"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Yirmi İkinci Söz

İki Makamdır
Birinci Makam
وَيَضْرِبُ اللهُ اْلاَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
وَتِلْكَ اْلاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

BİR ZAMAN iki adam bir havuzda yıkandılar. Fevkalade bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki, acip bir aleme götürülmüşler. Öyle bir alem ki, kemal-i intizamından bir memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir.

Kemal-i hayretlerinden etraflarına baktılar. Gördüler ki, bir cihette bakılsa azim bir alem görünüyor; bir cihette bakılsa muntazam bir memleket, bir cihette bakılsa mükemmel bir şehir, diğer bir cihette bakılsa gayet muhteşem bir alemi içine almış bir saraydır.

Şu acaip alemde gezerek seyran ettiler. Gördüler ki, bir kısım mahluklar var; bir tarz ile konuşuyorlar, fakat bunlar onların dillerini bilmiyorlar. Yalnız, işaretlerinden anlaşılıyor ki, mühim işler görüyorlar ve ehemmiyetli vazifeler yapıyorlar.

O iki adamdan birisi, arkadaşına dedi ki: “Şu acip alemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir maliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musanna sarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Çünkü, anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur. Onu tanımazsak kim bize medet verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu aciz mahluklardan ne bekleyebiliriz? Hem koca bir alemi bir memleket suretinde, bir şehir tarzında, bir saray şeklinde yapan ve baştan başa harika şeylerle dolduran ve müzeyyenatın envaıyla tezyin eden ve ibretnüma mucizatlarla donatan bir zat, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır. Onu tanımalıyız. Hem ne istediğini bilmekliğimiz lazımdır.”

Öteki adam dedi: “İnanmam, böyle bahsettiğin gibi bir zat bulunsun ve bütün bu alemi tek başıyla idare etsin.”

Arkadaşı cevaben dedi ki: “Bunu tanımazsak, lakayt kalsak, menfaati hiç yok. Zararı olsa pek azimdir. Eğer tanımasına çalışsak, meşakkati pek hafiftir; menfaati olursa pek azimdir. Onun için, ona karşı lakayt kalmak hiç kar-ı akıl değildir.”

O serseri adam dedi: “Ben bütün rahatımı, keyfimi, onu düşünmemekte görüyorum. Hem böyle aklıma sığışmayan şeylerle uğraşmayacağım. Bütün bu işler, tesadüfi ve karma karışık işlerdir; kendi kendine dönüyor. Benim neme lazım?”

Akıllı arkadaşı ona dedi: “Senin bu temerrüdün beni de, belki çokları da belaya atacaktır. Bir edepsizin yüzünden, bazan olur ki, bir memleket harap olur.”

Yine o serseri dönüp dedi ki: “Ya katiyen bana ispat et ki, bu koca memleketin tek bir maliki, tek bir sanii vardır. Yahut bana ilişme.”

Cevaben, arkadaşı dedi: “Madem inadın divanelik derecesine çıkmış; o inadınla bizi ve belki memleketi bir kahra giriftar edeceksin. Ben de sana On İki Burhan ile göstereceğim ki, bir saray gibi şu alemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır. Ve o usta, herşeyi idare eden yalnız odur. Hiçbir cihetle noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve herşeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mucize ve harikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahluklar onun memurlarıdır.”

BİRİNCİ BURHAN
Gel, her tarafa bak, herşeye dikkat et. Bütün bu işler içinde gizli bir el işliyor. Çünkü, bak, bir dirhem kadar kuvveti olmayan, bir çekirdek küçüklüğünde birşey, binler batman yükü kaldırıyor. Zerre kadar şuuru olmayan, gayet hakimane işler görüyor.

Demek bunlar kendi kendilerine işlemiyorlar. Onları işlettiren gizli bir kudret sahibi vardır. Eğer kendi başına olsa, bütün baştan başa bu gördüğümüz memlekette her iş mucize, herşey mucizekar bir harika olmak lazım gelir. Bu ise bir safsatadır.

İKİNCİ BURHAN
Gel, bütün bu ovaları, bu meydanları, bu menzilleri süslendiren şeyler üstünde dikkat et. Herbirisinde o gizli zattan haber veren işler var. Adeta herbiri birer turra, birer sikke gibi, o gaybi zattan haber veriyorlar. İşte, gözünün önünde, bak, bir dirhem pamuktan ne yapıyor:

Bak, kaç top çuha ve patiska ve çiçekli kumaş çıktı. Bak, ondan ne kadar şekerlemeler, yuvarlak tatlı köfteler yapılıyor ki, bizim gibi binler adam giyse ve yese kafi gelir.

Hem de bak, bu demiri, toprağı, suyu, kömürü, bakırı, gümüşü, altını gaybi avucuna aldı, bir et parçası yaptı. Bak, gör!

İşte, ey akılsız adam, bu işler öyle bir zata mahsustur ki, bütün bu memleket, bütün eczasıyla onun mucize-i kuvveti altında duruyor, her arzusuna ram oluyor.

ÜÇÜNCÜ BURHAN
Gel, bu müteharrik antika sanatlarına bak. Herbirisi öyle bir tarzda yapılmış; adeta bu koca sarayın bir küçük nüshasıdır. Bütün bu sarayda ne varsa, o küçücük müteharrik makinelerde bulunuyor.

Hiç mümkün müdür ki, bu sarayın ustasından başka birisi gelip, bu acip sarayı küçük bir makinede derc etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, bir kutu kadar bir makine, bütün bir alemi içine aldığı halde, tesadüfi veyahut abes bir iş, içinde bulunsun?

Demek, bütün gözün gördüğü ne kadar antika makineler var, o gizli zatın birer sikkesi hükmündedirler. Belki birer dellal, birer ilanname hükmündedirler. Lisan-ı halleriyle derler ki: “Biz öyle bir zatın sanatıyız ki, bütün bu alemimizi, bizi yaptığı ve suhuletle icad ettiği gibi kolaylıkla yapabilir bir zattır.”

DÖRDÜNCÜ BURHAN
Ey muannid arkadaş! Gel, sana daha acibini göstereceğim. Bak, bu memlekette bütün bu işler, bu şeyler değişti, değişiyor. Bir halette durmuyor. Dikkat et ki, bu gördüğümüz camid cisimler, hissiz kutular, birer hakim-i mutlak suretini aldılar. Adeta herbir şey bütün eşyaya hükmediyor.

İşte, bu yanımızdaki bu makineye bak. Güya emrediyor; işte, onun tezyinatına ve işlemesine lazım levazımat ve maddeler, uzak yerlerden koşup geliyorlar. İşte, oraya bak: O şuursuz cisim güya bir işaret ediyor; en büyük bir cismi kendine hizmetkar ediyor, kendi işlerinde çalıştırıyor.

Daha başka şeyleri bunlara kıyas et. Adeta herbir şey, bütün bu alemdeki hilkatleri musahhar ediyor. Eğer o gizli zatı kabul etmezsen, bütün bu memleketteki taşında, toprağında, hayvanında, insana benzer mahluklarda, o zatın bütün hünerlerini, sanatlarını, kemalatlarını, birer birer o şeylere vereceksin. İşte, aklın uzak gördüğü birtek muciznüma zatın bedeline, milyarlar onun gibi muciznüma, hem birbirine zıt, hem birbirine misil, hem birbiri içinde bulunsun, bu intizam bozulmasın, ortalığı karıştırmasınlar. Halbuki bu koca memlekette iki parmak karışsa, karıştırır. Çünkü bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, karıştırır. Nerede kaldı, hadsiz hakim-i mutlak beraber bulunsun!

BEŞİNCİ BURHAN
Ey vesveseli arkadaş! Gel, bu azim sarayın nakışlarına dikkat et. Ve bütün bu şehrin ziynetlerine bak. Ve bütün bu memleketin tanzimatını gör. Ve bütün bu alemin sanatlarını tefekkür et.

İşte, bak: Eğer nihayetsiz mucizeleri ve hünerleri olan gizli bir zatın kalemi işlemezse, bu nakışları sair şuursuz sebeplere, kör tesadüfe, sağır tabiata verilse, o vakit, ya bu memleketin herbir taşı, herbir otu öyle muciznüma nakkaş, öyle bir harikulade katip olması lazım gelir ki, bir harfte bin kitabı yazabilsin, bir nakışta milyonlar sanatı derc edebilsin. Çünkü, bak bu taşlardaki nakşa: Herbirisinde bütün sarayın nakışları var, bütün şehrin tanzimat kanunları var, bütün memleketin teşkilat programları var. Demek bu nakışları yapmak, bütün memleketi yapmak kadar harikadır. Öyle ise, herbir nakış, herbir sanat, o gizli zatın bir ilannamesidir, bir hatemidir.

Madem bir harf, katibini göstermeksizin olmaz. Sanatlı bir nakış, nakkaşını bildirmemek olmaz. Nasıl olur ki, bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş, kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmesin?

ALTINCI BURHAN
Gel, bu geniş ovaya çıkacağız. İşte, o ova içinde yüksek bir dağ var. Üstüne çıkacağız, ta bütün etrafı görülsün. Hem herşeyi yakınlaştıracak güzel dürbünleri de beraber alacağız. Çünkü bu acip memlekette acip işler oluyor. Her saatte, hiç aklımıza gelmeyen işler oluyor.

İşte, bak: Bu dağlar ve ovalar ve şehirler, birden değişiyor. Hem nasıl değişiyor! Öyle bir tarzda ki, milyonlarla birbiri içinde işler, gayet muntazam surette değişiyor. Adeta milyonlar mütenevvi kumaşlar birbiri içinde beraber dokunuyor gibi, pek acip tahavvülat oluyor.

Bak, o kadar ünsiyet ettiğimiz ve tanıdığımız çiçekli miçekli şeyler kayboldular.

Muntazaman yerlerine ve mahiyetçe onlara benzer, fakat suretçe ayrı, başkaları geldiler. Adeta şu ova, dağlar birer sahife; yüz binlerle ayrı ayrı kitaplar içinde yazılıyor. Hem hatasız, noksansız olarak yazılıyor.

İşte, bu işler yüz derece muhaldir ki kendi kendine olsun. Evet, nihayet derecede sanatlı, dikkatli şu işler, kendi kendine olmak bin derece muhaldir ki, kendilerinden ziyade, sanatkarlarını gösteriyorlar.

Hem bunları işleyici, öyle muciznüma bir zattır ki, hiçbir iş ona ağır gelmez. Bin kitap yazmak, bir harf kadar ona kolay gelir.

Bununla beraber, her tarafa bak ki, hem öyle bir hikmetle herşeyi yerli yerine koyuyor; ve öyle mükrimane, herkese layık oldukları lütufları yapıyor; hem öyle ihsanperverane umumi perdeler ve kapılar açıyor ki, herkesin arzularını tatmin ediyor. Hem öyle sehavetperverane sofralar kuruyor ki, bütün bu memleketin halklarına, hayvanlarına, herbir taifesine has ve layık, belki herbir ferdine mahsus ismiyle ve resmiyle bir tabla-i nimet veriliyor.

İşte, dünyada bundan muhal birşey var mı ki, bu gördüğümüz işler içinde tesadüfi işler bulunsun; veya abes ve faidesiz olsun; veya müteaddit eller karışsın; veya ustası herşeye muktedir olmasın; veya herşey ona musahhar olmasın? İşte, ey arkadaş, haddin varsa buna karşı bir bahane bul!

YEDİNCİ BURHAN
Ey arkadaş, gel. Şimdi bu cüziyatı bırakıp, saray şeklindeki bu acip alemin eczalarının birbirine karşı olan vaziyetlerine dikkat edeceğiz.

İşte, bak: Bu alemde o derece intizamla külli işler yapılıyor ve umumi inkılaplar oluyor ki, adeta bütün bu saraydaki mevcut taşlar, topraklar, ağaçlar, herbir şey, birer fail-i muhtar gibi bütün bu alemin nizamat-ı külliyesini gözetip ona göre tevfik-i hareket ediyor. Birbirinden en uzak şeyler birbirinin imdadına koşuyor.

İşte, bak: Gaipten acip bir kafile çıkıp geliyor. Merkepleri ağaçlara, nebatlara, dağlara benzerler. Başlarında birer tabla-i erzak taşıyorlar. İşte, bak, bu tarafta bekleyen muhtelif hayvanatın erzaklarını getiriyorlar.

Hem de bak, bu kubbede o azim elektrik lambası, onlara ışık verdiği gibi, bütün taamlarını öyle güzel pişiriyor! Yalnız, pişirilecek taamlar, bir dest-i gaybi tarafından birer ipe takılıp ona karşı tutuluyor.

Bu tarafa da bak: Bu biçare, zayıf, nahif, kuvvetsiz hayvancıklar—nasıl onların başı önünde, latif gıda ile dolu iki tulumbacık takılmış. İki çeşme gibi, yalnız o kuvvetsiz mahluk, onu ağzına yapıştırması kafidir.

Elhasıl: Bütün bu alemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi, birbirine yardım eder. Birbirini görür gibi, birbirine el ele verir. Birbirinin işini tekmil için, birbirine omuz omuza veriyor, bel bele verip beraber çalışıyorlar. Herşeyi buna kıyas et; tadat ile bitmez.

İşte, bütün bu haller, iki kere iki dört eder derecesinde kati gösterir ki, şu saray-ı acibin ustasına, yani şu garip alemin sahibine herşey musahhardır. Herşey onun hesabına çalışır. Herşey ona bir emirber nefer hükmündedir. Herşey Onun kuvvetiyle döner. Herşey Onun emriyle hareket eder. Herşey onun hikmetiyle tanzim olunur. Herşey onun keremiyle muavenet eder. Herşey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur. Ey arkadaş, haddin varsa buna karşı bir söz söyle!

SEKİZİNCİ BURHAN
Gel, ey nefsim gibi kendini akıl zanneden akılsız arkadaş! Şu saray-ı muhteşemin sahibini tanımak istemiyorsun. Halbuki herşey onu gösteriyor, ona işaret ediyor, ona şehadet ediyor. Bütün bu şeylerin şehadetini nasıl tekzip ediyorsun? Öyle ise bu sarayı da inkar et ve “alem yok, memleket yok” de ve kendini de inkar et, ortadan çık. Yahut aklını başına al, beni dinle.

İşte, bak: Şu saray içinde bulunan ve memleketi ihata eden yeknesak unsurlar, madenler var. adeta, memleketten çıkan herşey o maddelerden yapılıyor.

Demek o maddeler kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulat da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur.

Hem bak: Bu dokunan şeyler, bu nescolunan münakkaş kumaşlar, birtek maddeden yapılıyor. O maddeyi getiren, ihzar eden ve ip haline getiren, elbette, bilbedahe, birdir. Çünkü o iş iştirak kabul etmez. Öyle ise, bütün nescolunan sanatlı şeyler ona mahsustur.

Hem de bak: Bu dokunan, yapılan şeylerin herbir cinsi bütün memleketin her tarafında bulunuyor, bütün ebna-yi cinsleriyle öyle intişar etmiş, beraber olarak, birbiri içinde, bir tarzda, bir anda yapılıyor, nescediliyor. Demek birtek zatın işidir; birtek emirle hareket ediyor. Yoksa, böyle bir anda, bir tarzda, bir keyfiyette, bir heyette ittifak ve muvafakat muhaldir.

Öyle ise, bu sanatlı şeylerin herbirisi, o gizli zatın bir ilannamesi hükmünde, onu gösteriyor. Güya herbir çiçekli kumaş, herbir sanatlı makine, herbir tatlı lokma, o muciznüma zatın birer sikkesi, birer hatemi, birer nişanı, birer turrası hükmünde, lisan-ı hal ile herbirisi der: “Ben kimin sanatıyım; bulunduğum sandıklar ve dükkanlar da onun mülküdür.” Ve herbir nakış der: “Beni kim dokuduysa, bulunduğum top da onun dokumasıdır.” Herbir tatlı lokma der: “Beni kim yapıyor, pişiriyorsa, bulunduğum kazan dahi onundur.” Herbir makine der: “Beni kim yapmışsa, memlekette intişar eden bütün emsalimi de o yapıyor. Ve bütün memleketin her tarafında bizi yetiştiren odur. Demek memleketin maliki de odur. Öyle ise, bütün bu memlekete, bu saraya malik kimse, o bize malik olabilir.” Mesela, nasıl miriye mahsus tek bir palaska veyahut birtek düğmeye malik olmak için, onları yapan bütün fabrikalara malik olmak lazımdır ki, onlara hakiki malik olsun. Yoksa, o boşboğaz başıbozuktan, “Miri malıdır” diye elinden alınıp tecziye edilir.

Elhasıl: Nasıl bu memleketin anasırı, memlekete muhit birer maddedir. Onların maliki de bütün memlekete malik birtek zat olabilir. Öyle de, bütün memlekette intişar eden sanatlar, birbirine benzediği ve birtek sikke izhar ettikleri için, bütün memleket yüzünde intişar eden masnular, herbir şeye hükmeden tek bir zatın sanatları olduğunu gösteriyorlar.

İşte, ey arkadaş! Madem şu memlekette, yani şu saray-ı muhteşemde bir birlik alameti vardır, bir vahdet sikkesi var. Çünkü bir kısım şeyler, bir iken, ihatası var. Bir kısım müteaddit ise, fakat birbirine benzediği ve her tarafta bulunduğu için, bir vahdet-i neviye gösteriyor. Vahdet ise bir vahidi gösterir. Demek, ustası da, maliki de, sahibi de, sanii de bir olmak lazım gelir.

Bununla beraber, sen buna dikkat et ki, bir perde-i gaybdan kalınca bir ip çıkıyor. Bak, sonra binler ipler ondan uzanmış. Herbir ipin başına bak: Birer elmas, birer nişan, birer ihsan, birer hediye takılmış. Herkese göre birer hediye veriyor. Acaba bilir misin ki, böyle garip bir gayb perdesinden böyle acip ihsanatı, hedayayı şu mahluklara uzatan zatı tanımamak, ona teşekkür etmemek ne kadar divanece bir harekettir? Çünkü, onu tanımazsan, bilmecburiye diyeceksin ki, “Bu ipler, uçlarındaki elmasları, sair hediyeleri kendileri yapıyorlar, veriyorlar.” O vakit her ipe bir padişahlık manasını vermek lazım gelir. Halbuki, gözümüzün önünde bir dest-i gaybi o ipleri dahi yapıp o hedayayı onlara takıyor. Demek, bütün bu sarayda herşey, kendi nefsinden ziyade, o muciznüma zatı gösteriyor. Onu tanımazsan, bütün bu şeyleri inkar etmekle, hayvandan yüz derece aşağı düşeceksin.

DOKUZUNCU BURHAN
Gel, ey muhakemesiz arkadaş! Sen şu sarayın sahibini tanımıyorsun ve tanımak da istemiyorsun. Çünkü istibad ediyorsun. Onun acip sanatlarını ve halatını akla sığıştıramadığından, inkara sapıyorsun. Halbuki, asıl istibad, asıl müşkülat ve hakiki suubetler ve dehşetli külfetler, onu tanımamaktadır. Çünkü onu tanısak, bütün bu saray, bu alem, birtek şey gibi kolay gelir, rahat olur, bu ortadaki ucuzluk ve mebzuliyete medar olur. Eğer tanımazsak ve o olmazsa, o vakit herbir şey, bütün bu saray kadar müşkülatlı olur. Çünkü herşey bu saray kadar sanatlıdır. O vakit ne ucuzluk ve ne de mebzuliyet kalır. Belki bu gördüğümüz şeylerin birisi, değil elimize, hiç kimsenin eline geçmezdi.

Sen yalnız şu ipe takılan tatlı konserve kutusuna bak. Eğer onun gizli matbaha-i muciznümasından çıkmasaydı, şimdi kırk parayla aldığımız halde, yüz liraya alamazdık.

Evet, bütün istibad, müşkülat, suubet, helaket, belki muhaliyet, onu tanımamaktadır. Çünkü, nasıl bir ağaca, bir kökte, bir kanunla, bir merkezde hayat veriliyor; binler meyvelerin teşekkülü, bir meyve gibi suhulet peyda eder. Eğer o ağacın meyveleri ayrı ayrı merkeze ve köke, ayrı ayrı kanunla raptedilse, herbir meyve bütün ağaç kadar müşkülatlı olur. Hem nasıl bütün ordunun teçhizatı bir merkezde, bir kanunla, bir fabrikadan çıksa, kemiyetçe bir neferin teçhizatı kadar kolaylaşır. Eğer herbir neferin ayrı ayrı yerlerde teçhizatı yapılsa, alınsa, herbir neferin teçhizatı için, bütün ordunun teçhizatına lazım fabrikalar bulunması lazımdır.

Aynen bu iki misal gibi, şu muntazam sarayda, şu mükemmel şehirde, şu müterakki memlekette, şu muhteşem alemde bütün bu şeylerin icadı birtek zata verildiği vakit, o kadar kolay olur, o kadar hiffet peyda eder ki, gördüğümüz nihayetsiz ucuzluğa ve mebzuliyete ve sehavete sebebiyet verir. Yoksa herşey o kadar pahalı, o kadar müşkülatlı olacak ki, dünya verilse birisi elde edilemez.

ONUNCU BURHAN
Gel, ey bir parça insafa gelmiş arkadaş! On beş gündür biz buradayız. Eğer şu alemin nizamlarını bilmezsek, padişahını tanımazsak, cezaya müstehak oluruz. Özrümüz kalmadı. Zira, on beş gün, güya bize mühlet verilmiş gibi, bize ilişmiyorlar. Elbette biz başıboş değiliz. Bu derece nazik sanatlı, mizanlı, letafetli, ibretli masnular içinde hayvan gibi gezip bozamayız. Bize bozdurmazlar. Şu memleketin haşmetli malikinin elbette cezası da dehşetlidir.

O zat ne kadar kudretli, haşmetli bir zat olduğunu şununla anlayınız ki, şu koca alemi bir saray gibi tanzim ediyor, bir dolap gibi çeviriyor. Şu büyük memleketi, bir hane gibi, hiçbir şey noksan bırakmayarak idare ediyor. İşte, bak: Vakit be vakit, bir kabı doldurup boşaltmak gibi, şu sarayı, şu memleketi, şu şehri, kemal-i intizamla doldurup kemal-i hikmetle boşalttırıyor. Bir sofrayı da kaldırıp indirmek gibi, koca memleketi baştan başa çeşit çeşit sofralar, bir dest-i gaybi tarafından kaldırır, indirir tarzında, mütenevvi yemekleri sırayla getirip yedirir; onu kaldırıp başkasını getirir. Sen de görüyorsun ve aklın varsa anlarsın ki, o dehşetli haşmet içinde, hadsiz sehavetli bir kerem var.

Hem de bak ki, o gaybi zatın saltanatına, birliğine bütün bu şeyler şehadet ettiği gibi; öyle de, kafile kafile arkasından gelip geçen, o hakiki perde perde arkasından açılıp kapanan bu inkılaplar, bu tahavvülatlar, o zatın devamına, bekàsına şehadet eder. Çünkü zeval bulan eşya ile beraber, esbabları dahi kayboluyor. Halbuki, onların arkasından, onlara isnad ettiğimiz şeyler tekrar oluyor. Demek o eserler onların değilmiş, belki zevalsiz birinin eserleriymiş. Nasıl ki bir ırmağın kabarcıkları gidiyor; arkasından gelen kabarcıklar, gidenler gibi parladığından anlaşılıyor ki, onları parlattıran, daimi ve yüksek bir ışık sahibidir. Öyle de, bu işlerin süratle değişmesi, arkalarından gelenlerin aynı renk alması gösteriyor ki, zevalsiz, daimi birtek zatın cilveleridir, nakışlarıdır, ayineleridir, sanatlarıdır.

ON BİRİNCİ BURHAN
Gel, ey arkadaş! Şimdi sana, geçmiş olan on burhan kuvvetinde kati bir burhan daha göstereceğim. Gel, bir gemiye bineceğiz; şu uzakta bir cezire var, oraya gideceğiz. Çünkü bu tılsımlı alemin anahtarları orada olacak. Hem herkes o cezireye bakıyor, oradan birşeyler bekliyor, oradan emir alıyorlar.

İşte, bak, gidiyoruz. Şimdi şu cezireye çıktık. Bak, pek büyük bir içtima var. Şu memleketin bütün büyükleri buraya toplanmış gibi, mühim ihtifal görünüyor. İyi dikkat et. Bu cemiyet-i azimenin bir reisi var. Gel, daha yakın gideceğiz. O reisi tanımalıyız.

İşte, bak, ne kadar parlak ve binden ziyade nişanları var. Ne kadar kuvvetli söylüyor, ne kadar tatlı bir sohbet ediyor! Şu on beş gün zarfında bunların dediklerini ben bir parça öğrendim; sen de benden öğren. Bak, o zat, şu memleketin muciznüma sultanından bahsediyor. “O sultan-ı zişan beni sizlere gönderdiğini” söylüyor. Bak, öyle harikalar gösteriyor; şüphe bırakmıyor ki, bu zat o padişahın bir memur-u mahsusudur.

Sen dikkat et ki, bu zatın söylediği sözü, değil yalnız şu ceziredeki mahluklar dinliyorlar; belki harikulade suretinde bütün memlekete işittiriyor. Çünkü, uzaktan uzağa herkes, buradaki nutkunu işitmeye çalışıyor. Değil yalnız insanlar dinliyor; belki hayvanlar da, hatta bak, dağlar da onun getirdiği emirlerini dinliyorlar ki, yerlerinden kımıldanıyorlar. Şu ağaçlar, işaret ettiği yere gidiyorlar. Nerede istese su çıkarıyor. Hatta parmağını da bir ab-ı kevser memesi gibi yapar; ondan ab-ı hayat içiriyor. Bak, şu sarayın kubbe-i alisinde mühim lamba, onun işaretiyle, bir iken ikileşiyor. Demek, bu memleket bütün mevcudatıyla onun memuriyetini tanıyor. Onu “gaybi bir zat-ı muciznümanın en has ve doğru bir tercümanıdır,” bir dellal-ı saltanatı ve tılsımının keşşafı ve evamirinin tebliğine emin bir elçisi olduğunu biliyor gibi, onu dinleyip itaat ediyorlar.

İşte, bu zatın her söylediği sözü, etrafındaki bütün aklı başında olanlar, “Evet, evet, doğrudur” derler, tasdik ederler. Belki şu memlekette dağlar, ağaçlar, bütün memleketleri ışıklandıran büyük nur lambası,o zatın işaret ve emirlerine baş eğmesiyle “Evet, evet, her dediğin doğrudur” derler.

İşte, ey sersem arkadaş! Şu padişahın hazine-i hassasına mahsus bin nişan taşıyan şu nurani ve muhteşem ve pek ciddi zatın bütün kuvvetiyle, bütün memleketin ileri gelenlerinin taht-ı tasdikinde bahsettiği bir zat-ı muciznümadan ve zikrettiği evsafından ve tebliğ ettiği evamirinde hiçbir vech ile hilaf ve hile bulunabilir mi? Bunda hilaf-ı hakikat kabilse, şu sarayı, şu lambaları, şu cemaati, hem vücutlarını, hem hakikatlerini tekzip etmek lazım gelir. Eğer haddin varsa, buna karşı itiraz parmağını uzat, gör: Nasıl parmağın burhan kuvvetiyle kırılıp senin gözüne sokulacak!

ON İKİNCİ BURHAN
Gel, ey bir parça aklı başına gelen birader! Bütün on bir burhan kuvvetinde bir burhan daha göstereceğim. İşte, bak: Yukarıdan inen ve herkes ona hayretinden veya hürmetinden kemal-i dikkatle bakan, şu nurani fermana bak. O bin nişanlı zat, onun yanına durmuş, o fermanın mealini umuma beyan ediyor.

İşte, şu fermanın üslupları öyle bir tarzda parlıyor ki, herkesin nazar-ı istihsanını celb ediyor. Ve öyle ciddi, ehemmiyetli meseleleri zikr ediyor ki, herkes kulak vermeye mecbur oluyor. Çünkü bütün bu memleketi idare eden ve bu sarayı yapan ve bu acaibi izhar eden zatın şuunatını, efalini, evamirini, evsafını birer birer beyan ediyor.

O fermanın heyet-i umumiyesinde bir turra-i azam olduğu gibi, bak, herbir satırında, herbir cümlesinde taklit edilmez bir turra olduğu misillü, ifade ettiği manalar, hakikatler, emirler, hikmetler üstünde dahi o zata mahsus birer manevi hatem hükmünde ona has bir tarz görünüyor. Elhasıl, o ferman-ı azam, güneş gibi o zat-ı azamı gösterir; kör olmayan görür.

İşte, ey arkadaş! Aklın başına gelmişse, bu kadar kafi… Eğer bir sözün varsa şimdi söyle.

O inatçı adam cevaben dedi ki: “Ben senin bu burhanlarına karşı yalnız derim: Elhamdülillah, inandım. Hem güneş gibi parlak ve gündüz gibi aydın bir tarzda inandım ki, şu memleketin tek bir malik-i zülkemali, şu alemin tek bir sahib-i zülcelali, şu sarayın tek bir sani-i zülcemali bulunduğunu kabul ettim. Allah senden razı olsun ki, beni eski inadımdan ve divaneliğimden kurtardın. Getirdiğin burhanların herbirisi tek başıyla bu hakikati göstermeye kafi idi. Fakat herbir burhan geldikçe, daha revnaktar, daha şirin, daha hoş, daha nurani, daha güzel marifet tabakaları, tanımak perdeleri, muhabbet pencereleri açıldığı için bekledim, dinledim.”

Tevhidin hakikat-i uzmasına ve amentü billah imanına işaret eden hikaye-i temsiliye tamam oldu. Fazl-ı Rahman, feyz-i Kuran, nur-u iman sayesinde, tevhid-i hakikinin güneşinden, hikaye-i temsiliyedeki On İki Burhana mukabil, On İki Lema ile bir Mukaddimeyi göstereceğiz.
وَمِنَ اللهِ التَّوْفِيقُ وَالْهِدَايَةُ

Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı
اَللهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ لَهُ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُۤ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا اِنَّ رَبِّى عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

Mukaddime
ERKaN-I İMANİYENİN kutb-u azamı olan iman-ı billaha dair Katre Risalesinde, şu mevcudatın herbirisi, elli beş lisanla Cenab-ı Hakkın vücub-u vücuduna ve vahdaniyetine delalet ve şehadetlerini icmalen beyan etmişiz. Hem Nokta Risalesinde, Cenab-ı Hakkın delail-i vücub ve vahdaniyetinden, herbirisi bin burhan kuvvetinde dört burhan-ı külliyi zikretmişiz. Hem on iki kadar Arabi risalelerimde, Cenab-ı Hakkın vücub-u vücudunu ve vahdaniyetini gösteren yüzler kati burhanları zikrettiğimizden, şimdi onlara iktifaen derin tetkikata girişmeyeceğiz. Yalnız şu Yirmi İkinci Sözde Arabi Risaletün-Nurda icmalen yazdığım On İki Lemayı, iman-ı billah güneşinden göstermeye çalışacağız.

BİRİNCİ LEMA
Tevhid iki kısımdır. Mesela, nasıl ki bir çarşıya ve bir şehre büyük bir zatın mütenevvi malları gelse, iki çeşitle onun malı olduğu bilinir:

Biri, icmali, amiyanedir ki, “Bu kadar azim mal, ondan başka kimsenin haddi değil ki sahip olabilsin.” Fakat böyle ami bir adamın nezaretinde çok hırsızlık olabilir. Parçalarına çok adamlar sahip çıkabilir.

İkinci çeşit odur ki, her denk üzerinde yazıyı okur, herbir top üstünde turrayı tanır, herbir ilan üstünde mührünü bilir bir surette “Herşey o zatındır” der. İşte, şu halde herbir şey o zatı manen gösterir.
Aynen öyle de, tevhid dahi iki çeşittir.
Biri tevhid-i ami ve zahiridir ki, “Cenab-ı Hak birdir; şeriki, naziri yoktur. Bu kainat onundur.”

İkincisi tevhid-i hakikidir ki, herşey üstünde sikke-i kudretini ve hatem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle, doğrudan doğruya herşeyden Onun nuruna karşı bir pencere açıp, Onun birliğine ve herşey Onun dest-i kudretinden çıktığına ve uluhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vechile hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakinle tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimi elde etmektir. Biz dahi, şu Sözde, o halis ve ali tevhid-i hakikiyi gösterecek şuaları zikredeceğiz.

Birinci nükte içinde bir ihtar: Ey esbab-perest gafil! Esbab bir perdedir; çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedaniyedir; çünkü tevhid ve celal öyle ister ve istiklali iktiza eder. Sultan-ı Ezelinin memurları, saltanat-ı Rububiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellallarıdırlar ve o Rububiyetin temaşager nazırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vasıtalar kudretin izzetini, Rububiyetin haşmetini izhar içindir, ta umur-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin. Acz-alud, fakr-pişe olan insani bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için memurları şerik-i saltanat ittihaz etmiş değildir.

Demek esbab vaz edilmiş, ta aklın nazar-ı zahirisine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin. Zira, ayinenin iki vechi gibi, herşeyin bir mülk ciheti var ki, ayinenin mülevven yüzüne benzer; muhtelif renklere ve halata medar olabilir. Biri melekuttur ki, ayinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemaline münafi halat vardır. Esbab, o halata hem merci, hem medar olmak için vaz edilmişler. Fakat melekutiyet ve hakikat canibinde herşey şeffaftır, güzeldir, kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir, izzetine münafi değildir. Onun için, esbab sırf zahiridir; melekutiyette ve hakikatte tesir-i hakikileri yoktur.

Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvaları ve batıl itirazları adil-i Mutlaka tevcih etmemek için, o şekvalara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz edilmiştir. Çünkü kusur onlardan çıkıyor ve onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor.

Bu sırra bir misal-i latif suretinde bir temsil-i manevi rivayet ediliyor ki:

Hazret-i Azrail , Cenab-ı Hakka demiş ki: “Kabz-ı ervah vazifesinde Senin ibadın benden şekva edecekler, küsecekler.”

Cenab-ı Hak, lisan-ı hikmetle ona demiş ki: “Seninle ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım—ta şekvaları onlara gidip senden küsmesinler.”

İşte, bak: Nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler. Ve kabz-ı ervahta hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail ın vazifesine mütealliktir. Öyle de, Azrail dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahta zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasip düşmeyen bazı halata merci olmak için, o memuriyete bir nazır ve kudret-i İlahiyeye bir perdedir.

Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celal ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.

İKİNCİ LEMA
Bak şu kainat bostanına. Şu zeminin bağına, şu semanın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne dikkat et. Göreceksin ki, bir Sani-i Zülcelalin, bir Fatır-ı Zülcemalin, o serilmiş ve serpilmiş masnuattan herbir masnu üstünde, Halık-ı Külli Şeye mahsus bir sikkesi; ve herbir mahluku üstünde, Sani-i Külli Şeye has bir hatemi; ve kalem-i kudretin birer menşuru olan sahaif-i leyl ve nehar, yaz ve baharda yazılan tabakat-ı mevcudat üstünde, taklit kabul etmez bir turra-i garrası vardır.

Şimdi o sikkelerden, o hatemlerden, o turralardan, nümune olarak birkaçını zikredeceğiz. Mesela, hesapsız sikkelerinden, hayat üzerinde koyduğu çok sikkelerinden şu sikkeye bak ki: “Birşeyden herşey yapar; hem herşeyden birtek şey yapar.” Çünkü, nutfe suyundan ve hem içilen basit bir sudan, hesapsız aza ve cihazat-ı hayvaniyeyi yapar.

İşte, birşeyi herşey yapmak, elbette bir Kadir-i Mutlakın işidir. Hem yenilen hadsiz taamlardan, o taam ise hayvani olsun, nebati olsun, o müteaddit maddeleri, has bir cisme kemal-i intizamla çeviren ve ondan mahsus bir cilt nesceden ve ondan basit cihazları yapan, elbette bir Kadir-i Külli Şeydir ve Alim-i Mutlaktır. Evet, Halık-ı Mevt ve Hayat, şu destgah-ı dünyada, hikmetiyle, hayatı öyle bir kanun-u emriye-i muciznüma ile idare ediyor ki, o kanunu tatbik ve icra etmek, bütün kainatı kabza-i tasarrufunda tutan bir Zata mahsustur.

İşte, eğer aklın sönmemişse, kalbin kör olmamışsa anlarsın ki, birşeyi kemal-i suhulet ve intizamla herşey yapan ve herşeyi kemal-i mizan ve intizamla, sanatkarane birtek şey yapan, herşeyin Saniine has ve Halık-ı Külli Şeye mahsus bir sikkedir.

Mesela görsen, harika-pişe bir zat, bir dirhem pamuktan, yüz top çuha ve ipek veya patiska gibi mütenevvi sair kumaşları o tek dirhem pamuktan nescetmekle beraber, helva, baklava gibi çok taamları dahi ondan yapıyor. Sonra görsen ki, o zat, demiri ve taşı, balı ve yağı, suyu ve toprağı avucuna alır, bir güzel altın yapar. Elbette katiyen hükmedeceksin ki, o zat öyle kendine has bir sanata maliktir; bütün anasır-ı arziye onun emrine musahhar ve bütün mevalid-i türabiye onun hükmüne bakar.

Evet, hayattaki tecelli-i kudret ve hikmet, bu misalden bin derece daha aciptir. İşte, hayat üstündeki çok sikkelerden birtek sikke…

ÜÇÜNCÜ LEMA
Bak şu kainat-ı seyyalede, şu mevcudat-ı seyyarede cevelan eden zihayatlara: Göreceksin ki, bütün zihayatlardan herbir zihayat üstünde, Hayy-ı Kayyumun koyduğu çok hatemleri vardır. O hatemlerden bir hatemi şudur ki:

O zihayat, mesela şu insan, adeta kainatın bir misal-i musağğarı, şecere-i hilkatin bir semeresi ve şu alemin bir çekirdeği gibi ki enva-ı alemin ekser nümunelerini camidir. Güya o zihayat, bütün kainattan gayet hassas mizanlarla süzülmüş bir katredir. Demek, şu zihayatı halk etmek ve ona Rab olmak, bütün kainatı kabza-i tasarrufunda tutmak lazım gelir.

İşte, eğer aklın evhamda boğulmamışsa anlarsın ki,

· bir kelime-i kudreti, mesela balarısını ekser eşyaya bir nevi küçük fihriste yapmak,

· ve bir sahifede, mesela insanda şu kitab-ı kainatın ekser meselelerini yazmak, · hem bir noktada, mesela küçücük incir çekirdeğinde koca incir ağacının programını derc etmek,

· ve bir harfte, mesela kalb-i beşerde şu alem-i kebirin safahatında tecelli ve ihata eden bütün esmanın asarını göstermek,

· ve bir mercimek tanesi kadar mevki tutan kuvve-i hafıza-i insaniyede bir kütüphane kadar yazı yazdırmak ve bütün hadisat-ı kevniyenin mufassal fihristesini o kuvvecikte derc etmek, elbette ve elbette Halık-ı Külli Şeye has ve bu kainatın Rabb-i Zülcelaline mahsus bir hatemdir.

İşte, zihayat üstünde olan pek çok hatem-i Rabbaniden birtek hatem böyle nurunu gösterse ve onun ayatını şöyle okuttursa; acaba birden bütün o hatemlere bakabilsen, görebilsen, سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى بِشِدَّةِ ظُهُورِهِ demeyecek misin?

DÖRDÜNCÜ LEMA
Bak, şu semavatın denizinde yüzen ve şu zeminin yüzünde serpilen rengarenk mevcudata ve çeşit çeşit masnuata dikkat et. Göreceksin ki, herbiri üstünde Şems-i Ezelinin taklit kabul etmez turraları vardır. Nasıl hayatta sikkeleri, zihayatta hatemleri görünüyor ve bir ikisini gördük. İhya üstünde dahi öyle turraları vardır. Temsil, derin manaları fehme yakınlaştırdığından, bir temsille şu hakikati göstereceğiz.

Mesela, güneş, seyyarelerden tut, ta katrelere kadar, ta camın küçük parçalarına kadar ve karın parlak zerreciklerine kadar, şu güneşin cilve-i misaliyesinden ve inikasından bir turrası ve güneşe mahsus bir eser-i nuranisi görünüyor. Şayet o hadsiz şeylerde görünen güneşçiklerini, güneşin cilve-i inikası ve tecelli-i aksi olduğunu kabul etmezsen, o vakit herbir katrede ve ziyaya maruz herbir cam parçasında ve ışığa mukabil her şeffaf bir zerrecikte, tabii ve hakiki bir güneşin vücudunu bilasale kabul etmek gibi gayet derece bir divanelikle, nihayetsiz bir belahete düşmekliğin lazım gelir.

Öyle de, Şems-i Ezelinin tecelliyat-ı nuraniyesinden ihya, yani “hayat vermek” cihetinde, herbir zihayat üstünde öyle bir turrası vardır ki, faraza bütün esbab toplansa ve birer fail-i muhtar kesilseler, yine o turrayı taklit edemezler. Zira, herbiri birer mucize-i kudret olan zihayatlar, herbiri o Şems-i Ezelinin şuaları hükmünde olan esmasının nokta-i mihrakiyesi suretindedir.

Eğer zihayat üstünde görünen o nakş-ı acib-i sanatı, o nazm-ı garib-i hikmeti ve o tecelli-i sırr-ı ehadiyeti, Zat-ı Ehad-i Samede verilmediği vakit, herbir zihayatta, hatta bir sinekte, bir çiçekte nihayetsiz bir kudret-i fatıra, içinde saklandığını ve herşeyi muhit bir ilim bulunduğunu ve kainatı idare edecek bir irade-i mutlaka onda mevcut olduğunu, belki Vacibül-Vücuda mahsus baki sıfatları dahi onların içinde bulunduğunu kabul etmek; adeta o çiçeğin, o sineğin herbir zerresine bir uluhiyet vermek gibi, dalaletin en eblehçesine, hurafatın en ahmakçasına bir derekesine düşmek lazım gelir. Zira, o şeyin zerrelerine, hususan tohum olsalar, öyle bir vaziyet verilmiş ki, o zerre, cüzü olduğu zihayata bakar, onun nizamına göre vaziyet alır. Belki o zihayatın bütün nevine bakar gibi, o nevin devamına yarayacak her yerde zer etmek ve nevinin bayrağını dikmek için kanatçıklarla kanatlanmak gibi bir keyfiyet alır. Belki o zihayat, alakadar ve muhtaç olduğu bütün mevcudata karşı muamelatını ve münasebat-ı rızkıyesini devam ettirecek bir vaziyet tutuyor. İşte, eğer o zerre, bir Kadir-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadir-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lazımdır.

Elhasıl: Nasıl şu katrelerde ve camın zerreciklerinde olan güneşçikler ve çeşit çeşit renkler, güneşin cilve-i aksine ve inikasının tecellisine verilmezse, birtek güneşe mukabil nihayetsiz güneşleri kabul etmek lazım gelir; muhal ender muhal bir hurafeyi kabul etmek iktiza eder. Aynen bunun gibi, eğer herşey Kadir-i Mutlaka verilmezse, birtek Allaha mukabil, nihayetsiz, belki zerrat-ı kainat adedince ilahları kabul etmek gibi, yüz derece muhal içindeki bir muhali mevcut kabul etmek gibi bir divanelik hezeyanına düşmek lazım gelir.

Elhasıl, herbir zerreden, üç pencere Şems-i Ezelinin nur-u vahdaniyetine ve vücub-u vücuduna açılır.

BİRİNCİ PENCERE: Herbir zerre, bir nefer gibi nasıl ki askeri dairelerinin herbirinde, yani takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda, herbirisinde bir nisbeti, o nisbete göre bir vazifesi ve o vazifeye göre nizamı dairesinde bir hareketi olduğu gibi; Öyle de senin gözbebeğindeki o camid zerrecik dahi, senin gözünde, başında, vücudunda ve kuvve-i müvellide, kuvve-i cazibe, kuvve-i dafia, kuvve-i musavvire gibi deveran-ı deme ve his ve harekeye hizmet eden evride ve şerayin ve sair asablarda, hem senin nevinde, ila ahir, birer nisbeti, birer vazifesi bulunduğunu, bilbedahe bir Kadir-i Ezelinin eser-i sunu ve memur-u muvazzafı ve taht-ı tedbirinde olduğunu, kör olmayan göze gösterir.

İKİNCİ PENCERE: Havadaki herbir zerre, herbir çiçeği, herbir meyveyi ziyaret edebilir. Herbir çiçeğe, herbir meyveye girer, işleyebilir. Eğer herşeyi görür ve bilir bir Kadir-i Mutlakın memur-u musahharı olmasa, o serseri zerre, bütün meyvelerin, çiçeklerin cihazatını ve yapılmasını ve ayrı ayrı sanatlarını ve onlara giydirilen suretlerin terziliğini ve hıyatat-ı kamile-i muhita-i sanatını bilmek lazım gelir.

İşte şu zerre, bir güneş gibi bir nur-u tevhidin şuaını gösteriyor. Ziyayı havaya, mai türaba kıyas et. Zaten eşyanın asıl menşeleri şu dört maddedir. (Yeni hikmetle, müvellidülma, müvellidülhumuza, karbon, azottur ki, bu anasır, evvelki unsurların eczalarıdır.)

ÜÇÜNCÜ PENCERE: Zerrelerden mürekkep bir parça toprak, herbir çiçekli ve meyveli nebatatın neşvünemasına menşe olabilir bir kaseyi o zerreciklerden doldursan, bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebatatın tohumcukları ki, o tohumcuklar hayvanatın nutfeleri gibi, ayrı ayrı şeyler değil-nutfeler bir su olduğu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellidülma, müvellidülhumuzadan mürekkep-mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle, sırf manevi olarak aslının programı tevdi edilmiş. İşte, o tohumları nöbetle o kaseye koysak, herbiri harika cihazatıyla, eşkal ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku bulmuş gibi inanırsın.

Eğer o zerreler, herbir şeyin herbir hal ve vaziyetini bilen ve herşeye, ona layık vücudu ve vücudun levazımatını vermeye kadir ve kudretine nisbeten herşey kemal-i suhuletle musahhar olan bir Zatın memuru ve emirber bir vazifedarı olmazlarsa; o toprağın herbir zerresinde, ya bütün çiçekli ve meyvedarların adedince manevi fabrikalar ve matbaalar, içinde bulunması lazım gelir ki, o cihazatları ve eşkalleri birbirinden uzak ve birbirinden ayrı mevcudat-ı muhtelifeye menşe olabilsin, veya bütün o mevcudata muhit bir ilim ve bütün onların teşkilatına muktedir olacak bir kudret vermek lazımdır—ta bütün onların teşkilatına medar olsun. Demek, Cenab-ı Haktan nisbet kesilse, toprağın zerratı adedince ilahlar kabul edilmesi lazım gelir. Bu ise, bin defa muhal içinde muhal bir hurafedir.

Fakat memur oldukları vakit çok kolaydır. Nasıl bir sultan-ı azimin bir adi neferi, o padişahın namıyla ve onun kuvvetiyle bir memleketi hicret ettirebilir, iki denizi birleştirebilir, bir şahı esir edebilir. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanının emriyle, bir sinek bir Nemrutu yere serer; bir karınca bir Firavunun sarayını harap eder, yere atar; bir incir çekirdeği bir incir ağacını yüklenir.

Hem herbir zerrede, vücub ve vahdet-i Sania iki şahid-i sadık daha var.

Birisi: Herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor. Ve cumudiyetiyle beraber, bir şuur-u külli gösteren intizamperverane nizam-ı umumiye tevfik-i hareket eder. Demek, herbir zerre, lisan-ı acziyle Kadir-i Mutlakın vücub-u vücuduna ve nizam-ı alemi gözetmesiyle vahdetine şehadet eder.

كَمَۤا اَنَّ فِى كُلِّ ذَرَّةٍ شَاهِدَيْنِ عَلٰۤى اَنَّهُ وَاجِبٌ وَاحِدٌ كَذٰلِكَ فِى كُلِّ حَىٍّ لَهُۤ اٰيَتَانِ عَلٰۤى اَنَّهُ اَحَدٌ صَمَدٌ

Evet, herbir zihayatta, biri ehadiyet sikkesi, diğeri samediyet turrası bulunuyor. Zira bir zihayat, ekser kainatta cilveleri görünen esmayı birden kendi ayinesinde gösteriyor. Adeta bir nokta-i mihrakiye hükmünde, Hayy-ı Kayyumun tecelli-i İsm-i azamını gösteriyor. İşte, ehadiyet-i Zatiyeyi, Muhyi perdesi altında bir nevi gölgesini gösterdiğinden, bir sikke-i ehadiyeti taşıyor.

Hem o zihayat, kainatın bir misal-i musağğarı ve şecere-i hilkatin bir meyvesi hükmünde olduğu için, kainat kadar ihtiyacatını ummadığı ve bilmediği bir yerden kolaylıkla küçücük daire-i hayatına yetiştirmek, samediyet turrasını gösteriyor. Yani, “o hal gösteriyor ki, onun öyle bir Rabbi var ki, ona, herşeye bedel bir teveccühü var ve bütün eşyanın yerini tutar bir nazarı var; bütün eşya Onun bir teveccühünün yerini tutamaz.”

نَعَمْ يَكْفِى لِكُلِّ شَىْءٍ شَىْءٌ عَنْ كُلِّ شَىْءٍ وَلاَ يَكْفِى عَنْهُ كُلُّ شَىْءٍ وَلَوْ لِشَىْءٍ وَاحِدٍ

Hem o hal gösteriyor ki, onun o Rabbi, hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi, hazinesinden hiçbir şey eksilmez ve kudretine de hiçbir şey ağır gelmez. İşte, samediyetin gölgesini gösteren bir nevi turrası…

Demek, herbir zihayatta bir sikke-i ehadiyet, bir turra-i samediyet vardır. Evet, herbir zihayat, hayat lisanıyla قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ اَللهُ الصَّمَدُ okuyor. Bu iki sikkeden başka birkaç pencere-i mühimme de var. Başka bir yerde tafsil edildiği için burada ihtisar edildi.

Madem şu kainatın herbir zerresi böyle üç pencereyi ve iki deliği ve hayat dahi iki kapıyı birden Vacibül-Vücudun vahdaniyetine açıyor. Zerreden ta şemse kadar tabakat-ı mevcudat, Zat-ı Zülcelalin envar-ı marifetini ne suretle neşrettiğini kıyas edebilirsin. İşte, marifetullahta terakkiyat-ı maneviyenin derecatını ve huzurun meratibini bundan anla ve kıyas et.

BEŞİNCİ LEMA
Nasıl ki bir kitap, eğer yazma ve mektub olsa, onun yazmasına bir kalem kafidir. Eğer basma ve matbu olsa, o kitabın hurufatı adedince kalemler, yani demir harfler lazımdır, ta o kitap tab edilip vücut bulsun. Eğer o kitabın bazı harflerinde gayet ince bir hatla o kitabın ekseri yazılmışsa—Sure-i Yasin, lafz-ı Yasinde yazıldığı gibi—o vakit bütün o demir harflerin küçücükleri, o tek harfe lazım, ta tab edilsin.

Aynen öyle de, şu kitab-ı kainatı, kalem-i kudret-i Samedaniyenin yazması ve Zat-ı Ehadiyetin mektubu desen, vücub derecesinde bir suhulet ve lüzum derecesinde bir makuliyet yoluna gidersin. Eğer tabiata ve esbaba isnat etsen, imtina derecesinde suubetli ve muhal derecesinde müşkülatlı ve hiçbir vehim kabul etmeyen hurafatlı şöyle bir yola gidersin ki, tabiat için ya herbir cüz toprakta, herbir katre suda, herbir parça havada milyarlarca madeni matbaalar ve hadsiz manevi fabrikalar bulunması lazım—ta ki, hesapsız çiçekli, meyveli masnuatın teşekkülatına mazhar olabilsin. Yahut herşeye muhit bir ilim, herşeye muktedir bir kuvvet onlarda kabul etmek lazım gelir—ta şu masnuata hakiki masdar olabilsin.

Çünkü toprağın ve suyun ve havanın herbir cüzü ekser nebatata menşe olabilir. Halbuki herbir nebat, meyveli olsa, çiçekli olsa, teşekkülatı o kadar muntazamdır, o kadar mevzundur, o kadar birbirinden mümtazdır, o kadar keyfiyetçe birbirinden ayrıdır ki, herbirisine, yalnız ona mahsus birer ayrı manevi fabrika veya ayrı birer matbaa lazımdır. Demek, tabiat mistarlıktan masdarlığa çıksa, herbir şeyde bütün şeylerin makinelerini bulundurmaya mecburdur.

İşte, bu tabiatperestlik fikrinin esası öyle bir hurafattır ki, hurafeciler dahi ondan utanıyorlar. Kendini akıl zanneden ehl-i dalaletin nasıl nihayetsiz hezeyanlı bir akılsızlık iltizam ettiklerini gör, ibret al!

Elhasıl: Nasıl bir kitabın herbir harfi, kendi nefsini bir harf kadar gösterip ve kendi vücuduna tek bir suretle delalet ediyor; ve kendi katibini on kelime ile tarif eder ve çok cihetlerle gösterir. Mesela, “Benim katibimin hüsn-ü hattı var. Kalemi kırmızıdır, şöyledir, böyledir” der. Aynen öyle de, şu kitab-ı kebir-i alemin herbir harfi, kendine cirmi kadar delalet eder ve kendi sureti kadar gösterir. Fakat Nakkaş-ı Ezelinin esmasını bir kaside kadar tarif eder ve keyfiyetleri adedince işaret parmaklarıyla o esmayı gösterir, Müsemmasına şehadet eder. Demek, hem kendini, hem bütün kainatı inkar eden sofestai gibi bir ahmak, yine Sani-i Zülcelalin inkarına gitmemek gerektir!

ALTINCI LEMA
Halık-ı Zülcelalin nasıl ki mahlukatının herbir ferdinin başında ve masnuatının herbir cüzünün cephesinde ehadiyetinin sikkesini koymuştur. (Nasıl ki, geçmiş Lemalarda bir kısmını gördün.) Öyle de, herbir nevin üstünde çok sikke-i ehadiyet, herbir küll üstünde müteaddit hatem-i vahidiyet, ta mecmu-u alem üstünde mütenevvi turra-i vahdet, gayet parlak bir surette koymuştur. İşte, pek çok sikkelerden ve hatemlerden ve turralardan, sath-ı arz sahifesinde, bahar mevsiminde vaz edilen bir sikke, bir hatemi göstereceğiz. Şöyle ki:

Nakkaş-ı Ezeli, zeminin yüzünde, yaz, bahar zamanında en az üç yüz bin nebatat ve hayvanatın envaını, nihayetsiz ihtilat, karışıklık içinde nihayet derecede imtiyaz ve teşhis ile ve gayet derecede intizam ve tefrik ile haşir ve neşretmesi, bahar gibi zahir ve bahir, parlak bir sikke-i tevhiddir.

Evet, bahar mevsiminde, ölmüş arzın ihyası içinde üç yüz bin haşrin nümunelerini kemal-i intizamla icad etmek ve arzın sahifesinde, birbiri içinde, üç yüz bin muhtelif envaın efradını hatasız ve sehivsiz, galatsız, noksansız, gayet mevzun, manzum, gayet muntazam ve mükemmel bir surette yazmak, elbette, nihayetsiz bir kudrete ve muhit bir ilme ve kainatı idare edecek bir iradeye malik bir Zat-ı Zülcelalin, bir Kadir-i Zülkemalin ve bir Hakim-i Zülcemalin sikke-i mahsusası olduğunu, zerre miktar şuuru bulunanın derk etmesi lazım gelir. Kuran-ı Hakim ferman ediyor ki:

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَةِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ

Evet, zeminin diriltilmesinde, üç yüz bin haşrin nümunelerini birkaç gün zarfında yapan, gösteren Kudret-i Fatıraya, elbette insanın haşri ona göre kolay gelir. Mesela, Gelincik Dağını ve Sübhan Dağını bir işaretle kaldıran bir zat-ı muciznümaya, “Şu dereden, yolumuzu kapayan şu koca taşı kaldırabilir misin?” denilir mi? Öyle de, gök ve dağ ve yeri altı günde icad eden ve onları vakit be vakit doldurup boşaltan bir Kadir-i Hakime, bir Kerim-i Rahime, “Ebed tarafında ihzar edilip serilmiş, kendi ziyafetine gidecek yolumuzu sed dedenşu toprak tabakasını üstümüzden kaldırabilir misin? Yeri düzeltip bizi ondan geçirebilir misin?” İstibad suretinde söylenir mi?

Şu zeminin yüzünde, yaz zamanında bir sikke-i tevhidi gördün. Şimdi bak: Gayet basirane ve hakimane zemin yüzündeki şu tasarrufat-ı azime-i bahariye üstünde bir hatem-i vahidiyet gayet aşikare görünüyor. Çünkü şu icraat bir vüsat-i mutlaka içinde ve o vüsatle beraber bir sürat-i mutlakayla ve o süratle beraber bir sehavet-i mutlaka içinde görünen intizam-ı mutlak ve kemal-i hüsn-ü sanat ve mükemmeliyet-i hilkat, öyle bir hatemdir ki, gayr-ı mütenahi bir ilim ve nihayetsiz bir kudret sahibi ona sahip olabilir.

Evet, görüyoruz ki, bütün yeryüzünde bir vüsat-i mutlaka içinde bir icad, bir tasarruf, bir faaliyet var. Hem o vüsat içinde bir sürat-i mutlaka ile işleniyor. Hem o sürat ve vüsatle beraber bir suhulet-i mutlaka ile yapılıyor. Hem o sürat ve vüsat ve suhuletle beraber, teksir-i efradda bir sehavet-i mutlaka görünüyor. Hem o sehavet ve suhulet ve sürat ve vüsatle beraber, herbir nevide, herbir fertte görünen bir intizam-ı mutlak ve gayet mümtaz bir hüsn-ü sanat ve gayet müstesna bir mükemmelliyet-i hilkat ile beraber gayet sehavet içinde bir intizam-ı tam var. Ve o teksir-i efrad içinde bir mükemmeliyet-i hilkat ve gayet sürat içinde bir hüsn-ü sanat ve nihayet ihtilat içinde bir imtiyaz-ı etemm ve gayet mebzuliyet içinde gayet kıymettar eserler ve gayet geniş daire içinde tam bir muvafakat ve gayet suhulet içinde gayet sanatkarane bediaları icad etmek, bir anda, her yerde, bir tarzda, her fertte bir sanat-ı harika, bir faaliyet-i muciznüma göstermek, elbette ve elbette öyle bir Zatın hatemidir ki, hiçbir yerde olmadığı halde, her yerde hazır, nazırdır. Hiçbir şey Ondan gizlenmediği gibi, hiçbir şey Ona ağır gelmez. Zerrelerle yıldızlar, Onun kudretine nisbeten müsavidirler.

Mesela, o Rahim-i Zülcemalin bağistan-ı kereminden, mucizatının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm, iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım. Yüz elli beş çıktı. Bir salkımın danesini saydım, yüz yirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim: Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, daim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurup tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifayet edecek. Halbuki, bazan az bir rutubet ancak eline geçer. İşte, bu işi yapan, herşeye kadir olmak lazım gelir.
سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ

YEDİNCİ LEMA
Bak, nasıl sahife-i arz üstünde Zat-ı Ehad-i Samedin hatemlerini az dikkatle görebilirsin. Başını kaldır, gözünü aç, şu kainat kitab-ı kebirine bir bak. Göreceksin ki, o kainatın heyet-i mecmuası üstünde, büyüklüğü nisbetinde bir vuzuhla hatem-i vahdet okunuyor. Çünkü şu mevcudat bir fabrikanın, bir kasrın, bir muntazam şehrin eczaları ve efradları gibi bel bele verip, birbirine karşı muavenet elini uzatıp, birbirinin sual-i hacetine “Lebbeyk, başüstüne” derler. El ele verip bir intizamla çalışırlar. Baş başa verip zevilhayata hizmet ederler. Omuz omuza verip, bir gayeye müteveccihen bir Müdebbir-i Hakime itaat ederler.

Evet, güneş ve aydan, gece ve gündüzden, kış ve yazdan tut, ta nebatatın muhtaç ve aç hayvanların imdadına gelmelerinde; ve hayvanların zayıf, şerif insanların imdadına koşmalarında; hatta mevadd-ı gıdaiyenin latif, nahif yavruların ve meyvelerin imdadına uçmalarında; ta zerrat-ı taamiyenin hüceyrat-ı beden imdadına geçmelerinde cari olan bir düstur-u teavünle hareketleri, bütün bütün kör olmayana gösteriyorlar ki, gayet kerim birtek Mürebbinin kuvvetiyle, gayet hakim birtek Müdebbirin emriyle hareket ediyorlar.

İşte, şu kainat içinde cari olan bu tesanüd, bu teavün, bu tecavüb, bu teanuk, bu musahhariyet, bu intizam, birtek Müdebbirin tertibiyle idare edildiklerine ve birtek Mürebbinin tedbiriyle sevk edildiklerine katiyen şehadet etmekle beraber; şu bilbedahe sanat-ı eşyada görünen hikmet-i amme içindeki inayet-i tamme ve o inayet içinde parlayan rahmet-i vasia ve o rahmet üstünde serilen ve rızka muhtaç herbir zihayatı onun hacetine layık bir tarzda iaşe etmek için serpilen erzak ve iaşe-i umumi, öyle parlak bir hatem-i tevhiddir ki, bütün bütün aklı sönmeyen anlar ve bütün bütün kör olmayan görür.

Evet,
· kast ve şuur ve iradeyi gösteren bir perde-i hikmet, umum kainatı kaplamış,
· ve o perde-i hikmet üstünde, lütuf ve tezyin ve tahsin ve ihsanı gösteren bir perde-i inayet serilmiştir,
· ve o müzeyyen perde-i inayet üstünde, kendini sevdirmek ve tanıttırmak ve inam ve ikram etmek lemalarını gösteren bir hulle-i rahmet, kainatı içine almıştır,
· ve o münevver perde-i rahmet-i amme üstüne serilen ve terahhumu ve ihsan ve ikramı ve kemal-i şefkat ve hüsn-ü terbiyeyi ve lütf-u Rububiyeti gösteren bir sofra-i erzak-ı umumiye dizilmiştir.
Evet, şu mevcudata; zerrelerden güneşlere kadar, fertler olsun, neviler olsun, küçük olsun, büyük olsun,
· semerat ve gayatla ve faideler ve maslahatlarla münakkaş bir kumaş-ı hikmetten muhteşem bir gömlek giydirilmiş,
· ve o hikmetnüma suret gömleği üstünde, lütuf ve ihsan çiçekleriyle müzeyyen bir hulle-i inayet, herşeyin kametine göre biçilmiş,
· ve o müzeyyen hulle-i inayet üzerine, tahabbüb ve ikram ve tahannün ve inam lemalarıyla münevver rahmet nişanları takılmış,
· ve o münevver ve murassa nişanları ihsan etmekle beraber, zeminin yüzünde bütün zevilhayatın taifelerine kafi, bütün hacetlerine vafi bir sofra-i rızk-ı umumi kurulmuştur.

İşte şu iş, güneş gibi aşikare, nihayetsiz Hakim, Kerim, Rahim, Rezzak bir Zat-ı Zülcemale işaret edip gösteriyor.
Öyle mi? Herşey rızka muhtaç mıdır?
Evet. Bir fert, rızka ve devam-ı hayata muhtaç olduğu gibi, görüyoruz ki, bütün mevcudat-ı alem, bahusus zihayat olsa, külli olsun, cüzi olsun, küll olsun, cüz olsun, vücudunda, bekàsında, hayatında ve idame-i hayatta maddeten ve manen çok metalibi var, çok levazımatı var. İftikaratı ve ihtiyacatı öyle şeylere var ki, en ednasına o şeyin eli yetişmediği, en küçük matlubuna o şeyin kuvveti kafi gelmediği bir halde, görüyoruz ki, bütün metalibi ve erzak-ı maddiye ve maneviyesi, مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ ummadığı yerlerden kemal-i intizamla ve vakt-i münasipte ve layık bir tarzda, kemal-i hikmetle ellerine veriliyor. İşte bu iftikar ve ihtiyac-ı mahlukat ve bu tarzda imdad ve iane-i gaybiye, acaba güneş gibi bir Mürebbi-i Hakim-i Zülcelali, bir Müdebbir-i Rahim-i Zülcemali göstermiyor mu?

SEKİZİNCİ LEMA
Nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delalet eder ki, o tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufatında olduğunu, hem o tohum dahi tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. Öyle de, şu anasır denilen mezraa-i masnuat, vahidiyet ve besatetle beraber külliyet ve ihataları; ve şu mahlukat denilen semerat-ı rahmet ve mucizat-ı kudret ve kelamat-ı hikmet olan nebatat ve hayvanat, mümaselet ve müşabehetleriyle beraber çok yerlerde intişarı, her tarafta bulunup tavattunları, tek bir Sani-i Muciznümanın taht-ı tasarrufunda olduklarını öyle bir tarzda gösteriyor ki, güya herbir çiçek, herbir semere, herbir hayvan, o Saniin birer sikkesidir, birer hatemidir, birer turrasıdır. Her nerede bulunsa, lisan-ı haliyle herbirisi der ki: “Ben kimin sikkesiyim; bu yer dahi Onun masnuudur. Ben kimin hatemiyim; bu mekan dahi Onun mektubudur. Ben kimin turrasıyım; bu vatanım dahi onun mensucudur.”

Demek, en edna bir mahluka rububiyet, bütün anasırı kabza-i tasarrufunda tutana mahsustur. Ve en basit bir hayvanı tedbir ve tedvir etmek, bütün hayvanatı, nebatatı, masnuatı kabza-i rububiyetinde terbiye edene has olduğunu, kör olmayan görür.

Evet, herbir fert, sair efrada mümaselet ve misliyet lisanıyla der: “Kim bütün nevime malik ise, bana malik olabilir. Yoksa, yok.” Her nevi, sair nevilerle beraber yeryüzünde intişarı lisanıyla der: “Kim bütün sath-ı arza malik ise, bana malik olabilir; yoksa yok.”

Arz, sair seyyarat ile bir güneşe irtibatı ve semavat ile tesanüdü lisanıyla der: “Kim bütün kainata malik ise, bana malik O olabilir. Yoksa, yok.”

Evet, faraza zişuur bir elmaya biri dese, “Sen benim sanatımsın”; o elma lisan-ı hal ile ona “Sus,” diyecek. “Eğer bütün yeryüzünde bütün elmaların teşkiline muktedir olabilirsen, belki yeryüzünde münteşir bütün hemcinsimiz olan bütün meyvedarlara, belki bütün bahar sefinesiyle hazine-i rahmetten gelen bütün hedaya-yı Rahmaniyeye mutasarrıf olabilirsen, bana rububiyet dava et.” O elma böyle diyecek ve o ahmağın ağzına bir tokat vuracak.

DOKUZUNCU LEMA
Cüzde, cüzide, küllde, küllide, küll-i alemde, hayatta, zihayatta, ihyada olan sikkelerden, hatemlerden, turralardan bazılarına işaret ettik. Şimdi, nevilerde hesapsız sikkelerden bir sikkeye işaret edeceğiz.

Evet, nasıl ki meyvedar bir ağacın hesapsız semereleri, bir terbiye-i vahide, bir kanun-u vahdetle, birtek merkezden idare edildiklerinden, külfet ve meşakkat ve masraf o kadar suhulet peyda eder ki, kesretle terbiye edilen tek bir semereye müsavi olurlar. Demek kesret ve taaddüd-ü merkez, her semere için, kemiyetçe bütün ağaç kadar külfet ve masraf ve cihazat ister. Fark yalnız keyfiyetçedir. Nasıl ki, birtek nefere lazım techizat-ı askeriyeyi yapmak için, orduya lazım bütün fabrikalar kadar fabrikalar lazımdır. Demek, iş vahdetten kesrete geçse, efrad adedince, kemiyet cihetiyle külfet ziyadeleşir. İşte, her nevide bilmüşahede görünen suhulet-i fevkalade, elbette vahdetten, tevhidden gelen bir yüsr ve suhulet eseridir.

Elhasıl: Bir cinsin bütün envaı, bir nevin bütün efradı, aza-yı esaside muvafakat ve müşabehetleri nasıl ispat ederler ki, tek bir Saniin masnularıdır. Çünkü vahdet-i kalem ve ittihad-ı sikke öyle ister. Öyle de, bu meşhud suhulet-i mutlaka ve külfetsizlik, vücub derecesinde icab eder ki, bir Sani-i Vahidin eserleri olsun.

Yoksa, imtina derecesine çıkan bir suubet, o cinsi inidama ve o nevi ademe götürecekti.

Velhasıl, Cenab-ı Hakka isnad edilse, bütün eşya birtek şey gibi bir suhulet peyda eder. Eğer esbaba isnad edilse, herbir şey bütün eşya kadar suubet peyda eder. Madem öyledir; kainatta şu görünen fevkalade ucuzluk ve şu göz önündeki hadsiz mebzuliyet, sikke-i vahdeti güneş gibi gösterir. Eğer, gayet mebzuliyetle elimize geçen şu sanatlı meyveler Vahid-i Ehadin malı olmazsa, bütün dünyayı verseydik birtek narı yiyemezdik.

ONUNCU LEMA
Tecelli-i cemaliyeyi gösteren hayat nasıl bir burhan-ı ehadiyettir, belki bir çeşit tecelli-i vahdettir. Tecelli-i celali izhar eden memat dahi bir burhan-ı vahidiyettir.

Evet, mesela, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى nasıl ki güneşe karşı parlayan ve akan büyük bir ırmağın kabarcıkları ve zemin yüzünün mütelemmi şeffafatı, güneşin aksini ve ışığını göstermek suretiyle güneşe şehadet ettikleri gibi; o kataratın ve şeffafatın gurubuyla, gitmeleriyle beraber, arkalarından yeni gelen katarat taifeleri ve şeffafat kabileleri üstünde yine güneşin cilveleri haşmetle devamı ve ışığının tecellisi ve noksansız istimrarı katiyen şehadet eder ki, sönüp yanan, değişip tazelenen, gelip parlayan misali güneşçikler ve ışıklar ve nurlar bir baki, daimi, ali, tecellisi zevalsiz birtek güneşin cilveleridir. Demek o parlayan kataratlar, zuhuruyla ve gelmeleriyle güneşin vücudunu gösterdikleri gibi; guruplarıyla, zevalleriyle güneşin bekàsını ve devamını ve birliğini gösteriyorlar.

Aynen öyle de, şu mevcudat-ı seyyale, vücutlarıyla ve hayatlarıyla Vacibül-Vücudun vücub-u vücuduna ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi; zevalleriyle, ölümleriyle o Vacibül-Vücudun ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler.

Evet, gece-gündüz, kış ve yaz, asırlar ve devirlerin değişmesiyle gurup ve uful içinde teceddüd eden ve tazelenen masnuat-ı cemile, mevcudat-ı latife, elbette bir ali ve sermedi ve daimüt-tecelli bir Cemal Sahibinin vücud ve bekà ve vahdetini gösterdikleri gibi; o masnuat, esbab-ı zahiriye-i süfliyeleriyle beraber zeval bulup ölmeleri, o esbabın hiçliğini ve bir perdeolduğunu gösteriyorlar. Şu hal katiyen ispat eder ki, şu sanatlar, şu nakışlar, şu cilveler, bütün esması kudsiye ve cemile olan bir Zat-ı Cemil-i Zülcelalin tazelenen sanatlarıdır, tahavvül eden nakışlarıdır, taharrük eden ayineleridir, birbiri arkasından gelen sikkeleridir, hikmetle değişen hatemleridir.

Elhasıl: Şu kitab-ı kebir-i kainat, nasıl ki vücud ve vahdete dair ayat-ı tekviniyeyi bize ders veriyor. Öyle de, o Zat-ı Zülcelalin bütün evsaf-ı kemaliye ve cemaliye ve celaliyesine de şehadet eder ve kusursuz ve noksansız kemal-i Zatisini ispat ederler. Çünkü, bedihidir ki:

· Bir eserde kemal, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemaline delalet eder.
· Fiilin kemali ise, ismin kemaline,
· ve ismin kemali, sıfatın kemaline,
· ve sıfatın kemali, şen-i zatinin kemaline,
· ve şenin kemali, o zat-ı zişuunun kemaline, hadsen ve zarureten ve bedaheten delalet eder.

Mesela, nasıl ki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta efalinin mükemmeliyetini gösterir. O efalin mükemmeliyeti, o fail ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esma ve ünvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın sanatına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir. Ve o sanat ve sıfatların mükemmeliyeti, o sanat sahibinin “şuun-u zatiye” denilen kabiliyet ve istidad-ı zatiyesinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o şuun ve kabiliyet-i zatiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyet-i zatiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misillü, aynen öyle de:

Şu kusursuz, fütursuz, هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ sırrına mazhar olan şu asar-ı meşhude-i alem, şu mevcudat-ı muntazama-i kainatta olan sanat ise, bilmüşahede, bir Müessir-i Zil-iktidarın kemal-i efaline delalet eder. O kemal-i efal ise, bilbedahe, o Fail-i Zülcelalin kemal-i esmasına delalet eder. O kemal-i esma ise, bizzarure, o esmanın Müsemma-i Zülcemalinin kemal-i sıfatına delalet ve şehadet eder. O kemal-i sıfat ise, bilyakin, o Mevsuf-u Zülkemalin kemal-i şuununa delalet ve şehadet eder. O kemal-i şuun ise, bihakkılyakin, o zişuunun kemal-i Zatına öyle delalet eder ki, bütün kainatta görünen bütün enva-ı kemalat, Onun kemaline nisbeten sönük bir zıll-i zaif suretinde bir Zat-ı Zülkemalin ayat-ı kemali ve rumuz-u celali ve işarat-ı cemali olduğunu gösterir.

GÜNEŞLER KUVVETİNDE ON BİRİNCİ LEMA
On Dokuzuncu Sözde tarif edilen ve kitab-ı kebirin ayet-i kübrası ve o Kuran-ı Kebirdeki ism-i azamı ve o şecere-i kainatın çekirdeği ve en münevver meyvesi ve o saray-ı alemin güneşi ve alem-i İslamiyetin bedr-i münevveri ve rububiyet-i İlahiyenin dellal-ı saltanatı ve tılsım-ı kainatın keşşaf-ı zihikmeti olan Seyyidimiz Muhammedül-Emin aleyhissalatü vesselam, bütün enbiyayı sayesi altına alan risalet cenahı ve bütün alem-i İslamı himayesine alan İslamiyet cenahlarıyla, hakikatin tabakatında uçan ve bütün enbiya ve mürselini, bütün evliya ve sıddıkini ve bütün asfiya ve muhakkıkini arkasına alıp, bütün kuvvetiyle vahdaniyeti gösterip, arş-ı ehadiyete yol açıp gösterdiği iman-ı billah ve ispat ettiği vahdaniyet-i İlahiyeye, hiç vehim ve şüphenin haddi var mı ki kapatabilsin ve perde olabilsin?

Madem On Dokuzuncu Sözde ve On Dokuzuncu Mektupta o burhan-ı kàtıın abülhayat-ı marifetinden On Dört Reşha ve On Dokuz İşarat ile o zat-ı muciznümanın enva-ı mucizatıyla beraber icmalen bir derece tarif ve beyan etmişiz. Şurada, şu işaretle iktifa edip, o vahdaniyetin burhan-ı kàtıını tezkiye eden ve sıdkına şehadet eden esasata işaret suretinde bir salavat-ı şerife ile hatm ederiz:

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مَنْ دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِكَ وَوَحْدَانِيَّتِكَ وَشَهِدَ عَلٰى اَوْصَافِ جَلاَلِكَ وَجَمَالِكَ وَكَمَالِكَ الشَّاهِدُ الصَّادِقُ الْمُصَدَّقُ وَالْبُرْهَانُ النَّاطِقُ الْمُحَقَّقُ سَيِّدُ اْلاَنْبِيَۤاءِ وَالْمُرْسَلِينَ، اَلْحَامِلُ سِرَّ اِجْمَاعِهِمْ وَتَصْدِيقِهِمْ وَمُعْجِزَاتِهِمْ.. وَاِمَامُ اْلاَوْلِيَۤاءِ وَالصِّدِّيقِينَ، اَلْحَاوِى سِرَّ اِتِّفَاقِهِمْ وَتَحْقِيقِهِمْ وَكَرَامَاتِهِمْ.. ذُوالْمُعْجِزَاتِ الْبَاهِرَةِ وَالْخَوَارِقِ الظَّاهِرَةِ وَالدَّلاَئِلِ الْقَاطِعَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ لَهُ.. ذُوالْخِصَالِ الْغَالِيَةِ فِى ذَاتِهِ، وَاْلاَخْلاَقِ الْعَالِيَةِ فِى وَظِيفَتِهِ، وَالسَّجَايَا السَّامِيَةِ فِى شَرِيعَتِهِ الْمُكَمَّلَةِ الْمُنَزَّهَةِ عَنِ الْخِلاَفِ، مَهْبِطُ الْوَحْىِ الرَّبَّانِّىِ بِاِجْمَاعِ الْمُنْزِلِ وَالْمُنْزَلِ وَالْمُنَزَّلِ عَلَيْهِ، سَيَّارُ عَالَمِ الْغَيْبِ وَالْمَلَكُوتِ، مُشَاهِدُ اْلاَرْوَاحِ وَمُصَاحِبُ الْمَلٰۤئِكَةِ، اَنْمُوذَجُ كَمَالِ الْكَۤائِنَاتِ
شَخْصًا وَنَوْعًا وَجِنْسًا، اَنْوَرُ ثَمَرَاتِ شَجَرَةِ الْخِلْقَةِ، سِرَاجُ الْحَقِّ، بُرْهَانُ الْحَقِيقَةِ، تِمْثَالُ الرَّحْمَةِ، مِثَالُ الْمَحَبَّةِ، كَشَّافُ طِلْسِمِ الْكَۤائِنَاتِ، دَلاَّلُ سَلْطَنَةِ الرُّبُوبِيَّةِ، الْمُرْمِزُ بِعُلْوِيَّةِ شَخْصِيَّتِهِ الْمَعْنَوِيَّةِ اِلٰۤى اَنَّهُ نَصْبُ عَيْنِ فَاطِرِ الْعَالَمِ فِى خَلْقِ الْكَۤائِنَاتِ، ذُو الشَّرِيعَةِ الَّتِى هِىَ بِوُسْعَةِ دَسَاتِيرِهَا وَقُوَّتِهَا تُشِيرُ اِلٰۤى اَنَّهَا نِظَامُ نَاظِمِ الْكَوْنِ وَوَضْعُ خَالِقِ الْكَۤائِنَاتِ نَعَمْ، اِنَّ نَاظِمَ الْكَۤائِنَاتِ بِهٰذَا النِّظَامِ اْلاَتَمِّ اْلاَكْمَلِ هُوَ نَاظِمُ هٰذَا الدِّينِ بِهٰذَا النِّظَامِ اْلاَحْسَنِ اْلاَجْمَلِ، سَيِّدُنَا نَحْنُ مَعَاشِرَ بَنِۤى اٰدَمَ وَمُهْدِينَۤا اِلَى اْلاِيمَانِ نَحْنُ مَعَاشِرَ الْمُؤْمِنِينَ، مُحَمَّدٌ بْنُ عَبْدِ اللهِ بْنِ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاتِ وَاَتَمُّ التَّسْلِيمَاتِ مَادَامَتِ اْلاَرْضُ وَالسَّمٰوَاتُ. فَاِنَّ ذٰلِكَ الشَّاهِدَ الصَّادِقَ الْمُصَدَّقَ يَشْهَدُ عَلٰى رُؤُوسِ اْلاَشْهَادِ مُنَادِيًا، وَمُعَلِّمًا ِلاَجْيَالِ الْبَشَرِ خَلْفَ اْلاَعْصَارِ وَاْلاَقْطَارِ، نِدَۤاءً عُلْوِيًّا بِجَمِيعِ قُوَّتِهِ وَبِغَايَةِ جِدِّيَّتِهِ وَبِنِهَايَةِ وُثُوقِهِ وَبِقُوَّةِ اِطْمِئْنَانِهِ وَبِكَمَالِ اِيمَانِهِ: (اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ).

GÜNEŞLER KUVVETİNDE ON İKİNCİ LEMA
Şu Yirmi İkinci Sözün On İkinci Leması öyle bir bahr-i hakaiktir ki, bütün yirmi iki Söz, ancak onun yirmi iki katresi; ve öyle bir menba-ı envardır ki, şu yirmi iki Söz, o güneşten ancak yirmi iki lemasıdır. Evet, o yirmi iki adet Sözlerin herbirisi, sema-i Kuranda parlayan birtek necm-i ayetin bir leması ve bahr-i Furkandan akan bir ayetin ırmağından tek bir katresi ve bir kenz-i azam-ı Kitabullahta herbiri bir sandukça-i cevahir olan ayetlerin birtek ayetinin birtek incisidir.

İşte, On Dokuzuncu Sözün On Dördüncü Reşhasında bir nebze tarif edilen o kelamullah İsm-i azamdan, Arş-ı azamdan, Rububiyetin tecelli-i azamından nüzul edip, ezeli ebede raptedecek, ferşi Arşa bağlayacak bir vüsat ve ulviyet içinde, bütün kuvvetiyle ve ayatının bütün katiyetiyle, mükerreren La ilahe illa Hu der, bütün kainatı işhad eder ve şehadet ettirir. Evet, La ilahe illa Hu beraber mizened alem.

Evet, o Kurana selim bir kalb gözüyle baksan göreceksin ki, cihat-ı sittesi öyle parlıyor, öyle şeffaftır ki, hiçbir zulmet, hiçbir dalalet, hiçbir şüphe ve rayb, hiçbir hile içine girmeye ve daire-i ismetine duhule fürce bulamaz. Çünkü üstünde sikke-i icaz, altında burhan ve delil, arkasında nokta-i istinadı mahz-ı vahy-i Rabbani, önünde saadet-i dareyn, sağında aklı istintak edip tasdikini temin, solunda vicdanı istişhad ederek teslimini tesbit, içi bilbedahe safi hidayet-i Rahmaniye, üstü bilmüşahede halis envar-ı imaniye, meyveleri biaynilyakin kemalat-ı insaniye ile müzeyyen asfiya ve muhakkıkin-i evliya ve sıddıkin olan o lisan-ı gaybın sinesine kulağını yapıştırıp dinlesen; derinden derine, gayet munis ve mukni, nihayet ciddi ve ulvi ve burhanla mücehhez bir sada-yı semavi işiteceksin ki, öyle bir katiyetle La ilahe illa Hu der ve tekrar eder ki, hakkalyakin derecesinde söylediğini, aynelyakin gibi bir ilm-i yakini sana ifade ve ifaza ediyor.

Elhasıl: Herbirisi birer güneş olan Resulallah aleyhissalatü vesselam ile Furkan-ı Ahkem ki;
Biri: alem-i Şehadetin lisanı olarak bin mucizat içinde bütün enbiya ve asfiyanın taht-ı tasdiklerinde İslamiyet ve risalet parmaklarıyla işaret ederek bütün kuvvetiyle gösterdiği bir hakikati,

Diğeri: alem-i Gaybın lisanı hükmünde, kırk vücuh-u icaz içinde, kainatın bütün ayat-ı tekviniyesinin taht-ı tasdiklerinde, hakkaniyet ve hidayet parmaklarıyla işaret edip bütün ciddiyetle gösterdiği aynı hakikati, acaba o hakikat, güneşten daha bahir, gündüzden daha zahir olmaz mı?

Ey dalalet-alud mütemerrid insancık! Ateşböceğinden daha sönük kafa fenerinle nasıl şu güneşlere karşı gelebilirsin, onlardan istiğna edebilirsin, üflemekle onları söndürmeye çalışırsın? Tuuuh, tuf senin o münkir aklına! Nasıl o iki lisan-ı gayb ve şehadet, bütün alemlerin Rabbi ve şu kainatın Sahibi namına ve Onun hesabına söyledikleri sözleri ve davaları inkar edebilirsin? Ey biçare ve sinekten daha aciz, daha hakir! Sen necisin ki, şu kainatın Sahib-i Zülcelalini tekzibe yelteniyorsun?

Hatime
EY AKLI HÜŞYAR, kalbi müteyakkız arkadaş! Eğer şu Yirmi İkinci Sözün başından buraya kadar fehmetmişsen, On İki Lemayı birden elinde tut; binler elektrik kuvvetinde bir sirac-ı hakikat bularak, Arş-ı azamdan uzatılıp gelen ayat-ı Kuraniyeye yapış; burak-ı tevfike bin, semavat-ı hakaikte uruc et, arş-ı marifetullaha çık, اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ وَحْدَكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ de.

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ

diyerek, bütün mevcudat-ı kainatın başları üstünde ve mescid-i kebir-i alemde vahdaniyeti ilan et.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّنَا لاَ تُؤاَخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَۤا اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَالاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا اَنْتَ مَوْلٰينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
رَبَّناَ لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ رَبَّنَۤا اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لاَ رَيْبَ فِيهِ اِنَّ اللهَ لاَ يُخْلِفُ الْمِيعَادَ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ. وَارْحَمْنَا وَارْحَمْ اُمَّتَهُ بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
وَ اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ