Risalet-i Ahmediyeye dairdir
وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ
Evet, şu Söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir.
On Dört Reşahatı tazammun eden On Dördüncü Lemanın
BİRİNCİ REŞHASI
Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, külli muarrif var: Birisi şu kitab-ı kainattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lema ile Arabi Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebirin ayet-i kübrası olan Hatemül-Enbiya aleyhissalatü vesselamdır. Birisi de Kuran-ı Azimüşşandır. Şimdi, şu ikinci burhan-ı natıkı olan Hatemül-Enbiya aleyhissalatü vesselamı tanımalıyız, dinlemeliyiz.
Evet, o burhanın şahs-ı manevisine bak:
Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bahir olan Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir davasını, mucizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.
Zira, o La ilahe illallah der, dava eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurani zakirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icma ile, manen Sadakte ve bilhakkı natakte derler.
Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın?
İKİNCİ REŞHA
O nurani burhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenahın icma ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semaviyenin yüzler işaratı ve irhasatın binler rumuzatı ve hatiflerin meşhur beşaratı ve kahinlerin mütevatir şehadatı ve şakk-ı kamer gibi binler mucizatının delalatı ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zatında gayet kemaldeki ahlak-ı hamidesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı gàliyesi ve kemal-i emniyeti ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalade takvası, fevkalade ubudiyeti, fevkalade ciddiyeti, fevkalade metaneti, davasında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi aşikare gösteriyor.
ÜÇÜNCÜ REŞHA
Eğer istersen, gel, Asr-ı Saadete, Ceziretül-Araba gideriz. Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz.
İşte, bak: Hüsn-ü siret ve cemal-i suretle mümtaz bir zatı görüyoruz ki, elinde muciznüma bir kitap, lisanında hakaik-aşina bir hitap, bütün beni ademe, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i alem olan muamma-i acibanesini hal ve şerh edip ve sırr-ı kainat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşf ederek, bütün mevcudattan sorulan, bütün ukulü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş sual-i azim olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, makbul cevap verir.
DÖRDÜNCÜ REŞHA
Bak, öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki, eğer onun o nurani daire-i hakikat-i irşadından hariç bir surette kainata baksan, elbette kainatın şeklini bir matemhane-i umumi hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebi, belki düşman ve camidatı dehşetli cenazeler ve bütün zevilhayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.
Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile, o matemhane-i umumi, şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkılap etti. O ecnebi, düşman mevcudat, birer dost ve kardeş şekline girdi. O camidat-ı meyyite-i samite, birer munis memur, birer musahhar hizmetkar vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekva edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zakir veya vazife paydosundan şakir suretine girdi.
BEŞİNCİ REŞHA
Hem o nur ile, kainattaki harekat, tenevvüat, tebeddülat, tagayyürat, manasızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektubat-ı Rabbaniye, birer sahife-i ayat-ı tekviniye, birer meraya-yı esma-i İlahiye ve alem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedaniye mertebesine çıktılar.
Hem insanı bütün hayvanatın madununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacatı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-ı nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nurla nurlandığı vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlukat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akıl ile, niyaz ile nazenin bir sultan ve fizar ile nazdar bir halife-i zemin olur.
Demek o nur olmazsa kainat da, insan da, hatta herşey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedi bir kainatta böyle bir zat lazımdır. Yoksa kainat ve eflak olmamalıdır.
ALTINCI REŞHA
İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i binihayenin kaşifi ve ilancısı ve saltanat-ı Rububiyetin mehasininin dellalı, seyircisi ve künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan, böyle baksan-yani ubudiyeti cihetiyle-onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurani bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan—yani risaleti cihetiyle—bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün.
İşte, bak: Nasıl berk-i hatıf gibi, onun nuru şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zatın bütün davalarının esası olan La ilahe illallahı, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?
YEDİNCİ REŞHA
İşte, bak: Şu cezire-i vasiada vahşi ve adetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvamı, ne çabuk adat ve ahlak-ı seyyie-i vahşiyanelerini defaten kal ve ref ederek, bütün ahlak-ı hasene ile teçhiz edip bütün aleme muallim ve medeni ümeme üstad eyledi. Bak, değil zahiri bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulub, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu.
SEKİZİNCİ REŞHA
Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir adeti, küçük bir kavimde, büyük bir hakim, büyük bir himmetle, ancak daimi kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok adetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahiri küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secaya-yı aliyeyi—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor.
İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretül-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zatın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?
DOKUZUNCU REŞHA
Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münazaralı bir davada, hicapsız, pervasız, küçük fakat hacalet-aver bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telaş göstermeden söyleyemez.
Şimdi bak bu zata: Pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük davada, pek büyük bir serbestiyetle, bilaperva, bilatereddüt, bilahicap, telaşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedit, ulvi bir surette söylediği sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kella!
اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى Evet, hak aldatmaz, hakikatbin aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnidir, Hakikatbinin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın?
ONUNCU REŞHA
İşte, bak: Ne kadar merak-aver, ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaikı gösterir ve mesaili ispat eder. Bilirsin ki, en ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hatta, eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvalini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa, vereceksin.
Halbuki, şu zat öyle bir Sultanın ahbarını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervane etrafında döner. O Arz olan o pervane ise, bir lamba etrafında pervaz eder. Ve o Güneş olan lamba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhanesinde, binler misbahlar içinde bir lambasıdır.
Hem öyle acaip bir alemden hakiki olarak bahsediyor ve öyle bir inkılaptan haber veriyor ki, binler küre-i arz bomba olsa, patlasalar, o kadar acip olmaz. Bak, onun lisanında اَلْقَارِعَةُ اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ gibi sureleri işit. Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevi istikbal ona nisbeten bir katre serap hükmündedir.
Hem öyle bir saadetten pek ciddi olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zailin bir şems-i sermede nisbeti gibidir.
ON BİRİNCİ REŞHA
Böyle acip ve muamma-alud şu kainatın perde-i zahiriyesi altında, elbette ve elbette böyle acaip bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle harika ve fevkalade muciznüma bir zat lazımdır.
Hem bu zatın gidişatından görünüyor ki, o görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor.
Hem bizi nimetleriyle perverde eden şu semavat ve arzın İlahı bizden ne istiyor, marziyatı nedir; pek sağlam olarak bize ders veriyor.
Hem bunlar gibi daha pek çok merak-aver, lüzumlu hakaikı ders veren bu zata karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lazım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?
ON İKİNCİ REŞHA
İşte, şu zat, şu mevcudat Halıkının vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir burhan-ı natık, bir delil-i sadık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir burhan-ı katıı, bir delil-i satııdır. Belki, nasıl ki o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür; öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır. Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz.
İşte, bak: O zat öyle bir salat-ı kübrada dua ediyor ki, güya şu cezire, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.
Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmada niyaz ediyor ki, güya beni ademin zaman-ı ademden asrımıza, kıyamete kadar bütün nurani, kamil insanlar, ona ittiba ile iktida edip duasına amin diyorlar.
Hem bak, öyle bir hacet-i amme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat, niyazına, “Evet, ya Rabbena, ver, biz dahi istiyoruz” deyip iştirak ediyorlar.
Hem öyle fakirane, öyle hazinane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukarane niyaz ediyor ki, bütün kainatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.
Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua ediyor ki, insanı ve alemi, belki bütün mahlukatı esfel-i safilinden, sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, ala-yı illiyyine, yani kıymete, bekàya, ulvi vazifeye çıkarıyor.
Bak, hem öyle yüksek bir fizar-ı istimdatkarane ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkarane ile istiyor, yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata ve semavata ve Arşa işittirip, vecde getirip, duasına “amin Allahümme amin” dedirtiyor.
Bak, hem öyle Semi, Kerim bir Kadirden, öyle Basir, Rahim bir Alimden hacetini istiyor ki, bilmüşahede, en hafi bir zihayatın en hafi bir hacetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü istediğini—velev lisan-ı hal ile olsun—verir. Ve öyle bir suret-i hakimane, basirane, rahimanede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbir öyle bir Semi ve Basir ve öyle bir Kerim ve Rahime hastır.
ON ÜÇÜNCÜ REŞHA
Acaba bütün efazıl-ı beni ademi arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı azama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferid-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-i kainat ne istiyor?
Bak, dinle: Saadet-i ebediye istiyor. Bekà istiyor. Lika istiyor. Cennet istiyor. Hem, meraya-yı mevcudatta ahkamını ve cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. Hatta, eğer rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesapsız o matlubun esbab-ı mucibesi olmasaydı, şu zatın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti.
Evet, nasıl ki onun risaleti şu dar-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi. Öyle de, onun ubudiyeti dahi öteki darın açılmasına sebeptir. Acaba ehl-i akıl ve tahkike لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ dedirten şu meşhud intizam-ı faik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü sanat ve misilsiz cemal-i Rububiyet, hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki, en cüzi, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin; en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Haşa ve kella!. Yüz bin defa haşa! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.
Yahu, ey hayali arkadaşım! Şimdilik kafidir, geri gitmeliyiz. Yoksa, yüz sene şu zamanda, şu cezirede kalsak, yine o zatın garaib-i icraatını ve acaib-i vezaifini, yüzden birisine tamamen ihata edip temaşasında doyamayız. Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidayetten aldıkları feyizle çiçek açmışlar; Ebu Hanife, Şafii, Ebu Bayezid-i Bistami, Şah-ı Geylani, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.
Meşhudatımızın tafsilatını başka vakte talik edip, o muciznüma ve hidayet-edaya, bir kısım kati mucizatına işaret eden bir salavat getirmeliyiz.
عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ عَلٰى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرٰيةُ وَاْلاِنْجِيلُ وَالزَّبُورُ وَبَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَهَوَاتِفُ الْجِنِّ وَاَوْلِيَۤاءُ اْلاِنْسِ وَكَوَاهِنُ الْبَشَرِ وَانْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ عَلٰى مَنْ جَۤائَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ، وَنَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَۤائِهِ الْمَطَرُ، وَاَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ وَشَبِعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاٰۤتٌ مِنَ الْبَشَرِ، وَنَبَعَ الْمَۤاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ، وَاَنْطَقَ اللهُ لَهُ الضَّبَّ وَالظَّبْىَ وَالْجِذْعَ وَالزِّرَاعَ وَالْجَمَلَ وَالْجَبَلَ وَالْحَجَرَ وَالْمَدَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَمَا زَاغَ الْبَصَرُ سَيِّدِنَا وَشَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمٰنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَۤاءِ عِنْدَ قِرَاءَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰۤى اٰخِرِ الزَّمَانِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا يَۤا اِلٰهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا.. اٰمِينَ
Şuaat-ı Marifetün-Nebi namındaki Türkçe bir risalede ve On Dokuzuncu Mektupta ve şu Sözde icmalen işaret ettiğimiz delail-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) beyan etmişim. Hem onda Kuran-ı Hakimin vücuh-u icazı icmalen zikredilmiş. Yine Lemeat namında Türkçe bir risalede ve Yirmi Beşinci Sözde Kuranın kırk vech ile mucize olduğunu icmalen beyan ve kırk vücuh-u icazına işaret etmişim. O kırk vecihte, yalnız nazımda olan belağati, İşaratül-İcaz namındaki bir tefsir-i Arabide, kırk sahife içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa şu üç kitaba müracaat edebilirsin.
ON DÖRDÜNCÜ REŞHA
Mahzen-i mucizat ve mucize-i kübra olan Kuran-ı Hakim, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) ile vahdaniyet-i İlahiyeyi o derece kati ispat ediyor ki, başka burhana hacet bırakmıyor. Biz de onun tarifine ve medar-ı tenkit olmuş bir iki lema-i icazına işaret ederiz.
İşte, Rabbimizi bize tarif eden Kuran-ı Hakim,
· şu kitab-ı kebir-i kainatın bir tercüme-i ezeliyesi,
· şu sahaif-i arz ve semada müstetir künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı,
· şu sutur-u hadisatın altında muzmer hakaikın miftahı,
· şu alem-i şehadet perdesi arkasındaki alem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliyenin hazinesi,
· şu alem-i maneviye-i İslamiyenin güneşi, temeli, hendesesi,
· avalim-i uhreviyenin haritası,
· Zat ve sıfat ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şarihi, tefsir-i vazıhı, burhan-ı natıkı, tercüman-ı satıı,
· şu alem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikisi, mürşid ve hadisi,
· hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat,
· hem bir kitab-ı dua ve ubudiyet,
· hem bir kitab-ı emir ve davet,
· hem bir kitab-ı zikir ve marifet gibi,
· bütün hacat-ı maneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesalik ve meşarib olan evliya ve sıddıkinin, asfiya ve muhakkikinin herbirinin meşreplerine layık birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddesedir.
Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratındaki lema-i icaza bak ki: Kuran hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı davet olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblağdır. Ehl-i kusurun zannı gibi değil. Zira, zikrin şeni, tekrar ile tenvirdir. Duanın şeni, terdad ile takrirdir. Emir ve davetin şeni, tekrar ile tekittir.
Hem herkes her vakit bütün Kuranı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için, en mühim makàsıd-ı Kuraniye ekser uzun surelerde derc edilerek, herbir sure bir küçük Kuran hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve haşirve kıssa-i Musa gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.
Hem cismani ihtiyaç gibi, manevi hacat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hu gibi. Bazısına her saat: Bismillah gibi ve hakeza… Demek, tekrar-ı ayet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder.
Hem Kuran müessistir, bir din-i mübinin esasatıdır ve şu alem-i İslamiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lazımdır. Tekid için terdad lazımdır. Teyid için takrir, tahkik, tekrir lazımdır.
Hem öyle mesail-i azime ve hakaik-ı dakikadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif suretlerde tekrar lazımdır.
Bununla beraber, sureten tekrardır. Fakat, manen herbir ayetin çok manaları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mana ve faide ve maksatlar için zikrediliyor.
Hem Kuranın, mesail-i kevniyenin bazısında ipham ve icmali ise, irşadi bir lema-i icazdır. Ehl-i ilhadın tevehhüm ettikleri gibi medar-ı tenkit olamaz ve sebeb-i kusur değildir.
Eğer desen: “Acaba neden Kuran-ı Hakim, felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesaili mücmel bırakır; bazısını, nazar-ı umumiyi okşayacak, hiss-i ammeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zahiranede söylüyor.”
Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış; onun için… Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki, Kuran-ı Hakim şu kainattan bahsediyor, ta Zat ve sıfat ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kainatın maanisini anlattırıp, ta Halıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mucidleri için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet ise mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitap ediyor. Öyle ise, madem ki Kuran-ı Hakim mevcudatı delil yapıyor, burhan yapıyor; delil zahiri olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem madem ki Kuran-ı Mürşid bütün tabakat-ı beşere hitap eder. Kesretli tabaka ise tabaka-i avamdır. Elbette, irşad ister ki, lüzumsuz şeyleri ipham ile icmal etsin; ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin; ve muğalatalara düşürmemek için, zahiri nazarlarında bedihi olan şeyleri lüzumsuz, belki zararlı bir surette tağyir etmemektir.
Mesela güneşe der, “Döner bir siracdır, bir lambadır.” Zira, güneşten, güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Saniin ayine-i marifeti olduğundan bahsediyor.
Evet, der: وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِراَجاً “Güneş döner.” Bu “döner” tabiriyle, kış-yaz, gece-gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sanii ifham eder. İşte, bu “dönmek” hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud olan intizama tesir etmez.
Hem der: وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Şu “sirac” tabiriyle, alemi bir kasır suretinde, içinde olan eşya ise insana ve zihayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve matumat ve levazımat olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, rahmet ve ihsan-ı Halıkı ifham eder.
Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: “Güneş bir kütle-i azime-i mayia-i nariyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp, cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir…” Muhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemal-i ilmi vermiyor. Bahs-i Kuran gibi etmiyor.
Buna kıyasen, batınen kof, zahiren mutantan felsefi meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surisine aldanıp Kuranın gayet muciznüma beyanına karşı hürmetsizlik etme.
اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ شِفَۤاءً لَنَا وَلِكَاتِبِهِ وَاَمْثاَلِهِ مِنْ كُلِّ دَۤاءٍ، وَمُونِسًا لَنَا وَلَهُمْ فِى حَيَاتِنَا وَبَعْدَ مَمَاتِنَا، وَفِى الدُّنْيَا قَرِينًا، وَفِى الْقَبْرِ مُونِسًا، وَفِى الْقِيَامَةِ شَفِيعًا، وَعَلَى الصِّرَاطِ نُورًا، وَمِنَ النَّارِ سِتْرًا وَحِجَابًا، وَفِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا، وَاِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهاَ دَلِيلاً وَاِمَامًا، بِفَضْلِكَ
وَجُودِكَ وَكَرَمِكَ وَرَحْمَتِكَ يَۤا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَيَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، اٰمِينَ اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقاَنُ الْحَكِيمُ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ، اٰمِينَ، اٰمِينَ
İHTAR: Arabi Risaletün-Nurda On Dördüncü Reşhanın Altı Katresi, bahusus Dördüncü Katrenin Altı Nüktesi, Kuran-ı Hakimin kırk kadar enva-ı icazından on beşini beyan eder. Ona iktifaen burada ihtisar ettik. İstersen ona müracaat et; bir hazine-i mucizat bulursun.