Ene ve zerreden ibaret bir elif, bir noktadır.
Şu Söz İki Maksattır. Birinci Maksat enenin mahiyet ve neticesinden, İkinci Maksat zerrenin hareket ve vazifesinden bahseder.
Birinci Maksat
اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً ŞU aYETİN büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir vechi enedir. Evet, ene, zaman-ı ademden şimdiye kadar alem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tuba ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azim hakikate girişmeden evvel, o hakikatin fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:
Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kainatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır, bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muamma, o acip tılsım olan ene açılır ve kainat tılsımını ve alem-i vücubun künuzunu dahi açar. Şu meseleye dair, Şemme isminde bir risale-i Arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki:
alemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kainat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki, alemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallak-ı Kainatın künuz-u mahfiyesini onunla keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi kainat dahi açılır. Şöyle ki:
Sani-i Hakim, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, sıfat ve şuunatının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işarat ve nümuneleri cami bir ene vermiştir—ta ki, o ene bir vahid-i kıyasi olup, evsaf-ı Rububiyet ve şuunat-ı Uluhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasi, bir mevcud-u hakiki olmak lazım değil. Belki, hendesedeki farazi hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasi teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla hakiki vücudu lazım değildir.
Sual: Niçin Cenab-ı Hakkın sıfat ve esmasının marifeti enaniyete bağlıdır?
Elcevap: Çünkü, mutlak ve muhit birşeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Mesela, zulmetsiz, daimi bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmi bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit bilinir.
İşte, Cenab-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakim ve Rahim gibi sıfat ve esması muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakiki nihayet ve hadleri olmadığından, farazi ve vehmi bir haddi çizmek lazım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir malikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.
Mesela, daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Halıkının rububiyetini anlar. Ve zahir malikiyetiyle, Halıkının hakiki malikiyetini fehmeder ve “Bu haneye malik olduğum gibi, Halık da şu kainatın malikidir” der. Ve cüzi ilmiyle Onun ilmini fehmeder. Ve kisbi sanatçığıyla O Sani-i Zülcelalin ibda-i sanatını anlar. Mesela, “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der. Ve hakeza, bütün sıfat ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfat ve hissiyat, enede münderiçtir.
Demek ene, ayine-misal ve vahid-i kıyasi ve alet-i inkişaf ve mana-yı harfi gibi, manası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i ademiyetin kitabından bir eliftir ki, o elifin iki yüzü var:
Biri hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder; kendi icad edemez. O yüzde fail değil; icaddan eli kısadır.
Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o faildir, fiil sahibidir.
Hem onun mahiyeti harfiyedir; başkasının manasını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizanülhararet ve mizanülhava gibi mizanlar nevinden bir mizandır ki, Vacibül- Vücudun mutlak ve muhit ve hudutsuz sıfatını bildiren bir mizandır.
İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve izan eden ve ona göre hareket eden, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا beşaretinde dahil olur. Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dürbünüyle, kainat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür. Ve afaki malumat nefse geldiği vakit, enede bir musaddık görür; o ulum, nur ve hikmet olarak kalır, zulmet ve abesiyete inkılab etmez.
Vakta ki, ene, vazifesini şu suretle ifa etti; vahid-i kıyasi olan mevhum rububiyetini ve farazi malikiyetini terk eder.
لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَلَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ der, hakiki ubudiyetini takınır, makam-ı ahsen-i takvime çıkar.
Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini malik itikad etse, o vakit emanette hıyanet eder, وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا altında dahil olur. İşte, bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazi bir şirkten korkmuşlar.
Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazi bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünema bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel eder. Bütün o insan, bütün letaifiyle adeta ene olur. Sonra, nevin enaniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i neviyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sani-i Zülcelalin evamirine karşı mübareze eder. Sonra, kıyas-ı binnefis suretiyle, herkesi, hatta herşeyi kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder, gayet azim bir şirke düşer, اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ mealini gösterir. Evet, nasıl miri malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarını birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de, “Kendime malikim” diyen adam, “Herşey kendine maliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.
İşte, ene, şu hainane vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeple bir eçheldir. Çünkü duyguları, efkarları kainatın envar-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey nefsindeki renklerle boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünkü, şu haldeki enenin rengi, şirk ve tatildir, Allahı inkardır. Bütün kainat parlak ayetlerle dolsa, o enedeki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez. On Birinci Sözde, mahiyet-i insaniyenin ve mahiyet-i insaniyedeki enaniyetin, mana-yı harfi cihetiyle ne kadar hassas bir mizan ve doğru bir mikyas ve muhit bir fihriste ve mükemmel bir harita ve cami bir ayine ve kainata güzel bir takvim, bir ruzname olduğu, gayet kati bir surette tafsil edilmiştir. Ona müracaat edilsin. O Sözdeki tafsilata iktifaen kısa keserek mukaddimeye nihayet verdik. Eğer mukaddimeyi anladınsa, gel, hakikate giriyoruz.
İşte, bak: alem-i insaniyette, zaman-ı ademden şimdiye kadar iki cereyan-ı azim, iki silsile-i efkar, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azime hükmünde; biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, alem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler felsefe silsilesinin etrafına cem olmuştur. Şimdi, şu iki silsilenin menşelerini, esaslarını bulmalıyız.
İşte, diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp şirk ve dalalet zulümatını etrafına dağıtır. Hatta, kuvve-i akliye dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrutları, Firavunları, Şeddadları beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında aliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile, silsile-i nübüvvetin—ki, bir şecere-i tuba-i ubudiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselin ve evliya ve sıddıkin meyvelerini yetiştirdiği gibi, kuvve-i dafia dalında adil hakimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i cazibe dalında hüsn-ü siret ve ismetli cemal-i suret ve sehavet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kainatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber, enenin iki cihetindedir. O iki şecereye menşe ve medar, esaslı bir çekirdek olarak, enenin iki vechini beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Enenin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.
Nübüvvetin vechi olan birinci vecih: Ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Yani, ene kendini abd bilir; başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti harfiyedir; yani başkasının manasını taşıyor, fehmeder. Vücudu tebeidir; yani başka birisinin vücuduyla kaim ve icadıyla sabittir, itikad eder. Malikiyeti vehmiyedir; yani kendi malikinin izniyle suri, muvakkat bir malikiyeti vardır, bilir. Hakikati zılliyedir; yani hak ve vacip bir hakikatin cilvesini taşıyan mümkün ve miskin bir zılldir. Vazifesi ise, kendi Halıkının sıfat ve şuunatına mikyas ve mizan olarak, şuurkarane bir hizmettir.
İşte, enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya, eneye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikati anlamışlar. Bütün mülkü Malikül-Mülke teslim etmişler ve hükmetmişler ki, o Malik-i Zülcelalin ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde şerik ve naziri yoktur; muin ve vezire muhtaç değil; herşeyin anahtarı Onun elindedir; herşeye Kàdir-i Mutlaktır; esbab bir perde-i zahiriyedir; tabiat bir şeriat-i fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır.
İşte, şu parlak, nurani, güzel yüz, hayattar ve manidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki, Halık-ı Zülcelal, bir şecere-i tuba-i ubudiyeti ondan halk etmiştir ki, onun mübarek dalları, alem-i beşeriyetin her tarafını nurani meyvelerle tezyin etmiştir. Bütün zaman-ı mazideki zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazi, felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için ervah-ı afiline bir medar-ı envar ve muhtelif basamaklı bir mirac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nurani bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.
İkinci vecih ise, felsefe tutmuştur. Felsefe ise, eneye mana-yı ismiyle bakmış. Yani, kendi kendine delalet eder, der; manası kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu asli, zati olduğunu telakki eder. Yani, zatında bizzat bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakiki maliktir, zum eder. Onu bir hakikat-i sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zatından neşet eden bir tekemmül-ü zati olduğunu bilir, ve hakeza… Çok esasat-ı fasideye mesleklerini bina etmişler. O esasat ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhassa Sözlerde, hususan On İkinci ve Yirmi Beşinci Sözlerde kati ispat etmişiz. Hatta, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dahileri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabi gibi adamlar, “İnsaniyetin gayetül-gayatı teşebbüh-ü bil-Vacibdir, yani Vacibül-Vücuda benzemektir” deyip firavunane bir hüküm vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.
Nübüvvet ise, gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlak-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, zaafını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-yı İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp aff-ı İlahiye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahiye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkarane hükmetmişler.
İşte, diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolunu şaşırdığı içindir ki, ene kendi dizginini eline almış, dalaletin herbir nevine koşmuş. İşte şu vecihteki enenin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünema bulup alem-i insaniyetin yarısından fazlasını kaplamış.
İşte, o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında beşerin enzarına verdiği meyveler ise, asnamlar ve alihelerdir. Çünkü, felsefenin esasında kuvvet müstahsendir. Hatta “El-hükmü lil-galib” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var; kuvvette hak vardır” der. Zulmü manen alkışlamış, zalimleri teşçi etmiştir ve cebbarları uluhiyet davasına sevk etmiştir.
Hem masnudaki güzelliği ve nakıştaki hüsnü, masnua ve nakşa mal edip, Sani ve Nakkaşın mücerred ve mukaddes cemalinin cilvesine nisbet etmeyerek, “Ne güzel yapılmış” yerine “Ne güzeldir” der, perestişe layık bir sanem hükmüne getirir.
Hem herkese satılan muzahraf, hodfuruş, gösterici, riyakar bir hüsnü istihsan, ettiği için riyakarları alkışlamış, sanem-misalleri kendi abidlerine abide yapmıştır.
O şecerenin kuvve-i gadabiye dalında, biçare beşerin başında küçük büyük Nemrutlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye dalında, alem-i insaniyetin dimağına dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun gibi meyveleri vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.
Şimdi şu hakikati tenvir için, felsefe mesleğinin esasat-ı fasidesinden neşet eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esasat-ı sadıkasından tevellüd eden neticelerinin binler muvazenesinden, nümune olarak üç dört misal zikrediyoruz.
Mesela, nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturi neticelerinden تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللهِ kaidesiyle, “Ahlak-ı İlahiye ile muttasıf olup Cenab-ı Hakka mütezellilane teveccüh edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip dergahına abd olunuz” düsturu nerede? Felsefenin “Teşebbüh-ü bil-Vacib insaniyetin gayet-i kemalidir” kaidesiyle, “Vacibül-Vücuda benzemeye çalışınız” hodfuruşane düsturu nerede? Evet, nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaçla yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede? Nihayetsiz Kadir, Kavi, Gani ve Müstağni olan Vacibül-Vücudun mahiyeti nerede?
İkinci misal: Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki düsturi neticelerinden ve şems ve kamerden tut, ta nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanın imdadına, hatta zerrat-ı taamiye hüceyrat-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşi hayvanların fıtratlarını su-i istimallerinden neşet eden düstur-u cidal nerede? Evet, düstur-u cidali o kadar esaslı ve külli kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir” diye eblehane hükmetmişler.
Üçüncü misal: Nübüvvetin tevhid-i İlahi hakkındaki netaic-i aliyesinden ve düstur-u gàliyesinden اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ yani “Her birliği bulunan yalnız birden sudur edecektir; madem herşeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek Zatın icadıdır” diye olan tevhidkarane düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ “Birden bir sudur eder”; yani “Bir zattan bizzat birtek sudur edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudur eder” diye, Ganiyy-i alel-Itlak ve Kadir-i Mutlakı aciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir nevi şirket verip, Halık-ı Zülcelale “akl-ı evvel” namında bir mahluku verip adeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azime yol açan şirk-alud ve dalalet-pişe o felsefenin düsturu nerede? Hükemanın yüksek kısmı olan işrakıyyun böyle halt etseler, maddiyyun, tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar halt edeceklerini kıyas edebilirsin.
Dördüncü misal: Nübüvvetin düstur-u hakimanesinden وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ sırrıyla, “Herşeyin, her zihayatın neticesi, hikmeti, kendine ait bir ise, Saniine ait neticeleri, Fatırına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hatta bir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin “Herbir zihayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafiine aittir diye, koca bir dağ gibi ağaca hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i muzahrefe düsturları nerede?
Şu hakikat, Onuncu Sözün Onuncu Hakikatinde bir derece gösterildiğinden, kısa kestik.
İşte, bu dört misale binler misali kıyas edebilirsin. “Lemeat” namındaki bir risalede bir kısmına işaret etmişiz.
İşte, felsefenin şu esasat-ı fasidesinden ve netaic-i vahimesindendir ki, İslam hükemasından İbn-i Sina ve Farabi gibi dahiler, şaşaa-i suriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp o mesleğe girdiklerinden, adi bir mümin derecesini ancak kazanabilmişler. Hatta, İmam-ı Gazali gibi bir Hüccetül-İslam, onlara o dereceyi de vermemiş. Hem mütekelliminin mütebahhirin ulemasından olan Mutezile imamları, ziynet-i surisine meftun olup o mesleğe ciddi temas ederek aklı hakim ittihaz ettiklerinden, ancak fasık, mübtedi bir mümin derecesine çıkabilmişler. Hem üdeba-yı İslamiyenin meşhurlarından, bedbinlikle maruf Ebul-Ala-i Maarri ve yetimane ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmareyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip “Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkarane tedip tokatlarını almışlar.
Hem meslek-i felsefenin esasat-ı fasidesindendir ki, ene, kendi zatında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meşum nazarıyla mana-yı ismi cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkarla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkarıyla şişer. Sonra sair insanları, hatta esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Halık-ı Zülcelalin evamirine karşı mübareze vaziyetini alır, مَنْ يُحْىِ الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ der, meydan okur gibi Kadir-i Mutlakı acz ile itham eder. Hatta, Halık-ı Zülcelalin evsafına müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkar, ya tahrif eder. Ezcümle:
Felasifenin bir taifesi, Cenab-ı Hakka “mucib-i bizzat” demişler, ihtiyarını nefyetmişler, ihtiyarını ispat eden bütün kainatın nihayetsiz şehadetlerini tekzip etmişler. Feya sübhanallah! Şu kainatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat, taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Saniin ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor! Hem bir kısım felasife “Cüziyata ilm-i İlahi taalluk etmiyor” diye ilm-i İlahinin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehadat-ı sadıkalarını reddetmişler. Hem felsefe esbaba tesir verip tabiat eline icad verir. Yirmi İkinci Sözde kati bir surette ispat edildiği gibi, herşeyde Halık-ı Külli Şeye has, parlak sikkeyi görmeyip aciz, camid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip, binler hikmet-i aliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubat-ı Samedaniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder. Hem, Onuncu Sözde ispat edildiği gibi, Cenab-ı Hak bütün esmasıyla ve kainat bütün hakaikiyle ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve kütüb-ü semaviye bütün ayatıyla gösterdikleri haşir ve ahiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler. İşte, bu hurafatlara sair meselelerini kıyas edebilirsin. Evet, şeytanlar, güya enenin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp, dalalet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük alemde ene, büyük alemde tabiat gibi tağutlardandır.
فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى لاَ انْفِصَامَ لَهَا وَاللهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Geçen hakikati tenvir edecek bir seyahat-i hayaliye suretinde, nim-manzum olarak Lemeatta yazdığım bir vakıa-i misaliyenin mealini şurada zikretmeye münasebet geldi. Şöyle ki:
Bu risalenin telifinden sekiz sene evvel, İstanbulda, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefeyle münasebette bulunan Eski Saidin Yeni Saide inkılab edeceği bir hengamdadır ki, Fatiha-i Şerifenin ahirinde
صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ
ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken, şöyle bir vakıa-i hayaliye, bir hadise-i misaliye, rüyaya benzer bir hadise gördüm ki:
Kendimi bir sahra-yı azimede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesim var, ne ziya, ne ab-ı hayat hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahluklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. Kalbime geldi ki, şu zeminin öteki tarafında ziya, nesim, ab-ı hayat var, oraya geçmek lazım. Baktım ki, ihtiyarsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde tünelvari bir mağaraya sokuldum. Git gide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki, benden evvel o tahtelarz yolda çok kimseler gitmişler, her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum; sonra sesleri kesiliyordu.
Ey hayaliyle benim seyahat-i hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkarıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflatun ve Aristo gibi meşahirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farabi gibi dahilerindir. Evet, İbn-i Sinanın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her neyse, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.
Gid gide, baktım ki, benim elime iki şey verildi: biri, bir elektrik, o tahtelarz tabiatın zulümatını dağıtır; diğeri bir alet ile dahi azim kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: “Bu elektrikle o alet Kuranın hazinesinden size verilmiştir.”
Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde, bulutsuz bir güneş, ruh-efza bir nesim, hayattar bir ab-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir alem gördüm. “Elhamdü lillah” dedim. Sonra baktım ki, ben kendi kendime malik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor.
Yine evvelki vaziyette, o sahra-yı azimede, boğucu bulut altında yine ben kendimi gördüm. Daha başka bir yolda, bir saik beni sevk ediyordu. Bu defa tahtezzemin değil, belki seyir ve seyahatle yeryüzünü kat edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatimde öyle acaip ve garaibi görüyordum ki, tarif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fırtına beni tehdit eder, herşey bana müşkülat peyda eder. Fakat yine Kurandan bana verilen bir vasıta-i seyahatimle geçiyordum, galebe çalıyordum. Git gide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahati bitirenler, binde ancak birdir.
Her ne ise, o buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel güneşle karşılaştım. Ruh-efza nesimi teneffüs ederek “Elhamdü lillah” dedim. O cennet gibi o alemi seyre başladım.
Sonra baktım, biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müthiş sahraya getirdi. Baktım ki, yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zembil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkine beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası dağın yarısına kadar gelmemişti. En latif bir nesim, en leziz bir ab-ı hayat, en şirin bir ziya her tarafta görünüyor.
Baktım ki, o asansörler gibi nurani menziller her tarafta var. Hatta iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kuran-ı Hakimin ayetlerinin cilveleridir.
İşte, وَلاَ الضَّۤالِّينَ ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğidir ki, onda hakikate ve nura geçmek için ne kadar müşkülat olduğunu hissettiniz.
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşaiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatül-hakaike ve Vacibül-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir.
اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile işaret olunan üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kuranın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selamet ve herkese açık, semavi ve Rahmani ve nurani bir meslektir.
İkinci Maksat
Tahavvülat-ı zerrata dair şu ayetin hazinesinden bir zerreye işaret edecektir.
لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍوَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لاَ تَاْتِينَا السَّاعَةُ قُلْ بَلٰى وَرَبِّى لَتَاْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِ
ŞU aYETİN pek büyük hazinesinden bir miskal zerre miktarında, yani zerre sandukçasında olan cevheri gösterir ve zerrenin hareket ve vazifesinden bir nebze bahseder. Şu Maksat bir Mukaddime ile Üç Noktadan ibarettir.
MUKADDİME
Tahavvülat-ı zerrat, Nakkaş-ı Ezelinin kalem-i kudreti, kitab-ı kainatta yazdığı ayat-ı tekviniyenin hengamındaki ihtizazatı ve cevelanıdır. Yoksa, maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, manasız bir hareket değildir. Çünkü, bütün mevcudat gibi, zerreler ve herbir zerre, mebde-i hareketinde “Bismillah” der. Çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi… Hem vazifesinin hitamında “Elhamdü lillah” der. Çünkü, bütün ukulü hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i sanat, faideli bir hüsn-ü nakış göstererek, Sani-i Zülcelalin medayihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Mesela, nar ve mısıra dikkat et.
Evet, tahavvülat-ı zerrat, alem-i gaybdan olan herşeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamata medar ve ilim ve emr-i İlahinin bir ünvanı olan İmam-ı Mübinin düsturları ve imlası tahtında ve zaman-ı hazır ve alem-i şehadetten teşkil ve icad-ı eşyada tasarrufa medar ve kudret ve irade-i İlahiyenin bir ünvanı olan Kitab-ı Mübinden istinsah ile ve seyyal zamanın hakikati ve sahife-i misaliyesi olan Levh-i Mahv, İsbatta kelimat-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekattır ve manidar ihtizazattır.
BİRİNCİ NOKTA
İki Mebhastır.
BİRİNCİ MEBHAS: Her zerrede, hem hareketinde, hem sükunetinde iki güneş gibi iki nur-u tevhid parlıyor. Çünkü, Onuncu Sözün Birinci İşaretinde icmalen ve Yirmi İkinci Sözde tafsilen ispat edildiği gibi, herbir zerre, eğer memur-u İlahi olmazsa ve Onun izni ve tasarrufuyla hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse, o vakit herbir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herşeyi görür bir gözü, herşeye bakar bir yüzü, herşeye geçer bir sözü bulunmak lazım gelir. Çünkü, anasırın herbir zerresi, herbir cism-i zihayatta muntazaman işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamatı ve kavanin-i teşekkülatı birbirine muhaliftir. Onların nizamatı bilinmezse işlenilmez, işlenilse de yanlışsız yapılmaz. Halbuki yanlışsız yapılıyor. Öyle ise, o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle işliyorlar; veyahut kendilerinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lazım geliyor.
Evet, havanın herbir zerresi, herbir zihayatın cismine, herbir çiçeğin herbir meyvesine, herbir yaprağın binasına girip işleyebilir. Halbuki onların teşkilatları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizamatı var. Bir incir meyvesinin fabrikası, faraza, çuha makinesi gibi olsa, bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır. Ve hakeza, o binaların, o cisimlerin programları birbirinden başkadır. Şimdi, şu zerre-i havaiye bütün onlara girer veya girebilir ve gayet hakimane ve üstadane, yanlışsız olarak işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar, gider.
İşte, müteharrik havanın müteharrik zerresi, ya nebatata ve hayvanata, hatta meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen suretlerin, miktarların teşkilatını, biçimini bilmesi lazım geldiği; veyahut onlar bir bilenin emir ve iradesiyle memur olması lazım geldiği gibi:
Sakin toprak, sakin olan herbir zerresi, bütün çiçekli nebatatın ve meyvedar ağaçların tohumlarına medar ve menşe olmak kabil olduğundan, hangi tohum gelse ve o zerrede, yani misliyet itibarıyla bir zerre hükmünde olan bir avuç toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levazımatına ve teşkilatına lazım bütün cihazatı bulunduğundan, o zerrede ve o zerrenin kulübeciği olan o bir avuç toprakta, eşcar ve nebatat ve çiçekler ve meyveler envaı adedince muntazam manevi makine ve fabrikaları bulunması; veyahut mucizekar, herşeyi hiçten icad eder ve herşeyin herşeyini ve her cihetini bilir bir ilim ve kudret bulunması lazımdır; veyahut bir Kadir-i Mutlak, bir Alim-i Külli Şeyin emir ve izniyle, havl ve kuvvetiyle o vazifeler gördürülür.
Evet, nasıl ki bir acemi, ham, ami, adi, hem kör bir adam Avrupaya gitse, bütün fabrikalara, destgahlara girse, üstadane kemal-i intizamla herbir sanatta, herbir binada işler, öyle eserler yapar ki, nihayet derecede hikmetli, sanatlı, herkesi hayrette bırakıyor. Zerre miktar şuuru olan bilir ki, o adam kendi başıyla işlemiyor; belki bir üstad-ı küll ona ders verir, işlettirir.
Hem nasıl ki bir kör, aciz, yerinden kalkamıyor, basit bir kulübeciğinde oturmuş bir adam bulunuyor. Halbuki o kulübeciğe bir dirhem gibi küçük bir taş, kemik ve pamuk gibi birer madde veriliyor. Halbuki o kulübecikten batmanlarla şeker, toplarla çuha, binlerle mücevherat, gayet sanatlı, murassaatlı libaslar, lezzetli taamlar çıkıp gelse, zerre miktar aklı olan demeyecek mi ki, “O adam, gayet mucizekar bir zatın menşe-i mucizatı olan fabrikasının bir mandalı veyahut miskin bir kapıcısıdır”?
Aynen öyle de, havanın zerreleri, herbiri birer mektubat-ı Samedaniye, birer antika-i sanat-ı Rabbaniye, birer mucize-i kudret, birer harika-i hikmet olan nebatat ve eşcar, ezhar ve esmardaki harekat ve hidematları, bir Sani-i Hakim-i Zülcelalin, bir Fatır-ı Kerim-i Zülcemalin emir ve iradesiyle hareket ettiğini; ve toprağın zerreleri dahi, herbiri birer ayrı makine ve destgah, birer ayrı matbaa, birer ayrı hazine, birer ayrı antika ve Sani-i Zülcelalin esmasını ilan eden birer ayrı ilanname ve kemalatını söyleyen birer ayrı kaside hükmünde olan o tohumcuklarının, o çekirdeklerinin sünbüllerine, ağaçlarına menşe ve medar olmaları, emr-i كُنْ فَيَكُونُ a malik, herşey emrine musahhar bir Sani-i Zülcelalin emriyle, izniyle, iradesiyle, kuvvetiyle olması, iki kere iki dört eder gibi katidir. amenna.
İKİNCİ MEBHAS: Zerratın harekatındaki vazifelere, hikmetlere küçük bir işarettir.
Evet, akılları gözlerine sukut etmiş maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülat-ı zerratı bütün düsturlarına üssülesas tutup, masnuat-ı İlahiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı hikmetsiz, manasız, karma karışık birşeye isnad etmeleri ne kadar hilaf-ı akıl olduğunu, zerre miktar şuuru bulunan bilir.
Şimdi, Kuran-ı Hakimin hikmeti nokta-i nazarında tahavvülat-ı zerratın pek çok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır.
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ gibi çok ayetlerle hikmetlerine ve vazifelerine işaret eder. Numune olarak birkaçına işaret ediyoruz.
Birincisi: Cenab-ı Vacibül-Vücudun tecelliyat-ı icadiyesini tecdid ve tazelendirmek için, her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mucizat-ı kudretinden taze birer ceset giydirmek ve her birtek kitaptan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve birtek hakikati başka başka surette göstermek ve kainatların ve alemlerin ve mevcudatların taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hazırlamak için, Fatır-ı Zülcelal, kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.
İkincisi: Malikül-Mülki Zülcelal, şu dünyayı, bahusus ru-yi zemin tarlasını bir mülk suretinde yaratmıştır. Yani, neşvünemaya, taze taze mahsulat vermeye kabil bir surette müheyya etmiştir-ta ki, nihayetsiz mucizat-ı kudretini orada ekip biçsin. İşte, şu zemin yüzündeki tarlasında zerratı hikmetle tahrik ederek intizam dairesinde tavzif edip her asırda, her fasılda, her ayda, belki her günde, belki her saatte mucizat-ı kudretinden yeni yeni birer kainat gösterir, yeryüzü avlusuna başka başka mahsulat verdirir. Nihayetsiz hazine-i rahmetinin hedayasını, nihayetsiz kudretinin mucizatının numunelerini harekat-ı zerratla izhar eder.
Üçüncüsü: Nihayetsiz tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için, mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maanileri ifade edecek olan hadsiz ayatları yazmak için, Nakkaş-ı Ezeli, zerratı kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir.
Evet, geçen senenin mahsulatıyla şu senenin mahsulatının mahiyetleri bir hükmündedir. Fakat maanileri başka başkadır. Taayyünat-ı itibariyeyi değiştirmekle maanileri değişir ve çoğalır. Taayyünat-ı itibariye ve teşahhusat-ı muvakkate, tebdil edildikleri ve zahiren fani oldukları halde, onların maani-i cemileleri muhafaza olunup sabit ve baki kalır. Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsalinin hakikatçe aynılarıdır.
Yalnız teşahhusat-ı itibariyede fark var. Fakat o itibari teşahhuslar, her vakit tecelliyatı tazelenmekte olan şuunat-ı esma-i İlahiyenin maanilerini ifade için, şu bahardakiler ayrı teşahhusatla onların yerine geldiler.
Dördüncüsü: Hadsiz alem-i misal gibi gayet geniş alem-i melekut ve gayr-ı mahdut sair uhrevi alemlere birer mahsulat veya tezyinat veya levazımat gibi onlara münasip şeyleri yetiştirmek için, şu dar mezraa-i dünyada, zemin yüzünün destgahında ve tarlasında, Hakim-i Zülcelal, zerratı tahrik edip kainatı seyyale ve mevcudatı seyyare ederek, şu küçük zeminde o pek büyük alemlere pek çok mahsulat-ı maneviye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazine-i kudretinden nihayetsiz bir seyli dünyadan akıttırıp alem-i gayba ve bir kısmını ahiret alemlerine döküyor.
Beşincisi: Nihayetsiz kemalat-ı İlahiyeyi, hadsiz celevat-ı cemaliyeyi ve gayetsiz tecelliyat-ı celaliyeyi ve gayr-ı mütenahi tesbihat-ı Rabbaniyeyi şu dar ve mahdut zeminde ve mütenahi ve az bir zamanda göstermek için, zerratı kemal-i hikmetle, kudretiyle tahrik edip, kemal-i intizamla tavzif ederek, mütenahi bir zamanda, mahdut bir zeminde, gayr-ı mütenahi tesbihat yaptırıyor, gayr-ı mahdut tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye ve kemaliyesini gösteriyor, çok hakaik-i gaybiye ve çok semerat-ı uhreviye ve fanilerin baki olan hüviyet ve suretlerinden pek çok nukuş-u misaliye ve çok manidar nüsuc-u levhiyeyi icad ediyor. Demek, zerreyi tahrik eden, şu makàsıd-ı azimeyi, şu hikem-i cesimeyi gösteren bir Zattır. Yoksa, herbir zerrede güneş gibi bir dimağ bulunması lazım gelir.
Daha bu beş numune gibi belki beş bin hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülatını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler. Ve hakikatte biri enfüsi, diğeri afaki iki hareket-i cezbekaranede zikir ve tesbih-i İlahi ile Mevlevi gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zum etmişler. İşte bundan anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri, hikmetsizliktir.
Üçüncü Noktada altıncı, uzun bir hikmet daha söylenecektir.
İKİNCİ NOKTA
Herbir zerrede, Vacibül-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır. Evet, zerre, acz ve cumuduyla beraber, şuurkarane büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vacibül-Vücudun vücuduna kati şehadet ettiği gibi; harekatında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vacibül-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekutun maliki olan Zatın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.
Demek zerre—çünkü acizdir, yükü nihayetsiz ağırdır ve vazifeleri nihayetsiz çoktur—bir Kadir-i Mutlakın ismiyle, emriyle kaim ve müteharrik olduğunu bildirir. Hem kainatın nizamat-ı külliyesini bilir bir tarzda tevfik-i hareket etmesi ve her yere manisiz girmesi, tek bir Alim-i Mutlakın kudretiyle, hikmetiyle işlediğini gösterir.
Evet, nasıl ki bir nefer, takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ve hakeza, herbir dairede birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi olduğunu ve o nisbetleri, o vazifeleri bilmekle tevfik-i hareket etmek, nizamat-ı askeriye tahtında talim ve talimat görmekle, bütün o dairelere kumanda eden birtek kumandan-ı azamın emrine ve kanununa tebaiyetle oluyor. Öyle de, herbir zerre, birbiri içindeki mürekkebatta birer münasip vaziyeti, ayrı ayrı maslahatlı birer nisbeti, ayrı ayrı muntazam birer vazifesi, ayrı ayrı hikmetli neticeleri bulunduğundan, elbette o zerreyi, o mürekkebatta bütün nisbet ve vazifelerini muhafaza edip netice ve hikmetleri bozmayacak bir tarzda yerleştirmek, bütün kainat kabza-i tasarrufunda olan bir Zata mahsustur. Mesela, Tevfikin gözbebeğinde yerleşen zerre, gözün asab-ı muharrike ve hassase ve şerayin ve evride gibi damarlara karşı münasip vaziyet alması; ve yüzde ve sonra başta ve gövdede, daha sonra heyet-i mecmua-i insaniyede herbirisine karşı birer nisbeti, birer vazifesi, birer faidesi kemal-i hikmetle bulunması gösteriyor ki, bütün o cismin bütün azasını icad eden bir Zat o zerreyi o yerde yerleştirebilir. Ve bilhassa rızık için gelen zerreler, rızık kafilesinde seyrüsefer eden o zerreler, o kadar hayretfeza bir intizam ve hikmetle seyr ü seyahat ederler ve öyle tavırlarda, tabakalarda intizamperverane geçip gelirler ve öyle şuurkarane ayak atıp hiç şaşırmayarak gele gele ta beden-i zihayatta dört süzgeçle süzülüp rızka muhtaç aza ve hüceyratın imdadına yetişmek için kandaki küreyvat-ı hamraya yüklenip bir kanun-u keremle imdada yetişirler. Ondan bilbedahe anlaşılır ki, şu zerreleri binler muhtelif menzillerden geçiren, sevk eden, elbette ve elbette bir Rezzak-ı Kerim, bir Hallak-ı Rahimdir ki, kudretine nisbeten zerreler, yıldızlar omuz omuza müsavidirler.
Hem herbir zerre öyle bir nakş-ı sanatta işler ki, ya bütün zerratla münasebettar, herbirisine ve umumuna hem hakim ve hem herbirisine ve umumuna mahkum bir vaziyette bulunmakla, o hayretfeza sanatlı nakşı ve hikmetnüma nakışlı sanatı bilir ve icad eder—bu ise binler defa muhaldir—veya bir Sani-i Hakimin kanun-u kader ve kalem-i kudretinden çıkan harekete memur birer noktadır. Nasıl ki, mesela Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve sanatına tabi olmazlarsa, herbir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik sanatında bir mahareti ve sair taşlara hem mahkum, hem hakim olmak, yani, “Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için baş başa vereceğiz” diye bir hüküm sahibi olması lazımdır. Öyle de, binler defa Ayasofya kubbesinden daha sanatlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, Kainat Ustasının emrine tabi olmazlarsa, herbirine Sani-i Kainatın evsafı kadar evsaf-ı kemal verilmesi lazım gelir.
Feya sübhanallah! Zındık maddiyyun gavurlar, bir Vacibül-Vücudu kabul etmediklerinden, zerrat adedince batıl aliheleri kabul etmeye, mezheplerine göre muztar kalıyorlar. İşte, şu cihette münkir kafir ne kadar feylesof, alim de olsa, nihayet derecede bir cehl-i azim içindedir, bir echel-i mutlaktır.
ÜÇÜNCÜ NOKTA
Şu Nokta, Birinci Noktanın ahirinde vad olunan altıncı hikmet-i azimeye bir işarettir. Şöyle ki:
Yirmi Sekizinci Sözün ikinci sualinin cevabındaki haşiyede denilmişti ki: Tahavvülat-ı zerratın ve zihayat cisimlerde zerrat harekatının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi zerreleri nurlandırmaktır ve alem-i uhreviye binasına layık zerreler olmak için hayattar ve manidar olmaktır. Güya cism-i hayvani ve insa-ni, hatta nebati, terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhane, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, camid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Adeta bir talim ve talimata mazhar olurlar, letafet peyda ederler. Birer vazifeyi görmekle, alem-i bekàya ve bütün eczasıyla hayattar olan dar-ı ahirete zerrat olmak için liyakat kesb ederler.
Sual: Zerratın harekatında şu hikmetin bulunması neyle bilinir?
Elcevap: Evvela, bütün masnuatın bütün intizamatıyla ve hikmetleriyle sabit olan Saniin hikmetiyle bilinir. Çünkü, en cüzi bir şeye külli hikmetleri takan bir hikmet, seyl-i kainatın içinde en büyük faaliyet gösteren ve hikmetli nakışlara medar olan harekat-ı zerratı hikmetsiz bırakmaz. Hem en küçük mahlukatı vazifelerinde ücretsiz, maaşsız, kemalsiz bırakmayan bir hikmet, bir hakimiyet, en kesretli ve esaslı memurlarını, hizmetkarlarını nursuz, ücretsiz bırakmaz.
Saniyen: Sani-i Hakim, anasırı tahrik edip tavzif ederek, onlara bir ücret-i kemal hükmünde madeniyat derecesine çıkarmasıyla ve madeniyata mahsus tesbihatları onlara bildirmesiyle ve madeniyatı tahrik ve tavzif edip nebatat mertebe-i hayatiyesinin makamını vermesiyle ve nebatatı rızık ederek tahrik ve tavzif ile hayvanat mertebe-i letafetini onlara ihsan etmesiyle ve hayvanattaki zerratı tavzif edip rızık yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çıkarmasıyla ve insanın vücudundaki zerratı süze süze tasfiye ve taltif ederek ta dimağın ve kalbin en nazik ve latif yerinde makam vermesiyle bilinir ki, harekat-ı zerrat hikmetsiz değil; belki kendine layık bir nevi kemalata koşturuluyor.
Salisen: Zihayat cisimlerin zerratı içinde, çekirdek ve tohumdaki gibi, bir kısım zerreler öyle manevi bir nura, bir letafete, bir meziyete mazhar oluyorlar ki, sair zerrelere ve o koca ağaca bir ruh, bir sultan hükmüne geçer. İşte, azim bir ağacın bütün zerratı içinde bir kısım zerrelerin şu mertebeye çıkmaları, o ağacın tabaka-i hayatında çok devirleri ve nazik vazifeleri görmesiyle olduğundan, gösteriyor ki, Sani-i Hakimin emriyle vazife-i fıtrat içinde zerratın enva-ı harekatına göre onlara tecelli eden esmanın hesabına ve şerefine olarak birer manevi letafet, birer manevi nur, birer makam, birer manevi ders almalarını gösteriyor.
Elhasıl: Madem Sani-i Hakim herşey için o şeye münasip bir nokta-i kemal ve ona layık bir mertebe-i feyz-i vücut tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemale say edip gitmek için bir istidat vererek ona sevk ediyor. Ve bütün nebatat ve hayvanatta şu kanun-u rububiyet cari olmakla beraber, cemadatta dahi caridir ki, adi toprağa, elmas derecesine ve cevahir-i aliye mertebesine bir terakkiyat veriyor. Ve şu hakikatte muazzam bir kanun-u rububiyetin ucu görünüyor.
Hem madem o Halık-ı Kerim, tenasül kanun-u aziminde istihdam ettiği hayvanata ücret olarak, birer maaş gibi, birer lezzet-i cüziye veriyor. Ve arı ve bülbül gibi, sair hidemat-ı Rabbaniyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemal verir; şevk ve lezzete medar birer makam veriyor. Ve şunda bir muazzam kanun-u keremin ucu görünüyor.
Hem madem herşeyin hakikati, Cenab-ı Hakkın bir isminin tecellisine bakar, ona bağlıdır, ona ayinedir. O şey ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin şerefinedir; o isim öyle ister. O şey bilse, bilmese, o güzel vaziyet, hakikat nazarında matluptur. Ve şu hakikatten, gayet muazzam bir kanun-u tahsin ve cemalin ucu görünüyor.
Hem madem Fatır-ı Kerim, düstur-u kerem iktizasıyla, birşeye verdiği makamı ve kemali, o şeyin müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemali geriye almıyor. Belki, o zikemalin meyvelerini, neticelerini, manevi hüviyetini ve manasını, ruhlu ise ruhunu ibkà ediyor. Mesela, dünyada insanı mazhar ettiği kemalatın manalarını, meyvelerini ibkà ediyor. Hatta, müteşekkir bir müminin yediği zail meyvelerin şükrünü, hamdini, mücessem bir meyve-i Cennet suretinde tekrar ona veriyor. Ve şu hakikatte, muazzam bir kanun-u rahmetin ucu görünüyor.
Hem madem Hallak-ı Bimisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hatta güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlukların enkaz-ı maddiyesini bahar masnuatında istimal ediyor, onların binalarında derc ediyor. Elbette, يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sırrıyla, وَاِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ işaretiyle, şu dünyada camid, şuursuz, ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyenin, elbette taşı, ağacı, herşeyi zihayat ve zişuur olan ahiretin bazı binalarında derc ve istimali mukteza-yı hikmettir. Çünkü, harap olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikatten, pek muazzam bir kanun-u hikmetin ucu görünüyor.
Hem madem şu dünyanın pek çok asarı ve maneviyatı ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefinin mensucat-ı amelleri, sahaif-i efalleri, ruhları, cesetleri ahiret pazarına gönderiliyor. Elbette o semerata ve manalara hizmet eden ve arkadaşlık eden zerrat-ı arziye dahi, vazife noktasında kendine göre tekemmül ettikten sonra, yani nur-u hayata çok defa hizmet ve mazhar olduktan sonra ve hayati tesbihata medar olduktan sonra, şu harap olacak dünyanın enkazı içinde, şu zerratı dahi öteki alemin binasında derc etmek, mukteza-yı adl ve hikmettir. Ve şu hakikatten, pek muazzam bir kanun-u adlin ucu görünüyor.
Hem madem ruh cisme hakim olduğu gibi, camid maddelerde dahi, kaderin yazdığı evamir-i tekviniye o maddelere hakimdir. O maddeler, kaderin manevi yazısına göre mevki ve nizam alabilirler. Mesela, yumurtaların envaında ve nutfelerin aksamında ve çekirdeklerin esnafında ve tohumların ecnasında kaderin ayrı ayrı yazdığı evamir-i tekviniye cihetiyle ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve o madde itibarıyla mahiyetleri bir hükmünde olan o maddeler, hadsiz muhtelif mevcudata menşe oluyorlar, ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Elbette, hidemat-ı hayatiye ve hayattaki tesbihat-ı Rabbaniyede defaatle bir zerre bulunmuşsa ve hizmet etmişse, o zerrenin manevi alnında o manaların hikmetlerini, hiçbir şeyi kaybetmeyen kader kalemiyle kaydetmesi, mukteza-yı ihata-i ilmidir. Ve şunda pek muazzam bir kanun-u ilm-i muhitin ucu görünüyor.
Öyle ise, zerreler başıboş değiller.
Netice-i kelam: Geçmiş yedi kanun, yani kanun-u rububiyet, kanun-u kerem, kanun-u cemal, kanun-u rahmet, kanun-u hikmet, kanun-u adl, kanun-u ihata-i ilmi gibi pek çok muazzam kanunların görünen uçları arkalarında birer İsm-i azam ve o İsm-i azamın tecelli-i azamını gösteriyorlar. Ve o tecelliden anlaşılıyor ki, sair mevcudat gibi, şu dünyadaki tahavvülat-ı zerrat dahi, gayet ali hikmetler için kaderin çizdiği hudut üzerine kudretin verdiği evamir-i tekviniyeye göre hassas bir mizan-ı ilmi ile cevelan ediyorlar. Adeta başka, yüksek bir aleme gitmeye hazırlanıyorlar. Öyle ise, zihayat cisimler, o seyyah zerrelere güya birer mektep, birer kışla, birer misafirhane-i terbiye hükmündedir. Ve öyle olduğuna, bir hads-i sadıkla hükmedilebilir.
Elhasıl: Birinci Sözde denildiği ve ispat edildiği gibi, herşey Bismillah der. İşte, bütün mevcudat gibi, herbir zerre ve zerratın herbir taifesi ve mahsus herbir cemaati, lisan-ı hal ile Bismillah der, hareket eder.
Evet, geçmiş Üç Nokta sırrıyla, herbir zerre, mebde-i hareketinde, lisan-ı hal ile “Bismillahirrahmanirrahim” der. Yani, “Ben Allahın namıyla, hesabıyla, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.”
Sonra, netice-i hareketinde, herbir masnu gibi, herbir zerre, herbir taifesi, lisan-ı hal ile اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ der ki, bir kaside-i medhiye hükmünde olan sanatlı bir mahlukun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir. Belki herbiri, manevi, Rabbani, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer plağı hükmünde olan masnuların üstünde dönen ve tahmidat-ı Rabbaniye kasideleriyle o masnuatı konuşturan ve tesbihat-ı İlahiye neşidelerini okutturan birer iğne başı suretinde kendini gösteriyorlar.
دَعْوٰيهُمْ فِيهَا سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ فِيهَا سَلاَمٌ وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ رَبَنَّا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَۤاءً وَلِحَقِّهِ اَدَۤاءً وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَاِخْوَانِهِ وَسَلِّمْ وَسَلِّمْنَا وَسَلِّمْ دِينَنَا، اٰمِينَ يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ