"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Yirmi Birinci Söz

İki Makamdır
Birinci Makam
اِنَّ الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

BİR ZAMAN sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir. Fakat hergün, hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.”

O zatın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki, tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zat o sözü bütün nüfus-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.

Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkep içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil, Beş İkazı benden işit.

BİRİNCİ İKAZ
Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedi midir? Hiç kati senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?
Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyif için, ebedi dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasaydın ki ömrün azdır, hem faidesiz gidiyor; elbette onun yirmi dörtten birisini, hakiki bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek, usanmak şöyle dursun, belki ciddi bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.

İKİNCİ İKAZ
Ey şikemperver nefsim! Acaba, hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu?
Madem vermiyor; çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil, belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise, hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun ab-ı hayatı ve latife-i Rabbaniyemin hava-yı nesimini cezb ve celb eden namaz dahi seni usandırmamak gerektir.

Evet, nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve müptela ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti, herşeye kadir bir Rahim-i Kerimin kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.

Evet, şu fani dünyada kemal-i süratle vaveyla-yı firakı koparan giden, ekser mevcudatla alakadar bir ruhun ab-ı hayatı ise, herşeye bedel bir Mabud-u Bakinin, bir Mahbub-u Sermedinin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir.

Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezeli ve ebedi bir Zatın ayinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zişuur bir sırr-ı insani, zinur bir latife-i Rabbaniye, şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.

ÜÇÜNCÜ İKAZ
Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini bugün düşünüp muztarip olmak; hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kar-ı akıl mıdır?

Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde, o tutar, mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır.

Hem sol cenahta düşmanın askeri yokken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, “Ateş et” emrini verir, merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder, tarümar eder.

Evet, buna benzersin. Çünkü geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalb olmuş. Elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak; ve meşakkati, sevaba inkılab etmiş. Öyle ise, ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddi bir gayret almak lazım gelir. Gelecek günler ise madem gelmemişler; şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek, aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir.

Madem hakikat böyledir. akıl isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün. Ve “Onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvi bir hizmete sarf ediyorum” de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılab eder.

İşte, ey sabırsız nefsim! Sen üç sabırla mükellefsin. Birisi, taat üstünde sabırdır. Birisi, masiyetten sabırdır. Diğeri, musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu Üçüncü İkazdaki temsilde görünen hakikati rehber tut, merdane “Ya Sabur” de, üç sabrı omuzuna al. Cenab-ı Hakkın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kafi gelebilir; ve o kuvvetle dayan.

DÖRDÜNCÜ İKAZ
Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır; ve fütursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada aciz ve fakir kalbine kut ve gına; ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya; ve herhalde mahkemen olan mahşerde sened ve berat; ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat köprüsünde nur ve burak olacak bir namaz neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır?

Bir adam sana yüz liralık bir hediye vad etse, yüz gün seni çalıştırır. Hulfül-vad edebilir o adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulfül-vad hakkında muhal olan bir Zat, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana vad etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle Onu vadinde itham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir tedibe ve dehşetli bir tazibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde, Cehennem gibi bir haps-i ebedinin havfı, en hafif ve latif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?

BEŞİNCİ İKAZ
Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşagıl-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i mAyşetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?

Sen istidat cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakiki bir insan gibi hakiki bir hayat-ı daime için say etmektir?

Bununla beraber, meşagıl-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi, en lüzumsuz malumatla vakit geçiriyorsun. Mesela “Zuhalin etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” ve “Amerika tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle, kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemal alıyorsun!

Eğer desen, “Beni namazdan ve ibadetten alıkoyan ve fütur veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i mAyşetin zaruri işleridir.” Öyle ise, ben de sana derim ki:

Eğer yüz kuruş bir gündelikle çalışsan, sonra biri gelse, dese ki: “Gel, on dakika kadar şurayı kaz; yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın.” Sen ona “Yok, gelmem. Çünkü on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak” desen, ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin.

Aynen onun gibi, sen şu bağında nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terk etsen, bütün sayin semeresi, yalnız dünyevi ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarf etsen, o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zad-ı ahiretine ehemmiyetli bir menba olan iki maden-i manevi bulursun.

Birinci maden: Bütün bağındaki yetiştirdiğin, çiçekli olsun, meyveli olsun, her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyetle, bir hisse alıyorsun.

İkinci maden: Hem bu bağdan çıkan mahsulattan kim yese-hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun, hırsız olsun-sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şartla ki, sen Rezzak-ı Hakiki namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve Onun malını Onun mahlukatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan…

İşte, bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasaret eder. Ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder. Ve saye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i manevi temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflas eder. Hatta ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. “Neme lazım,” der. “Ben zaten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti niçin çekeceğim?” diyecek, kendini tembelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: “Daha ziyade ibadetle beraber say-i helale çalışacağım. Ta kabrime daha ziyade ışık göndereceğim, ahiretime daha ziyade zahire tedarik edeceğim.”

Elhasıl: Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise, senin elinde senet yok ki ona maliksin. Öyle ise, hakiki ömrünü, bulunduğun gün bil; laakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakiki istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at.

Hem bil ki, her yeni gün, sana, hem herkese bir yeni alemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü alemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde alem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu alemden bir mahsus alemi var.

Hem o alemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tabidir. Nasıl ki, ayinende görünen muhteşem bir saray, ayinenin rengine bakar. Siyah ise siyah görünür; kırmızı ise kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine bakar. O ayine şişesi düzgünse, sarayı güzel gösterir. Düzgün değilse çirkin gösterir. En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü, sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi aleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin. Eğer namazı kılsan, o namazınla o alemin Sani-i Zülcelaline müteveccih olsan, birden, sana bakan alemin tenevvür eder. Adeta namazın bir elektrik lambası ve namaza niyetin onun düğmesine dokunması gibi, o alemin zulümatını dağıtır ve o hercümerc-i dünyeviyedeki karma karışık perişaniyet içindeki tebeddülat ve harekat, hikmetli bir intizam ve manidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir.

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ayet-i pür-envarından bir nuru senin kalbine serper. Senin o günkü alemini, o nurun inikasıyla ışıklandırır, senin lehinde nuraniyetle şehadet ettirir.

Sakın deme, “Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede?” Zira, bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir aminin—velev hissetmezse—namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikatten bir sırrı vardır—velev şuurun taalluk etmezse. Fakat derecata göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden ta mükemmel bir hurma ağacına kadar, ne kadar meratip bulunur. Öyle de, namazın derecatında da daha fazla meratip bulunabilir. Fakat bütün o meratipte, o hakikat-i nuraniyenin esası bulunur.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ قَالَ ﴿ اَلصَّلٰوةُ عِمَادُ الدِّينِ ﴾ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ

Yirmi Birinci Sözün İkinci Makamı
Kalbin beş yarasına beş merhemi tazammun eder.
رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ

EY MARAZ-I VESVESE İLE MÜPTELa! Biliyor musun, vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer; ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür; küçük görsen küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder; havf etmezsen hafif olur, mahfi kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir; mahiyetini bilsen, onu tanısan, gider.

Öyle ise, şu musibetli vesvesenin aksam-ı kesiresinden kesirül-vuku olan yalnız Beş Vechini beyan edeceğim; belki sana ve bana şifa olur. Zira şu vesvese öyle birşeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.

BİRİNCİ VECİH – BİRİNCİ YARA
Şeytan, evvela şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şüpheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münafi-i edep çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah!” dedirtir, yese düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi, Rabbine karşı su-i edepte bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi budur:

Bak, ey biçare vesveseli adam! Telaş etme. Çünkü senin hatırına gelen şetim değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm dahi şetm değildir. Zira, mantıkça, tahayyül, hüküm değildir. Şetm ise hükümdür.

Hem bununla beraber, o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin, ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytaniden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani, onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünkü hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder; onun sözünü ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zaten şeytanın da istediği odur.

İKİNCİ VECİH
Budur ki, manalar kalbden çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler, oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebep tahtında bir nevi suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mana geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer manalar münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur, fakat temas var. Vesveseli adam, teması, telebbüsle iltibas eder. “Eyvah!” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu hisset-i nefs, beni matrud eder.” Şeytan onun şu damarından çok istifade eder.

Şu yaranın merhemi şudur: Dinle ey biçare! Nasıl ki senin namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahiri taharete, batnının batınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz. Öyle de, maani-i mukaddesenin, suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez. Mesela, sen ayat-ı İlahiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden, bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor. Elbette senin hayalin, deva-i illet ve kaza-i hacetin levazımatını görecek, bakacak, onlara münasip süfli suretleri nescedecek. Ve gelen manalar ortalarından geçecekler. Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatar var. Yalnız hatar ise, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.

ÜÇÜNCÜ VECİH
Budur ki: Eşya mabeynlerinde bazı münasebat-ı hafiye bulunur. Hatta, hiç ümit etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzat bulunur; veya senin hayalin, meşgul olduğu sanata göre o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış.

Şu sırr-ı münasebettendir ki, bazan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir. Fenn-i beyanda beyan olunduğu gibi, “Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise, hayalde sebeb-i kurbiyettir.” Yani, iki zıddın suretlerinin cemine vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir. Bu münasebetle gelen tahattura “tedai-yi efkar” tabir edilir. Mesela, sen namazda, münacatta, Kabe karşısında, huzur-u İlahide iken, ayatı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedai-yi efkar, seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevk eder.

Senin başın böyle bir tedai-yi efkara müptela ise, sakın telaş etme. Belki intibaha geldiğin anda dön. “Aman, ne kusur ettim!” deyip tetkikle meşgul olup durma; ta o zayıf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin. Zira, teessür gösterdikçe, ehemmiyet verdikçe, senin o zayıf tahatturun melekeye döner, bir maraz-ı hayali olur. Korkma, maraz-ı kalbi değil. Şu nevi tahattur ise, galiben ihtiyarsızdır. Hususan, hassas asabilerde daha galiptir. Şeytan şu nevi vesvesenin madenini çok işlettirir.

Şu yaranın merhemi şudur ki:
Tedai-yi efkar, galiben ihtiyarsızdır; onda mesuliyet yoktur. Hem tedaide mücaveret var, temas ve ihtilat yoktur. Onun için, efkarın keyfiyetleri birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez. Nasıl ki, şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var. Ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları zarar vermez. Öyle de, tedai-yi efkar saikasıyla, istemediğin pis hayalat gelip nezih efkarın içine girse, zarar vermez-meğer kasten olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa. Hem bazan kalb yoruluyor. Fikir, kendini eğlendirmek için rastgele birşeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur. Pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.

DÖRDÜNCÜ VECİH
Amelin en iyi suretini taharriden neşet eden bir vesvesedir ki, takva zannıyla teşeddüt ettikçe, hal ona şiddetlenir. Hatta bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlasını ararken harama düşer. Bazan bir sünnetin araması, bir vacibi terk ettiriyor. “Acaba amelim sahih oldu mu?” der, iade eder. Bu hal devam eder, gayet yese düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var.

BİRİNCİ MERHEM: Bu gibi vesvese, ehl-i itizale layıktır. Çünkü onlar derler: “Medar-ı teklif olan efal ve eşya, kendi zatında, ahiret itibarıyla ya hüsnü var, sonra o hüsne binaen emredilmiş; veya kubhu var, sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, ahiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zatidir; emir ve nehy-i İlahi ona tabidir.” Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: “Acaba amelim nefsülemirdeki güzel surette yapılmış mıdır?”

Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: “Cenab-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.” Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, suri ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki ahirete bakan yüzdedir. Mesela sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep, nefsülemirde varmış; lakin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mutezile der: “Hakikatte kabih ve fasittir. Lakin senden kabul edilir. Çünkü cehlin var, bilmedin; ve özrün var.” Öyle ise, Ehl-i Sünnet mezhebine göre zahir-i şeriate muvafık olarak işlediğin ameline “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat “Kabul olmuş mu?” de, gururlanma, ucbe girme.

İKİNCİ MERHEM: Dinde harec yoktur. لاَحَرَجَ فِى الدِّينِ Madem dört mezhep haktır. Madem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise, gurura müncer olan hüsn-ü amelin rüyetine—böyle vesveseli adama—müreccahtır. Yani, böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evladır.

Madem böyledir. Sen vesveseyi at. Şeytana de ki: Şu hal bir harecdir. Hakikat-i hale muttali olmak güçtür, dindeki yüsre münafidir. لاَحَرَجَ فِى اَلدِّينُ اَلدِّينُ يُسْرٌ esasına muhaliftir. Elbette böyle amelim bir mezheb-i hakka muvafık gelir. O bana kafidir. Hem laakal ben aczimi itiraf ederek, ibadeti layıkı vechile eda edemediğimden istiğfar ve tazarru ile merhamet-i İlahiyeye dehalet edip, kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için mütezellilane bir niyaza vesiledir.

BEŞİNCİ VECİH
Mesail-i imaniyede şüphe suretinde gelen vesvesedir. Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder. Yani, hayale gelen bir şüpheyi, akla girmiş bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Hem bazan tevehhüm ettiği bir şüpheyi, imana zarar veren bir şek zanneder. Hem bazan tasavvur ettiği bir şüpheyi, tasdik-i akliye girmiş bir şüphe zanneder. Hem bazan bir emr-i küfride tefekkürü, küfür zanneder. Yani, dalaletin esbabını anlamak suretinde kuvve-i müfekkirenin cevelanını ve tetkikatını ve bitarafane muhakemesini, hilaf-ı iman zanneder. İşte, telkinat-ı şeytaniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek, “Eyvah! Kalbim bozulmuş, itikadıma halel gelmiş” der. O haller galiben ihtiyarsız olduğundan, cüz-ü ihtiyarisiyle ıslah edemediğinden yese düşer. Bu yaranın merhemi şudur ki:

Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tevehhüm-ü küfür dahi küfür değildir.

Tasavvur-u dalalet, dalalet olmadığı gibi, tefekkür-ü dalalet dahi dalalet değildir. Çünkü hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i akliden ve izan-ı kalbiden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz-ü ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dini altına çok giremiyorlar. Tasdik ve izan öyle değiller. Bir mizana tabidirler.

Hem tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve izan değiller. Öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar. Fakat, eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstekar bir hale gelse, o vakit hakiki bir nevi şüphe, ondan tevellüt edebilir.

Hem bitarafane muhakeme namıyla veya insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi iltizam ede ede, ta öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız taraf-ı muhalifi iltizam eder. Ona vacip olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer. Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulisi olacak bir halet, zihninde takarrur eder.

Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam, imkan-ı zati ile imkan-ı zihniyi birbiriyle iltibas eder. Yani, birşeyi zatında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkuk tevehhüm eder. Halbuki, ilm-i kelamın kaidelerindendir ki, imkan-ı zati ise yakin-i ilmiye münafi değil ve zaruret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Mesela, şu dakikada Karadenizin yere batması, zatında mümkündür ve o imkan-ı zati ile muhtemeldir. Halbuki, yakinen o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şüphesiz biliyoruz. Ve o ihtimal-i imkani ve o imkan-ı zati bize şek vermez, bir şüphe getirmez, yakinimizi bozmaz. Mesela şu güneş, zatında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulu etmesin. Halbuki bu imkan yakinimize zarar vermez, şüphe getirmez.

İşte, bunun gibi, mesela hakaik-ı imaniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyenin tuluuna imkan-ı zati cihetinde gelen vehimler, yakin-i imaniye zarar vermez. Hem لاَعِبْرَةَ ِلْلاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ دَلِيلٍ yani, “Bir delilden neşet etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur” olan kaide-i meşhure, hem usulüd-din, hem usulül-fıkhın kaide-i mukarreresindendir.

Eğer desen: “Bu derece müminlere muzır ve müziç olan vesvese ne hikmete binaen bize bela olmuş?”

Elcevap: İfrata varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebeptir, taharriye daidir, ciddiyete vesiledir. Lakaytlığı atar, tehavünü def eder. Onun için, Hakim-i Mutlak, şu dar-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse, Hakim-i Rahime şekva etmeli, اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ demeli.