem acz, kudretin içine giremez. Bilbedahe, o kudret-i zatiyede meratip olamaz. Çünkü, herşeyin vücut meratibi, o şeyin zıtlarının tedahülü iledir.
Mesela hararetteki meratip, burudetin tahallülü iledir. Hüsündeki derecat, kubhun tedahülü iledir. Ve hakeza, kıyas et. Fakat mümkinatta hakiki ve tabii lüzum-u zati olmadığından, mümkinatta zıtlar birbirine girebilmiş, mertebeler tevellüt ederek ihtilafat ile tagayyürat-ı alem neşet etmiştir.
Madem ki kudret-i ezeliyede meratip olamaz. Öyle ise, makdurat dahi, bizzarure, kudrete nisbeti bir olur. En büyük en küçüğe müsavi ve zerreler yıldızlara emsal olur. Bütün haşr-i beşer birtek nefsin ihyası gibi, bir baharın icadı birtek çiçeğin sunu gibi o kudrete kolay gelir. Eğer esbaba isnad edilse, o vakit birtek çiçek, bir bahar kadar ağır olur. Şu Sözün İkinci Makamının dördüncü Allahu ekber mertebesinin ahir fıkrasının haşiyesinde, hem Yirmi İkinci Sözde, hem Yirminci Mektupta ve zeylinde ispat edilmiş ki, hilkat-i eşya Vahid-i Ehade verilse, bütün eşya birşey gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse, birşey bütün eşya kadar külfetli, ağır olur.
İKİNCİ MESELE ki, kudret melekutiyet-i eşyaya taalluk eder. Evet, kainatın ayine gibi iki yüzü var. Biri mülk ciheti ki, ayinenin renkli yüzüne benzer. Diğeri melekutiyet ciheti ki, ayinenin parlak yüzüne benzer.
Mülk ciheti ise, zıtların cevelangahıdır. Güzel-çirkin, hayır-şer, küçük-büyük, ağır-kolay gibi emirlerin mahall-i vürududur. İşte, şunun içindir ki, Sani-i Zülcelal, esbab-ı zahiriyi tasarrufat-ı kudretine perde etmiştir—ta, dest-i kudret, zahir akla göre hasis ve nalayık emirlerle bizzat mübaşereti görünmesin. Çünkü azamet ve izzet öyle ister. Fakat o vesait ve esbaba hakiki tesir vermemiştir. Çünkü vahdet-i ehadiyet öyle ister.
Melekutiyet ciheti ise, herşeyde parlaktır, temizdir. Teşahhusatın renkleri, muzahrafatları ona karışmaz. O cihet, vasıtasız, kendi Halıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona illiyet, maluliyet giremez. Eğri büğrüsü yoktur. Maniler müdahale edemezler. Zerre, şemse kardeş olur.
Elhasıl, o kudret hem basittir, hem namütenahidir, hem zatidir. Mahall-i taalluk-u kudret ise, hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Öyle ise, o kudretin dairesinde, büyük küçüğe karşı tekebbürü yok; cemaat ferde karşı rüçhanı olamaz; küll, cüze nisbeten, kudrete karşı fazla nazlanamaz.
ÜÇÜNCÜ MESELE ki, kudretin nisbeti kanunidir. Yani, çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar. Şu mesele-i gàmızayı birkaç temsille zihne takrib edeceğiz.
İşte, kainatta şeffafiyet, mukabele, muvazene, intizam, tecerrüt, itaat birer emirdir ki, çoğu aza, büyüğü küçüğe müsavi kılar.
Birinci temsil: Şeffafiyet sırrını gösterir. Mesela, şemsin feyz-i tecellisi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkep olsa, şemsin aksi, herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. Eğer faraza şems fail-i muhtar olsaydı ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verseydi, bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyizden daha ağır olamazdı.
İkinci temsil: Mukabele sırrıdır. Mesela, zihayat fertlerden, yani insanlardan terekküp eden bir daire-i azimenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhitteki fertlerin ellerinde de birer ayine farz edilse, nokta-i merkeziyenin muhit ayinelerine verdiği feyiz ve cilve-i akis müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz, nisbeti birdir.
Üçüncü temsil: Muvazene sırrıdır. Mesela, hakiki ve hassas ve çok büyük bir mizan bulunsa, iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre, herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvetle o hassas, azim terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.
Dördüncü temsil: İntizam sırrıdır. Mesela, en azim bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.
Beşinci temsil: Tecerrüt sırrıdır. Mesela, teşahhusattan mücerred bir mahiyet, bütün cüziyatına, en küçüğünden en büyüğüne, tenakus etmeden, tecezzi etmeden bir bakar, girer. Teşahhusat-ı zahiriye cihetindeki hususiyetler müdahale edip şaşırtmaz. O mahiyet-i mücerredin nazarını tağyir etmez. Mesela iğne gibi bir balık, balina balığı gibi o mahiyet-i mücerredeye maliktir. Bir mikrop, bir gergedan gibi, mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.
Altıncı temsil: İtaat sırrını gösterir. Mesela, bir kumandan, “Arş” emriyle bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emirle bir orduyu tahrik eder.
Şu temsil-i itaat sırrının hakikati şudur ki: Kainatta, bittecrübe, herşeyin bir nokta-i kemali vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizap olur. Ve incizap, iştiyak, ihtiyaç, meyil, Cenab-ı Hakkın evamir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisalidirler. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuttur. Hususi kemali, istidatlarını kuvveden fiile çıkaran, ona mahsus bir vücuttur.
İşte, bütün kainatın kün emrine itaati, birtek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen kün emr-i ezelisine mümkinatın itaati ve imtisalinde yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizap, birden, beraber mündemiçtir. Latif su, nazik bir meyille incimad emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.
Şu altı temsil, hem nakıs, hem mütenahi, hem zayıf, hem tesir-i hakikisi yok olan mümkinat kuvvetinde ve fiilinde bilmüşahede görünse, elbette hem gayr-ı mütenahi, hem ezeli, hem ebedi, hem bütün kainatı adem-i sırftan icad eden ve bütün ukulü hayrette bırakan, hem asar-ı azametiyle tecelli eden kudret-i ezeliyeye nisbeten, şüphesiz herşey müsavidir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez.
Gaflet olunmaya, şu altı sırrın küçük mizanlarıyla o kudret tartılmaz ve münasebete giremez. Yalnız fehme takrib ve istibadı izale için zikredilir.
ÜÇÜNCÜ ESASIN NETİCE VE HÜLaSASI: Madem kudret-i ezeliye gayr-ı mütenahidir. Hem Zat-ı Akdese lazime-i zaruriyedir. Hem herşeyin lekesiz, perdesiz melekutiyet ciheti Ona müteveccihtir. Hem Ona mukabildir. Hem, tesavi-i tarafeynden ibaret olan imkan itibarıyla muvazenettedir. Hem, şeriat-i fıtriye-i kübra olan nizam-ı fıtrata ve kavanin-i adetullaha mutidir. Hem, manilerden ve ayrı ayrı hususiyetlerden, melekutiyet ciheti mücerred ve safidir. Elbette, en büyük şey, en küçük şey gibi, o kudrete ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Öyle ise, haşirde bütün zevilervahın ihyası, bir sineğin baharda ihyasından daha ziyade kudrete ağır olmaz. Öyle ise, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ fermanı mübalağasızdır, doğrudur, haktır. Öyle ise, müddeamız olan “Fail muktedirdir” o cihette hiçbir mani yoktur, kati bir surette tahakkuk etti.
DÖRDÜNCÜ ESAS
Nasıl kıyamet ve haşre muktazi var; ve haşri getirecek Fail dahi muktedirdir. Öyle de, şu dünyanın kıyamet ve haşre kabiliyeti vardır. İşte, “Şu mahal kabildir” olan müddeamızda dört mesele vardır:
Birincisi: Şu alem-i dünyanın imkan-ı mevtidir.
İkincisi: O mevtin vukuudur.
Üçüncüsü: O harap olmuş, ölmüş dünyanın, ahiret suretinde tamir ve dirilmesinin imkanıdır.
Dördüncüsü: O mümkün olan tamir ve ihyanın vuku bulmasıdır.
BİRİNCİ MESELE: Şu kainatın mevti mümkündür. Çünkü birşey kanun-u tekamülde dahil ise, o şeyde alaküllihal neşvünema vardır. Neşvünema ve büyümek varsa, ona alaküllihal bir ömr-ü fıtri vardır. Ömr-ü fıtrisi varsa, alaküllihal bir ecel-i fıtrisi vardır. Gayet geniş bir istikra ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz.
Evet, nasıl ki insan küçük bir alemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. alem dahi büyük bir insandır; o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek; veya yatıp, sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır.
Hem nasıl ki kainatın bir nüsha-i musağğarası olan bir şecere-i zihayat tahrip ve inhilalden başını kurtaramaz. Öyle de, şecere-i hilkatten teşaub etmiş olan silsile-i kainat, tamir ve tecdit için tahripten, dağılmaktan kendini kurtaramaz. Eğer dünyanın ecel-i fıtrisinden evvel, irade-i ezeliyenin izniyle harici bir maraz veya muharrip bir hadise başına gelmezse ve onun Sani-i Hakimi dahi ecel-i fıtriden evvel onu bozmazsa, herhalde, hatta fenni bir hesapla, birgün gelecek ki
اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ وَاِذَا الْجِبَالُ سُيِّرَتْ
اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ وَاِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ
manaları ve sırları, Kadir-i Ezelinin izniyle tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerata başlayıp, acip bir hırıltıyla ve müthiş bir savtla fezayı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek, sonra emr-i İlahi ile dirilecektir.
İnce remizli bir mesele: Nasıl ki su, kendi zararına olarak incimad eder. Buz, buzun zararına temeyyu eder. Lüb, kışrın zararına kuvvetleşir. Lafız, mana zararına kalınlaşır. Ruh, ceset hesabına zayıflaşır. Ceset, ruh hesabına inceleşir. Öyle de, alem-i kesif olan dünya, alem-i latif olan ahiret hesabına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, latifleşir. Kudret-i fatıra, gayet hayret verici bir faaliyetle, kesif, camid, sönmüş, ölmüş eczalarda nur-u hayatı serpmesi bir remz-i kudrettir ki, alem-i latif hesabına şu alem-i kesifi nur-u hayatla eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatini kuvvetleştiriyor.
Evet, hakikat ne kadar zayıfsa da, ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, suretlerde seyrüsefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir. Kışır ve suret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır; sabit ve büyümüş hakikatin kàmetine yakışmak için, daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında, hakikat ile suret makusen mütenasiptirler. Yani suret kalınlaştıkça hakikat inceleşir. Suret inceleştikce, hakikat o nisbette kuvvet bulur.
İşte, şu kanun, kanun-u tekamüle dahil olan bütün eşyaya şamildir. Demek, herhalde bir zaman gelecek ki, kainat hakikat-i uzmasının kışır ve sureti olan alem-i şehadet, Fatır-ı Zülcelalin izniyle parçalanacak, sonra daha güzel bir surette tazelenecektir.
يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sırrı tahakkuk edecektir. Elhasıl, dünyanın mevti mümkün, hem hiç şüphe getirmez ki mümkündür.
İKİNCİ MESELE: Mevt-i dünyanın vuku bulmasıdır. Şu meseleye delil, bütün edyan-ı semaviyenin icmaıdır ve bütün fıtrat-ı selimenin şehadetidir ve şu kainatın bütün tahavvülat ve tebeddülat ve tagayyüratının işaretidir. Hem asırlar, seneler adedince zihayat dünyaların ve seyyar alemlerin, şu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehadetleridir.
Şu dünyanın sekeratını ayat-ı Kuraniyenin işaret ettiği surette tahayyül etmek istersen, bak: Şu kainatın eczaları dakik, ulvi bir nizamla birbirine bağlanmış; hafi, nazik, latif bir rabıta ile tutunmuş; ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecram-ı ulviyeden tek bir cirm, kün emrine veya “Mihverinden çık” hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak. Nihayetsiz feza-yı alemde milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadaları gibi vaveylaya başlar. Birbirine çarpışarak, kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekeratla, Kadir-i Ezeli kainatı çalkalar; kainatı tasfiye edip, Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münasebeleri başka tarafa çekilir; alem-i ahiret tezahür eder.
ÜÇÜNCÜ MESELE: Ölecek alemin dirilmesi mümkündür. Çünkü, İkinci Esasta ispat edildiği gibi, kudrette noksan yoktur. Muktazi ise gayet kuvvetlidir. Mesele ise mümkinattandır. Mümkün bir meselenin gayet kuvvetli bir muktazisi varsa, failin kudretinde noksaniyet yoksa, ona mümkün değil, belki vaki suretiyle bakılabilir.
Remizli bir nükte: Şu kainata dikkat edilse görünüyor ki, içinde iki unsur var ki her tarafa uzanmış kök atmış: Hayır-şer, güzel-çirkin, nef-zarar, kemal-noksan, ziya-zulmet, hidayet-dalalet, nur-nar, iman-küfür, taat-isyan, havf-muhabbet gibi asarlarıyla, meyveleriyle, şu kainatta ezdad birbiriyle çarpışıyor, daima tagayyür ve tebeddülata mazhar oluyor. Başka bir alemin mahsulatının destgahı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette, o iki unsurun birbirine zıt olan dalları ve neticeleri ebede gidecek, temerküz edip birbirinden ayrılacak, o vakit Cennet-Cehennem suretinde tezahür edecektir.
Madem alem-i bekà, şu alem-i fenadan yapılacaktır. Elbette, anasır-ı esasiyesi bekàya ve ebede gidecektir. Evet, Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kainatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havuzudur ve lütuf ve kahrın iki tecelligahıdır ki, dest-i kudret bir hareket-i şedide ile kainatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır.
Şu remizli nüktenin sırrı şudur ki: Hakim-i Ezeli, inayet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizasıyla, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve Esma-i Hüsnasına ayine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise, neşvünemaya sebeptir. O neşvünema ise, istidatların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, hakaik-i nisbiyenin zuhuruna sebeptir. Hakaik-i nisbiyenin zuhuru ise, Sani-i Zülcelalin Esma-i Hüsnasının nukuş-u tecelliyatını göstermesine ve kainatı mektubat-ı Samedaniye suretine çevirmesine sebeptir. İşte, şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki, ervah-ı aliyenin elmas gibi cevherleri, ervah-ı safilenin kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrılır.
İşte, bu mezkur sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, ali hikmetler için, alemi bu surette irade ettiğinden, şu alemin tagayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül ve tagayyür için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlere mezc ederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem ederek, hamur gibi yoğurarak, şu kainatı tebeddül ve tagayyür kanununa ve tahavvül ve tekamül düsturuna tabi kıldı.
Vakta ki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esma-i Hüsna hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamıyla yazdı. Kudret, nukuş-u sanatını tekmil etti. Mevcudat, vezaifini ifa etti. Mahlukat, hizmetlerini bitirdi. Herşey manasını ifade etti. Dünya, ahiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sani-i Kadirin bütün mucizat-ı kudretini, umum havarık-ı sanatını teşhir edip gösterdi. Şu alem-i fena, sermedi manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı. O Sani-i Zülcelalin hikmet-i sermediyesi ve inayet-i ezeliyesi, o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o Esma-i Hüsnanın tecellilerinin hakikatlerini, o kalem-i kader mektubatının hakaikini, o nümune-misal nukuş-u sanatının asıllarını, o vezaif-i mevcudatın faidelerini, gayelerini, o hidemat-ı mahlukatın ücretlerini ve o kelimat-ı kitab-ı kainatın ifade ettikleri manaların hakikatlerini ve istidat çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübra açmasını ve dünyadan alınmış misali manzaraların göstermesini ve esbab-ı zahiriyenin perdesini yırtmasını ve herşey doğrudan doğruya Halık-ı Zülcelaline teslim etmesi gibi hakikatleri iktiza etti. Ve o mezkur hakikatleri iktiza ettiği için, kainatı dağdağa-i tagayyür ve fenadan, tahavvül ve zevalden kurtarmak ve ebedileştirmek için, o zıtların tasfiyesini istedi ve tagayyürün esbabını ve ihtilafatın maddelerini tefrik etmek istedi. Elbette kıyameti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. İşte, şu tasfiyenin neticesinde Cehennem ebedi ve dehşetli bir suret alıp, taifeleri وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ tehdidine mazhar olacak; Cennet ebedi, haşmetli bir suret giyerek, ehil ve ashabı سَلاَمٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ hitabına mazhar olacak.
Yirmi Sekizinci Sözün Birinci Makamının İkinci Sualinde ispat edildiği gibi, Hakim-i Ezeli, şu iki hanenin sekenelerine, kudret-i kamilesiyle ebedi ve sabit bir vücut verir ki, hiç inhilal ve tagayyüre ve ihtiyarlığa ve inkıraza maruz kalmazlar. Çünkü inkıraza sebebiyet veren tagayyürün esbabı bulunmaz.
DÖRDÜNCÜ MESELE: Şu mümkün, vaki olacaktır. Evet, dünya öldükten sonra ahiret olarak diriltilecektir. Dünya harap edildikten sonra, o dünyayı yapan Zat, yine daha güzel bir surette onu tamir edecek, ahiretten bir menzil yapacaktır. Şuna delil, başta Kuran-ı Kerim, binler berahin-i akliyeyi tazammun eden umum ayatıyla ve bütün kütüb-ü semaviye bunda müttefik bulunduğu gibi, Zat-ı Zülcelalin evsaf-ı celaliyesi ve evsaf-ı cemaliyesi ve Esma-i Hüsnası bunun vukuuna kati surette delalet ederler. Ve enbiyaya gönderdiği bütün semavi fermanları ile, kıyameti ve haşrin icadını vaad etmiş. İşte, madem vaad etmiş, elbette yapacaktır. Onuncu Sözün Sekizinci Hakikatine müracaat et.
Hem, başta Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamın bin mucizatının kuvvetiyle, bütün enbiya ve mürselinin ve evliya ve sıddıkinin, vukuunda müttefik olup haber verdikleri gibi, şu kainat, bütün ayat-ı tekviniyesiyle, vukuundan haber veriyor.
Elhasıl: Onuncu Söz bütün hakaikiyle, Yirmi Sekizinci Söz İkinci Makamında, Lasiyyemalardaki bütün berahiniyle, gurub etmiş güneşin sabahleyin yeniden tulu edeceği derecesinde bir katiyetle göstermiştir ki, hayat-ı dünyeviyenin gurubundan sonra, şems-i hakikat hayat-ı uhreviye suretinde çıkacaktır.
İşte, baştan buraya kadar beyanatımız, ism-i Hakimden istimdat ve feyz-i Kurandan istifade suretinde, kalbi kabule, nefsi teslime, aklı iknaa ihzar için Dört Esas söyledik. Fakat biz neyiz ki buna dair söz söyleyeceğiz? Asıl şu dünyanın Sahibi, şu kainatın Halıkı, şu mevcudatın Maliki ne söylüyor, onu dinlemeliyiz. Mülk sahibi söz söylerken başkalarının ne haddi var ki fuzuliyane karışsın?
İşte, o Sani-i Hakim, dünya mescidinde ve arz mektebinde, asırlar arkasında oturan taifelerin umum saflarına hitaben irad ettiği hutbe-i ezeliyesinde, kainatı zelzeleye veren
اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا وَقَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَاهُ ve bütün mahlukatı neşelendiren, şevke getiren وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَاخَالِدُونَ
gibi binler fermanları, Malikül-Mülkten, Sahib-i Dünya ve ahiretten dinlemeliyiz. “amenna ve saddakna” demeliyiz.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّنَا لاَ تُؤٰاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلّيْتَ عَلٰى سَيِّدِنَا اِبْرٰهِيمَ وَعَلٰۤى اٰلِ سَيِّدِنَا اِبْرٰهِيمَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ