İki Makamdır
Birinci Makam
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰۤئِكَةِ اسْجُدُوا ِلاٰدَمَ فَسَجَدُۤوا اِلاَّۤاِبْلِيسَ
اِنَّ اللهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً
BİRGÜN şu ayetleri okurken, İblisin ilkaatına karşı Kuran-ı Hakimin feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti şudur:
Dedi ki: “Dersiniz, Kuran mucizedir; hem nihayetsiz belağattedir; hem umuma her vakitte hidayettir. Halbuki, şöyle bazı hadisat-ı cüziyeyi tarihvari bir surette musırrane tekrar etmekte ne mana var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüziyeyi o kadar mühim tavsifatla böyle zikretmek, hatta o sure-i azimeye de el-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de “ademe secde” olan hadise, sırf bir emr-i gaybidir. Akıl ona yol bulamaz; kavi bir imandan sonra teslim ve izan edilebilir. Halbuki Kuran umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde اَفَلاَ يَعْقِلُونَ der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfi olan bazı halat-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?”
İlham olunan nüktelerin sureti şudur:
BİRİNCİ NÜKTE
Kuran-ı Hakimde çok hadisat-ı cüziye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u külli saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor. Nasıl ki, عَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا ademin melaikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mucizesi olan talim-i esmadır ki, bir hadise-i cüziyedir. Şöyle bir düstur-u küllinin ucudur ki:
Nev-i beşere camiiyet-i istidat cihetiyle talim olunan hadsiz ulum ve kainatın envaına muhit pek çok fünun ve Halıkın şuunat ve evsafına şamil kesretli maarifin talimidir ki, nev-i beşere, değil yalnız melaikelere, belki semavat ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrayı haml davasında bir rüçhaniyet vermiş; ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i manevisi olduğunu Kuran ifham ettiği misillü, “melaikelerin ademe secdesiyle beraber Şeytanın secde etmemesi” olan hadise-i cüziye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikati ihsas ediyor. Şöyle ki:
Kuran, şahs-ı ademe melaikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle, nev-i beşere kainatın ekser maddi envaları ve o envaın manevi mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nevin istidadatını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarik-i kemalatında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kuran-ı Mucizül-Beyan, birtek adem ile cüzi hadiseyi konuşurken, bütün kainatla ve bütün nev-i beşerle bir mükaleme-i ulviye ediyor.
İKİNCİ NÜKTE
Mısır kıtası, kumistan olan Sahra-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felahat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mabud derecesine çıkarmış. Hatta, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Beni İsrail dahi o kıtada neşet ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, “icl” meselesinden anlaşılıyor.
İşte, Kuran-ı Hakim, Musa ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkuresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüziye ile bir düstur-u külliyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvi bir icaz ile beyan eder.
Buna kıyasen bil ki, Kuran-ı Hakimde bazı hadisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüzi hadiseler, külli düsturların uçlarıdır. Hatta çok surelerde zikir ve tekrar edilen kıssa-i Musanın yedi cümlelerine misal olarak, Lemeatta, İcaz-ı Kuran Risalesinde, o cüzi cümlelerin herbir cüzünün nasıl mühim bir düstur-u külliyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَارُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَۤاءُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللهِ وَمَا اللهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Şu ayeti okurken, müvesvis dedi ki: “Herkese malum ve adi olan taşların şu fıtri bazı halat-ı tabiiyesini en mühim ve büyük meseleler suretinde bahis ve beyanda ne mana var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?”
Şu vesveseye karşı, feyz-i Kurandan şöyle bir nükte ilham edildi:
Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mana ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kuranın icaz-ı mucizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş.
Evet, icaz-ı Kuranın bir esası olan icaz, hem hidayet-i Kuranın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki, Kuranın muhatapları içinde ekseriyeti teşkil eden avama karşı külli hakikatleri ve derin ve umumi düsturları, meluf ve cüzi suretlerle gösterilsin. Ve fikirleri basit olan umumi avama karşı, muazzam hakikatlerin yalnız uçları ve basit bir sureti gösterilsin. Hem adet perdesi tahtında ve zeminin altında harikulade olan tasarrufat-ı İlahiye icmalen gösterilsin. İşte, bu sırra binaendir ki, Kuran-ı Hakim şu ayetle diyor:
Ey Beni İsrail ve ey beni adem! Sizlere ne olmuş ki, kalbleriniz taştan daha camid ve daha ziyade katılaşmıştır. Zira, görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek camid ve toprak altında bir tabaka-i azime teşkil eden o koca taşlar, o kadar evamir-i İlahiyeye karşı muti ve musahhar ve icraat-ı Rabbaniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufat-ı İlahiye ne derece suhuletle cereyan ediyor. Öyle de, tahtezzemin ve o sert, sağır taşlarda o derece suhulet ve intizamla, hatta damarlara karşı kanın cevelanı gibi muntazam su cetvelleri ve su damarları, kemal-i hikmetle, o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebatat ve ağaçların dallarının suhuletle suret-i intişarı gibi, o derece suhuletle köklerin nazik damarları yeraltındaki taşlarda, mümanaat görmeyerek, evamir-i İlahi ile muntazaman intişar ettiğini Kuran işaret ediyor. Ve geniş bir hakikati şu ayetle ders veriyor ve o dersle o kasavetli kalblere bu manayı veriyor ve remzen diyor:
Ey Beni İsrail ve ey beni adem! Zaaf ve acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir Zatın evamirine karşı o kalb, kasavetle mukavemet ediyor? Halbuki, o koca, sert taşların tabaka-i muazzaması, o Zatın evamiri önünde kemal-i inkıyadla, karanlıkta, nazik vazifelerini mükemmel ifa ediyorlar, itaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, ab-ı hayatla beraber sair medar-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakim-i Zülcelalin dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuat-ı muntazama ve şu hikmetli ve inayetli tasarrufat-ı İlahiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acip ve intizamca daha garip bir surette, hikmet ve inayet-i İlahiye tecelli ediyor. Bakınız: En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evamir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar! Ve memur-u İlahi olan o latif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir aşık gibi, o latif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.
Hem وَاِنَّ مِنْهاَ لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللهِ ile şöyle bir hakikat-i muazzamanın ucunu gösteriyor ki: Taleb-i rüyet hadisesinde meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi, umum ru-yi zeminde, aslı sudan incimad etmiş, adeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya bazı hadisat-ı arziye suretinde tecelliyat-ı celaliye ile, o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyat-ı celaliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp, toprağa kalb olup, nebatata menşe olur. Diğer bir kısmı taş kalarak yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkarlık ederek ve mahfi bazı hikem ve menafi için kudret ve hikmet-i İlahiyeye secde-i itaat ederek, desatir-i hikmet-i Sübhaniyeye emirber şeklini alıyorlar.
Elbette, o haşyetten o yüksek mevkii terk edip mütevaziane aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebep olmak beyhude olmayıp başıboş değil ve tesadüfi dahi olmadığı; belki bir Hakim-i Kadirin tasarrufat-ı hakimanesiyle, o intizamsızlık içinde zahiri nazara görünmeyen bir intizam-ı hakimane bulunduğuna delil ise, o taşlara müteallik faideler, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaatıyla münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin kemal-i intizamı ve hüsn-ü sanatı, kati, şüphesiz şehadet eder.
İşte, şu üç ayetin, hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymettar olduğunu gördünüz. Şimdi bakınız Kuranın letafet-i beyanına ve icaz-ı belağatine: Nasıl şu zikrolunan büyük ve geniş ve ehemmiyetli hakikatlerin uçlarını, üç fıkra içinde üç vakıa-i meşhure ve meşhude ile gösteriyor. Ve medar-ı ibret üç hadise-i uhrayı hatırlatmakla latif bir irşad yapar, mukavemetsuz bir zecreder.
Mesela, ikinci fıkrada der:
وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَۤاءُ Şu fıkra ile, Musa ın asasına karşı kemal-i şevkle inşikak edip on iki gözünden on iki çeşme akıtan taşa işaret etmekle, şöyle bir manayı ifham ediyor ve manen diyor:
Ey Beni İsrail! Birtek mucize-i Musaya (a.s.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır; ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mucizat-ı Museviyeye (a.s.) karşı temerrüd ederek ağlamayıp gözünüz cümud ve kalbiniz katılık ediyor?
Hem üçüncü fıkrada der:
وَاِنَّ مِنْهاَ لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللهِ Şu fıkra ile, Tur-i Sinadaki münacat-ı Museviyede (a.s.) vuku bulan tecelliye-i celaliye heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten taşların etrafa yuvarlanması olan vakıa-i meşhureyi ihtarla şöyle bir manayı ders veriyor ki:
Ey kavm-i Musa! Nasıl Allahtan korkmuyorsunuz? Halbuki, taşlardan ibaret olan dağlar, Onun haşyetinden ezilip dağılıyor. Ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Turu tuttuğunu, hem taleb-i rüyet hadisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle Onun haşyetinden titremeyip kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?
Hem birinci fıkrada diyor:
وَ اِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَارُ Bu fıkra ile, dağlardan nebean eden Nil-i mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar harikanüma ve mucizevari bir surette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla böyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki:
Şöyle azim ırmakların, elbette mümkün değil, şu dağlar hakiki menbaları olsun. Çünkü, faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahruti birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle süratli ve kesretli cereyanlarına, muvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarife karşı, galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kafi varidat olamaz. Demek ki, şu enharın nebeanları, adi ve tabii ve tesadüfi bir iş değildir. Belki pek harika bir surette, Fatır-ı Zülcelal onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.
İşte, bu sırra işareten, bu manayı ifade için, hadiste rivayet ediliyor ki, “O üç nehrin herbirine Cennetten birer katre her vakit damlıyor; ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivayette denilmiş ki: “Şu üç nehrin menbaları Cennettendir.” Şu rivayetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir. Elbette menbaları bir alem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarifle varidatın muvazenesi devam eder.
İşte, Kuran-ı Hakim şu manayı ihtarla şöyle bir ders veriyor ki, der:
Ey Beni İsrail ve ey beni adem! Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zat-ı Zülcelalin evamirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedinin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısırınızı cennet suretine çeviren Nil-i mübarek gibi koca nehirleri adi, camid taşların ağızlarından akıtıp mucizat-ı kudretini, şevahid-i vahdaniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesinde kainatın kalbine ve zeminin dimağına vererek cin ve insin kulub ve ukulüne isale ediyor. Hem hissiz, camid bazı taşları böyle acip bir tarzda mucizat-ı kudretine mazhar etmesi, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi o Fatır-ı Zülcelali gösterdiği halde, nasıl Onun o nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?
İşte, şu üç hakikate nasıl bir belağat giydirilmiş, gör. Ve belağat-i irşadiyeye dikkat et. Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki, böyle hararetli şu belağat-i irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin?
İşte, baştan buraya kadar anladınsa, Kuran-ı Hakimin irşadi bir lema-i icazını gör, Allaha şükret.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ كَمَا تُحِبُّ وَتَرْضٰى وَوَفِّقْنَا لِخِذْمَتِهِ اٰمِينَ بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ الْحَكِيمُ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ
Yirminci Sözün İkinci Makamı
Mucizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lema-i icaz-ı Kuran (ahirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.)
وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ
ON DÖRT SENE EVVEL (şimdi otuz seneden geçti), şu ayetin bir sırrına dair, İşaratül-İcaz namındaki tefsirimde, Arabiyyül-ibare bir bahis yazmıştım. Şimdi, arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenab-ı Hakkın tevfikine itimaden ve Kuranın feyzine istinaden diyorum ki:
Bir kavle göre, Kitab-ı Mübin, Kurandan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu ayet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alametleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kurana münasip bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:
Beşerin sanat ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havarık-ı sanat ve garaib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette, umum nev-i beşere hitap eden Kuran-ı Hakim, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış, iki cihetle onlara da işaret etmiştir.
Birinci cihet: Mucizat-ı enbiya suretiyle.
İkinci kısım şudur ki: Bazı hadisat-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:
قُتِلَ اَصْحَابُ اْلاُخْدُودِ اَلنَّارِذَاتِ الْوَقُودِ اِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ وَهُمْ عَلٰى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلاَّۤ اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ
Keza فِى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ gibi ayetlerle şimendifere işaret ettiği gibi, اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِي اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَۤاءُ ayeti, pek çok envara, esrara işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor.
Şu ikinci kısım, hem çok zatlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu ayetlerle iktifa edip o kapıyı açmayacağım.
Birinci kısım ise, mucizat-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.
Mukaddime
İşte, Kuran-ı Hakim, enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi, o enbiyanın herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir; onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor.
İşte, enbiyaların manevi kemalatını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mucizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hatta denilebilir ki, manevi kemalat gibi, maddi kemalatı ve harikaları dahi, en evvel mucize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Nuhun bir mucizesi olan sefine ve Yusufun bir mucizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mucizedir. Bu hakikate latif bir işarettir ki, sanatkarların ekseri, herbir sanatta birer peygamberi pir ittihaz ediyor. Mesela gemiciler Nuhu , saatçiler Yusufu , terziler İdrisi …
Evet, madem Kuranın herbir ayeti çok vücuh-u irşadi ve müteaddit cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belağat ittifak etmişler. Öyle ise, Kuran-ı Mucizül-Beyanın en parlak ayetleri olan mucizat-ı enbiya ayetleri, birer hikaye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maani-yi irşadiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mucizat-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve sanat-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının ayinesi olduğu gibi; müstakbel dahi, mazinin tarlası ve ahvalinin ayinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vasi menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz.
Mesela, Süleyman ın bir mucizesi olarak teshir-i havayı beyan eden وَلِسُلَيْمٰنَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ ayeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat etmiştir” der.
İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat etsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.
Cenab-ı Hak, şu ayetin lisanıyla manen diyor: “Ey insan! Bir abdim heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavanin-i adetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”
Hem Musa ın bir mucizesini beyan eden فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا ilh.; bu ayet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hatta taş gibi bir sert yerde, bir asa ile ab-ı hayat celb edilebilir. İşte, şu ayet, bu mana ile beşere der ki: Rahmetin en latif feyzi olan ab-ı hayatı, bir asa ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi, çalış, bul.
Cenab-ı Hak, şu ayetin lisan-ı remziyle, manen diyor ki: “Ey insan! Madem Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asa veriyorum ki, her istediği yerde ab-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavanin-i rahmetime istinat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!”
İşte, beşer terakkiyatının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu ayet, ondan daha ileri nihayat ve gayat-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki ayet, şimdiki halihazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.
Hem mesela, İsa ın bir mucizesine dair:
وَ اُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى الْمَوْتٰى بِاِذْنِ اللهِ
Kuran, İsa ın nasıl ahlak-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki sanat-ı aliyeye ve tıbb-ı Rabbaniye remzen tergib ediyor. İşte, şu ayet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede beni adem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hatta ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.
Cenab-ı Hak, şu ayetin lisan-ı işaretiyle, manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri manevi dertlerin dermanı, biri de maddi dertlerin ilacı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilacıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.”
İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu şu ayet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.
Hem mesela Davud hakkında وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ
وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ Süleyman hakkında وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ ayetleri işaret ediyorlar ki, telyin-i hadid en büyük bir nimet-i İlahiyedir ki, büyük bir peygamberinin fazlını onunla gösteriyor.
Evet, telyin-i hadid, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nuhası eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddi sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu ayet işaret ediyor ki, büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mucize suretinde, büyük bir nimet olarak, telyin-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır. Madem bir resule, hem halife, yani hem manevi hem maddi bir hakime, lisanına hikmet ve eline sanat vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki sanata dahi terğib işareti var.
Cenab-ı Hak, şu ayetin lisan-ı işaretiyle, manen diyor ki: “Ey beni adem! Evamir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki, herşeyi kemal-i vuzuhla fasledip hakikatini gösteriyor. Ve eline de öyle bir sanat verdim ki, elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o sanat size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.”
İşte, beşerin sanat cihetinde en ileri gitmesi ve maddi kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyin-i hadid iledir ve izabe-i nuhas iledir. ayette nuhas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu ayetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.
Hem mesela, Süleyman taht-ı Belkısı yanına celb etmek için vezirlerinden bir alim-i ilm-i celp dedi, “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hadise-i harikaya delalet eden şu ayet:
قَالَ الَّذِى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ
ilh., işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki, risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Süleyman , hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek, bir mucize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir.
Demek Cenab-ı Hakka itimat edip Süleyman ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Haktan istese ve kavanin-i adetine ve inayetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemende iken, Şamda aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir.
İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor: Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvari, ru-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hakim-i adaletpişe, bir padişah-ı raiyetperver, aktar-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mesuliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.
Cenab-ı Hak şu ayetin lisan-ı remziyle, manen diyor ki: “Ey beni adem! Madem bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette, o kabiliyete göre ru-yi zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini hikmetim iktiza ettiğinden, vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de neven yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azim nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi, göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, ru-yi zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ deki ferman-ı Rahmaniyi dinleyiniz.”
İşte, beşerin nazik sanatlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayat hududunu, şu ayet remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.
Hem mesela, yine Süleyman , cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip şerlerini men ve umur-u nafiada istihdam etmeyi ifade eden şu ayetler,
مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ
وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلاً دُونَ ذٰلِكَ
ilh. ayetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zişuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkar olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenab-ı Hakkın evamirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir.
Cenab-ı Hak, manen şu ayetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hatta cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”
İşte, beşerin, sanat ve fennin imtizacından süzülen, maddi ve manevi fevkalade hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu ayet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kuraniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.
Hem temessül-ü ervaha işaret eden, Süleyman ın ifritleri celp ve teshirine dair ayetler, hem فَاَرْسَلْنَۤا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا misillü bazı ayetler, ruhanilerin temessülüne işaret etmekle beraber, celb-i ervaha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervah-ı tayyibe ise, medenilerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddi ve ciddi bir alemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celb etmek değil, belki ciddi olarak ve ciddi bir maksat için, Muhyiddin-i Arabi gibi zatlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü onlara müncelip olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip alemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden manevi istifade etmektir ki, ayetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi sanat ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.
Hem mesela, Davud ın mucizelerine dair
اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْرَاقِ يَا جِبَالُ اَوِّبىِ مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ ayetler delalet ediyor ki, Cenab-ı Hak, Davud ın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzakirin ertafında ufki halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat midir?
Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen “Elhamdülillah” de; dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillah” diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenab-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.
İşte, Davud a, risaletiyle beraber hilafet-i ru-yi zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata layık bir mucize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki, çok büyük dağlar birer nefer, birer şakirt, birer mürid gibi Davuda iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Halık-ı Zülcelale tesbihat ediyorlardı. Davud ne söylese onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki, şimdi vesait-i muhabere ve vesail-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle, haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan azim ordusuna bir anda “Allahu ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazi olarak konuşturur. Elbette Cenab-ı Hakkın haşmetli bir kumandanı, hakiki olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.
Bununla beraber, her cebelin bir şahs-ı manevisi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aksisada sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Halık-ı Zülcelale tesbihatları vardır.
وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ cümleleriyle, Davud ve Süleyman Aleyhimesselama, kuşlar envaının lisanlarını, hem istidatlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını onlara Cenab-ı Hakkın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.
Evet, madem hakikattir. Madem ru-yi zemin bir sofra-ı Rahmandır; insanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana musahhar ve hizmetkar olabilir. Nasıl ki en küçüklerinden balarısı ve ipekböceğini istihdam edip ilham-ı İlahi ile azim bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak medeniyet-i beşeriyenin mehasinine güzel şeyleri ilave etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidat dili bilinirse, çok taifeleri var ki, kardeşleri, hayvanat-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler. Mesela, çekirge afetinin istilasına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekatı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte, kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi camidatı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek, en münteha hududunu şu ayet çiziyor, en uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.
İşte, Cenab-ı Hak, şu ayetlerin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlukatı ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünudumdan ve hayvanatımdan çoğunu ona hizmetkar veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrayı tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlukatın da dizginleri kimin elindeyse, Ona ram olmanız lazımdır—ta Onun mülkündeki mahluklar da size ram olabilsin ve onların dizginleri elinde olan Zatın namına elde edebilseniz ve istidatlarınıza layık makama çıksanız.
“Madem hakikat böyledir. Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvi bir eğlence-i masumaneye çalış ki, dağlar sana Davudvari birer muazzam fonoğraf olabilsin; ve hava-i nesiminin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musiki gibi nağamat-ı zikriye kulağına gelsin; ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acaibül-mahlukat mahiyetini göstersin; ve ekser kuşlar, hüdhüd-ü Süleymani gibi birer munis arkadaş veya muti birer hizmetkar suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemalata da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.”
Hem mesela, İbrahim ın bir mucizesi hakkında olan قُلْنَا يَا نَارُ كوُنِى بَرْداً وَسَلاَماً عَلٰۤى اِبْرهِيمَ ayetinde üç işaret-i latife var.
Birincisi: Ateş dahi, sair esbab-ı tabiiye gibi, kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, İbrahimi yakmadı; ve ona “yakma!” emrediliyor.
İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, burudetiyle ihrak eder, yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenab-ı Hak, سَلاَمًا lafzıyla, burudete diyor ki: “Sen de hararet gibi burudetinle ihrak etme.” Demek o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nar-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki, harareti etrafına neşretmiyor; ve etrafındaki harareti kendine celb ettiği için, şu tarz burudetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip, manen burudetiyle ihrak eder. İşte Zemherir, burudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecatına ve umum envaına cami olan Cehennem içinde, elbette Zemheririn bulunması zaruridir.
Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslamiyet gibi bir zırh olduğu misillü, dünyevi ateşinin dahi tesirini men edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü, Cenab-ı Hak, ism-i Hakim iktizasıyla, bu dünya darül-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise, İbrahimin cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahimi yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor.
İşte bu işaretin remziyle, manen şu ayet diyor ki: “Ey millet-i İbrahim! İbrahimvari olunuz, ta maddi ve manevi gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi, Cenab-ı Hakkın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var; onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.”
İşte, beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki, bir maddeyi bulmuş, ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu ayet ise, ona mukabil, bak, ne kadar ulvi, latif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak, Hanifen Müslimen destgahında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.
Hem mesela وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا “Hazret-i adem ın dava-yı hilafet-i kübrada mucize-i kübrası, talim-i esmadır” diyor. İşte, sair enbiyanın mucizeleri birer hususi harika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan adem ın mucizesi, umum kemalat ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine, sarahate yakın işaret ediyor.
Cenab-ı Hak (celle celalühü) manen şu ayetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey beni adem! Sizin pederinize, melaikelere karşı hilafet davasında rüçhaniyetine hüccet olarak, bütün esmayı talim ettiğimden; siz dahi, madem onun evladı ve varis-i istidadısınız, bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrada, bütün mahlukata karşı rüçhaniyetinize liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kainat içinde, bütün mahlukat üstünde, en yüksek makamata gitmek ve zemin gibi büyük mahlukatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i aliyeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.
“Fakat sizin pederiniz bir defa Şeytana aldandı, Cennet gibi bir makamdan ru-yi zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda Şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esma-i Hüsnama dikkat ederek, o semavata uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Ta fünun ve kemalatınızın menbaları ve hakikatleri olan esma-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”
Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehem
Şu ayet-i acibe, insanın camiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalat-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havarık-ı suniyeyi “talim-i esma” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle latif bir remz-i ulvi var ki:
Herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-i aliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlahiye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemalat, o sanat kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nakıs bir gölgedir.
Mesela, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddirine yetişip, hendese ayinesinde o ismin hakimane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.
Mesela, tıp bir fendir, hem bir sanattır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakim-i Mutlakın Şafi ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan ru-yi zeminde Rahimane cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemalatını bulur, hakikat olur.
Mesela, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetül-eşya, Cenab-ı Hakkın (celle celalühü) ism-i Hakiminin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.
İşte sana üç misal. Sair kemalat ve fünunu bu üç misale kıyas et.
İşte, Kuran-ı Hakim, şu ayetle beşeri, şimdiki terakkiyatında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi, arş, ileri!” diyor. Bu ayetin hazine-i uzmasından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.
Hem mesela, hatem-i divan-ı nübüvvet; ve bütün enbiyanın mucizeleri onun dava-yı risaletine birtek mucize hükmünde olan enbiyanın serveri; ve şu kainatın mabihil-iftiharı; ve ademe icmalen talim olunan bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı; yukarıya celal ile parmağını kaldırmakla şakk-ı kamer eden; ve aşağıya cemal ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan; ve bin mucizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed aleyhissalatü vesselamın mucize-i kübrası olan Kuran-ı Hakimin vücuh-u icazının en parlaklarından olan hak ve hakikate dair beyanatındaki cezalet, ifadesindeki belağat, maanisindeki camiiyet, üsluplarındaki ulviyet ve halaveti ifade eden,
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا gibi çok ayat-ı beyyinatla ins ve cinnin enzarını şu mucize-i ebediyenin vücuh-u icazından en zahir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ve cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azim bir teşvikle, şiddetli bir terğible dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazirini yapmak ve kelamını ona benzetmek için sevk ediyor. Hem öyle bir surette o mucizeyi nazargah-ı enama koyuyor, güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yeganesi o mucizeyi hedef ve düstur ittihaz edip ona bakarak netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.
Elhasıl: Sair enbiya aleyhimüsselamın mucizatları, birer havarık-ı sanata işaret ediyor. Ve adem ın mucizesi ise, esasat-ı sanat ile beraber, ulum ve fünunun havarık ve kemalatının fihristesini bir suret-i icmalide işaret ediyor ve teşvik ediyor.
Amma, mucize-i kübra-yı Ahmediye (a.s.m.) olan Kuran-ı Mucizül-Beyan ise, talim-i esmanın hakikatine mufassalan mazhariyetini, hak ve hakikat olan ulum ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevi, uhrevi kemalatı ve saadatı vazıhan gösteriyor. Hem pek çok azim teşvikatla beşeri onlara sevk ediyor.
Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik eder ki, o tarzla şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kainattan maksad-ı ala, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulum ve kemalatla yetişmektir.”
Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder: “Elbette nev-i beşer ahir vakitte ulum ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”
Hem o Kuran-ı Mucizül-Beyan, cezalet ve belağat-i Kuraniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden, remzen anlattırıyor ki: “Ulum ve fünunun en parlağı olan belağat ve cezalet, bütün envaıyla ahir zamanda en merğub bir suret alacaktır. Hatta, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silahını cezalet-i beyandan ve en mukavemetsuz kuvvetini belağat-i edadan alacaktır.”
Elhasıl, Kuranın ekser ayetleri, herbiri birer hazine-i kemalatın anahtarı ve birer define-i ilmin miftahıdır. Eğer istersen Kuranın semavatına ve ayatının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklı bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki, Kuran ne kadar parlak bir güneştir; hakaik-ı İlahiyeye ve hakaik-ı mümkinat üstüne nasıl safi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor, bak.
Netice: Madem enbiyaya dair olan ayetler, şimdiki terakkiyat-ı beşeriyenin harikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var. Ve madem herbir ayetin müteaddit manalara delaleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir. Ve madem enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dair evamir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş ayetlerin maani-i sarihalarına delaletle beraber, sanat ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işari bir tarzda delalet, hem teşvik ediliyor denilebilir.
İki mühim suale karşı iki mühim cevap
Birincisi:
Eğer desen: “Madem Kuran beşer için nazil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet harikalarını tasrih etmiyor; yalnız gizli bir remizle, hafi bir ima ile, hafif bir işaretle, zayıf bir ihtarla iktifa ediyor?”
Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye harikalarının hakları, bahs-i Kuranide o kadar olabilir. Zira Kuranın vazife-i asliyesi, daire-i Rububiyetin kemalat ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Öyle ise, şu havarık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları, yalnız bir zayıf remiz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünkü onlar daire-i Rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler.
Mesela, tayyare-i beşer Kurana dese: “Bana bir hakk-ı kelam ver, ayatında bir mevki ver.” Elbette, o daire-i Rububiyetin tayyareleri olan seyyarat, arz, kamer, Kuran namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”
Eğer beşerin tahtelbahirleri ayat-ı Kuraniyeden mevki isteseler, o dairenin tahtel-bahirleri, yani, bahr-i muhit-i havaide ve esir denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin görünmeyecek derecede azdır.”
Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lambaları hakk-ı kelam isteyerek ayetlere girmek isteseler, o dairenin elektrik lambaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü ziynetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”
Eğer havarık-ı medeniyet, dekaik-ı sanat cihetinde haklarını isterlerse ve ayetlerden makam talep ederlerse, o vakit birtek sinek onlara “Susunuz,” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-ü ihtiyarıyla kesb edilen bütün ince sanatlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince sanat ve nazenin cihazlar kadar acip olamaz.
اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِاجْتَمَعُوا لَهُ ilh. ayeti sizi susturur.”
Eğer o harikalar, daire-i ubudiyete gidip o daireden haklarını isterlerse, o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki:
“Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır; ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lazım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir. Halbuki siz, ekseriyet itibarıyla, şu fani dünyayı bir makarr-ı ebedi nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret, sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve ahireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır.
“Lakin, eğer kıymettar bir ibadet olan, sırf menfaat-i ibadullah için ve menafi-i umumiye ve istirahat-i ammeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem sanatkarlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa, o hassas zatlara şu remiz ve işarat-ı Kuraniye, saye teşvik ve sanatlarını takdir etmek için, elhak kafi ve vafidir.”
İkinci suale cevap:
Eğer desen: “Şimdi, şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki, Kuranda, sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın harikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remiz vardır. Dünyevi ve uhrevi saadet-i beşere lazım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kuran onları sarahatle zikretmiyor-ta muannit kafirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”
Elcevap: Din bir imtihandır. Teklif-i İlahi bir tecrübedir. Ta, ervah-ı aliye ile ervah-ı safile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, ta elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dar-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir iptiladır ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i aliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin.
Madem Kuran, bu dar-ı imtihanda, bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nazil olmuştur. Elbette şu dünyevi ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vazıhan La ilahe illallah yazmak misillü bir bedahete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruhla elmas gibi bir ruh beraber kalacaklar.
Elhasıl: Kuran-ı Hakim, hakimdir; herşeye kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kuran, bin üç yüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybi olan semerat ve terakkiyat-ı insaniyeyi görüyor; ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kuran öyle bir Zatın kelamıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.
İşte, mucizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lema-i icaz-ı Kuran…
اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَۤا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ وَوَفِّقْنَۤا لِخِذْمَتِهِ فِى كُلِّ اٰنٍ وَزَمَانٍ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ وَكَرِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا وَمَوْلٰينَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَنَبِيِّكَ وَرَسُولِكَ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاَزْوَاجِهِ وَذُرِّيَّاتِهِ وَعَلَى النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَاْلاَوْلِيَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ اَفْضَلَ صَلاَةٍ وَاَزْكٰى سَلاَمٍ وَاَنْمٰى بَرَكَاتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ الْقُرْاٰنِ وَاٰيَاتِهِ وَحُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَمَعَانِيهِ وَاِشَارَاتِهِ وَرُمُوزِهِ وَدَلاَلاَتِهِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَالْطُفْ بِنَا يَۤا اِلٰهَنَا يَا خَالِقَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اٰمِينَ